BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2113 Okunma
bakara 139-143

 

 

ADİL DÜZEN 379

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 41. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

قُلْ أَتُحَاجُّونَنَا فِي اللَّهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ وَلَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ(139)

أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمْ اللَّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنْ اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ(140)

تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ(141)

 

قُلْ  (QuL)  “Kavlet/Söyle.”

Bir kimseye sadece ‘sohbet et’ diyorsan “KelLiM” dersin. Ona bir öneri götürüyor, hukuki bir sonuç doğuracak söz söylüyorsan “KuL” dersin. “Mükâleme” sadece konuşmadır. “Mukavele” ise sözleşmedir.

Artık İsrail oğullarına doğrudan hitap etmemekte, mü’minleri aracı yaparak konuşmaktadır.

KuL/Söyle” diyerek, bize de bilgi vermektedir. Gerçi emretmekle yapılan emir aracıyı ilzam etmez. “Söyle, eve gelsin” dediğiniz zaman, sen de gel anlamı çıkmaz. Ama kardeşine “eve gidelim” de diyerek emredilirse, işaretle-delâletle emretmekle emrolunana da emrolunmuş olur.

“O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz” demekle, hattâ muhatap da “Rabbimiz” demekle, muhatapla beraber olanlar da emrolunmuş bulunmaktadır.

Buradaki “KuL/Söyle” hitabı kimleredir? Genel kuralımızı uygularsak; Kur’an’a inanan ve onu kendisine kitap kabul edip mü’min olan herkes muhataptır; müslimler değil mü’minler muhataptır. Çünkü müslimlerin tebliğ görevi yoktur. Onlar kendileri amel ederler, başkalarını dâvet etmekle yükümlü değildirler. Yetkili de olmayabilirler. Mü’min bunu söylerken tüm mü’minlerin adına söyleyecektir. “Amellerimiz bizimdir” demiş olurlar. Ancak burada topluluk adına konuşan kimse söyleyecektir. Dolayısıyla asıl emrolunan nebilerin yerinde olan ilim adamları söyleyeceklerdir. Bunlar dâvetle memurdurlar. Her bucağın âlimleri vardır. Bunlar çokturlar. Dolayısıyla yine söylerlerken kendi adlarına değil, mü’minler cemaati adına söyleyeceklerdir.

Doğrudan söylemekle bucak başkanı yükümlü olacaktır. Bucak başkanı kendi bucağı içindeki ehli kitaba söyleyecektir. Nitekim Hazreti Muhammed aleyhisselâm da Medine halkına söylemiştir.

Buradan şunu istinbat edebilmekteyiz ki, bir kent içinde müslimler yani diğer kitaplara mensup cemaatler olacaktır. İl merkez bucak başkanları ildeki cemaatlere, ülke merkez başkanları ülke içindeki cemaatlere ve nihayet Mekke bucağının başkanı tüm insanlığa söyleyecektir. Bu istidlâlimizin sonucu şudur:

Mekke bucağının başkanı, İbrahim milletine tâbi olanlardan olacaktır. Bugünkü büyük dört din ile Yahudiliğin hak din olduğuna inanan ve onlar arasında fark gözetmeyen kimselerden olması gerekir.

أَتُحَاجُّونَنَا فِي اللَّهِ (Ea TuXacCUvNaNAv FIy elLAHi)  

“Allah’ta bizimle mi hüccetleşiyorsunuz?”

Bu hitap “Yahudi olun” veya “Hıristiyan olun” diyen kimseleredir. Bizimle tartışanlar onlardır.

Onlar bizimle neyi tartışıyorlar?

a)      Bir taraftan insanları Masonluğa veya Hıristiyanlığa çağırtmakta, diğer taraftan bu dinlerin tanrısı olan Allah hakkında inkârcılık yapmakta, tüm güçlerini dine karşı kullanmaktadırlar. ‘Tanrı yoktur!’ veya ‘Tanrı dünya işlerine karışmaz, Tanrı devlet işlerine karışmaz!’ demektedirler. Kur’an’ın, Allah’ın her şeyin hâlikı olduğunu, tabiî ve sosyal kanunları O’nun vazettiğini, tüm insanların O’nun kulları olduğu iddiasına karşılık; onlar Tanrı’yı gökte yahut kişilerin beyinlerine hapsetmek istiyorlar.

b)      Tanrı’nın yerine tabiatı ikame ederek O’nu kör kuvvete indirmektedirler. Oysa bugün kâinatın, Allah’ın, tek Allah’ın çok çok ince hesaplarla oluşturduğu büyük bir düzen, büyük bir makine olduğu ilmen sabit olmuştur. Yani, Allah’ın hâlik-ı mutlak olduğu sadece Tevrat ve İncil ile değil, müsbet ilimlerle de kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde kanıtlanmıştır. Böyle olmasına rağmen, Tanrı’yı yönetim dışında bırakmak için bize saldırmaktadırlar.

c)       Aynı kimseler Kur’an düşmanlığı yaparken, Tevrat ve İncil’in yaygınlaşması için çaba sarfediyorlar. Asılları değil, tercümeleri bulunan, değişik nüshaları olan, ilk yazıldığı dilleri unutulan, bugünkü müsbet ilimlerle çelişkili eklentileri olan kitapları okutmak istemektedirler. Diğer kitapları Kur’an’sız yaygınlaştırıyorlar. Oysa Kur’an o kitapları yeniden diriltmiş ve asıllarına döndürmüştür. O kitaplara girmiş bulunan ‘Tanrı’nın yalnız İsrail oğullarının Rabbi olduğu’ veya ‘Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu’ hususunu da yanlış olduğunu bile bile savunuyorlar.

d)      Bugün yenilmiş bulunan Kur’an ehlinin içinde oluşturdukları teröristleri örnek göstererek Kur’an ehline saldırmaktadırlar. Gerçi Kur’an ehli de Kur’an’ı bırakarak onların bâtıl şirk ve âdetlerine koşmaktadırlar. Asıl cahiliye dönemi böyle başlamaktadır. Zinayı kutsallaştıran, katilleri lüks oteller mesabesindeki hapishanelerde koruyan, faizi sömürü aracı olarak kullanan zalimlerle bir olma yarışı yalnız Türkiye’ye has değildir. Tüm ehli Kur’an -bilinç altında da olsa- onların peşinde koşmaktadır.

Adil Düzen” işte bu dalâlete koşmaktan uzak kalmadır.

وَهُوَ رَبُّنَا (VaHuVa RabBUNAv)  “O bizim Rabbimizdir.”

Burada “biz ve onlar” kimlerdir? Hazreti İbrahim’in doğuya giden ve oralarda İbrahimî dini yayan oğulları dışında Hazreti İbrahim’in iki oğlu vardır; biri Hazreti İsmail, diğeri Hazreti İshak. Hazreti İshak’ın da iki kolu mevcuttur; İsrail oğulları ve Hıristiyanlar; yani Hudlar  ve masonlar yani sermaye grupları.

Hazreti İsmail’in soyundan gelenlerin getirdikleri din de bugünkü Şii ve Sünni Müslimlerdir.

Kur’an önce sadece Yahudileri muhatap alıp onları örnek bir kavim olarak anlattı.

Şimdi de Hıristiyanları ve Yahudileri muhatap almaktadır. Doğrudan değil, Kur’an ehlinin karşısında onları muhatap almaktadır. O halde burada “biz” deyince İsmailîlerdir.

Şimdi de biz nasıl oluştuk, onu da tarihten hatırlayalım.

Hazreti İsmail Mekke’de yerleşir ve orada babasıyla birlikte Kâbe’yi inşa ederler. Mısır ile Mezopotamya arasında yolculuk yapan bedeviler orada konaklarlar. Orası Arap bedevilerinin merkezi olur. Orada Arapça bir uygarlık dili olarak oluşur, Mekkeliler de tüccar bir topluluk olur. “Kureyş” tüccar demektir.

Bu ilk hazırlıktır. Ayrıca Doğu Avrupa ve Orta Asya’da “İskitler” denen bir kavim ortaya çıkar. Bunlar henüz yerleşik hayata geçmemişler, ama Mezopotamyalılardan örnek alarak bir bozkır devleti oluşturmuşlardır. Bunlar Germen-Moğol karışımı bir kavimdir. Bunlardan Moğollara yakın olan doğulular Büyük Hun İmparatorluğu’nu kurmuşlardır. Ondan sonra onların yerini Göktürkler aldılar. Göktürkler tek Tanrı’ya inanan bir devlet kurdular. Onların yerine Uygurlar geçti. Uygurlar önce Budizm ve Maniheizmi kabul ettiler. Sonra Müslüman olup Karahanlılar Devleti’ni kurdular. Diğer yandan İran ve Anadolu halkı M.Ö. 2000 yıllarında yani Hazreti İbrahim’den sonra uygarlaştılar. Anadolu’da (yani Türkiye’de) Hitit, Frigya ve Lidya devletleri oluştu. İran’da da Elamlılar, Medyalılar, Persler ve Sasaniler kolunda bir uygarlık gelişti. Bunlar da Müslüman oldular. Ayrıca Afrikalılardan bir bölümü de İslâmiyet’i kabul ettiler. İşte bu dört kavim birlik içinde I. Kur’an Medeniyeti’ni kurdular. Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet hükümetleri bugünkü duruma ulaştılar.

