ADİL DÜZEN 432
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 94. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لَا يَقُومُونَ إِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنْ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَانتَهَى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللَّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(275)
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا (elLaÜIyNa YaEKuLUvNa eLRıBAv) “Ribayı ekledenler.”
“Ve” harfi getirmeden âyete başlamıştır. Mallarını harcayanlardan, stok edip bekletmeyenlerden bahsettikten sonra sıra stok edenlere gelmiştir.
Batılılar faizli sistemle işlerin yürüyeceğini sanmışlar, Adam Smith faizin da arz ve talep kanunları ile işleyeceğini ileri sürmüştü. Keynes önce bunun doğru olmadığını ileri sürdü, sonra uygulayarak yanlış olduğunu gösterdi.
Adam Smith diyor ki; eğer sermayeye ihtiyaç varsa faiz yükselir, halk faize para verir. Sermaye sermayeyi bulur. Eğer faiz düşerse sermaye arzı azalır. Bunun yanlış olduğunu Keynes şöyle açıkladı: Sermaye nerden artacak? Piyasada dolaşan para vardır. Faizin çoğalması ile para artmıyor ki sermaye artsın. Faizi yükseltsen de düşürsen de sermaye miktarı aynı kalır.
a) Tam tersine, faiz yükselince üretim yapan iş çevreleri sermaye bulamaz, bulamayınca üretim durur, üretim durunca halk borçla geçinmeye başlar. Borç isteyenler çoğalınca faiz daha da yükselir. Üretim ve ticaret durur. Dolayısıyla faiz üretimi durduran bir âmildir.
b) Faizli para sözkonusu olduğu için çalışanlar sermaye bulamaz, işçiler durdukları yerde kazanç sağlamaya yani çalışmadan para almaya başlar. Herkes üretim yapacağına faizle geçinme derdine düşer. Sermaye iş ve üretim yapamaz hâle gelir. İnfak durmuş olur.
c) Faiz er veya geç tekel oluşturur. Tekelin marifeti azami kâr statüsünü uygulamasıdır. Bugün ekonomide matematikle kesin olarak ispatlanmıştır ki, azami kâr ilkesi üretimi yarıya düşürür, böylece çalışan insanların yarısı işsiz kalır demektir.
d) Faiz sebebiyle para zenginlerin arasında dolaşmaya başlar ve işsizlik alıp yürür...
Bunların dışında, bugün paraya faiz vermek kadar saçma bir şey yoktur; hele devletin paraya faiz vermesi saçmalığın daniskasıdır. Para devletin elinde sonsuzdur, kâğıdı basıyor para oluyor. Devlet faize bulaştığında faiz kadar fazla parayı basmak zorundadır. Çünkü başka türlü faiz ödenemez. Bu da faiz kadar enflasyon demektir.
Faiz enflasyona sebebiyet veriyor. Enflasyon fiyat ve ücret anarşisini doğurduğu için işsizliğe sebep olur; ondan açlık doğar, ondan borç doğar, ondan yolsuzluk doğar, rüşvet doğar, baskı doğar ve en sonunda anarşi doğar. Hâsılı, nereden bakarsanız bakın, faiz infaksızlığın kaynağıdır.
Sosyal olaylarda zina, ekonomide faiz birer AİDS virüsü gibidir. Faizin en büyük kötülüğü infaksızlığa sebebiyet vermesidir. Herkes ben parayı çalışmadan kazanacağım diyerek hapseder ve faizli sistem ekonomik krizlerin esas kaynağı olur.
İşte, gece gündüz açık ve aşikâr olarak infak emredildikten sonra faiz âyetinin getirilmesinin hikmeti budur. Kırkta birleri vererek bu sorunun çözüleceğini sanmak hatalıdır.
Burada faizin yeni tarifi getirilmiştir; harcamamak. Kur’an’da “altın ve gümüşü kenz edenler” deniyor; “altın ve gümüşten kenz edenler” demiyor. Yani altın ve gümüş veya başka bir şey kenz edilmeyecek, stok edilip bekletilmeyecek. Ya karz-ı hasen olarak verilir yani faizsiz bankaya yatırılır veya harcanır. Burada da bunun böyle olması gerektiği açıkça ifade edilmiştir.
Kur’an “ribayı/faizi” tanımlarken, harcanmayan veya karz-ı hasen olarak yatırılmayan paraları veya malları faiz olarak tarif etmektedir.
“Ekletmek” demek, güveye yedirmek, küflendirip işe yaramaz hâle getirmek demektir.
O halde ne yapmalıyız?
Bunun için şunları yapmalıyız.
a) Mü’minler ortak hesap açacaklar. Mesela, Akevler Kooperatifi ortaklarına bir hesap açacak. Paralarını kendi hesaplarına değil o hesaba yatıracaklar. Bankada ortak hesap masrafsız bankadır. Makbuzu kooperatife verecekler, kooperatif de hesabına geçecektir. Parayı çekmek istediklerinde paralarını çekle veya yazı ile çekeceklerdir. Kooperatif bunu bankaya tekaruz esasları içinde kullandıracaktır. Ortaklara da tekaruz esasları içinde kredi açılacaktır.
b) Yalnız paralar değil, mallar da vedia (mevduat) olarak verilebilecektir. Şöyle ki, kooperatif kefil olacak ve mesela fındık senedi çıkarılacaktır. Ürün ortak ambarlara verilecek ve fındık senedi alınacaktır. Senet sahibi bu senedi istediğine satacak yahut üç ay sonra gidip o senetle fındığı alacaktır. Bu da harcamadır.
c) Diğer taraftan mala mal senedi ile mal mağazaya satılır ve karşılığında senet alınır. Bu senet artık para değildir, mal senedi gibi mağazalardan alacağındır. Dolayısıyla gerektiğinde onunla harcama yapmış olursun.
d) Yahut işçi olarak çalışır ve taşınmaz mal pay belgesini alırsın. Bu senet pay senedidir. Dolayısıyla malı depolama değildir.
Şimdi, bu izahlardan sonra şunu öğrenmiş oluyoruz ki, yararlanma mülkiyetinde hapsetme yoktur. Onu istediğin kadar çoğaltabilir ve depo edebilirsin ama işletme mülkiyetinde depolama haramdır, faizdir. Bu sebepledir ki “hayrı infak edin” diyor, “malınızı infak edin” demiyor.
Bir taşınmaz karşılığı elde ettiğin bir senedin kirasını alabilirsin, bu faiz değildir. Selem senedinde de tenzilat yapabilirsin, bu faiz değildir. Faiz veresiye satıştır veya bir yararlanma mülkiyetinin hapsidir. Burada büyük sorun çözülmüş oluyor.
Bir kimsenin parası var, bunu ne yapsın da değerlendirsin? Bunun değişik yolları vardır.
a) Bir selem senedini şimdi ucuz alır, sonra onu satarak parasını değerlendirmiş olur.
b) Bir mal senedini alıp bankaya vermek suretiyle kredileşmeden yararlanabilir.
c) Bir taşınmazın hisse senedini alır ve onun kirasına iştirak edebilir.
d) Bankaya yatırarak kredileşme payından yararlanabilir.
“Ekledenler” burada kurallı erkek çoğulu ile getirilmiştir. Bir kimsenin kişi olarak aldığı faizden bahsetmiyor, toplulukların aldığı faizden bahsediyor, kurumların aldığı faizden bahsediyor, faizi meşrulaştıranlardan bahsediyor. Yoksa, eğer bir topluluk faizi meşrulaştırmışsa o toplulukta kişilerin faiz almalarını yasaklamış olmuyor. Erkek kurallı çoğulla nehy edilen bir yasak fertler için yasak olmayabilir. Hukuk onu himaye etmez ama cezayı da vermez. Banka kurmak, bankerlik yapmak yasaktır. Faizli para çıkarmak haramdır. Ama kişilerin birbirlerine verdikleri ve aldıkları faizin zulüm düzeninde haram olduğu bu âyetten çıkmaz. Nitekim fıkıhçılar; eğer o memlekette faiz kanuni ise ve halk arasında yaygınsa, mü’minin mü’minden alıp vermemesi şartı ile o ülkede faiz almakta haklıdır diyorlar. Bu âyetin mefhumu muhalefeti ona delâlet eder.
Biz ise fetva verirken diyoruz ki; zaruret varsa helaldir, yoksa haramdır. Biz kişilerin faiz alıp vermesini meşru göremiyoruz; ama ortak hesapta eğer banka kredileşmeyi kabul etmiyorsa faiz alır, kefalet hesabında toplar ve borçları ödenmeyenlerin borçlarını kapatır diyoruz. Yani, sadece özel hesap olarak ve sadece kooperatifler için meşru sayıyoruz.
لَا يَقُومُونَ إِلَّا (La YaQUvMUvNa) “den başka kalkmazlar”
“Lâ” ve “illâ” ile gelen fiil olumsuzdur ama mânâsı olumludur. Mefhumu muhalefeti de içerir. “Ahmet geldi” derseniz Ahmet’in geldiğini ifade etmiş olursunuz. Ama Hasan’ın gelmediğini de ifade etmek isterseniz “Mâ câenî illâ ahmedu” dersiniz; bana Ahmet’ten başka kimse gelmedi, sadece Ahmet geldi demiş olursunuz. Hanefilere göre Ahmet’in de geldiği kesin değildir.
Burada da “kıyam etmezler” ancak şeytanın çarptığı kimsenin kıyamı gibi kıyam ederler denmiş oluyor. “Kıyam etmek” ne demektir? Kayyumluk yapma yani işletme demek, işletme mülkiyetinin hakkını verme demektir.
Faizin peşine düşenler, faizciler, kendilerine verilmiş işletme yükümlülüğünü yerine getirmezler. Onlar çalışmadan kazanmak isterler. İş yapmayı değil, sadece kâr etmeyi düşünürler. Üretmeden kazanç temin etmek isterler.
Burada faizin mahiyeti hakkında yeni bilgi verilmektedir. Değer artışı olmadan kâr etmek yani başkasına zarar verip kendin kazanmak faizdir. Bu bizim eski tanımımızdır. Ama burada bu tanıma yer bulmuş oluyoruz.
-Ya üretecek ve orada emek payınızı alacaksınız. Kur’an, insan için bundan başka yani insan için emeğinden başka kazanç yoktur diyor. Marks da bunu teyit etmiştir.
-Yahut alışverişte malı üretmeyecek ama değerini artıracaksınız, yani o malın yararını artıracaksınız. Bir bardak su içmek çok kıymetlidir. Bu değer artışından yararlanmada kârınız vardır. Burada sa’yediyorsunuz ama bu sizin zararınızı kapatmak içindir. Yani bir yerdeki değer düşüşünü başka yerdeki değer artışı ile kapatıyorsunuz.
Mesela, Erzurum’da et beş yevmiye ile elde ediliyor, İzmir’de yedi yevmiye ile elde ediyorsunuz. Erzurum’daki otlaklar ete dönüşmüyor, çünkü üreticiler bundan yararlanamıyor. Bu sefer üzüm Erzurum’da yedi yevmiye ile elde ediliyor, İzmir’dekiler beş yevmiye ile elde ediyorlar. Onlar da artan üzümleri sokağa atıyorlar. Ama mübadele sayesinde iki taraf da yedi yevmiyelik mallarını beşer yevmiyelerle elde ediyorlar. O halde bu alışverişte her iki taraf ikişer yevmiye kazandı.
Taraflar bunu ne sayesinde kazandı?
Tüccar sayesinde kazandı. Öyleyse tüccarın burada yarım yevmiyelik kâr alması meşrudur.
Oysa faizde artan bir şey yoktur. Çünkü paranın maliyeti her yerde birdir. Para sadece ölçü aletidir. Eğer metreyi uzatıp kısa tutarsan, o zaman o metre olmaz. Faiz demek parayı uzatmak demektir. O zaman o metrelikten yani paralıktan çıkar.
Bu âyet faizcilerin işleri yapmadıklarını, üretim yapmadıklarını ifade etmiş oluyor. Para da uzamadığına göre ne yapıyorlar? Faizciler hiçbir iş yapmıyorlar demektir.
كَمَا يَقُومُ (Ka MAv YaQUvMu) “Kıyam ettiği gibisinden başkası ile kıyam etmezler.”
“Kıyam” burada iş yapma ve yönetme demektir. Akıl hastalarının ve delilerin yaptığı gibi işler yaparlar. Kıyam etmek kalkmak demektir. Ama “kâme aleyhi” dediğiniz zaman oranın yöneticisi olma demektir. Burada “aleyhi” kelimesi mahzuftur.
Bir işletmenin kayyumu olmak demek, onu yararlı hâle getirmek demektir. Her varlığın, her canlının, toplulukların bir görevi vardır, işi vardır. O iş yani görev dolayısıyla kendisine verilen yetki vardır. Yetkiden dolayı sorumluluk vardır. Sorumlu olma karşılığı hak ettiği ücreti vardır.
Görevli yetkilerini kullanırken eğer görevi yerine getirmek için kullanırsa o akıllı bir görevlidir. Ama yetkilerini görevi yerine getirmede değil de, gelişigüzel ve amaçsız veya kötü amaçlı kullanırsa, o zaman görevi yerine getirmemiş olur. Birçok görevli vardır ki görevini yerine getirmeden ücreti istihkak etmeye çalışır. Faizli işler yapanlar, faizle para kazanmak isteyenler, sorumsuzca ve çalışmadan kazanmaya çalışan kimselerdir.
الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ (elLaÜIy YaTAPabBaOuHUv) “Onu hubut etmiştir.”
“Habata” ağaçtan dökülen yapraklardır. Sonbaharda yaprakların su alan damarları tıkanır, yapraklar sararır. Sonra da o yerden yaprak kopup yere düşer. Bu düşen yaprağa “habat” denir.
Faiz demek, yeşil yaprağı kurutan şey veya dökülüp giden yaprak misalidir. Artık o sadece gübre olmaya mahkumdur.
“Tahabbut” kelimesi burada tafa’ul bâbından getirilmiştir. Şeytan ona çarpmamış, şeytanın messinden dolayı kendisi tahabbut etmiştir. “Yetehabbetu min” ile müteaddi olmuştur. “Tahabbata mine’l messi” demek, mes ile onu ezdi demek olur. Burada “min” “bi” mânâsına gelmiştir.
Topluluk burada çarpılmış bir kişiye benzetilmiştir. Şeytan onu çarpmamıştır ama aslında o çarpılmıştır, onu tahabbut etmiştir, onu yutmuştur demektir. Yutmak aslında müteaddidir ama kendi karnını doyurmak esas olduğu için tahabbut lazım olmuştur. Sonra da onunla doyduğu için de müteaddi olur. Şeytan onu yutmuştur anlamındadır. Dokunarak onu kendisine yem yapmıştır demek olur.
الشَّيْطَانُ (elŞaYOaNu) “Şeytan onu tahabbut etmiştir.”
“Şeytan” cin taifesindendir. İnsanlara vesvese vermek ve kötüye çekmek için görevlendirilmiştir. İnsan iradesini istediği tarafa kullanabilsin diye Allah ona peygamberler gönderdiği, melekleri musahhar kıldığı gibi; şeytanı da musallat etmiştir. İnsan ancak o sayede tarafsız düşünüp karar verebilme imkanına sahiptir. Şeytanın tahabbut etmesini iyi anlamamız için insanı ve diğer şuurlu dört varlığı iyi tanımamız gerekir.
Biz şimdi üç boyutlu mekan içinde yaşıyoruz. Hareket edebiliyoruz. Bunu yapabilmemiz için dört boyutlu uzaya ihtiyacımız vardır; Kur’an buna “kürsü” diyor. İradeli hareket yapabilmemiz için beş boyutlu uzaya ihtiyacımız vardır; Kur’an buna “arş” diyor. Bunlar yetmiyor.
Kâinatın eksiksiz olarak var olması için matematikten biliyoruz ki bir de bunlara eş beş uzay daha olmalıdır. Kur’an bizimkine “zâhir” diyor, ona “bâtın” diyor. Matematikçiler buna “reel dünya”, öbür tarafa da “sanal dünya” diyorlar. Bugün bunlar artık kanıtlanmış varlıklardır.
Allah bütün bu uzaylara şuurlu varlıklar için mâliktir. Bizzat kendisinin bunlara ihtiyacı yoktur. Çünkü O zamandan ve mekândan sübhandır, yani zaman ve mekân içinde değildir. Ne var ki O’nun hâlik olması için kendisinin muhatabı olan varlıkları yaratması gerekir. Yoksa o hâlik olmaz, tanrı olmazdı. Şuurlu varlıklar için de bu kâinatı ve on boyutlu uzayı var etmelidir.
Kâinatta bir başka yönüyle molekül ve çekirdek yapıda varlıklar vardır. Molekül güneş sistemine benzer. Merkezde çekirdek vardır. Çevresinde elektronlar dolaşır. Bu yapıya “moleküler yapı” denmektedir. İnsan ve ruh moleküler yapıya sahiptir. İnsan zâhirî âlemde, ruh bâtınî âlemde vardır. Buna karşılık çekirdek yapıda ise elektronlar dışarıda serbestçe hareket ederler. İçerdekiler birbiriyle bağlantı kurarlar. Bunlardan cinler zâhirde sıcak âlemin varlıklarıdır. Melekler ise bâtın âlemin şuurlu varlıklarıdır.
Şimdi insanı anlamamız için bilgisayarı ele alalım. Tuşlara bastığımız zaman maddî hareket yaparız. O elektriği doğurur. Bilgisayarda devreleri faaliyete geçirir. Sonunda ekrana sonuç çıkar. Bu sefer elektrik maddeyi faaliyete geçirir. Şimdi biz burada tuşla girdik ama uzaktan kumandalı bir devrede ise biz madde ile gireriz ama sonra elektrik devreye girer ve öyle harekete geçirir. Bilgisayarınızın ya programı bozulur ya da yapısı bozulur. Programı bozulursa onu programcılar, bilgisayarcılar düzeltir. Yapısı bozulursa onu elektronikçiler düzeltir.
Melekler insanın bâtınî devresine girerler, cinler ise zâhirî devresine girerler. İnsan beyninin çalışmasında virüs görevini görürler. İnsanın kendi ruhunun şifresi vardır, kendi beynine doğrudan ruh olarak girer. Ama diğer insanlar başkasının ruhuna araçla yani maddi araçla girerler. Bugün nörologlar vardır, bunlar beynin yapısını onarırlar; psikiyatristler vardır, bunlar da ruhunu onarırlar.
Önce ‘bunlar var mıdır’ sorusu sorulabilir. Bunların olduğunda şüphe yoktur. Mesela, vesvese varsa, vesvese veren biri de vardır. Bunların ne olduğunu çözmeye çalışırken Kur’an’dan yararlanmamız gerekir. İnsan beynine etki eden cinler fizikî etki mi yapıyorlar, yoksa ruhî etki mi yapıyorlar? İşte bunun cevabı bundan sonra gelecektir.
مِنْ الْمَسِّ (MıNa eLMasSı) “Mes ile”
Vahiy veya ilhamla değil de mes ile tahabbut ettirdiği gibi deniyor. O halde akıl hastalığı meleklerden gelmemektedir, cinlerden ve şeytandan gelmektedir. Akıl hastalığı ruhsal değildir.
Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz:
Biri makroda beyinde meydana gelen hasardır. Çıban gibidir.
Diğeri de moleküler yapıdadır, hem de sinir sistemindeki moleküler yapıdadır. Ona göre devreler karıştırılmakta ve insan doğru düşünemez hâle gelmektedir.
Böyle bir hastalığın tedavisi nasıl yapılacaktır?
Moleküler yapıda devreleri düzeltecek çözümler üretmemiz gerekir. Elektrik devrelerini normal hâle getirmeliyiz. Bu nasıl olur? Bilgisayarımızın programı bozulduğu zaman kapatırız; yeniden açarız. İşte beynimizde de böyle tedavi şekilleri aramamız gerekir. Yahut bazı programlar üreterek orasını ayarlarız. İşte zikir ve okuma bu işleri yapmaktadır. Birçok defalar bilgisayarla veya makine ile oynarız, o da düzelir. İşte okuyucuların veya üfleyenlerin yaptığı budur. Beynin içini karıştıra karıştıra bazen düzelmesine sebep olmaktadırlar.
Bütün bunlar bize şunu göstermektedir. Bu yolla müdahale mümkündür. Belki bazı kanunlar keşfeder ve o sayede müdahale imkanını kazanabiliriz. Mesela, öyle sözler buluruz ki, o sözler hastayı iyileştirir; yahut öyle sözler buluruz ki, onun mânâsı hastaları iyileştirebilir.
“Mine’l-messi” demesiyle çarpmanın maddî olduğu gösterilmiş olmaktadır. Buna mecazi mânâsını da verebiliriz. O zaman şeytanın buradaki messi maddî hasar değil de sadece elektrikî devrelerimizde olabilir. O zaman mes mecazi mânâda kullanılmış olur. Bu mânâ uzak mânâdır.
Şimdi biz baştan beri anlatılan faiz meselemize dönelim ve burada anlatılanlarla irtibatını anlamaya çalışalım. Faizli işler yapanların yaptığı işler delilerin yaptığı işleri yapmadır.
Deli ne yapar?
Deli normal insanların kabul ettiği kuralları çiğner. Mesela, soyunup çıplak gezmeye başlar, sosyal kuralları tanımaz, yasağı bilmez, ayıbı bilmez, ne yaptığını bilmez. Bazen kendisine gelecek zararları da bilmez. Saldırgan olur.
‘Delidir, ne yapsa yeridir.’
Bu âyeti tam tahlil etmek için bir psikiyatri, bir deli doktorunun delilik arazlarını ortaya koyduktan sonra, faizli ekonomide delilik alametlerinin nasıl ortaya çıktığını anlatması gerekir. Kur’an bize bir temsili vermektedir. O temsilin inceliklerini ortaya koymak ise ilme aittir. İlim bunu ne kadar ortaya koyarsa Kur’an’ı o kadar daha iyi anlamış olacağız.
Bu temsildeki incelikler bundan sonra devam ettirilecek bir çaba ile daha iyi anlaşılmalı, faizli işlemlerin delilik olduğu daha iyi anlaşılmalıdır.
Sömürü sermayesi insanları soymaktadır. Tüm insanlar akılsız olmasa soyulur mu, sömürü sermayesi onları soyabilir mi? Eskiden diyelim ki sermayenin altını vardı, onu piyasaya sürüyor ve faizi istihkak ediyordu. Çünkü bizde yoktu, onda vardı. Şimdi ise sermayenin bir şeyi yok, matbaada dolarını basıyor ve tüm insanları soyuyor! Merkez Bankaları delicesine kendilerini oraya bağlamış, soyuluyor; sonra aynı Merkez Bankaları bu sefer kendi halkını soyuyor!
Oysa, insanlar “karşılıksız para” yerine “karşılığı olan senet sistemi”ni, “mal senedi sistemi”ni geliştirirlerse sömürü sermayesi karşılıksız para basamaz. Bassa bile işe yaramaz. Devletler kendi halkına “faizsiz kredi” verseler, onun doları işe yaramaz hâle gelir ve sömürü biter.
Bu kadar basit şeyi yapmayanlar cin çarpmışlardan daha beter durumda değil midirler?
‘Faizsiz iş yapalım’ dediğimizde; ‘faiz birden kalkmaz ki’ diyorlar.
Evet, ey akıl hastaları, faiz bir gecede kalkar; ‘ben devlet olarak faizi almıyorum ve vermiyorum, sadece para değerini koruyorum’ derseniz; ertesi gün artık kimse faizle para almaz ve bu iş sona erer.
Tek sorun kalır; Türkiye’nin dışarıya taahhüt ettiği dış borçlar ne olacaktır?
Bu da çok kolay bir şekilde kalkar.
a) Dolar borcu YTL borcuna çevrilecektir.
b) Para borcu mal borcuna çevrilecektir.
c) Dış borç iç borca çevrilecektir.
d) Borç iştirake çevrilecektir.
Bu saydıklarımızın hiçbirini kabul etmeyen olursa; ‘alın ana paranızı’ dersiniz.
‘Efendim, hayır almıyoruz, biz ille de faiz istiyoruz!’ diyebilirler.
Onun çözümü de askerimizin süngüsünün ucudur...
Hiç şüpheniz olmasın, dünya delilere bırakılacak kadar değersiz değildir.
Ama deliler, aklı başında olmayanlar, aklını kullanmayanlar faizle sömürülmekte, işsiz ve aç olarak çırpınmaktadırlar. Faizi kaldırdığınız gün işsizlik sorunu biter. Çünkü orada artık sermaye sorunu diye bir sorun kalmaz; çalışana “faizsiz kredi” verirseniz artık işsiz kimse kalmaz.
ذَلِكَ (ÜAvLıKa) “Bu böyledir.”
Buradaki “bu” nedir?
Şeytan onlara çarpmışçasına deliler gibi işler yapmaları nereden ileri gelmektedir?
Kur’an baştan sona âyettir.
Gerek sosyalistler gerek kapitalistler faizi yemektedirler. Burada faizi yiyen kişiler değil topluluklardır, yönetimlerdir, devletlerdir. Kapitalistlerde faizi sermaye sahibi olanlar yiyor, sosyalistlerde devlet yiyor. Sonuç itibariyle her ikisi de emeği ve işçiyi sömürüyor.
Marks bunu bilmektedir, ancak şöyle mantık yürütüyor. Kapitalizmi bizim ortadan kaldırmamız mümkün değildir, çünkü çok güçlüler. Bizi sömürmeye devam edeceklerdir. Bunu ortadan kaldırmak için önce onun karşısına onu yenecek bir gücü getirmemiz gerekmektedir. O da sosyalist devlettir. Uluslararası güçlü devlet oluşacak, bu devlet kapitalizmi ortadan kaldıracak. Tek güç hâline gelecek. Tek güç hâline gelince büyür, hantallaşır, kendiliğinden çöker, yerine komünizm gelir.
Marks’ın İbni Haldun’u izleyerek ortaya koyduğu tarihi materyalizm yani tarihteki determinizm kendisini doğru şeyler söylemeye götürmüştür. Ama Marks sonuçları vermemiştir.
a) Marks ‘sonunda komünizme gidilecektir’ demiş ama komünizmi tarif edememiştir. Sonunda komünizme değil adil düzene gidilecektir. Bu da sosyalizm ile kapitalizmin birbirini yemesi ile sağlanacaktır. Marks tahminini doğru ama eksik yapmıştır.
b) Marks tekel mülkiyetinin yanında halkın mülkiyetini ortadan kaldırmak istemiştir. Oysa mülkiyet, halkın mülkiyet hakkı temel haklardandır. Kimsenin onu kaldırmaya gücü yetmez.
c) Marks ailenin de ortadan kalkacağını ileri sürmüştür. Zannetmiştir ki, aile insanların sonradan geliştirdikleri suni bir müessesedir. Oysa bugün bilinmektedir ki, insanlar ailesiz bir dönemi hiçbir zaman yaşamadılar. Aile yalnız sosyal bir müessese değildir, aile aynı zamanda biyolojik bir müessesedir. Dişilerin birden fazla erkekle çiftleşmediği, yakın akrabalarla çiftleşmenin bitkilerde bile olmadığı, birçok hayvanların yavrularını büyütürken aile hayatı yaşadıkları, insanın ise hiçbir zaman aile dışında bir hayatının olamayacağı bugün müsbet ilimlerle sabit olmuştur. Marks bu konuda fahiş hataya düşmüştür.
d) Marks din konusunda da yanılmıştır. Yunanistan’dan gelen kıdem nazariyesine inanarak her şeyin tarih içinde akıp gittiğini ileri sürmüştür. Biyolojik bilgisi olmadığı için hataya düşmüş veya kasten hata etmiştir. Bugünkü müsbet ilimler hep tek tanrılı dinlerin getirdiklerini tasdik etmiştir. Ayrıca din de fıtrî bir müessesedir. Dinsizlik de bir dindir; bâtıldır ama dindir.
Faizli sistem yani sömürü sistemi, tekelci sömürü sistemi, devlet veya sermaye sömürüsü sistemi, ikisi bir sistemdir; tekel sistemi.
Faizsiz sistem ise halkın kredileşme sistemidir.
Allah kâinatı var ederken bazı varsayımları kabul etmiş, kâinatı ona göre yaratmıştır. Marks’ın yani sosyalizmin veya Adam Smith’in yani kapitalizmin varsayımları Allah’ın varsayımlarına uymadığı için müsbet sonuçlar alınamamıştır.
بِأَنَّهُمْ قَالُوا (Bi EanNaHuM QaVLUv) “Çünkü onlar böyle dediler.”
Buradaki “onlar” kimlerdir, Kur’an kimleri kastetmektedir?
Yukarıda anlatılan ribayı ekl edenlerdir.
Riba nedir, faiz nedir?
Tekelleşmedir; yani birilerinin bir şeyleri eksilirken diğerlerinin artmasıdır.
Kapitalistlerde bu tekel sermaye sahiplerinin olmuştur.
Sosyalistlerde bu tekel siyasi partilerin olmuştur.
Mekanizma her ikisinde de aynıdır.
Daha da ileri giderek bu tekel hep sömürü sermayesinin olmuştur. Sömürü sermayesi kapitalizmde halkın elinden mallarını faizle almıştır. Faizle alamadığını sosyalizmde/ komünizmde siyasi sistemle almıştır. Nasyonal sosyalizm, enternasyonal sosyalizm adı altında halkın bütün mallarını gasp etmeye kalkışmıştır. Böylece dünyada sermaye tekeli bir tek devleti hedeflemiştir.
Buna karşı koyan Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştur.
Türkiye’de ‘halkçılık ve devletçilik ilkeleri’ ile halkın yapacağı işler halka bırakılmış, halkın yapamayacağı işler KİT’lere bırakılmıştır. Bu sistem, Hazreti Davut Peygamberin uyguladığı ekonomik sistemdir. Dolayısıyla bu sözleri söyleyenlerin adresi, faizi meşrulaştıran veya sosyalizmde ticareti de yasaklayan sömürü sermayesidir. Marks, Lenin, Mao ve Hitler’i finanse eden sömürü sermayesidir. Türkiye’yi finanse etmediler ama Türkiye’ye de Lozan’da destek oldular.
Sonuç olarak şunu deriz: Buradaki zamir kapitalist ve sosyalistlerdir. Bunlar iki ayrı sözdür ama söyleyen aynı yerdir, sömürü sermayesidir. Yani ABD’deki 200 Yahudi ailesidir. Şimdi daha da azalmış olabilirler.
Kur’an’ın ikisini birlikte sayması, söyleyenlerin gerçekte aynı kimseler olduğunu belirtmesi içindir. Bunlara inanıp onlarla savaşmayan yani sosyalizmle ve kapitalizmle savaşmayan zavallı insanlar akıl hastaları değil de nedirler, kimlerdirler?!.
إِنَّمَا (İnNaMAv) “Sadece”
“İnne” tahkik içindir. Karşı tarafa bir şeyin aksini, bir şeyin doğrusunu bildirmek içindir.
“Erracülü sakıymun” derseniz, adam hastadır dersiniz. Ama muhatap onun sağlam olduğunu sanıyorsa, öyle inanıyorsa “inne erracüle sakımun” dersiniz; adam hastadır, sağlam sanma demektir. “Mâ” ile getirirseniz, adam hastadır, başka bir şey değildir mânâsını da taşır. Mefhumu muhalefet de doğru olur. Burada iki mânâ çıkar; adam hastadır, başkası değildir; adam yalnız hastadır, başka bir şey değildir. Mesela tembel değildir. Burada tereddüt edilecek bir nokta daha vardır. Hasta olan yalnız adamdır, mesela kadın değildir.
Burada da “bey’ sadece riba gibidir” diye mi tercüme edeceğiz, yoksa “riba bey’ gibidir” diye mi tercüme edeceğiz? Her iki mânâyı da içermektedir. Takdim tehir hasrı ifade eder, bey’ ribanın mislidir. Yahut riba bey’in mislidir. Bu husus Arapçada açık değildir. “İnnemâ”nın gelmesi ile bu husus eşitlenmiş olarak alınabilir.
الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا (eLBaYGu MiÇLu elRıBAv) “Bey’ ribanın mislidir.”
Burada “bey’” de “riba” da tanımlanmıştır.
“Bey’” mastar olarak tokalaşma demektir. Elle tutuşmadır. Alışverişte kullanıldığı gibi herhangi bir anlaşmada da kullanılabilir. El ele tutulduğu zaman teklif yapılır. Karşı taraf eller tutulmuş iken ‘evet’ derse akit biter ve eller bırakılır. Eller bırakıldıktan sonra artık tek taraflı rücu caiz olmadığı gibi nikâh, talak ve azatlıkta artık iki tarafın rızası ile de rücu edilemez.
Buradaki marife olan “bey’” ise iki malın değişmesidir. Hattâ ticaret de bey’in içindedir. Şirâda yalnız malların satılması sözkonusudur. Bey’ tarif edilmiş ise o tarifi bizim arayıp bulmamız gerekir, yani bey’i bizim tanımlamamız gerekir.
“Bey’” şöyle tanımlanır.
a) Bey’ bir akit, tamamlanan bir anlaşmadır, bir değişmedir. Teslim daha sonra da olsa akit tamam olmuştur. Ne semen ne de mebi’ artıp eksilmez.
b) Bey’ de bir semendir, yani misliyattandır. Diğeri mebi’dir, yani ayndır. Eğer ikisi de misliyattan ise o bey’ değil selemdir. Burada bey’ selemi de içermektedir.
c) Bey’de iki tarafın kazancı vardır. Çünkü satan değerinden fazla almıştır. Alan da değerinden ucuza almıştır. Diyelim ki bir adamın iki bardak suyu vardır. Birine ihtiyacı var ama ikincisi fazladır. Dolayısıyla ikinci bardağın değeri yarım liradır. Ama alan için bir bardak suyun değeri iki liradır. Şimdi bir liraya sattığı zaman satan yarım lira kâr etmiştir. Alan da bir lira kâr etmiştir. Görülüyor ki, burada iki taraf da kâr etmişlerdir. Çünkü malın değeri miktarı arttıkça düşer.
d) Bey’ de çoğalan maldır. Bir adam bir lira ile iki kilo patates alır. Sonra birbuçuk kilosunu iki liraya satar, patatesi kâr etmiş olur. Mağazadaki malı artar.
Şimdi de “riba”yı yani faizi ele alalım.
a) Kâr bir akitle elde edilmez, iki akitle elde edilir. Taşınmazda kira meşrudur. Çünkü mislini değil aynını iade ediyorsun. Yine de yıpranma vardır.
b) Kira yıpranma bedelidir. Zamanla durup dururken artıştır. Zamanla kendiliğinden artma termodinamiğin ikinci kanununa aykırıdır. Azalma ise o kanunun gereğidir. Taşınmazlarda entropinin artması vardır. Misliyatta faiz ise entropinin azalmasıdır.
c) Faizde biri zarar ettiği durumda diğeri kazanmaktadır. İşte bu sebeple faiz haramdır. Bunlar da dört çeşittir. 1) Sermayede kesin kâr faizdir. 2) Üretimde kesin ücret faizdir. 3) Üretimde kesin kira faizdir. 4) KDV gibi paradan alınan vergi faizdir. Çünkü parayı kişi üretmez. Birinden eksilecek ki sana versin.
d) Bey’ çoğalan paradır. Oysa para birim ölçüsüdür. Metreyi kısaltmak demek, malı çoğaltmak demek değildir. Faiz fiyatları artırarak ülkeyi zengin etmek anlamındadır. Bugün doları YTL cinsinden yarıya düşürelim, yani dolar ile fiyatları iki misline çıkaralım. Zenginleşmiş oluruz. Ama gerçekte hiçbir şeyimiz artmaz.
Demek ki bey’ ile riba arasındaki farklar bunlardır.
İkisi de harfi tarifle tarif edildiği için kimse bunlara lugat mânâsını veremez.
وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ (Va EaXalLa elLAHu eLBaYGa) “Oysa Allah bey’i helal etmiştir.”
Buradaki “Ve” hâl vavıdır. Allah bey’i helal etmiş iken onlar bey’ de faiz gibidir deyip bey’i de faiz gibi haram ediyorlar. “Hall” karışmış şey demektir. Mesela şeker suda hulul eder. Mizacına uyar. Armut yerseniz onu sindirirseniz, bedeninize hulul eder. Oysa at kestanesi yerseniz onu kusarsınız, bedeniniz onu halledemez.
Topluluk içinde yararlı olan şeyler helaldir, zararlı olan şeyler haramdır.
Evlenmek helaldir, zina haramdır.
Bey’ de helaldir. Topluluğa hulul eder, yararlıdır.
Pazara bir mal götürüp satarsınız. Hangi malların fiyatı yüksekse siz onu üretirsiniz. Mesela yoğurt yapıp pazara götürürsünüz, peynir yapıp pazara götürürsünüz. Hangisinden daha çok para kazanacaksanız onu götürürsünüz; yoğurt veya peynir. Bunu size söyleyen pazar fiyatıdır.
Evinize akşam yiyecek alırken de hangisi ucuzsa onu alırsınız; fasülye veya nohut.
Böylece alışveriş üretim ile tüketim arasında denge sağlar. Üretimde işbölümü yapar. Artık herkes her şeyi üretme yerine bir şeyi üretir. Kendi tarlası neyi yetiştirmeye daha elverişli ise onu üretir. O sahada daha fazla bilgi edinir, ihtisas sahibi olur, o malların müşterilerini öğrenir.
Bütün bunlar bey’ ile mümkün olmaktadır.
Zaten sosyalistler de alışverişi yok saymıyorlar ama onu devlet yapsın diyorlar. Kişilere planlama ile şunu yap bunu yap diyorlar. Merkezî sistemi yani tekeli uyguluyorlar. Sosyalizm kötü uygulanmış ve sonuç vermemiştir.
Serbest fiyat mekanizması her zaman olacaktır. Çünkü bütün mallar standart hâle getirilemeyecektir. Misliyat yapılamayacaktır. Dolayısıyla her mal ayrı pazarlanacaktır. Ancak misliyattan olan mallar üzerinde özel sistemler uygulanacaktır.
Bir örnek verelim. Şekeri ele alalım. Devlet bir şeker mağazası tesis etse. Ben gelen her şekeri 100 liraya alıyorum, 120 liraya satıyorum dese, ama ben bütün arz ve talebi yerine getiriyorum dese, piyasayı bu aralıkta tutmuş olur. Tüccar ticaret yapabilmek için 100 liradan daha fazlaya almak zorunda kalır. Satabilmek için de 120 liradan daha aşağı satmak zorunda kalır. Halktan kimse gelip devlet mağazasından alışveriş etmez. Dolayısıyla devlet zarar edebilir. Devlet masrafları bütçeden karşılar ama bu sayede piyasayı dengede tutar. Ancak devlet kimsenin alış ve satışına müdahale etmez.
İşte, aslında sosyalistlerin yapmak istediğini İslâmiyet yapmakta, ancak hiçbir yasaklamayı koymadan yapmakta, vergileri artırmadan yapmaktadır.
Bütün bunları yapabilmeniz için stoklarınız önemlidir. Öyle fiyat politikası uygulamalısınız ki mağazanızda mallar dolup taşmayacak, boşalmayacak da. Bey’ serbest olacaktır.
Bugünkü düzende tüccar mal alıp satmaktadır. Bu da tüccara külfet yüklemektedir. İndir bindir külfeti yerine nakliye külfeti. Malların bozulması, malları tanıtma gibi külfetler sözkonusudur. Herkes ticaret yapmaktadır.