Bütün bunlar İlâhi takdir sonunda O’nun mürebbiliği içinde olmuştur.

Adil Düzen Çalışanları olarak onlara diyoruz ki; Allah hakkında neden bizimle tartışıyorsunuz? İşte O bizim Rabbimizdir, şimdiki yerimize bizi O getirdi.

وَرَبُّكُمْ (VeRabBUKuM)  “Ve sizin de Rabbinizdir.”

Bugün bizim vârisi bulunduğumuz İslâm Uygarlığı; Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâm uygarlıklarının hukuku ve yönetimi ile getirilen bir uygarlıktır. Siz ise Mısırlıların, Yunanlıların ve Romalıların vârisi olarak teknik ve ekonomi uygarlığını en büyük bir ivme ile ileri götürmektesiniz.

Mısır Mezopotamya’nın, Yunan İbranilerin, Romalılar Hıristiyanlığın ve siz bugünkü Avrupalılar İslâm’ın etkisi ile yeni uygarlıklar kurarak buraya geldiniz. Sizi de buraya getiren Rabbinizdir. O Allah sizin de Rabbinizdir.

Bunlar tesadüflerle kendiliğinden olsaydı, böyle birbirini tamamlayan tek insanlık olarak gelişebilir miydi? Nasıl kâinatın Yaratıcısı ve Yaşatıcısı tek ise; aynı şekilde doğu uygarlıkları ile batı uygarlıklarını oluşturan da tek Tanrı’dır. Futbolda iki takım nasıl karşı karşıya geliyorsa, kurtla kuzu nasıl karşı karşıya ise; bizler ve sizler de aynı Tanrı’nın yetiştirdiği kimseleriz. Neden o Tanrı hakkında tartışıyoruz?

21. yüzyılda dinler bu tartışma aşamasını aştılar, şimdi siyasiler tartışıyor…

وَلَنَا أَعْمَالُنَا (Va LaNAv EaGMALuNAv)  “Bizim amellerimiz bizimdir.”

Biz aslında sizinle işbölümü içindeyiz. Biz bizim işlerimizi yapıyoruz. Doğu ve batı uyarlıkları tarihte işbölümü yapmışlardır. Doğuda Hazreti Nuh’tan sonra Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed gelmiş, kitaplar getirmiş ve insanlığa önce fıkhı öğretmişler; yani, kişilere görevlerini, yetkilerini, sorumluluklarını ve haklarını öğretmişlerdir. Bu öğretiler sonunda ileri düzenler doğdu, yönetim modelleri ortaya çıktı. Yani, peygamberler hukuku öğrettiler ve bu hukukun sonucu adil yönetim sistemi ortaya çıktı.

Biz Hazreti Nuh zamanında, Hazreti İbrahim zamanında, Hazreti Musa zamanında, Hazreti Davud zamanında, Hazreti İsa zamanında ve Hazreti Muhammed zamanında bunları yaptık. Bizler bugün de “Adil Düzen”e talibiz. Kendi işimizi yapıyoruz; sizin bilmediğiniz ve anlamadığınız işleri yapıyoruz. Siz hep bizim getirdiğimiz hukuk ve düzene dayanarak uygarlıklar kurdunuz. Sizin kurduğunuz uygarlıklar, bizim kurduğumuz uygarlıklardan beşyüzer yıl sonra gelmiştir. Uygarlıklarınız hep bizim uygarlıklarımızın etkisiyle oluşmuştur.

وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ  (VaLaKuM EaGMAvLuKuM)  “Sizin amelleriniz de sizindir.”

Siz ne yapıyorsunuz? Bizim oluşturduğumuz hukuk ve yönetim düzeninin size kazandırdığı güçle teknolojide ilerlemeler kaydettiniz. Sonunda ekonomide gelişmeler sağlandı. Eski Mısır, Eski Yunan, Roma ve Avrupa teknolojide ve ekonomik yapıda doğu uygarlıklarından üstün olmuşlardır. Hukukta ve yönetimde de doğu uygarlıkları üstün olmuştur. Bizim amelimiz bizim, sizin ameliniz sizindir.

Batı dünyası bugün teknolojide bizden kat kat üstündür. Kim bunu inkar edebilir ki? Şimdi yazı yazdığımız bilgisayarlar onların eseri değil midir? Ancak, Batı hukukta ve yönetimde zavallı durumundadır. Bin senede oluşturulmuş olan “Usûlü Fıkh”ın kapısı içine bile girememişlerdir. Batıda hukuk diye bir şey yoktur. İslam’dan aldıkları serbest sözleşme modeli ile her gün yeni kanunlar yapmaktadırlar. Hiçbir makul düzenleri yoktur. Mesela, İngiltere’de trafik soldan yürür, oysa Kara Avrupa’sında sağdan; her iki taraf sadece inatlaşmaktadır! Oysa İslâm her işte sağı öne alır. Önce sağa selâm veririz, çünkü Allah kâinatı sağa göre yaratmıştır. Fasülye bitkisi çalı veya sırık üzerine sarılırken sağdan sarılır. Işık sağa kırılır. Aminoasitler sağa yönlüdür. İşte Fıkıh kâinatta böylesine kabul edilmiş standartlara dayanmaktadır. Bunlara ‘illet’ denmektedir.

Avrupalılar Fıkıh Usûlü”nü dinî sanmışlar, dolayısıyla uygarlıklarına aktaramamışlardır. Akılları da yetmemiş olabilir. Oysa “usul” gramer gibi lâik bir ilimdir. Ama onların öğrenmeye niyetleri yoktur.

Adil Düzen” ise “Fıkıh Usûlü” üzerinde oturacaktır.

Ey Batılılar! Sizin hukukunuz olmadığı için yönetiminiz de yoktur.

Faşizm ve sosyalizm uygulamaları bu bilgisizliğinizin tabiî sonucudur.

İşgal ettiğiniz ülkelere Türk ordusunu çağırıyorsunuz; neden?!. Nimetler sizin, ama bekçilik bizim!.. Petrol sizin, ama şehitler bizim!.. Bu durum sizin bu sahadaki zavallılığınızı göstermiyor mu?..

وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ(139)   (VaNaXNu LaHUv MUPLiÖUvNa)  “Ve biz O’na muhlisiz.”

HÂLİS” saf demektir, bereket demektir. İnsanlar için “hâlis” demek “özel” demektir. Yalnız onun arkadaşı olmak, yalnız onun işçisi olmak, yalnız onun eşi olmak ihlâstır.

Allah Hazreti İbrahim ve çocuklarını insanlığı tek millet hâline getirmekle görevlendirdi; O görevlendirdi. İsrail oğulları böylece görevlendirilmiş bulunmaktadırlar.

Ama mesela Cermenler yani bugünkü bizim Alman dediğimiz ırk Roma’yı işgal etti. Kendileri yönetime hakim oldular ve Hıristiyanlığı kendileri seçtiler. Papa ile 1500 yıl niza içine girmediler. Katolikliğin bozulması üzerine yine karşı çıkanlar onlardan olmuştur. Protestanlığın kurucusu Luther Almandır.

Şimdi de Papa onlardan seçildi ve Katoliklikte reform yapmakta, dini lâikleştirmektedir. Son Papa’nın söyledikleri sömürü sermayesinin işine gelmemiştir ki, söylediklerini çarpıtarak tüm insanlığı ayağa kaldırdı. Tüm insanlık Papa’dan özür dilemelidir.

Bunun gibi bir durum olarak Kur’an Araplara indi. Arapları Allah seçti. Türkler de Galip geldiler, ama İslâm dinini kabul ettiler. Talas’ta Çinlilerle 751’de yapılan savaşta Türkler Müslümanlar tarafına geçtiler de o savaşta böylece Hazreti İbrahim’in batı kolu galip geldi; rasyonalizm yani akılcılık galip geldi. 1071’de rasyonalizm Türkler tarafından kazanıldı. Yine o savaşta da Müslüman olmayan Türkler cephe değiştirerek zafer  elde edildi. Şimdi de biz kendimiz talip olarak “ADİL DÜZEN” için çalışıyoruz...