İşte, İslâmiyet bu işi kolaylaştırmak için “mal evleri” kurmuştur. Kişiler o mal evlerine malları teslim eder, karşılığında belge alır ve o belgeyi alıp satarlar. Tüccar mal ile uğraşmaz, tüccar sadece belgeyi alacak müşteriyi bulur.
Bugün ticaretin olmadığını düşünürsek yaşamamıza imkan yoktur. Fiyatları merkezin keyfi olarak teşkil ettiğini varsayın, o zaman da ya mallar yığılıp elde kalır, yahut mal bulamazsınız. Yani bazı mallar çöpe atılır, bazı malların temininde de kuyruk olur. Bu sebepledir alış ve satış olacak, halkın isteğine bağlı olacaktır. Alıcıların ve satıcıların serbest talepleri piyasayı oluşturacaktır.
Alışverişin olması için daima bir stokun bulunması zorunluluğu vardır. Stok artarsa fiyatlar düşecek, stok azalırsa fiyatlar yükselecektir. Bazı mallar depo edilemez, her zaman kolay kolay üretilemez. Mesela, tarım ürünleri böyledir, inşaat böyledir. Bunlarda da stokun yerini sipariş almaktadır. Siparişler çok olursa fiyat artmakta, siparişler az olursa fiyatlar düşmektedir. Bunlar üretim ile tüketim arasında denge sağlamaktadır. Stoklara göre fiyatları kamu tesbit eder. Ancak asla müdahale etmez. Kamu sadece garantiler verir, fiyatları ilan eder. Alış ve satış merkezleri, tanzim satış yerleri kurar. Ama sonra TANSAŞ gibi kendisi bir ticaret merkezine dönüşmez. Sistemin iyi olması gerekir ama uygulayanlar da onu iyi uygulamalıdırlar. Sadece birinin iyi olması yeterli değildir.
وَحَرَّمَ الرِّبَا (Va XarRaMa elRıBAy) “Ve ribayı haram etti.”
“Haram olan” hulul etmeyen ve işe yaramayan demektir. “Harb” kapalı oda, kilitli yer demektir. “Haram” da yasak olan fiil demektir. Kıymetli olup gelişigüzel girilemeyen yerlere “harem” denir. Mekke “harem” olduğu gibi insanların akrabaları da “mahrem”dir. Burada ihlâli if’al bâbından, haramı ise tef’il bâbından getirmiştir. Bu da ribanın şiddetle tahrimi içindir.
Bunları “Ve” harfi ile atfetmiştir. “Ve” harfinin hükmü, kıyasın geçerli olmasıdır. O halde bey’e de kıyas yapılabilir, ribaya da kıyas yapılabilir. Her ikisine illet bulmalıyız. Madem ki harfi tarifle gelmiş ve “Ve” ile atfedilmiş, o halde illet bulmalıyız. İlletin bulunacağı burada nass ile sabit olmaktadır ama illetin ne olduğu belirtilmemektedir. Fıkıhçılar buna değişken illetler bulmuşlardır.
Hazreti Peygamber’in mübadelede mislen ve mislen hadisine dayanarak değişik mezhepler değişik illeti ortaya koymuşlardır. Onları fıkıh kitaplarında okuyacaksınız.
a) Ebu Hanife’ye göre ribanın illeti iki özelliğidir. Biri, ölçülüp tartılmalı veya sayılmalıdır. Diğeri de, aynı cinsten olmalıdır. Bunların fazla alınıp verilmesi ribadır. Zamanla artmazsa riba-i fazldır, artarsa riba-i neseidir.
b) Şafii’ye göre altın ve gümüşte illet semeniyettir yani para olmadır. Diğerlerinde ise tu’miyet yani yiyecek olmasıdır.
c) Maliki’ye göre onun saklanabilecek kuru yiyecek olmasıdır.
d) Ahmed’in görüşünde değişik rivayetler vardır.
e) Bazılarına göre zekât mallarında riba geçerlidir.
f) Bazılarına göre yalnız nesei faiz haramdır.
Biz bu tariflerin dışında tarif getiriyoruz.
Riba; birilerinde kesin artma var, diğerlerinde zarar etme ihtimali mevcut ise bu ribadır, bu faizdir. Bununla beraber hiç artma olmasa da veresiye satış haramdır. Bunun illeti de karşılıksız para üretmedir. Faiz kişilere karşılıksız satın alma gücünü kazandırdığı için haramdır.
Rehinli veresiye satış haram değildir. Çünkü karşılığı mevcuttur. Meskenlerin kiraya verilmesi faiz değildir. Hizmetlerin ücretlendirilmesi faiz değildir.
Makroda düşündüğümüz zaman tekele götüren her şey haramdır. Böylece haramın illetlerini ortaya koyduk. Aslında hepsi birleşmektedir. Serbest piyasayı ifsad eden şey haramdır.
Bey’in de illetini aramamız gerekir. Kazancın iki illeti vardır. Biri emek karşılığı kazanılan her şey helaldir. Bunun dışında riziko karşılığı kazanılan da helaldir. Hazreti Peygamber bunun için ‘riziko olmayan yerde kâr da yoktur’ diyor. Faiz rizikosuz kazanç olduğu için haramdır.
Kapitalistler; madem faiz ticaret gibidir, o halde faiz de helaldir diyorlar. Sosyalistler; madem faiz de ticaret gibidir, ikisi de haramdır diyorlar. Adil Düzen de; faiz haram, ticaret helal diyor. İşte onlarla İslâm ekonomisinin farkı budur.
Almanya’da ilmî toplantılar yapılmıştı. Erbakan tertip ettirmişti. Ekonomi Sistemleri Araştırma Enstitüsü Direktörü Ninhaus da toplantıya katılmış ve şöyle demişti: Ben bir dinin ekonomik sistemini bilmiyorum. Onlar ahlâklı davranışları tarif eder ama sistemi ortaya koyamazlar diye düşünüyordum. Hâlâ da size tam inanmış değilim ama bir sözünüz bana yeni bir sistem ortaya konmuştur gibi gözükmektedir Sosyalistler ticareti de faizi de yasaklıyor, kapitalistler ikisini de serbest bırakıyor. Siz ise ticareti serbest bırakıyor, faizi yasaklıyorsunuz. Bu bana bir sistem olarak gözüküyor. Ekonomi Sistemleri Araştırma Enstitüsü Direktörü Ninhaus bize böyle demiştir.
İşte, Kur’an bu âyetle 1400 sene önce kapitalizmi de sosyalizmi de İslâm düzenini de tarif ve tasnif etmiştir. Bu bir mucizedir.
فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ (Fa Man CAEaHU MeVGıJaTun) “Kime mev’iza gelirse”
“Mev’iza” ne demektir? “Mev’iza”yı “hikmet” ile mukayese edelim. “Hikmet” bir kimseye hangi fiillerin hangi sonuçlar doğuracağını anlatmaktır. Hikmet, fiillerin götüreceği hükümleri ifade eder. Hikmet, insanın davranışlarından ziyade fiilin sonuçlarını anlatmaktadır.
“Mev’iza” ise insanın davranışlarının kötü sonuçlarını anlatmaktır. Hikmette sadece sebep sonuç ilişkileri vardır. Mev’iza ise kötülüklerden nasıl korunacağımız meselesini de içermektedir. Yani geçişler üzerinde durulmaktadır. Sen bundan vazgeç, artık bunu yapma dediğimizde bu vaat olur. Ama bundan şu yollarla vazgeçebilirsin, bu durumdan şöyle kurtulabilirsin dediğimizde o vaaz olur. Zaten “vaaz” kelimesi “vaat” kelimesi ile akrabadır. Vaatte insanın başına gelecek kötülükler veya iyilikler anlatılmaktadır. Vaazda ise insanın kaderini nasıl değiştirebileceği anlatılmaktadır.
Faizli sistemden faizsiz sisteme nasıl geçilecektir?
مِنْ رَبِّهِ (MiN RabBıHIy) “Rabb’inden mev’iza geldikten sonra.”
Burada “Rabb’inden” kelimesi kullanılmıştır.
Rabb’in yeryüzündeki temsilcileri dayanışma ortaklıklarıdır. Çünkü eğitimi onlar yapmaktadır. Kişiye meslekî dayanışma ortaklığı kefil olup ona faizsiz kredi temin edebilmelidir veya kişi eldeki malı faiz dışında değerlendirme imkanına sahip olmalıdır.
Bu âyet gösteriyor ki, karz-ı hasen müessesesini kurmadan insanlara faizi yasaklayamayız. Çünkü faizle de olsa bugün ekonomi çalışmaktadır. Faiz kalkar ve bu arada karz-ı hasen müessesesi kurulmazsa, o zaman hepten felaket olur. O halde biz kimseye şimdi faizli iş yapmayın demiyoruz; faizsiz iş yapabilecek müesseseleri kurun diyoruz. Bu da meslekî dayanışma ortaklığıdır.
MÜSİAD (veya benzerleri) güya Müslümanlar arasında yardımlaşma derneğidir. Oysa onlar Batı modeli içinde, faizli model içinde çalışmaktadırlar. İslâm kisvesi içinde faiz pisliğini işlemektedirler. Onların ne yapması gerekir? MÜSİAD’ın bir meslekî dayanışma ortaklığı olması gerekir. İşte o zaman esnafımıza deriz ki; artık faizle iş yapmayın…
فَانتَهَى (Fa iNTaHa) “İntiha ederse”
Meslekî dayanışma ortaklığı kuruluyor ve faizsiz kredileşme sağlanıyor...
Bu ne demektir biliyor musunuz?
Herkes faiz ile temin ettiği para ile iş yapacak, ama MÜSİAD’ın üyeleri faizsiz sermaye ile iş yapacaklar. Sonunda faiz kadar ucuz satacaklar. O zaman tüm piyasaya onlar hakim olacaklardır.
Bugün Yahudiler öyle yapıyorlar, kendi aralarında faiz alıp vermiyor, dolayısıyla sattıklarını herkesten ucuza satıyorlar. Biz ise onlardan çok çok kalabalığız. Onlar piyasadan çekilip gider.
İşte “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen” budur. Ama bunları Millî Görüşçüler kurdular; sonra Millî Görüşe düşman oldular! Çünkü inanmayanlar “Adil Düzen”i getiremezler.
فَلَهُ مَا سَلَفَ (Fa LaHu MAv SaLaFa) “Geçmiş olan onundur.”
Yani, tahsil edilen faizler onundur. Hattâ tahsil etmediği alacağı olan faizler de onlarındır. Ana paraya ekleyerek isteyebilir. Ancak o andan itibaren artık bir santim faiz konamaz.
Biz ne yapacağız?
Biz iktidar olduğumuzda, o zamana kadar tahakkuk eden borçlar faizleri ile birlikte hemen ödenecektir. ‘Bunu nasıl ödeyeceksiniz?’ diyeceksiniz.
Bugün doları 2 yeni liraya çıkarın; bir anda bankanızda 200 milyar dolar toplanır.
Ondan sonra da dolar borcunu YTL borcuna çevirirsiniz, dış borcu iç borca çevirirsiniz, döviz borcunu mal borcuna çevirirsiniz, borcu iştirake çevirirsiniz, sizinle iş yapan kimselerin karşılığını sürdürürsünüz. Hiçbir seçeneği istemeyenlere kalan borcu dolar olarak ödersiniz. Böylece borcunuzu bitirirsiniz. Onu da kabul etmezlerse; ‘Güle güle, hiç ödemiyorum!’ dersiniz; isterlerse savaşırsınız…
وَأَمْرُهُ إِلَى اللَّهِ (Va EaMRuHUv EiLAy elLAHi) “Emri, onun işi Allah’a gider.”
Yani, bu andan itibaren faizli işlemi sona erdirenin işi düzelir, Allah ona yardım eder.
Bu borç ve alacaklara devlet kefil olmalıdır.
Faizsiz sisteme geçmek için şunlar yapılmalıdır.
a) Herkes mal beyanında bulunsun. Eğer varlığı borcundan fazla ise sorun yoktur. Borç kısmıyla varlığına devleti ortak etsin, devlet onların borçlarını ödesin. İşletmenin sahipliğini yine sahibi yapsın. Kazansın, devlete olan borçlarını ödesin, işletme onun olsun.
b) Eğer borçları mal varlığından fazla ise devlet bunun borçlarını kapatsın. Kendisi de borçlanma ehliyetini kaybetsin. Elindeki mal varlığı ile iş yapsın, borçlarını devlete ödesin, itibarı tekrar iade edilsin.
c) İsterse bütün mallarını, bütün varlığını devlete teslim etsin, devlet onun borçların ödesin. O da kalan borcunu kazanarak ödesin, itibarı iade edilsin.
d) İsterse artık işveren olma davasından vazgeçsin, devlet bütün borçları kapatsın.
وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ (VaMaN GAvDa Fa EuLAEıKa EaÖXABu elNAvRı)
“Kim avdet ederse, vaız geldikten sonra, çıkış yolları gösterildikten sonra devam ederse, onlar nâr ashabıdır.”
Demek ki faizli işler yapanlar, vaız geldikten sonra, dayanışma ortaklığı kurulduktan sonra hâlâ sürdürenler nâr ashabıdır. Bundan daha büyük inzar olur mu?