“Biz O’na muhlisiz” demek; O bizi seçmedi, biz talip olduk demektir.

Kur’an’dan önce insanlık henüz rüşde ermediği için Allah nebileri ve mü’minleri seçiyordu. Artık insanlık rüşt çağına erdiği için Kur’an’ın ilk uygarlığından sonra, yani bizim uygarlığımızda Allah mü’minleri seçmiyor, mü’minler imanı seçiyor. Yani, isteyenler mü’min olup Allah’ın has kulları oluyor. Önce “Biz O’nun için barışçıyız” denmiş, sonra “Biz O’nun için çalışıyoruz” denmiş; şimdi de “Biz sadece O’nun için çalışıyoruz” deniyor. “Mallarımızı ve canlarımızı cennet karşılığı O’na sattık deyin” deniyor.

Kur’an bu âyetle Hıristiyan âlemini barışa ve işbölümüne çağırmaktadır.

Bizim topraklarımız geniş, nüfusumuz da artıyor ama teknolojimiz yok. Sizin ise teknolojiniz ileridir ama nüfusunuz yaşlı. Gelin, işbölümü yapalım; siz sanayi ülkesi olunuz, biz tarım ülkesi olalım. Biz sanayiyi beceremiyoruz, siz de tarım yapacak topraklara sahip değilsiniz, aynı zamanda tarım yapmayı da bilmiyorsunuz. Tarımı da sanayi metotları ile işletmeye çalışıyorsunuz. Oysa tarım sanayi metotları ile işletilemez.

a)      Sanayi cansızlara hitap eder. Kanunlara uygun ne söylerseniz itirazsız yapar. Dolaysıyla sanayide üretimi siz kendiniz yaparsınız. Oysa tarım canlıdır. Siz ona emredemezsiniz, sadece onu desteklersiniz, üretimi kendisi yapar. Buğdayı, kaşığı üretir gibi topraktan üretemezsiniz.

b)      Sanayi merkezî yerlerde üretilebilir. Oysa tarım dağlara ve bayırlara varıncaya kadar yaygındır. Siz onun ayağına gitmek zorundasınız. Üretim fabrikalarda değil tarlalarda olmaktadır.

c)       Sanayide üretim birbirine çok benzer. Makinelerle aynı model üretimi her zaman yapabilirsiniz. Oysa tarım her parsele göre değişir. Sadece bir tarlanın bile her yerinde benzer tarımı yapamazsınız. Sanayide işbölümü yapar, birkaç günde kişileri yetiştirirsiniz. Tarım ise geçmiş deneyimlere dayanır, bundan dolayı tarım ancak babadan ve dededen öğrenilerek yapılabilmektedir.

d)      Sanayide benzer ürün elde edersiniz, standartlaşma çok  kolaydır. Tarımda ise her yıl her tarladan ayrı kalitede mahsul alırsınız. Tarım ürünlerinde standartlama ancak harmanlama ile olabilmekte, yöreye ve yıla göre değişmektedir.

İşte, durum özet olarak böyle.

Siz sanayide inkılâp yapabildiniz ama tarımda yapamadınız. Bırakınız tarımı da biz yapalım. Siz bize sanayi mamulleri satın, biz size tarım ürünleri satalım. Tekel oluşturmadan serbest arz ve talep kanunları ile fiyatlar oluşsun. Gümrükleri kaldıralım. Vize ve kotalara son verelim. Faizli sömürüyü sona erdirelim.

İşte bu âyet, Batılılara uzlaşma formülünü getirmektedir. Biz size sanayide yetişemeyiz, siz de bize tarımda yetişemezsiniz. Ne var ki, siz sanayiyi sömürü ve saldırı aracı olarak kullanıyorsunuz. Biz zorunlu olarak kendimizi savunuyoruz. Biz galip geleceğiz, çünkü haklıyız. Biz sanayisiz yaşarız ama siz tarımsız yaşayamazsınız. Biz çoğalıyoruz, siz azalıyorsunuz…

***

أَمْ تَقُولُونَ (EaM TaQUvLUvNa)  

“Yoksa siz şöyle mi diyorsunuz?”

Yani, bunu açıkça söylemiyorlar ama onu demeye getiriyorlar. Sanki İbrahim oğulları masonmuş veya Hıristiyanmış gibi görüyorlar. Hazreti İbrahim’e Tevrat’ta, ‘Ben seni mübarek bir millet yapacağım ve sana tâbi olanlar kum tanesi, yıldızlar sayısı kadar olacak’ dedi. İsmail ve İshak’ın oğullarına mahsus olmak üzere Nil’den Fırat’a kadar toprakları vaat etti. Şimdi bu topraklar onların elindedir. Kisra’nın yenilmesi ama Bizans’ın varlığını sürdürmesi bu vaadin sonucudur.

Eğer Bizans gibi Sasaniler de yaşasaydılar, o zaman bu arz-ı mev’ud Hazreti İbrahim’in çocuklarının vârislerine ait olmayacaktı. Ayrıca Hazreti Musa’ya da bugünkü İsrail topraklarını vaat etti. Şimdi onlar Hazreti İbrahim’e vaat edileni kendilerine vaat edilmiş kabul ederek, Hıristiyanları da arkalarına alarak büyük Ortadoğu’da İsrail devleti hegemonyasını kurmaya çalışıyorlar.

‘İbrahim bizdendir’ demiyorlar ama demeye getiriyorlar. Onun için “EM” ile getirdi.

‘Böyle mi demek istiyorsunuz?’ diye biz de onlara sorarız.

إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ (EinNa İBRAHıYMa Va İSMAGIyLa Va ISXAQa Va YaGQUvBa)  

“İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve sıbtlar diyorsunuz.”

Yukarıda aynı isimler aynı şekliyle sayılmış ve onlara inzâl edilen denmiştir. Orada sayılırken, ‘Bize ve İbrahimîlere nâzil olana, Musa ve İsa’ya îtâ edilene ve nebilere îtâ edilene iman ettik deyin’ deniyor. Burada da bunlar sadece İbranilerin veya Hıristiyanların değil, tüm insanların atalarıdır; uygarlık atalarıdır.

Topluluklarda ırk sözkonusu değildir. Aynı ülkede aynı dili konuşuyorsanız, tek bir şeriata bağlı iseniz, siz bir topluluksunuz. Ümmet yapı olarak ocak, bucak, il, ülke ve insanlığı içerir. Millet ise ilmî, dinî, meslekî veya siyasî dayanışma birlikleri oluşturur. İbrahim milleti, uygarlaştırma ile görevli bulunan, bugünkü tâbirle yönetici olan topluluktur. Ne var ki, Kur’an’ın tanımladığı yöneticilik bugün anlaşılan yöneticilikten farklıdır.

a) Merkezî bucaklar vardır. Bunların başında Mekke gelir. Sonra kıta merkezlerinde oluşmuş kıta bucakları vardır. Sonra devletler gelir, devletlerin merkezî bucakları var, bölgelerde bölge merkezi bucaklar vardır. Sonra iller gelir, illerin merkezî bucakları var, ilçelerin merkezî bucakları var. İşte bu merkezî bucaklar dışında kalan bucaklar taşra bucaklardır. Taşra bucaklar hukuk düzeni bakımından bağımsızdırlar ve doğrudan yönetimle yönetilirler. Merkez bucaklar temsilciler tarafından yönetilirler. Merkez bucaklar taşra bucaklarının hizmetinde olup hâkim değil, hâdimdirler. Bucak içinde de yöneticiler hâkim değil, hâdimdirler. İnsanlık bir ağacın kökleri gibidir, devlet gövdedir, il daldır, bucak yapraklardır, ocak kadınlardır, çocuklar meyvelerdir. Gövde köklere oturur, dallar da gövdeye otururlar. Yapraklar dallarda dizilir. Çiçekler dalların tepesinde yer alır. Yapraklar çiçeklere hizmet ederler. Çiçekler de meyve üretirler. Böylece ümmet oluşmuştur. Batı uygarlığında ise durum tam tersinedir. Merkezler taşralara hâkimdir. Çiçekler topraklarda sürünür. Yapraklar toprak üzerinde yayılır. Dallar onların sırtına biner. Gövde dallara oturur. Kökler gövdenin üzerinde yerleşmişlerdir.

b) Kur’an’a göre halk ayrıca bucakta, ilde ve ülkede ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kurmuşlardır. Fikrî haklarını ilmî, amelî haklarını meslekî, hissî haklarını dinî ve sosyal haklarını siyasî dayanışma ortaklıkları içinde kullanırlar. Bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, ihmalden doğan zararları dinî, kasden iras edilen zararları siyasi dayanışma ortaklıklarınca korunur.