Kur’an’a inanıp da arkadan AK Parti’lilerin başarıya ulaşacaklarını sananlar gafil değil, mecnundurlar. Bunlar yaşamaz, yaşayamaz. Yanlış anlaşılmamalıdır. AK Parti yaptıklarından vazgeçer, faizsiz kredileşme müessesesini kurmaya çalışırsa yaşamaz demiyorum; bu küfründe devam eder, faizli sistem içinde iyi işler yapacağını ileri sürerse diyorum.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(275) (HuM FIyHAv PaLiDUvNa) “Onlar orada hâliddirler.”
Kimilerine göre cehennemde yalnız kâfirler kalacaklardır. İşte faiz yiyen müslimler de orada kalacaklar, hem de hâlid olacaklardır.
Ben bu kaydı şöyle anlıyorum. Bu azab bu dünya azabı değil de âhiret azabıdır. Orada kâfirlerle beraber cehennemde hâlid olacaklardır demektir. Sürekli kalacaklardır. Orada kaldıkça hiç çıkmayacaklar demektir.
Ben mü’minleri de cehennemden çıkarmak için kâfirleri de çıkartıyorum. Âyeti tevil ediyorum. Ama keyfî mânâlar vermiyorum. Birinde anladığımı diğerinde başka, diğerinde başka anlamıyorum.
ADİL DÜZEN 433
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 95. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَمْحَقُ اللَّهُ الرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللَّهُ لاَ يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ (276)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ وَآتَوْا الزَّكَاةَ
لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ (277)
يَمْحَقُ اللَّهُ الرِّبَا (YaMXaQu elLAHu elRıBAv)
“Allah ribayı mahk eder.”
Yağmur yağar ve ortalık yeşerir. Eğer yağmur devam ederse bu yeşillik sonunda meyve verir.
Bu arada sıcaklar gelir de yağmur yağmazsa; yeşillik, otlak veya ekinler sararıp kurur. Bu kuruyan şey yani otlağa “muhak” denir. Sonbaharda kuruyup düşen yapraklara “habt”, vakti gelmeden susuzluktan kuruyan yeşilliklere “muhak” denmektedir.
“Mehaka” fiili kurutmak anlamına gelir. “Sıcaklar ekini mahketti” denir.
Burada da “Allah ribayı mahk eder, kurutur” deniyor.
“Riba” nedir?
a) Riba, kişilerin birbirlerine sağladığı karşılıksız satın alma gücüdür. b) Riba, birisinde meydana gelen zararın başka birisinde kazanç olmasıdır. c) Riba, zamanla artan borçtur. d) Riba, zorla tahsil edilen alacaktır.
Bunlardan elde edilen kazançlar, sararıp kuruyan ekin gibi ekonomiyi soldurur.
a) Siz eğer veresiye satış yaparsanız, alıcıya satın alma gücü sağlarsınız. Böylece karşılıksız yeni para çıkarmış olursunuz. Bu da enflasyona sebep olur. Enflasyon fiyat ve ücret belirsizliğini ortaya çıkarır. Bunun sonucu işsizlik ortaya çıkar; ondan açlık, ondan borçlanma, ondan yolsuzluk, ondan rüşvet, ondan baskı, ondan da anarşi doğar. Zamanla “ekonomik anarşi”den “sosyal anarşi”ye geçer, böylece o topluluk mahk olup gider yani kuruyup yok olur.
b) Bu da dört şekilde ortaya çıkar: 1) Sizden “faizle para” alan onu sermaye yapar ve zarar eder ama siz faizinizi alırsınız. Ancak o size faizinizi ödeyemez. İş yapmaktan vazgeçer. Böylece iş yerleri üretimden ve ticaretten çekilirler. İnsanlar işsiz kalır, üretim olmaz. Dolayısıyla siz de parayı tüketiciye borç olarak verirsiniz ama o da ödeyemez. Böylece yukarıda sayılan uçuruma doğru yuvarlanılmış olur. 2) Bir işyerini “sabit kira” ile verirsiniz, o işyeri zarar eder ve size faiz gibi kira öder. Bir müddet sonra ödeyemez. Kirayı feshedersiniz. İşsizlik başlar. Başkasına da kiraya veremezsiniz. Böylece anarşiye doğru gidilir. 3) İşyerinde işçiye “sabit ücret” verirsiniz. Siz zarar edersiniz, siz ücret ödersiniz. Sonunda işyeriniz batar ve oranın işçileri işsiz kalır. 4) Nihayet devletin paradan aldığı “sabit vergi” de faizdir. Vatandaş satın aldığı malı aldığı fiyatla beyan ederek size para borçlusu olur. Vergi tahsil edileceği zaman o malı maliyetinden daha ucuza satmak zorunda kalır. Bu da o işletmenin devre dışı olması sonucunu doğurur. Devlet bir daha senden bir şey alamaz. Giderlerini karşılamak için vergileri çoğaltır. Bu sefer daha da çok firma devre dışı kalır. Sonuç, o devletin yıkılması ve yok olması demektir.
c) Siz bankadan aldığınız faizle üretim yaparsınız. Diyelim ki, yüz çift ayakkabı ürettiniz. Maliyetiniz on liradır. Ayakkabıyı maliyet fiyatı ile satamadınız. Her ay faiz bineceği için ayakkabınız gittikçe pahalılaşmaktadır. Giderek pahalandığı için satamıyorsunuz. Sonunda ayakkabılarınız elinizde kalıyor veya yok pahasına satıyorsunuz. Böylece sonunda iflas edip işletmenizi kapatmak zorunda kalıyorsunuz.
d) Kişi borçlu bulunuyor. Elinde malı var ama satamıyor, borcunu ödeyemiyor. Bu borcuna karşılık icra uyguluyorsunuz ve onda bir bedelle mallarını satıyorsunuz. İşletmesini mahk ediyorsunuz, kurutuyorsunuz, yok ediyorsunuz. Alacağınızı aldınız ama bir tutam yün için bir koyunu öldürdünüz. Bu icra uygulaması insanları iş yapmaktan alıkoymakta, girişimciliği bıraktırıp işçi yapmakta, bu da sonunda işçilik sistemi içinde toplumu çöküşe götürmektedir.
وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ (Va YuRBıy elÖaDaQAvTı)
“Sadakatı irba eder.”
“Riba” kelimesini if’âl bâbından getirerek çoğaltır mânâsını vermiştir. “Rabvet” bir ağacın kendi kendine büyümesi, çoğalması demektir. Paranın kendi kendine çoğalması ribadır.
“İrba” ise çoğaltmadır. Çoğalmasına sebep olma demektir. “Mahk” sararıp solma ise; “irba etme” de ona bakarak büyütmedir. “Terbiye” kelimesi ile akrabadır.
Zekât ekonominin bakımıdır, imarıdır, onu yaşatmadır. İnsanın bedeninde kalb ve kan ne ise zekât da ekonomide kalbin atmasını sağlar. Kendi kendini besleyen kalbin damarı gibidir.
Hayat birtakım pisliklerin ortaya atılmasını doğurur. Onu temizlemek için bir döngüye ihtiyaç vardır. Kâinatta böyle döngüler vardır. Güneş denizleri ısıtır. Buharlaşma olur ve bulutlar ortaya çıkar. Onlar dağlara çarparak yağmur olur. Yağmur toprağı ve canlıları sular, onları yıkar ve tekrar denizlere döner. Canlılar bitkileri üretir. Toprağı canlı yapar. Sonra hayvanlar onları yer. Hayvanları da mikroplar çürütür ve tekrar toprağa dönerler. İnsandaki kan kalb vasıtasıyla dolaşır. Pis kan ciğerlerde temizlenir. Bu genel döngünün sağlanması bir tür terbiyedir, bakımdır.
İşte, zekât da böylece ekonomik atıkları temizleyen döngüyü sağlar.
Zekât demek vergi demektir. Zekât olmazsa yollar olmaz, güven olmaz, insanlar uygarlığa ulaşamaz ve uygarlığı koruyamaz. Bugünkü dünyada vergi vardır ve zorla alınmaktadır.
Oysa İslâmiyet’te vergi vardır ama zorla değil gönül rızası ile alınmaktadır. Vergi ödeyene sağlanan imkanlarla kişi vergisini ödemektedir.
a) Her şeyden önce ödediği vergi nisbetinde faizsiz kredi verilmektedir. Gelecek yıllarda kredisini alabilmesi için vergisini şimdiden ödemektedir.
b) İşletme, elektrik ve su gibi altyapı kaynaklarından, geçmiş yıllarda ödediği vergi nisbetinde yararlanmaktadır. Bunlar para ile satılmamakta, ödediği vergi ile orantılı olarak karşılıksız verilmektedir.
c) Mahsul ödenen değerlerle sigortalanmaktadır. Böylece kayıt altına giren mallar güven altına alınmaktadır.
d) Resmi değerler ödenen vergilerle tesbit edilmektedir. Sıkıyönetim gibi olağanüstü zamanlarda veya hicret gibi hallerde resmi değerlerle taşınmazlar alınmaktadır.
Bunlardan yararlanmak istemeyen zekâtını vermesin.
Bu sebepledir ki zekât beyana ve gönüllü ödemeye tâbidir.
“Sadakât” kelimesi dişi kurallı kelimedir. “Sadaka” tek başına ödenen bir meblağdır. “Sadakât” ise bütçedir. Gelir ve gideri ile bir bütündür. Gelirleri beşte birler, onda birler, kırkta birler oluşturmaktadır. Giderler ise fakirler, yoksullar, yetimler, yaşlılar, görevliler, müellefler ve yolculara doğrudan bölüştürülür. Garimîn, rikab, ibnüssebil sebilullahtır. Bunun dışında hükümetin ve meclislerin bütçeleri vardır.
İnsanlık ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak teşkilatlanmıştır.
Kur’an iki çeşit bütçeden bahsetmektedir.
a) “Onların mallarından sadaka ahzet” denmektedir. “Kazançlarından al” demiyor, “mallarından al” deniyor. Böylece sadaka sermayeden alınacaktır demektir. Yine Kur’an’da bunların fakirlerin hakkı olduğunu ifade etmektedir. Bunların sarf yeri de “sadakât” olarak sayılmaktadır. Bunlar fakirler, yoksullar, âmiller ve müelleflerdir. Kendilerine verilecektir. Borçlularla kölelerin payları alacaklılara verilecektir. Vakıflarla vakıfta çalışanlara ise harcama yapılacaktır. Bunun belde geliri ve giderleri olduğunda icma vardır.
b) Kur’an’da anlatılan diğer kısım fey ve ganimettir. Onların sarf yerleri olarak üçte biri meclise bırakılmış, üçte biri başkana bırakılmış, üçte biri de yetimlere, yaşlılara, yolculara ve yoksullara ayrılmıştır. Burada bahsedilen gelir savaşta elde edilen ganimet benzeri gelirler olduğu için bunların da devlet geliri ve giderleri olduğunda icma vardır. Şimdi üç kuruluş daha vardır. Onların bütçeleri nasıl yapılacaktır?
c) Aşiretlerin yani ocakların gelirleri nelerdir ve nerelerde harcanacaktır? Ocaklarda yardımlaşma bedenîdir, mâlî değildir. Dolayısıyla ocağın gelir-gider bütçesi yoktur. Sadece ocak başkanının kendisine bir gelir sağlanabilir. Ocaklar bunu vakıf şeklinde çözerler. Biz bunun için ocakta iki sosyal müessese oluşturuyoruz. Biri; beş vakit namaz kılacaklar, mescit olacak, sosyal kurum olan revir de burada yani mescit civarında olacak, kreş de burada olacak; nöbetliler buradakilere bakacaklardır. Diğeri de; bir market olacak. Kişiler ve aileler günlük ihtiyaçlarını bu marketten alacaklardır. Sipariş verecekler ve siparişleri orada teslim edeceklerdir. Buradaki teslim ve tesellüm işi nöbetleşe yapılabilir. Kadınlar alır ve verirler. Ama muhasebesi ve sorumluluğu başkana aittir. Ona buraya mal satanlardan bir pay verilir.
d) Diğeri de ildir. Kur’an’da üçüncü bir gelirden bahsetmektedir. Bu da tarım gelirleridir. Kur’an bunların taksim şeklini anlatmamaktadır. Burada bu gelirlerin nereye ait olacağı da belirtilmemektedir. Biz bunu il gelirlerinden kabul ediyoruz. Şöyle ki;
1) Madenler gibi tükenen kaynaklardan yararlanarak üretim yapanlar ürünün beşte birini devlete verirler.
2) Herkese açık yerlerde üretim yapanlardan alınan vergi ise üç defa yarılanır. Biri, toprak gibi kaynakları tükenmeyen yerlerden yapılmaktadır. İkincisi ise özel mülkiyetten çıkarılmıştır. Üçüncüsü ise gelirden değil de sermayeden alınmaktadır. O halde beşte bir üç defa yarılandığı için kırkta bir zekât olarak verilmektedir. Âyetin delâleti ile bunlar anlaşılmaktadır. Bu hususta icma da vardır. Paralardan, ticaret mallarından, meralarda yayılan hayvanlardan ve bir yıllık ambar muhafaza kirası kırkta bir alınmaktadır. Tarımda ise sadece bir hafifleme vardır. O da toprak tükenmeyen bir kaynaktır. Ama özel mülkiyettir ve gelirinden alınmaktadır. Dolayısıyla onda bir alınmalıdır. Bu hususta da icma vardır. Peki, bu gelir nerenin geliri olmalıdır? Kırkta bir ve onda bir olarak belirlendiği için aradadır. O halde bu da devlet ile bucak arasında olan ilin geliri olmalıdır. Bu hususta fıkıhçılarda bir görüş bile yoktur. Peki, bunlar kimlere dağıtılmalıdır? Kıyasla yarısı devlet gelirleri gibi, yarısı da bucak gelirleri gibi dağıtılmalıdır diyoruz. Bu bizim içtihadımızdır.
e) İnsanlığın gelirleri ne olacaktır? Başka bir tasnif daha yapıyoruz. Tarım, ticari, sanayi tasnifleri yanında bir de işletmeleri büyüklüklerine göre tasnif ediyoruz. Kur’an’da emredilmiş olan genel hizmetlere göre bütçeleri yapıyoruz.