c) Toplulukta bütün hak ve hürriyetlerin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. Bu sınır tarafların seçtiği bağımsız, yansız, etkin ve saygın hakemlerden oluşan mahkeme ile belirlenir. İşte bu kararların müeyyidesi siyasi dayanışma ortaklıklarıdır. Bu dayanışma ortaklıklarının görevi hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına zorla uydurmaktır. Toplulukta herkes buna katılmak durumundadır. Ancak isteyenler bedelli olup bedenen katılmazlar. Bunlara “müslim” denir. İsteyenler de bedel vermez, bedenen katılırlar. Bu askerlik hizmetidir. İşte bunlara “mü’min” denmektedir.

d) Bu isteklilerin oluşturduğu güçler ocakta bekleme görevini yerine getirirler; bucakta koruma hizmetleri yaparlar; illerde iç güvenliği sağlarlar; ülkede ise dış savunma hizmetlerini ifa ederler. İşte bu teşkilat siyasi millettir. İbrahim milleti demek, ülkelerde oluşan orduların hakemlerin kararlarını güvence altına almaları demektir. Ordular hakemlerin emrindedir, ordular sivil yöneticilerin emrinde değildirler. Hakemler devletlerin üstündedir. Orta hakemler ilçelerde bulunurlar ve halkın hukukunu belirlerler. Yüksek hakemler ülkede bulunur ve merkez bucaklarda görevlilerin hukukunu belirlerler. Üstün hakemler ise uluslararası hakemlerdir. Son karar bunlardadır. Devletlerarası ilişkilerde hakemliği bunlar yaparlar. İşte İbrahim milleti bu hukuk düzenini benimsemiş bir millettir, tek millettir. Hakemleri bunlar organize eder, ehliyeti bunlar verir. Görevlenmelerini bunlar sağlar. Taraflar hakemleri bunlardan seçerler. Hakemlerin aldığı kararlar geciktirilmeden ve itiraz edilmeden uygulanır. Uymayanlar silahlı güçler tarafından tenkil edilir. Bugünkü büyük dinlerin görevi budur, adil yargılama düzenini oluşturmadır. Bu dinler zor kullanmazlar. Zorlama siyasi güce aittir.

كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى (KAvNUv HUvDan EaV NaÖARAy)  

“Onlar Hud veya Nasara idi mi diyorsunuz?”

Hud olmak” Yahudi olmak demek değildir. Çünkü İsrail oğulları kendilerinden başkasını Yahudiliğe almazlar, ama Yahudici olun derler. “HUD” Yahudici demektir. Batı uygarlığında bu Masonluk olarak şekillenmiştir. Hâlâ insanların çoğu isteseler de istemseler de “Hud”dan oluyorlar. İbrahim ve oğulları Hıristiyanlara göre Hıristiyan, Yahudilere göre Yahudidir diyecek oluyorlar. Papa Jan Paul Türklerin Avrupa Birliği’ne kabul edilmesini İbrahimî dinden oluşuna bağlamıştır.

İnsanlık Kur’an’ı iyi okumalıdır. Kur’an gelecekte ne olacağını daha iyi bilmektedir. Dolayısıyla onun dışında herhangi bir çözüm İlâhi kaderi değiştirmedir ki bu mümkün olmayacaktır. Halkın çoğu Müslim olacaktır. Âhireti kazanmaktan ziyade, dünyada yaşayıp gitme peşindedirler. Dini bir hobi olarak görürler. İbadetleri gevşek gevşek yaparlar. Bunlara “müslim” diyoruz.

Diğer taraftan büyük dinlerin mü’minleri vardır. Bunlar insanları kâfir ve müşrik olmanın dışına çıkarmak, müslim veya mü’min yapmakla görevlidirler. Din adamları onlardan hâlis olanlardır. Yani başka işlerle uğraşmazlar. Bunlar yeryüzündeki hakemlikleri yaparlar, hakemlik düzenini kurarlar.

Hakemlerin yani dinlerin görevi söylemektir. Bunlar doğruyu söylerler, ondan sonrasına karışmazlar. Ondan sonrası ise halkın kendi rızaları ile onları kabul etmelerine kalır. Kabul etmezlerse bundan hakemler sorumlu ve görevli değildirler. Bu durum bugün de böyle değil midir?

Hakemlerin kararlarına uymayanları hakemlerin kararlarına zorla uydurmak din adamlarının değil, siyasi dayanışmanın görevidir. İbrahimî din yani dinî dayanışma ortaklıkları yalnız Hıristiyanlar, yalnız Yahudiler değil, bütün İbrahim milletine mensup olanlardır. Dinde düzen vardır, siyasi güç vardır. Millette ise zorlama yoktur.

Türkçede bu kelimeler yanlış kullanılmaktadır. Biz de Türkçede bu kelimeleri bugünkü mânâlarıyla kullanıyoruz. Türkçedeki “din” karşılığı Arapçada “millet”tir; Türkçedeki “millet” karşılığı Arapçada “kavim”dir. Yalnız Hıristiyanlık milleti yoktur, Müslümanlık milleti yoktur, tek millet vardır, yani Türkçedeki deyimiyle tek din vardır, o da İbrahimî dindir.

Çağımızda bu kelimelere doğru mânâlar vererek kullanmak zor görülüyor. Gelecek nesiller bunu ıslah edecektir. Yeniden Kur’an Arapçasını ihya etmemiz gerekir. Bu dil ilim dili olacaktır. Araplar dahil her ulus kendi dillerine tercüme edeceklerdir. Kur’an Arapçası ile konuşulan Arapların Arapçası farklıdır. Konuşma dilini halk üretir, biz ona hakim olamayız. İlim dilini alimler üretir, biz ona hakim oluruz.

قُلْ (QuL)  “Kavlet. Söyle.”

Burada “KuL/Söyle” emrini alan, tüm dinleri hak kabul edip onları değerlendiren, peygamberler arasında tefrika yapmayan mü’mindir. Sonra gerek tabiî gerek sosyal ilimleri bilen âlimdir. İslâmî ilimleri bilmek, sosyal ilimleri bilmek demektir. Peygamberlerin vârisi olanlar her söze kulak verip onlardan kendi akılları ile en iyisine tâbi olan kimselerdir. Buna inanan İbrahim milletinden olma hakkını iktisab eder. Bunlar insanlığı uygarlaştırma, insanlar arasında barışı tesis etme görev ve yetkisine sahiptirler. Nihayet bucak, il, ülke ve insanlık başkanlarına da bu sözleri söyleme yetkisi verilmiş bulunmaktadır.

 

أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمْ اللَّهُ (EaEaNTuM EaGLaMu EaMi elLAHu)  

“Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?”

Bugün Hud ve Nasara grubu açıkça Allah’ı inkâr etmiyorlar, kitaplara bir şey demiyorlar, ama icad ettikleri lâiklikle dinleri kendilerine karıştırmıyorlar. Kendilerinin Allah’tan daha iyi bildiklerini iddia ediyorlar.

Birkaç yanıldıkları noktalara işaret edelim.

a)      Allah ekseriyet kararını reddettiği gibi aynı zamanda bunu zulüm saymıştır. Bunlar tüm düzeni ekseriyet kararlarına dayandırıyorlar. Ekseriyet kararlarını uygulamak zulümdür. Çünkü azınlığın hukukunu koruyan bir mekanizma yoktur. Ekseriyet kararı, en zayıf olan ve ne tarafta olacağını bilmeyen kimselerin topluluğu yönetmesidir ki, bu da tabiî ve doğal kanunlara aykırıdır. Ekseriyet sistemi istikrarsızdır. Bugün böyle, yarın öyle karar almak demektir. Zaten ekseriyet temin edilemez. Güçlünün oluşturduğu azınlığa uyma demektir. Güç ise hakkı belirlemez.

b)      Merkezi yönetimi esas alıyor, merkezleri hakim kılıyor. Oysa insan iradesini kullanmak üzere yaratılmıştır. Merkezi yönetim kişileri hayvanlaştırmaktadır. İçtihat ve yerinden yönetim sistemi vardır.

c)       Savaşı meşru sayıyor, köleliği kaldırıyorlar. Oysa savaş varsa kölelik zorunludur. Kölelik yoksa katliamlar zorunlu hâle gelir.

d)      Kısası kaldırıp kafalarından uydurdukları hapis cezaları veriyorlar, bu da caydırıcılık olmuyor. Günümüzde 30 bin kişinin katili, saray gibi hapishanede besleniyor!

e)       Çok evliliği ortadan kaldırıp zinayı meşru hâle getiriyorlar. Bu da aile müessesesini yıkıyor.

f)       Ailede kadın erkeği eşit hâle getirip ikisini aynı yükümlülüğe sokuyor, bu da kadını eziyor.

g)       Evlilik, yasak olan cinsi ilişkiyi ikili olarak meşrulaştırma iken, serbest olan cinsi ilişkileri yasaklar koyma şeklinde yorumluyorlar.

h)      Faiz ekonomik dengeyi bozduğu halde, ekonomik dengeyi faize dayandırıyorlar.

i)        Yeryüzü tüm insanlığın olduğu halde, gümrüklerle ve pasaportlarla insanların dolaşmalarına ve mallarını alıp satmalarına mani oluyorlar.

j)        Çocukların velisi onları doğurup büyüten anne-babaları olduğu halde, devleti anne-babanın üstünde veli yapıyor, eğitim özgürlüğünü yok ediyorlar.

Görülüyor ki, bugünkü insanlar sanki kendileri Allah’tan daha fazla biliyorlarmış gibi hükümler koyuyorlar. İşte, söyle siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa bu kâinatı var eden ve onu yöneten Allah mı, de.

Peki, biz Allah’ın bildiklerini nasıl bileceğiz, yani, Allah bize nasıl öğretecektir? Bu çok basittir.

İnsanların tabiî ve sosyal ilimleri olmadığı zaman bunları peygamberler bildirdiler, mucizeler göstererek insanları inandırdılar. Bugün ise peygamberler gelmiyor, bize mucizeler göstermiyor. Allah vahiy yoluyla ilmini bize ulaştırmıyor. Ama onun yerine tabiî ve sosyal ilimler gelişmiş, Batı’da tabiî ilimler en yüksek seviyeye çıkmış, Doğu’da usûlü fıkıh yoluyla sosyal ilimler gelişmiştir. O halde yapılacak iş, ilimle Allah’ın ilminden öğrenmektir.

Adil Düzen Çalışanları, Kur’an’dan istidlâl ederek hükümler çıkarmaktadırlar. Ancak bunlar hiçbir zaman başka insanlara bizim Kur’an’dan anladıklarımızı kabul edin demiyorlar, hikmetle onları ispatlıyorlar. Yani, kısas mı, yoksa hapis mi ilmî cezadır? Tartışalım. Hapisin hiçbir ilmî değeri yoktur. Çünkü hiçbir makul varsayıma dayanmaz. İşkembeden atmadır. Ancak hikmetle savunulabilir. Bu da caydırıcılığın kısastan daha iyi olduğu söylenebilir. Bugün böyle bir iddia ispatlanmış değil denmemiştir bile.

Biz kölelik, çok evlilik gibi her sahada ilmî tartışmaya her zaman hazırız. Siz ise bizim bu tekliflerimizi “sosyal mühendislik” diye istihza ile karşılıyorsunuz. Yani, sosyal işlerde akıl kullanılmayacak? Peki, ya ne kullanılacak? Güç ve kuvvet!. Allah sormamızı istiyor? Siz mi iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?

Bu soruyu şöyle de sorabiliriz.

Siz ekseriyet sistemini kabul ettiniz. Ekseriyetin iradesini topluluğun iradesi kabul ettiniz. Ekseriyet sizde iken rahattınız. Şimdi ekseriyet bizim elimize geçti. Biz topluluğu temsil ediyoruz demektir. Yani, Allah’ın halifesiyiz. Biz şimdi başörtüsü ile dolaşmak istiyoruz. Karşı çıkıyorsunuz! Neden? Hani ekseriyet kararı haklı idi? Öyleyse, gelin lâikliği tarif edelim diyoruz. Masaya da oturamıyorsunuz. Çünkü siz zalimsiniz.

Siz lâikliği tarif etmeyeceksiniz ki istediğiniz zaman istediğiniz şekilde kullanıp zulmedesiniz.

Biz size ‘lâikliği birlikte tarif edelim’ diyoruz; siz ise ‘lâikliği biz tarif ederiz, siz uyarsınız’ diyorsunuz. Biz sizi lâikliği tarife çağırırken, ilim ile tarif edelim diyoruz. Siz ise; bizim silahımız var, biz tarif ederiz diyorsunuz. Komutanlık makamına oturanlar, onları oraya milletin kendisi değil de, Hud veya Nasara olun diyenler getirmiş gibi lâikliğin tarifine karşı çıkıyorlar. Tarif ne demektir? Ne olduğunu bilmektir. Belki siz biliyorsunuz ama biz bilmiyoruz. Bize öğretin diyoruz. Hayır, siz öğrenmeyin diyorsunuz!..

وَمَنْ أَظْلَمُ (Va MaN EaJLaMu)  “Kim daha zalim olabilir?”

En büyük zalimler, gerçekleri halktan saklayanlardır. Yani, lâikliğin ne olduğunu soranlara ‘bilmeye ne gerek var’ diyenlerdir. Anayasa Mahkemesi lâikliği tarif etmemiş, başörtüsü yasağının anayasaya aykırı olmadığını hükme bağlamıştır. Bu lâikliği tarif etmez.

Önce, mevzuatı yorumlamak mahkemelerin işi değildir. Mevzuatı ilim yorumlar ve uygulayanlar kendileri uygularlar. Anayasa Mahkemesi’nin kanunları yorumlama yetkisi yoktur, iptal yetkisi vardır. İptal edilen şeyin yorumu nasıl olur? Basit hukuk kuralını bilmeden söylenen sözler söyleyeni zor duruma düşürür.

مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنْ اللَّهِ (MinMaN KaTAMa ŞaHADaTan GıNdaHUv MiNa ElLAHi)  

“İndinde olan şehadeti Allah’tan ketmedenden zalim kim vardır?”

Buradaki “Allah” kâinatı var eden ve bizi yaratan Allah değil de, O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluktur. İnsan kendisinin yanında olan bilgiyi gizliyor! Kimden gizliyor? Halktan gizliyor! Kimden gizliyor? Devletten gizliyor. Bunun en büyük zalim olduğunu üzerine basarak söylüyor.

Bugün ne yapılıyor? İnsanlar mukaddes kitapların öğrettiklerini gizliyorlar.

Kur’an’ı okuyan Yahudi ve Hıristiyan din adamları Kur’an’ın ilâhi kitap olduğunu biliyorlar ama gizliyorlar. Lâikler de yapılan uygulamaların lâiklik olmadığını domuz gibi biliyorlar ama gizliyorlar. Onun için tanım ve tariflere yanaşmıyorlar. “Bunlardan daha zalim kim olabilir de” diyor Allah.

وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ (VaMAv elLAHu BiĞAvFiLin)  “Allah gafil değildir.”

Buradaki “Allah”tan kâinatı var eden ehad ve samed olan Allah anlaşılır. O’nun bütün bunlardan haberi var, bilmektedir diyor. Bu anlamda elbette doğrudur. Ama O’nun halifesi olan topluluğun da bunlardan haberi vardır. Böyle ketmedenlere karşı koymaz ama zamanla çözer.

Türkiye 1900’dan beri hep dinsizleştirilmek istenmektedir. Her gün İslâmiyet aleyhine kararlar alınmış, beyanlarda bulunulmuş ve sonunda olanlar hep İslâmiyet’in yararına olmuştur.

a)      1900’larda Allah’ın varlığı tartışılmaya başlanmıştır. Buna cevap vermek için Müslümanlar bin seneden beri kapattıkları içtihat kapısını açtılar. Zulüm rahmet olmuştur.

b)      1910’larda Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ama o sayede Kuvva-yı Milliye doğmuş, böylece bin yıl yaşayacak cumhuriyet kurulmuştur.

c)       1920’de lâiklik bahanesiyle dinsizlik getirilmek istenmiş ama tam tersine Türkiye halkı yüzde doksan beş İslâmlaştırılmıştır. Oysa biz bunu bin yıl içinde yapmadık. Şeriat izin vermedi. Lâikleşen Jön Türk nesli bunu başardı. Bu gelişme bize Allah’ın en büyük rahmeti oldu.

d)      1930’larda inanmış bürokratlar devlet yönetiminden uzaklaştırıldı. Ama bu devrede batılılaşmaya son verilerek muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefi kondu. Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir dendi. Yani Allah’ın talim ettikleridir demektir.

e)       1940’larda demokrasiye geçilerek zorla dinsizleştirmeye son verildi.

f)       1950’lerde Türk milleti İslâmiyet’i seçmiş, dinsizleştirmeye kesin red cevabı vermiştir. Mazlum başbakan “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır.” dedi.

g)       1960’larda inanmışlar artık aktif hâle geldiler. Akevler o zaman kuruldu, Akyazılı Vakfı o zaman kuruldu, bağımsızlık hareketi o tarihlerde başladı.

h)      1970’lerde inanmışlar iktidara ortak oldular.

i)        1980’lerde Evlen İslâmiyet’i devletin resmi dini yaptı.

j)        1990’larda inanmışlar iktidar oldular.

k)      2000’lerde anayasa ekseriyetini elde ettiler.