1- “Küçük işletmeler” 10 kişiden az işçi çalıştıran ve taşra bucaklarının semtlerinde faaliyet gösteren işletmelerdir. Bunların genel hizmeti bucak başkanlıkları tarafından verilir ve gelirler de bucaklara aittir. Kırkta birler burada daha çok faaliyet gösterirler.
2- “Orta işletmeler” ise 10 ile 100 arasında işçi çalıştıran işletmelerdir. Bunlar illerin ilçe merkez bucaklarında faaliyet gösterirler. Bunlardan alınan vergiler il gelirlerindendir. Tarım arazilerinin mallarını değerlendirmek ve ambalajlayıp piyasaya sevk etmek burada yapıldığı için tarım işletmeleri daha çok buralarda kurulur.
3- “Büyük işletmeler” 100 ile 1000 arasında işçi çalıştıran şirketlerdir. Bunlar büyük işletmelerdir ve daha çok sanayi kuruluşlarıdır. Vergileri de devlet gelirlerindendir.
4- “Dev işletmeler” 1000 kişiden fazla işçi çalıştıran çok büyük işletmelerdir. Bunlar uluslararası işletmelerdir. Bunlardan alınan vergiler de insanlığa aittir. Bunlar da şu işletmelerdir. a) Uluslararası ulaşım ve haberleşme işletmeleridir. Deniz, hava ve demiryolları işletmeleridir. Yollar uluslararası vakfa aittir. Araçlar ise özel mülkiyete aittir. b) Enerji dağıtımı da uluslararası vakıflara aittir. Elektriği, petrolü, kömürü ve keresteyi uluslararası vakıf almakta ve satmaktadır. Enerjide serbest rekabet sağlanamamaktadır. c) İlaç ticaretini de uluslararası vakıf yapmaktadır. d) Silah ticaretini de uluslararası vakıf yapmaktadır. e) Altın parayı uluslararası vakıf yapmaktadır. Bunlardan alınan vergiler insanlığın olmaktadır.
Bu açıklamalardan sonra “sadakât” dediğimiz zaman bucak bütçesidir. Ama il merkez bucağının bütçesi de sadakâttır, devlet merkez bucağının bütçesi de sadakâttır, insanlık merkez bucağının bütçesi de sadakâttır. Zekât daha çok gelirleri, sadakât ise daha çok paylaşımı gösterir.
Bütçeler ne yapar? Önce bucaklarda buğday, illerde demir, ülkelerde toprak ve insanlıkta altın ile tarif edilmiş paralar basılır. Bu paralar karşılıklı olarak basılır.
İnsanlık altın para basar. İlçelerdeki şubeleri vasıtasıyla İnsanlık Merkez Bankası kuyumculara kredi olarak verir. Kuyumcular bununla halktan altın satın alır ve satarlar. Böylece kuyumculardaki altın karşılığı piyasada altın para yani kâğıt bulunur.
İnsanlık Merkez Bankası kuyumculardaki altın kadar, yani piyasaya sürülmüş altın para kadar bir parayı basar, devletlere toprakları nisbetinde kredi olarak verir. Onlar da ona karşılık beş misli toprak parasını çıkarır, inşaat yapanlara kredi olarak verirler. Bu para ile devlet taşınmazları alıp satar. Ülke parası olur, bütçe olur.
Yine aynı miktarda altın para çıkaran devlet bucaklara kredi olarak dağıtır. Bucaklar bununla buğday paralarını basarlar. Bucak içi tüketimini bu para ile yaparlar. Altın para ile konvertibl olur.
Merkez Bankası yine kuyumculardaki altın karşılığı para basar ve illere kredi olarak dağıtır. Bunlar da bunları inşaat malzemesi alıp satan mağazalara kredi olarak verirler. Mağazalara inşaat malzemesi girer, bu para piyasaya çıkar. Böylece tüm paralar altına bağlanmış olur ve tüm paralar karşılıklı olarak çıkar.
a) Kuyumculardaki altın kadar altın para piyasada dolaşır.
b) Kuyumculardaki altın kadar da devletlerin merkez bankalarında stok edilir. Beş misli toprak parası çıkarılır. İnşaat yapılır.
c) Kuyumculardaki altın para üçüncü kez çıkarılır. Bucaklara kredi olarak verilir. Bankalardaki hesaplarında durur; beş misli buğday parasını çıkarır ve halka selem kredisi olarak dağıtırlar.
d) Kuyumculardaki altın kadar dördüncü olarak altın para çıkarılır. İllere kredi olarak verilir. Onlar merkez bankalarına koyar, karşılığında demir para çıkarırlar. Bu parayı mağazalara kredi olarak verirler.
e) Nihayet kuyumculardaki altın kadar altın parayı beşinci defa İnsanlık Merkez Bankası çıkarır, bunu ilçelerdeki döviz bürolarına kredi olarak verir. Bununla diğer paralar ve dövizler alınıp satılır.
Böylece altın paraya dayalı diğer bütün paralar “sadakât”ı oluşturur. Zekât bunlarla alınıp verilir. Çıkarılan mal senetleri bu paralarla alınıp satılır.
*
“Sadakât”ın işleyişini tam anlamak için burada biraz da mal senetlerinden bahsedelim.
1) Önce altın parayı bankaya yatırma hacmi ile orantılı olarak krediyi istihkak eder.
2) Toprak parasını inşaat kredisi olarak müteahhitlere veririz. Çalıştırdıkları işçilerin ücretleri olarak ve onların kullandığı inşaat malzemesi karşılığı veririz. Müteahhitler inşaat yaparlar. Bunları toprak parası ile satarlar. Yani çalışma kredisi toprak parası ile verilir.
3) Buğday parasını halka devre başında ön ödemeli sipariş parası olarak veririz, üretim bu siparişler üzerinden yapılır.
4) Demir parasını inşaat tüccarlarına veririz. Bununla inşaat malzemesini alırlar. Depolarlar; satınca bize öderler.
Kuyumcularda bulunan altın kadar para piyasadadır. Ayrıca döviz bürolarındaki diğer paralar karşılığında altın para piyasadadır. Gerçek karşılığı olmayan hiçbir kuruş çıkmayacaktır. Böylece denge sağlanmaktadır.
*
‘Neden dört çeşit para?’ denebilir. Bunu şöyle açıklayabiliriz.
Ülkede ve dışarıda kriz olmasına göre değeri değişir. Dolayısıyla aynı istikamette artıp eksilmez. Para doğru dürüst ölçmez. Onun için dört çeşit para kullanmak gerekecektir.
Dört çeşit para ve maden olarak altın “sadakât”ın dayanağı olacaktır. Devlet mal ve işletme senetlerini mükelleflerden alacak ve bunları önce kendi paralarına çevirecek; sonra da isterse altın parasına çevirecektir.
Devlet bütçesini toprak parası, il bütçesini demir parası ve bucak bütçesini buğday parası üzerinden yapacaktır. İnsanlık ise altın para üzerinden yapacaktır.
“Sadakât” kelimesi marife ve dişi kurallı çoğulla gelmiştir; bütün bunları bize anlatmaktadır.
Başkaları başka bir düzen kurabilir; ama düzeni kurmalıdır. Nasıl yollar birbirine bağlanmışsa paralar da birbirine bağlanmalıdır.
وَاللَّهُ (Va elLAHu) “Ve Allah”
Allah ribayı mahk eder ve sadakâtı ise irbâ eder deyip fiil cümlesini kullandı. Sonra isim cümlesi ile atfetti. O halde bu cümle hâl cümlesidir. Allah her keffar esimi muhabbet etmez olan kimsedir. Hâli budur. Bu nedenle ribayı mahk eder, sadakâtıı irbâ eder.
Burada “Allah” izhar edilmiştir. “O” denebilirdi. Allah’ı izhar etmesi; birisi kâinatı var eden Allah, diğeri de O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluktur. Allah sadakaları irbâ eder, faizi mahk eder. Birinci olay yeryüzünde olmaktadır. Dolayısıyla oradaki “Allah” doğal kanunların sahibi olan Allah’tır, buradaki ise kâinatın hâlikı ve irade sahibi olan Allah’tır. Burada sünnetullah ile değil, doğrudan muhabbet ile insanlarla olan ilişkisini göstermektedir.
Bu ifadeler açıkça şuna delâlet etmektedir. Allah insanlarla iki şekilde ilgilenir. Biri, vazettiği doğal ve sosyal kanunları sonunda mü’minler dünyada karşılığını almaktadırlar. Âhirette de bunun hesabını vereceklerdir. Bir diğeri de, Allah’ın doğrudan o kişi ile kurduğu özel ilişkidir. Allah onu adeta duygularla karşılar.
لاَ يُحِبُّ (Lav YuXıbBu) “Muhabbet etmez.”
“Muhabbet” insandaki duygudur. Sekiz yüzlüde bunun yeri his ile ünsiyet arasında bir yerdir. İnsandaki duygularla ilgilidir. Ancak bu duygu diğer insanla kurulan ilişkidir.
Kişide karşısındakine karşı sevgi ve nefret duyguları oluşur. Değişik şiddettedir ama ya müsbettir ki buna “sevgi” diyoruz ya da menfidir ki buna “nefret” diyoruz. Bunların da dereceleri vardır. Sevgi ve nefret eşitlik içinde olmaktadır.
Ayrıca insanın diğer insana karşı duyduğu duygular vardır. Bunlar hükmetme veya itaat etmedir. Ya siz onu kendinizden üstün görürsünüz, ona itaat edersiniz ve emrine girersiniz; ya da siz onu kedinizden aşağı görür ve ona itaat ettirmek istersiniz. Buna “rahmet” veya “taat” denmektedir.
Allah burada “muhabbet”ten bahsetmektedir. Allah insanı eşit olarak hak ve görev içinde tutmaktadır. İşte Allah’ın adaleti budur. İnsana kişilik vermekte, onunla karşılıklı olarak borçlu ve alacaklı olmaktadır.
Yukarıda ribayı mahk eder, sadakâtı irbâ eder denmiştir. Burada sadakayı neden irbâ ettiğini değil de faizi neden mahk ettiğini açıklamaktadır. Çünkü yukarıda da önce ribadan bahsetmiştir. Önce riba yasaklanacak ki zekâtın anlamı olsun. Önce zina yasaklanacak ki nikâhın anlamı olsun. Riba varsa zekâtın bir yararı yoktur. Çünkü faiz sonunda topluluğun ve kişilerin mallarının tamamını tekellere verir. Bu sebeple önce faiz yasağını koydu, sonra zekâttan bahsetti. Âyetin sonunda faiz yiyenlerin akıbetini belirtti. Zekât verenleri ise ayrı âyette yüceltti. Faizli iş yapmayan zekât verenleri yüceltmektedir. Faizci kimseleri ise muhabbetin dışına çıkarmaktadır. Muhabbetten mahrum olmak onlara yeterli cezadır. Çünkü nasıl insan tek başına yaşayamamakta, ancak topluluk içinde yaşayabilmekte ise; insan da hayatını ancak Allah’ın muhabbeti içinde sürdürebilir.
كُلَّ كَفَّارٍ (KülLA KafFARın) “Keffarın küllisini muhabbet etmez.”
“Keffâr” burada nankör demek, yani kendisine yapılan iyilikleri görmeyen demektir. Allah ona servet vermiştir. Buna şükür olarak sadaka vermesi gerekirken, o faizli işler yapmaktadır. Kim olursa olsun faizli işler yapan kimseyi Allah sevmez.
Bu AK Partili olsa da Allah onu yine sevmez.
AK Partililere bunları anlattığımız zaman; “Bakınız” diyorlar, “Allah bize nasıl iyilikler yapmaktadır. Yüzde ellileri bize nasip etmektedir. Allah beş senedir bize hep yardım etmektedir. Faizli işler yapıyoruz, ama kendimiz faizle iş yapmıyoruz.”
Allah gerçekten de AK Partililere büyük imkânlar vermiştir. Bunun karşılığında onlardan beklediği ve istediği artık faizli düzeni sona erdirmektir.
Bunu nasıl yapacaklardır ve bunu yapmaları karşılığında Allah onları nasıl sevecektir?
a) Bugünden itibaren devletin tüm alacakları ve borçları altına kote edilmiştir; yani altın değeri ile borçlu ve alacaklı yapılmıştır. Böylece tüm borç ve alacaklar YTL ile tahsil edilecek veya ödenecek; ama altının o günkü serbest piyasa değeri üzerinden alınıp verilecektir.
b) Bugünden itibaren devletin tüm faizli borç ve alacakları sıfırlanmıştır. Ana parayı altın değeri üzerinden ödeyenler ibra edilmiş olurlar.
c) Borçlarını zamanla ödeyemeyen kimselere cebrî icra uygulanmayacak, sadece onların borçlanma ehliyeti kaldırılacak, yani devlet artık onlara faizsiz kredi vermeyecektir.
d) İşçi çalıştıran her işverenin işçisine devlet faizsiz ve icrasız borç/kredi verecek, aldığı ham maddesinin bedelini ödeyecektir. Mamul satıldığında parasını tahsil edecektir.