Hadiselerin tamamı ilâhi takdirin çizdiği istikamette “Adil Düzen”e doğru gitmektedir.

2010’da “Adil Düzen” iktidardadır. Haydi, siz de dört-beş yıl hazırlanın bakalım...

عَمَّا تَعْمَلُونَ(140)  (GanMAv TaGMaLUvNa)  “Amel ettiklerinizden gafil değildir.”

Şehadeti ketmetmeyi amelden saymıştır. Allah’a karşı şehadet ketmedilemeyeceğine göre, topluluğa karşı şehadeti ketmetme Allah’a karşı şehadeti ketmetmedir.

Tarih zalimlerin bu zulümlerini ve şehadetleri bile bile ketmetmelerini lânetle anacaktır.

Âhirette verecekleri hesaptan bahsetmiyoruz. Çünkü âhirete inanmayanlar için o önemli değildir.

Bizim için ise dünyada çekilen azap önemli değildir. Çünkü nasılsa çekip gideceğiz. Asıl korkulacak azap âhiret azabıdır. Biz dine ait yorumları değil de düzene ait yorumları, yani, takvayı değil dini anlattığımız için onların üzerinde fazla durmuyoruz.

***

تِلْكَ أُمَّةٌ  (TıLKa EumMaTun)  “Onlar bir ümmetti.”

Yani, İbrahim ve oğulları bir ümmetti. Milletin içinde bir parça idi. Siz ise ayrı ümmetsiniz.

Ümmet” demek, imamları olan ve hâlen faaliyette olan topluluklardır. Millet bir kuruluştur. Ümmet ise bir cemaattir; yaşayan ve bir imam çevresinde toplanmış cemaattir. Bucaklar birer ümmettir. Merkez bucaklar da birer ümmettir. Kabile ve kavimler, hattâ insanlık ise birer kuruluştur, kavimdir.

Kur’an’da bazı kelimeler müşterektir. Mesela, “hüve” erkeğe, “hiye” kadına zamirdir ama kadın-erkek birlikte kastedilirse genel “hüve” kullanılır. “Mâ” şuursuzları, “Men” şuurluları vasl eder. Ortak mevsul ise “Mâ”dır. Bundan dolayı Allah için “Ve Men Benâhâ” denmiyor da “Ve Mâ Benâhâ” deniyor.

Kabile kelimesi de böyledir. Özel olarak kabileden sonra insanlık ile kabile arasındaki topluluktur. Ama eğer kabile, şa’b, kavmlerden herhangi birini de içerecekse yine “kavm” kelimesi kullanılır. Karye de böyledir. Belde karye mânâsında olmaz ama beldeye karye de denir.  

قَدْ خَلَتْ (QaD PaLaT)  “Halet ettiler.”

Onlar bir ümmet idi. Gelip geçtiler, yerlerini boşalttılar. Yani, millet devam ediyor ama ümmet olarak İbrahim ümmeti şimdi yoktur. Temel bir kural vardır. Teklif edenle kabul eden eşit haklara sahiptirler. İster iyi olsunlar ister kötü olsunlar, size teklif ettikleri zaman kabul ettikten sonra eşit hâle gelirsiniz. Teklif edenin bir üstünlüğü yoktur. Sevabı da günahı da onlara aittir.

لَهَا مَا كَسَبَتْ (LaHAv MAv KaSABaT)  “Kesbettikleri kendilerine aittir.”

İyilik olsun, kötülük olsun kesbettikleri kendilerine aittir. Babalarımız böyle yaptı, biz de öyle yaparız demek yoktur. Her nesil kendi içtihat ve icmalarından sorumludur.

Mezhep imamları bir ümmetti, geldiler ve geçtiler. Onların yaptıkları onlara aittir. Kendi zamanlarında ve kendi devirlerinde onlar içtihat yaptılar ve uyguladılar. Onlarınki onlarındır. Kıyasla bunu sünnet uygulamalarına da getirebiliriz. Sünnet, Hazreti Peygamber’in kendi arkadaşları zamanındaki uygulamasıdır. Bizi ilzam etmez. Biz sünnetten Kur’an’ı anlamak için yararlanırız. Yoksa sünnetten dolayı sorumlu değiliz. Fıkıhçıların içtihatlarından nakil ve ilim yönünden yararlanırız, yoksa onların içtihatları onlara aittir.

وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ (VaLaKuM MaKaSaBTuM)  “Size sizin kesbettiklerinizdir.”

Adil Düzen Çalışanları ile klasik Müslümanları burası ayırmaktadır. Bizim için dört delil vardır.

a)      Kitap Kur’an’dır. Diğer kitaplardan onu anlamak için yararlanırız.

b)      Sünnet ilk uygulama olduğundan dolayı Kur’an’ı anlamak için o örnekten yararlanırız. Ancak kendi zamanına ait olup Kur’an’ı anlamamızda yararlı olmayan sünnetler bizi ilgilendirmez. Klasik Müslümanlar onları da delil kabul ediyor. Biz ise; onlar kendileri için delildir, bize delil değildir. Çünkü onlar da bir ümmet idi, geldiler ve geçtiler.

c)       İcma devrin müçtehitlerinin ittifakıdır. Kur’an’ı yorumlama hususunda yaptıkları icmaya biz uyarız. Çünkü onların dili ile nâzil olmuştur. Ama Kur’an’a dayanmayan icmalar bizim için delil teşkil etse de uymak zorunda değiliz. Bu kural usulcüler için de geçerlidir.

d)      Kıyas delildir. Zanni ise de kullanılması çok fazladır. Biz bin sene önceki içtihatlara değil, kendi içtihatlarımıza dayanarak amel ederiz. Onların amellerinden biz mesul değiliz. Onların içtihatlarından yararlanırız ama onlara uymak zorunda değiliz.

وَلَا تُسْأَلُونَ (VaLAv TuSEaLUvNa)  “Siz sorumlu değilsiniz.”

Bir binanın parselasyonunu başkası yapar, imarını başkası verir, projesini başkası yapar, temeli başkası atar. Bir gün değişik kimselerin faaliyeti biter, sonra siz onu satın alırsınız, o yapı artık sizindir.

“Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” Yani, onlar gelip de sizden herhangi bir hak isteyemezler. Burasının projesini biz çizdik, hakkımız var diyemezler.

İşte, İbrahim ümmetinin, Muhammed ümmetinin, müçtehitler ümmetinin çalışmaları kendilerine aittir. Biz şimdi onarın halefi olarak vârisiz. Onların emeklerinden dolayı bizim onlara bir borcumuz yoktur. Biz Allah’a borçluyuz. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın nasıl Cebrail’e bir minnet borcu yoksa, bizim de Hazreti Muhammed aleyhisselâma ve ondan sonra gelenlere bir minnet borcumuz yoktur. Biz Allah’a borçluyuz ve borcumuzu gelecek nesle vererek ödeyeceğiz.

عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ(141) (GanMAv KAvNUv YaGMALUvNa)  

“Amel ettiklerinden siz sorulmayacaksınız.”

Yani; siz onlara değil, dört delile uyacaksınız. Merkez Kur’an olacaktır.

Anayasada kabul ettiğimiz bu kurallar Kur’an’ın başka âyetlerine kıyasla yapılmıştır. Müçtehitler de buna benzer görüşe sahiptirler. Ama Kur’an’daki bu âyetin bu kadar sarih şekilde buna delâlet ettiğini şimdi öğrenmiş oluyoruz.

Bu âyet bir sahife önce de geçmişti. Orada da mânâlar verdik, onlar da doğru idi. Şimdi burada başka yeni mânâlar verdik, bunlar da doğrudur.

İşte Kur’an budur.

Değil başkalarının yorumu ile amel etmek; her amel ettiğinizde âyeti yeniden yorumlayacak  size o anda gelen mânâyı uygulayacaksınız. Geçmişteki mânâ o zaman için doğru idi. Şimdiki mânâ da şimdi için doğrudur. Gelecekteki mânâ da o zaman için doğrudur. Kur’an’ın her an yeniden vahyolması bunu ifade eder.   ADİL DÜZEN380

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 42. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنْ النَّاسِ مَا وَلَّاهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمْ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا

قُلْ لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ(142)

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلَّا عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ(143)

سَيَقُولُ (Sa YaQUvLu)  “Yakında sefihler kavledeceklerdir.”