Bu uygulama ne yapar? AK Parti’yi yarın sabah aklamış olur.
Bu işi yapmak, Sayın Abdullah Gülü devlet başkanı yapmaktan çok çok kolaydır. Allah’ın bu kadar büyük nimetlerine karşılık bu kadar basit bir işi yapmamak keffarlıktır, nankörlüktür.
Bu ihtar yalnız AK Partililere yapılan bir ihtar değildir. Varlık sahibi, imkan sahibi herkes sorumludur. Faizsiz kredileşme sistemini kurmayan herkes sorumludur. Biz de sorumluyuz.
Sorumlu olduğumuz içindir ki her türlü sıkıntılara katlanarak İstanbul’da faizsiz çalışan bir market kurmakla meşgulüz. Adil Düzen siteleri kurmak amacıyla inşaat/lar yapmak istemekteyiz…
أَثِيمٍ (276) (EaÇIyMin) “Esim olan keffarın hepsini sevmemektedir.”
“Esîm” burada “keffâr”ın sıfatıdır.
Nankörlük yapıyor, zekât vermiyor, sadakât müessesesini kurmuyor, faizi alıp yiyor.
Şimdi birçok kardeşlerimiz diyorlar ki; ‘Biz faizli iş yapmıyoruz, faiz yemiyoruz…’
Bu kardeşlerimize şunları hatırlatmak isterim.
a) Siz YTL’yi kullanmıyor, YTL ile borçlu ve alacaklı olmuyor musunuz? YTL faiz karşılığı bir paradır. Günlük ödemeler onunla yapılır; zarureten yapılır. Ama onunla borçlanılamaz; yani veresiye alınıp satılamaz, borç verilip alınamaz.
b) Siz işler yaparken doğru beyanda bulunuyor, bütün vergileri ödeyebiliyor musunuz? Hayır! Ben de dahil olmak üzere hepimiz KDV’yi tam ödüyor muyuz? Hayır! Çünkü kimse tam ödemiyor. Biz ödesek yaşayamayız. O halde haram yiyoruz, faiz yiyoruz. Çünkü vergisini tam ödemediğimiz bir gelirle geçiniyoruz.
c) Veresiye alışveriş yapıyor muyuz? Bunların hepsi faizdir.
d) İşyerlerini “sabit kira” ile kiralıyoruz. İşçileri “sabit ücret” ile çalıştırıyoruz. Bunların hepsi faizdir.
O halde hepimiz “esîm” içindeyiz.
Keffaretimiz Adil Düzen çalışmalarımızdır. Her mü’min “Adil Düzen”e ben katkı katıyorum diye düşünecek, katkıda bulunacak ve katkısı nisbetinde sevinecektir.
***
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا (EinNa elLaÜIyNa EaMaNUv) “İman etmiş olan kimseler.”
Dayanışma ortaklıkları kurup yeryüzünün güvenliğini korumaya katılmış olan kimseler.
Gelecekte Kur’an’a inanan bir taife, “Adil Düzen”e inanmış bir taife yeryüzünün güvenliğini ele alacaktır. Bunlar ulusal devletler kuracaklardır. Aynı dili konuşan ve nüfusları 30 milyon ile 100 milyon arasında olan millî devletler kuracaklardır. Bunlar insanlığın üyeleri olacak, insanlığın merkezinde oluşmuş yönetim olacak ama onun askeri olmayacaktır. Hakemlerin verdiği kararları devletleri içinde uygulama görevi ulusal ordulara ait olacaktır. Hakem kararlarına uymayan devlet olursa, diğer devletler onunla savaşıp o devleti ortadan kaldırma hakkına sahip olacaklardır.
İşte; hakem kararlarının yeryüzünde hakim olmasını sağlayan ulusal ordulara katılanlar “iman etmiş olan kimseler”dir. En küçük dayanışma birimi bucaktır ama iç güvenliğini sağlama illere, dış savunma devletlere aittir. Bunlar “İnsanlık Merkez Bankası”nın çıkardığı altın paranın da bekçisidirler. Kur’an bunlar için dört vasıf saymaktadır.
Bu vasıfların birincisi, iman etmek yani askere gidip nöbet tutmak, dayanışma ortaklıklarına katılmaktır. Bu tâbir Medine’de “Medine Anlaşması”ndan sonra başlamıştır: Allah’a inanmak, meleklere inanmak, kitaplara inanmak, resullere inanmak ve âhirete inanmak. Bunlar da inanmanın şartlarıdır. Bunlara müslimler de inanma durumundadır. Şeriat böyle oluşur.
*
Bu vesileyle burada bir meseleye açıklık getirelim:
Kur’an’daki kelimelere değişik yönden mânâlar verilebilir. Ancak iki yönü önemlidir.
Biri “tarikat yolu”dur. Bu mânâda kişiyi ele alır ve kişinin âhiretini mamur etmesi için bu dünyada ne yapması gerektiğini anlatır. Bu tefsir İncil’in usulüne göre Kur’an’ı yorumlamaktır.
Diğeri ise “şeriat yolu”dur. Bu anlamda kişiden ziyade topluluğu ele alır ve topluluğun nasıl düzenleneceğini anlatır. Şeriat burada herkesin ne yapması gerektiğini anlatır. Muhatap yine kişilerdir, insanlardır. Bu tefsir de Kur’an’ın Tevrat usûlüne göre tefsiridir.
Bu tefsirde kelimelere mânâlar verilirken hep bu “dünya düzeni” göz önüne alınarak mânâ verilmektedir. Biz Kur’an’ı buna göre yani şeriata göre yorumluyoruz.
Kur’an’ın dine göre, âhirete göre yorumlanması ise tarikat ehline aittir. İnanıyoruz ve yaşıyoruz ama onun önderliğini biz yapmıyoruz.
Her iki yorum kumaşın iki yüzü gibidir. Biri diğeri olmaksızın olmaz. Biz (şeriatçılar) dışarıdan bakarız, onlar (yani tarikat ehli) içerden bakarlar. Ama yaşarken onlar da şeriata göre yaşarlar ve çalışırlar, biz de tarikata göre inanır ve yaşarız.
*
Her mü’minin dört vasfı sayılmıştır diyorduk. Birincisi iman etmek yani siyasi dayanışma ortaklığına katılmak; asker olmak, nöbetli olmaktır. Buradaki gaye hakemlerin kararlarını infaz etmektir. Hakemleri taraflar seçerler ve onlar da adil olarak karar verirler. Vermezlerse yine hakemler yoluyla denetlenirler. Silahlı güç ise hakemlerin kararlarını yerine getirmeyenleri bertaraf eder, iman edenlerin yönettiği bucaklardan uzaklaştırır.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (VaGaMILUv elÖAvLıXAvTı) “ve salih amel işlemiş kimseler”
İman etme dayanışma ortaklığı kurmadır. Bu siyasi birliktir. Sonra da faizsiz kredileşme müessesesini kurarak insanların şeriat ve plan içinde amel etmelerini sağlamadır.
Burada çok önemli bir sonuç ortaya çıkıyor. Sermayenin ayrı ayrı ve bölük pörçük olarak değil, dayanışmanın içinde plan ve projeye göre işlerin yürütülmesidir. Bu plan ve proje halk tarafından yapılır, onların katkıları ile yapılır ama ondan sonra ona uyulur.
Acaba planlar nasıl yapılacaktır?
Planlar kademe kademedir.
İlk kademe insanlığın yaptığı planlamadır, “insanlık planlaması”dır. Tüm yeryüzünü mamur hâle getirme planlamasıdır. Ondan sonra “ulusal planlama”dır. Bu planlama ülke içi planlamadır. Uluslararası planlamaya uyulur. Burada merkeziyetçilik vardır. Sosyal kuruluşlarda yerinden yönetim var, oysa ekonomik kuruluşlarda planlamada merkezi sistem vardır. Ondan sonra “il planlaması” vardır, “bucak planlaması” vardır. Bucaklarda iş siteleri semtler oluşturulur. Mesken siteleri ocaklar oluşturulur. Buralardaki planlamalar yani site planlamaları son ve kesin planlamadır.
Planlama böyle mekâna göre yapılmaktadır.
Ayrıca bu planlar zamanla değişmekte ve yenilenmektedir. İş ve mesken site planlaması ancak tasfiye ile yenilenir. Yani değişecek ve yenilenecek yerin elektriği ve suyu kesilir. Herkes oradan tehcir edilir. Benzer yenileme tüm bucak için de yapılabilir. Bunun dışında bucak, il, ülke ve insanlık planlamalarında her yıl çalışma yapılır. İnsanlık 500 yıllık öngörüyü esas alır. Ülke 50 yıllık öngörüyü esas alır. İller 5 yıllık öngörüyü esas alırlar.
Bunun anlamı şudur: İnsanlık bir yol yaptığı zaman o yolu 500 sene kullanır. 501’inci yılında yapılacak değişikliği şimdi düşünür ve plana koyar. Uygulaması yapılmayanları yeniler. 500 sene evvel yapılanları yeniler. Mesela, Fatih Külliyesi 500 sene evvel yapılmıştır. Şimdiye kadar durmaktadır. 500 sene sonra kaldırmayı şimdi planlayabiliriz.
Bu planlama taşınmazlarda oluşan planlamadır. Bu planlama yarışma usulü ile mimarlar tarafından yapılır. Her yıl bunun için ayrılmış meblağla isteyenler yarışlara girerler. Sonra meclisler tarafından sıralanarak uygulamaya konur. Uygulamaya konanlar üzerinde artık değişiklik yapılmaz. Uygulamaya konmayanlar üzerinden her yıl yenisi yapılır. Böylece mimarlar da kendilerine iş bulmuş olurlar.
Planlamanın dışında bir de “standartlar” oluşturulur. İmalat standartlar üzerinden yapılır. Herkes otomobilin bir parçasını yapar, sonra bunlar monte edilerek otomobil olur. Kişilere şunu yap veya bunu yap diye emretmeyiz ama kişiler bir şeyi yapacaklarsa standartlar ve planlama içinde yapacaklardır. Bu arada inşaat yapacaklar plan ve projeye uygun inşaat yapacaklardır,
Standart ve planları oluşturma da halkın hakkıdır. Eğer bir arsa boş duruyorsa, planı da yoksa, kendisi genel planlamaya uyarak bir plan yapar ve artık o oranın planı olur. Başkası ondan sonra başlarsa artık onu değiştiremez; kendisi de değiştiremez.
Bu kuralları nereden biliyoruz?
Yeryüzü bütün insanlığındır. Herkesin öncelik hakkı vardır. Kim önce başlarsa o geçerli olacaktır. Sonra karar verdin mi artık dönme, tamamla deniyor. Burada da salih ameli emretmektedir. Yani başkasının yaptığını bozma, onu tamamla. Yıkıcı olma, yapıcı ol. İşte “salih amel” budur; birinin yaptığını diğeri tamamlıyor, birinin başladığını diğeri ikmal ediyor.
Bu hususta AK Parti büyük başarılar elde etti. Yanlış da olsa başlanan şeyleri tamamladı. Karadeniz yolunu bitirdi. Kemal Derviş’in ekonomik planlarına uydu. Hiçbir şeyi yarım bırakmadı. İstikrar budur. Yaptıklarının nimetlerini de gördü. Yanlış olan pek çok iş yarım bırakılmadığı için sonunda ülkeye kısmi de olsa huzur gelmiştir.
Ama şimdi de faizsiz sistemi başlatması gerekmektedir.
“Sâlihâtın ameli” plan ve projeye göre, kurallara göre amelle mümkün olmalıdır.
Yapılan proje tekrar edilmez. Biten köprü bir daha yapılmaz. Her yıl plan ve projenin yenilenmesi ve ona uyulması gerekir. Başlanan şey bırakılmamalıdır. Erbakan’ın sanayi hamleleri bırakıldı, alay edildi ama sonunda plansız projesiz de olsa onun çizdiği hedefe fazlasıyla ulaşıldı.
“Sâlihât” kelimesine biz bu mânâları nasıl veriyoruz? Marifeli dişi çoğul ile ifade edilmiş olmasıyla veriyoruz. Salih olma, uyumlu olma demektir.
وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ (Va EaQAvMUv elÖaLAvTa) “Ve salâtı ikame etmiş olanlar”
“Salât” burada müfrettir. İkame edenler ise cemaattir. Salât müessese olarak ortaya konmuştur. “Salât” nedir? Vakitleri bölmek ve her vaktin başında bir araya gelerek birlikte hareketi sağlamaktır. Bunun dışında namaz sayesinde insanlar eğitilmektedir.
İman ile ameli salihi birbirinden ayırmıştır.
İman etmek, nöbet tutmak demektir. Özel şartlarda özel işleri yapmaktır. Kamu görevlerini ifa etmektir. Diyet taksitlerini ödemektir. Ortak olarak savaşa katılmaktır.
Ameli salih ise tüm üretimde hayatta başkalarıyla uyumlu hareketlerde bulunmaktır.