“DEDİLER” değil de “DİYECEKLER, YAKINDA DİYECEKLER”.

Eğer Kur’an’ın ilk indiği yıllara, Medine’ye gidersek, Kur’an’ı o tarihin içinde okuduğumuz zaman, mü’minler Mekke’den Medine’ye gelince, daha önce namazlarını Kudüs’e yönelik kılarken, kıblelerini Medine’de değiştirdiler, Mekke’ye yöneldiler. “Allah’tan geldiği iddia edilen Kur’an kendi koyduğu hükmü kendisi daha on sene içinde değiştirmiştir.” Evet, bu konuyu anlamlandıramayacak ve böyle diyecek sefihler vardır; hem de marifeli/belirli sefihler. Bütün sefihler değildir. Tarihlerde bunu diyen sefihlere rastlamıyoruz. Bize kadar gelmemiş olabilir. Gelmediğine göre bizim onu öğrenmemiz de mânâsız olur.

Burada kıble değişmesinden bahsedilmektedir. Bundan sonra kıble değişmeyeceğine göre bu âyet bize değil de, Medinelilere anlatmaktadır. Zahirisi budur. Kur’an’da nasıl Hazreti Musa Peygamberin kıssası varsa, Hazreti Muhammed’in de kıssaları vardır. Şimdi onlardan birini okuyoruz. Müslümanlar Medine’ye göç ettikten sonra bir-iki sene Kudüs’e doğru namaz kılmışlardır.

Arapçada “diyecekler” ile “diyenler” sigası aynıdır. Burada vereceğimiz mânâ “diyebilirler”; hattâ bundan sonra da diyebilirler. Baştan cevapları verilince tedbir alınmış olmaktadır; artık diyememişlerdir.

Böylece biz burada çok önemli bir ders almış bulunuyoruz.

Bir değişikliği yapacağımız zaman muhtemel temel itirazlar baştan düşünülür ve onun cevapları hazırlanır. Muhtemel itirazları baştan kendi kendimize yapıp cevaplandırmamız gerekmektedir.

Kıble değişmesi olduğu zaman henüz Yahudilerle bir sorun yoktu. Hazreti Muhammed aleyhisselâm Medine’ye geldiğinde hem Araplar, hem de Yahudiler sevinmişlerdir. Araplar Yahudiliğin üstün bir din olduğunu bilmekteydiler, ama Yahudileri aşağı kavim veya yabancı olarak gördüklerinden kabul etmek istemiyorlardı. Oysa Hazreti Muhammed Arap idi ve kendilerindendi; Kur’an da Arapça idi. Böylece hem hak dine kavuşmuş, hem de Yahudilere küçük düşmemişlerdi.

Yahudiler de memnun idiler. Çünkü öyle veya böyle, Araplar arasından kendi dinlerini tasdik eden biri çıkmış ve üstünlüklerini kabul etmişlerdi. İşte bundan dolayıdır ki, Medine Sözleşmesi’ne Medine’de olan bütün kabileler büyük direnme göstermeden uymuşlardır.

Adil Düzen Çalışanları, bu nedenle hiçbir topluluğu karşısına almamalı, herkesin doğru yaptıklarına doğru, herkesin yanlış yaptıklarına yanlış demelidir. Başlangıçta her iki taraf cephe alır ve iterler. Ama zaman geçince ve zora girince iki taraf da kabul etmek zorunda kalır. Sonra ona da cephe alırlar. Saadet Partisi’ni yok etmek için şimdilik AK Parti’ye razılar. Saadet Parti’si yok edilirse, ondan sonra sıra AK Parti’ye gelecektir.

السُّفَهَاءُ مِنْ النَّاسِ (elSuFaHAEu MıNa elNASi)  

“Nâstan sefih olanlar.”

Arapçada tamlama “Min” ve “Li” ile yapılmaktadır. Eğer teb’iz varsa, bir kısmını gösteriyorsa “Min” kullanılır. “Nâstan sefih olanlar” diye tercih edebiliriz. Eğer ait olduğunu gösteriyorsa, o zaman “Li” kullanılır. Birbirinin cüz’ü değildirler. Genel olarak “Min” ve “Li” bir taraf nekire, diğer taraf marife ise kullanılır. Aksi takdirde Lam veya Min kalkar, doğrudan izafe yapılır. Birincisi lamsız gelir. İkinci tarif lamı ile veya nekire olarak gelir. Her ikisi marife veya nekire olabilir. Burada her ikisi marife olduğuna göre “Min” gelmemesi gerekir. Ancak teb’izi yani bir kısmının bunu söyleyeceğini ifade etmek için “Min” gelmiştir.

SUFEHA’” çoğul olarak gelmiştir. Çoğulun istiğrakı tekilden daha azdır. Burada vereceğimiz mânâ şudur. Bazı insanlardan belirli sefihler ortaya çıkabilirler anlamı çıkar.

Sefih” savurgan demektir. Sefih, kesildiği zaman akan kandır. Bir kimse ilerisini düşünmez de o günkü ihtiyaçları için tüm mallarını harcarsa, buna “sefih” denir. İlerisini-gerisini düşünmeyen demektir.

İşte, kıbleyi değiştirmenin anlamını bilmeyenler böyle diyebilirler. Allah buna cevap vermektedir.

Bizim de yaptığımız önerilerimize yapılacak itirazlara karşı baştan cevap vermemiz gerekir. Bunun anlamı şudur. “Gelişigüzel iş yapmıyoruz, bilerek ve bilinçli bir şekilde bu kararı almış bulunuyoruz” dememiz gerekir. Türkiye’de Osmanlılardan beri yapılan inkılâplar halka dayatılmış, gerekçeleri izah edilmemiştir. Dolayısıyla halk bunların sadece moda olsun diye yapıldığını sanmış ve ciddiye almamıştır.

Herhangi bir yenilik yaptığımız zaman önce onun gerekçelerini açıklamamız gerekir.

Burada daha kıble değiştirme sözkonusu edilmeden değişeceğini haber vererek böyle diyecekler demektedir. Kıbleyi değiştirdik veya değiştireceğiz demeden, böyle diyecekler demektedir. Bir kanun çıkarılmadan önce o kanunun  gerekçeleri halka anlatılmalı, ondan sonra kanun çıkarılmalıdır.

مَا وَلَّاهُمْ (Ma ValLAyHuM)  

“Onlar neden tevelli ettiler?”

Tevliye etmek” demek, geri dönmek demek, vazgeçmek demek, bırakmak demektir.

Neden vazgeçtiler?” demektir.

İnkılâp, kendisine önerilen yeni kalıbı kabul etmektir. Eskiden Kudüs’e doğru yönelmiş iken, sonra Mekke’ye yönelinmesi bir inkılâptır. Istıshab esastır. Bir şey durup dururken sebepsiz değiştirilemez. Bir cisim hangi hızla hareket ediyorsa onun üzerine devam eder. Bir kuvvetin etkisi onu değiştirir. Sebepsiz olay olmaz.

Toplulukta da bir kural yürürlükte iken onu değiştirmede yeterli gerekçe olmalıdır. Bu gerekçe o kadar güzel anlatılmalıdır ki, sefihler bile anlamalıdır. Bu kadar açık ve kesin hâle getirilince inkılâp yapılmalıdır.

Kur’an bu inkılâba tek Tanrı inancı ile başladı. Onüç sene gibi uzun bir zamanda iki kelime üzerinde durdu; Tanrı tekdir ve Kur’an O’nun kitabıdır. Medine’ye gelindiğinde sorunlar zaten çözülmüştü. Yahudilerin yaptıklarına benzer şeyleri yapma. Medineliler bunları zaten iyi bilmekteydiler. Halbuki kıblede yenilik yapılmaktadır. Böylece bir inkılâp sözkonusudur. Bunun gerekçeleri açıklanmalıdır.

Esasen bunun gerekçelerine İbrahim kıssası ile başlanmış bulunmaktadır. Mescidi Aksa, İbranilerin mescidi ve kıblesidir. Seçilmiş olan o kavim uygarlığını onun çevresinde kurmuştur. Oysa Kâbe İbrahim’in mescididir, bütün insanlığın ortak malıdır. Artık kavmî yönetim sona ermiş, yerine beşerî yönetim başlamıştır.

İsrail oğullarının kıblesi ellerinden alınabilirdi. Ama o zaman gasp olur, onların şeriatına son verilmiş olurdu. Oysa, İsrail oğulları kıyamete kadar devam edecek, onların şeriatları kendileri için var olacaktır. Ama Mekke Hazreti İbrahim’in mescidi olarak, onlar da dahil, tüm insanların olacaktır.