İmanda emir-komuta zincirine uyuyorsun, ameli salihte kendin içtihat yapıp amel ediyorsun.
Bundan sonra “namaz ve zekâtı” saymaktadır. Bunları “Ve” harfi ile atfetmektedir. Önce bunlar imandan ve ameli salihten ayrıdır. Namaz da zekât da ameli salih sayılmaz. Ameli salih demek, tüm çalışmada ve yaşamada kendi işlerini yaparken başkalarının işleri ile uyumlu olma demektir, standartlara uyma demektir. Namaz ve zekât ile iman ise ayrıca ameli salihten başka bir iyiliktir, hasendir, ibadettir.
Bunlar birbirlerine “Ve” harfi ile bağlanmıştır, “Ev/veya” harfi ile bağlanmamıştır. Yani dördünün bir arada yapılması gerekmektedir. Birini yapmadınız mı bir tekerleği olmayan araba gibi olur ve sonuç alamazsınız. Sonra bunların hepsi birlikte yapılmalıdır. İman etme birlikte olmalıdır. Dayanışma zaten birlikte olma ile mümkündür. İman etme eğer sadece kalb ile tasdikten ibaret olsaydı “ellezî âmene” denmiş olurdu. Burada sözkonusu olan iman birlikte imandır. Benzer şekilde sözkonusu olan amel de birlikte yapılan işlerdir.
Yine burada dördünü bir “ellezîne”de toplamıştır. Bunları yapacak olan tek topluluktur. Kurallı erkek çoğul gelmiştir. O halde sözkonusu olan topluluk örgütlü topluluktur. Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak örgütlenmiştir.
Dördü “inne”nin ismi hâlinde olan “ellezîne”nin sılasıdır. Fiil-i mâzi ile getirilmiştir. Yapacak olanlar değil, yapmış olanlar kurtulmuşlardır. Sûrenin başında “gayba iman ederler ve namazlarını kılarlar” diyerek muzari sigası ile getirildiği halde, burada fiil-i mâzi şeklinde getirmiştir.
Muzari sigası her zaman yapılması gerektiğini ifade eder. Yani geçmişte bir defa yapılmakla bitmez, sürekli yapılmalıdır anlamını taşır. Ama yapılma hususunda kesinliği azdır.
Mâzi sigası ise geçmişte yapılmış ve bitmiş mânâsında kesinliği ifade eder. Süreklilik hakkında kesinliği ifade etmez. Bu sebeple Kur’an’da hem mâzi hem muzari sigaları kullanılarak kesinlik ve süreklilik birlikte ifade edilmiş olur.
“Salât” müfret/tekil “ikame edenler” cem/çoğul demek, “birlikte namaz kılarlar” demektir, cemaat olurlar demektir. Sonra “salât/namaz” cins isim olarak alındığı zaman “beş vakit namazları birlikte kılarlar” anlamı çıkar.
İman etmeyi başa alması, bu haberlerin iman edenlere ait olması nedeniyledir. Yani diğer bütün ibadetlerin merkezi imandır, dayanışma ortaklığını kurmadır. Bundan sonra amel-i salih gelmiştir. Namaz ve zekât sonraya alınmıştır. Çünkü namaz ve zekât gaye değildir. Gaye amel-i salihtir. Namaz ve zekât amel-i salihin sebepleridir. Toplantı ve eğitim olmazsa amel-i salih olmaz. Ortak bütçe olmazsa amel-i salih olmaz. O sebeple önce amel-i salih gelmiş, sonra salât gelmiştir, zekât gelmiştir.
وَآتَوْا الزَّكَاةَ (Va EavTUv elZaKAvTa) “Ve zekâtı îtâ etmiş olanlar”
“Zekât” temizlik demektir. Bitkilerin kendi kendilerini tozlardan temizleyerek büyümelerine zekât denmektedir. Üzerlerindeki kirleri atıyorlar ve yeşilliklerini ortaya koyarak gelişiyorlar. Kişilerdeki mallarda mevcut olan kirleri atarak büyümeleri anlamında zekât kelimesi kullanılmıştır.
Burada da “zekât” kelimesi müfrettir/tekildir, marifedir; îtâ edenler çoğuldur, çoktur. Teker teker, ayrı ayrı verilen sadakalar zekât değildir. Zekât bir yerde toplanır ve toplanma sayesinde olan ortak güçle ortak işler görülür. Çalışamayan veya çalışmayanlara payları verilmiş olur.
İnsanın diğer canlılardan farkı vardır. Diğer canlılar dışarıdan besinler alırlar ve onları yiyerek her türlü ihtiyaçlarını görürler. Yuva yaparken kullandıkları bazı maddeler dışında besinden ve başka eşyadan fazla yararlanamazlar. Oysa insanın ihtiyacı besinden çok daha fazlasıdır.
İnsanlar için “besinler” çok önemlidir, bu ihtiyaçlarını çeşitli kaynaklardan yararlanarak alabilmektedir. Esas maddesi meyvedir. Bazı bitkilerin meyvelerini yemektedir. Bununla beraber kabak gibi, ekmek gibi bazı meyveleri pişirerek yemekte, meyvelere sebzeleri de eklemektedir. Diğer hayvanların süt ve yumurtalarını besin olarak kullanmaktadır. Pişirerek bazı hayvanların etlerini de yemektedir. Bunlar kişilerin tek başlarına çabalarından çok, birlikte işbirliği içinde gerçekleşmektedir.
İnsanların besin kadar “giyeceklere” de ihtiyaçları vardır. İnsan çıplak yaratılmıştır. Kendisine özel elbise üretmektedir. Daha ilk toplayıcılık zamanından beri insan dokumacılığı bilmektedir. Ağaç kabuklarından elde ettiği lifleri birbirinin üzerine geçirerek bezler dokumakta idi. Hâlen sanayinin can damarı tekstil olmaktadır. Tekstil sayesinde insanlar özel elbiseler üreterek denizin dibine inebilmekte ve uzaya açılmaktadır.
İnsanın başka bir ihtiyacı da “barınma”dır. Ev ve evin içindeki mefruşat, su, elektrik artık onun ayrılmaz ihtiyacı hâline gelmiştir. Başka canlılar da elektrik kullanmakta ama kendi bedenleri içinde üretip tüketmektedirler. Suları doğal kaynaklardan içmektedirler. Oysa insan elektrik şebekeleri oluşturmuş ve bunu evlere bağlamıştır. Şehirde elektriksiz yaşayamazsınız. Elektrik adeta hava gibi ihtiyaç hâline gelmiştir. Bunu kendi başına üretmek mümkün değildir.
Diğer en önemli ihtiyaç da “ulaşım”dır; yollardır, limanlardır, rıhtımlardır.
İnsan bütün bunları tek başına yapabilir mi?
O halde “zekât” yani “ortak bütçe” namaz kadar önemli bir müessesedir.
İlk canlılar ayrı ayrı yaşıyorlardı. Hücreler birleşti ve ortak beden oldu. Omurgalılarda bu kalbin oluşmasına neden oldu. Kalbi dursa insan ölür. Toplulukların kalbi de zekât yani vergi müessesesidir. Devletin olmadığı yerde artık hayat mümkün olmamaktadır. Devlet demek bütçe demektir. Bütçe demek vergi demektir.
Zekât paradan değil de maldan alınmaktadır. Bu nasıl olmaktadır? Herkes ürettiği malları ortak ambarlara teslim etmekte, ambarlardan belge almaktadır. Malın kontrolünü kontrolör yapmış, üreticinin sorumluluğu sona ermiştir. Belgenin bir kısmını kamuya vergi olarak vermektedir. Yani mal yerine belge alınmaktadır. Belgeyi borsada satmakta ve nakde çevirmektedir. Yahut Perslerde olduğu gibi mal çekleri kesilmekte ve halk ortak ambarlardan istediği malı çekmektedir.
İnsanda kalb ve kan damarları ne ise; topluluklarda da zekât ve kredi müessesesi odur. Kredi de zekâtın mütemmimidir. Çünkü devlet kredi vererek karşılığında vergi almakta, vergi karşılığı kredi vermektedir. Para piyasaya kredi olarak sürülmektedir. Kuyumculara giren altın karşılığı “altın para”, işetmelerin sipariş aldığı tüketim malları kadar “buğday parası”, inşaat depolarındaki malzemeler kadar “demir para” ve kamuda bulunan taşınmazlar kadar “toprak parası” çıkmaktadır. Böylece ülke değişik kanallarla sulanmaktadır. Alyuvar ve akyuvar gibi değişik paralar kullanılmaktadır. Kanda mevcut hormonlar karşılığı senetler çıkarılmaktadır.
لَهُمْ (LaHuM) “Onlar için şunlar vardır.”
Bundan önce gece-gündüz ve açık-gizli infak edenlerden sonra haber olarak bundan sonra gelen kısmı aynen getirmiştir. Orada “inne”siz başlamış, burada ise “inne” ile başlamıştır. Orada “lehüm”ün başına “fa” getirilerek “felehüm” demiş; burada ise “lehüm” demiştir. Çünkü “inne”nin haberine “fa” gelmez. “İnne”li habere “fa” gelebilir. Gelmeyebilir. Gelirse “ellezî” şart olmuş olur.
Orada aynı haber cümlesi sadece infak edenlere gelmiş olduğu halde, burada zekât sona alınarak diğer dört vasıf zikredilmiştir. Oradaki infak müslimlere de şamildir. Çünkü onların sadece mâli yükümlülükleri vardır. Onlar namazlarını evlerinde de kılabilirler. Onlar zekâtlarını vermekle kurtulurlar.
Mü’minlere emredilen cemaatle namaz kılmaktır. Mü’minlere emredilen zekât vermekle yetinmeyip zekâtın yerlerine harcanmasında da görev almadır.
Zekâtı îtâ ediyorlar. Kime? Müstahaklara...
أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ “Rablerinin indinde ecirleri vardır.”
“Rablerinin” dayanışma ortaklıkları olduğunu daha önce belirtmiştik. Kâinatı var eden Allah’ın Rab olarak yeryüzünde tezahürü, eğitimde halifesi dayanışma ortaklıklarıdır. O’nun adına halkı eğitirler. Daha doğrusu insanlar birbirlerini eğitirler. Ücretlerin takdiri de onlara aittir.
Dayanışma ortaklıkları imtihanlar yaparak teminatlı ehliyet verirler.
a) İlmî dayanışma ortaklıkları bilgi imtihanları yapar ve onun ehliyetini verirler. Bilgisizlikten bir zarar verirse ilmî dayanışma ortaklığı tazmin eder.
b) Meslekî dayanışma ortaklıkları beceri eğitimini verir ve tezkiye ederler. Beceriksizlikten bir zarar verirse bu dayanışma ortaklığı tazmin eder.
c) Dinî dayanışma ortaklıkları ahlâkî eğitimi verirler ve tezkiye ederler. İhmalden doğan zararları bunlar tazmin ederler.
d) Siyasi dayanışma ortaklıkları savunma eğitimini verirler ve kasten iras edilen zararları bunlar tazmin ederler.
Bu dayanışma ortaklıkları ayrı olmakla beraber bütün genel hizmeti ifa eder ve bir kimse ancak dördünden de teminat almışsa toplulukta yaşama imkanına sahiptir.
Kişilerin resmi ücretleri vardır. Bunlar bu dayanışma ortaklıklarınca takdir edilmektedir. Bunların teminatındadır. İşçi çalışırsa ücretini devlet ödüyor. Sonra çalıştığı yerden tahsil ediyor.
İşte bu uygulamamız bu âyetle teyit edilmektedir. Çalışanların ücretlerini dayanışma ortaklıkları, meslekî dayanışma ortaklıkları ödeyecek, onlar işverenlerden tahsil edecektir.
وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (Va LAv PaVFun GaLaYHıM) “Onlar üzerinde havf yoktur.”
Onlara korku yoktur, çünkü dayanışma ortaklıkları onları güven altına almıştır. Onların hukukunu koruduğu gibi herhangi bir hataları olursa tazmin etmektedir. Çünkü onlar sigortalıdır. Aç kalmaları sözkonusu değildir.
-Ya kredi alıyorlar, çalışıyorlar, ücretleri devletçe ödeniyor. İşsiz kaldım, maaşımı ne yapacağım diye bir korku yoktur.
-Yahut yeryüzündeki kira paylarını alıp geçinmektedirler.
Oysa dayanışma ortaklıkları olmayanlar, sigortalanmayanlar ise devamlı korku içindedirler;
Ya işten atılırsam, ya iş bulmazsam ben ne yapacağım, nasıl yaşayacağım?
Çocukları varsa o mesele de ayrıca korku vesilesidir; çocuklar ne yapacak?
وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ (277) (Va LAv HuM YaPZaNUvNa) “Onlar mahzun da olmazlar.”
“Onlar üzüntü de duymazlar.”
Üzüntü elde mevcut bir şeyi kaybetmekten doğar.
Korku gelecekte olacaklardan endişe duymaktan doğar.
Hüzün ise geçmişte bir şeyleri kaybetmiş olmasından doğan acıdır.
Bu dünyadaki ecirleri olarak anlattıklarımdır. Asıl ücret Allah’ın yanındadır, öldükten sonraki cennettir. Bu dünyada mesut olacakları gibi âhirette de yücelere ulaşacaklardır.
“Adil Düzen”in ne olduğunu öğrenmek, sonra da onu hayata geçirmek inanmış her insanın ideali olmalıdır.