عَنْ قِبْلَتِهِمْ (GaN QıBLaTiHiM)  

“Kıblelerinden onları tevliye eden nedir?”

Bu söz Yahudilerin olamaz, çünkü o zaman “An Kıbletinâ” denmesi gerekirdi. Mü’minlerin dedikleri de olamaz. Bu söz müşriklerin olabilir. Ama bundan önce “nâsın süfehası” denmiş, böylece sözü genişletmiştir.

O halde bu soruyu tüm insanlar sorabilir. Sormamış olsa bile sorabilir.

Bugün yeryüzünde iki uygarlık çatışır hâle gelmiştir; Yahudilik ve İslâm. Hıristiyanlık ise ayrı bir uygarlık değildir. Çünkü kendilerinin ayrı şeriat kitapları yoktur. Bugün gerek nüfusları, gerekse sanayileri ile dünyanın en güçlü topluluğudur. Bunlar birini seçmek zorundadırlar; ya Tevrat, ya da Kur’an. Hattâ bugün bu sözleri söyleyebilecek ne Hıristiyan, ne Müslüman, ne de Yahudiler olabilir. Bunların dışında Hindular, Budistler ve ateistler olabilir. Çünkü Kudüs onların kıblesi olmamıştır. “Kıbleleri” kelimesi ile bunu anlıyoruz.

Bu ifade ile devreye doğu dinlerinin de gireceği sözkonusudur. Onlar batı dinlerini aynı kefeye koyacaklar, sadece kıble ihtilafı üzerinde duracaklardır demektir. Bizim Kudüs’ten ayrılmamız sayesindedir ki, onlar da İbrahimî dinin kıblesi olarak Mekke şehrini makul göreceklerdir. Adil Düzen Çalışanlarının en önemli görevleri, Budistlerin ve Brahmanistlerin de İbrahim milletinden olduğunu anlatmamız olacaktır. III. bin yıl uygarlığı ve daha ileri uygarlıklarda bu dinlerle daha fazla içli-dışlı olacağız demektir.  

الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا (elLaTIy KAvNUv GALAYHAv)  

“Üzerinde oldukları kıbleden onları tevliye eden nedir?”

Kur’an ilk inmeye başladığı zaman; size bir resul gönderiyoruz, Firavun’a bir resul irsal ettiğimiz gibi size de bir resul irsal ediyoruz denmektedir. Tüm insanlık Firavun’un yerine konmuştur, yahut Araplar Firavun’un yerine konmuştur; İsrail oğullarının yerine değil.

Hazreti Resul kendisini Hazreti Musa’nın yerine koyuyor ve onun şeriatına uyuyordu. Annesi Medineli idi. Medine’de dayıları vardı. Oraya gidip onları görüyordu. Kıble gibi çok açık olan amellerden haberdardı. O da namazlarını onlar gibi kılıyordu. Kur’an buna müdahale etmiştir. Böylece kıblenin Kudüs olması takrirle kabul edilmiştir. İşte bunun için ‘üzerinde bulundukları kıblelerini değiştirdiler’ deniyor.

Kur’an’ın metodu şudur. Hükümleri örnekler üzerinde anlatır. İlletle biz onu genelleştiririz.

İnkılâpla ilgili hükümleri de kıble üzerinden anlatmaktadır. Istıshâb dedikleri olanı olduğu gibi sürdürme yerine, gerekli sebep ortaya çıkınca değişiklik yapılır. Zaten yeni peygamberler ve yeni kitaplar bunun üzerine geliyorlardı. Değiştirmede gerekli sebepler olabilir. Kıblede gerekçe, kıblenin beşerileştirilmesidir. Yani; İsrail oğullarının kıblesi yerine, tüm insanlığın ortak kıblesine gitmedir.

Burada inkılâbın başka bir sebebi de ortaya konabilir. O da şudur; topluluktaki eskilerden yenileri ayırmaktır. Kıble aynı kaldığı takdirde kimin Yahudi, kimin Hıristiyan, kimin Müslüman ve mü’min olacağı bilinmeyecektir. Hepimiz İbrahim milletindeniz ama düzenlerimiz farklıdır.

Milletimiz yani bugünkü dil ile dinimiz birdir. Aynı Tanrı’ya inanıyoruz, aynı cennete gideceğiz, ama düzenlerimiz farklıdır. Bu dünyadaki işlerimizi farklı şekilde yürüteceğiz. Özel hukuku düzenleyen hükümler dinler tarafından konacaktır. Her dine mensup olanlar, hattâ dinlerinde farklı mezhepte olanlar, farklı özel hukuka yani şeriata sahip olacaklardır. Bu farklılığın olması için kıblelerin tefriki, yani toplanma merkezlerinin tefriki gerekir. Ne var ki bütün insanlığın ortak toplantı yeri de olacaktır, o da Mekke’dir.

قُلْ (QuL)  “Kavlet, söyle.”

Burada “Kul Lehum” denmemiştir Herkese söyle, onlar sormadan söyle.

Böylece kıble konusunu herkes açık olarak bilsin.

İnkılâp yapanların genel gerekçeleri açıklamaları gerekmektedir. Değişikliğin yapılması için önce misli olması gerekir. Yani, yenilik ahsene (daha güzele) gitme şeklinde olmalıdır. Hiç olmazsa misli olması gerekir.

Bazen mislinde değişiklik yapılabilir. Mesela, giyilen kıyafetlerde değişiklik yapılır. Kimlerin yeni topluluklara katıldığını bilmemiz için yenilerin yeni elbise giymeleri gerekir.

Bir gün Adil Düzenciler bir rozet çıkaracaklardır. Bu büyükçe olacak, göğüslerine takarak Adil Düzenci olduklarını ilân edeceklerdir. Ama inkılâp daha ilerisini yapmak için yapılacaktır. Burada izah edilen denkliktir.

لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِب (LilLAHı el MaŞRıQu Va eLMAĞRiBu)

““Maşrık da magrib da Allah’ındır” de.”

Yani, Kudüs de, Mekke de, başka yerler de O’nundur. Kudüs nasıl kıble olabiliyorsa, Mekke de olabilir. Sadece Yahudiler ile mü’minlerin ayrılması için farklı kıble seçilecektir.

Maşrık ve magrib doğu ve batıdır. Bunlar birer tanedir. Bir doğu vardır, bir batı vardır.

Tesniye ve cemler de gelmektedir. O zaman bunların mânâsı doğu ve batı değil de, doğuşlar ve batışlardır. Maşrık ve magrib, doğuş ve batış yeri veya doğuş ve batış zamanı demektir. Zaman olarak alırsak çoğul yapılabilir. Mekan olarak alırsak, uzak veya yakın şarklar kastedilebilir. Ama tesniyede iki maşrık kastedilemez. Böyle bir maşrık yoktur. Ancak magrib ve maşrık eşlerinden tesniye ile bahsedilebilir. Valideyn ve ebeveyn böyledir.

Bundan önce “Maşrık ve magrib Allah’ındır, ne yöne dönerseniz orada O’nun vechi vardır.” denmişti. Böylece orada daha kıble sözkonusu olmadan kıble ile ilgili ön hazırlıkları yapmıştır.

Önce başka zamanda başka konuda ilke tarif edilir, sonra o ilke kullanılır. Bu etkili olur.

Örnek olarak İzmir TV’de önce uygarlığı tanımladık. Bu tanım bize ait değil, ama doğru olan Batılıların tanımıdır. Uygarlık, birbirine benzeyen ama aralarında ilişki yani işbölümü bulunmayan topluluktan, birbirine benzemeyen ama aralarında dayanışma yani işbölümü bulunan topluluğa doğru gitmedir. Bir hafta sonra konu evliliğe gelince dedik ki; Kur’an uygarlaşmış aile istemektedir, yani aynı işi gören ortaklar yerine farklı işler gören bir ortaklıktır. Kadın çocuk doğurur ve büyütür, erkek ailenin geçimini temin eder ve korur. Tabii bu işbölümü sonucu kadının görevi farklı olunca yetkileri de farklı olur, sorumlulukları da farklı olur, hakları da farklı olur. Yani, işbölümünü başka yerde anlattık, ailede ise başka zamanda anlattık.

Kur’an burada bize bu metodu öğretmektedir. Önce “Ne tarafa yönelirseniz yönelin orada O’nun vechini bulursunuz.” dedi. Burada da “Nereyi kıble yaparsanız yapın doğru olur.” dedi.

Kıblenin farklı tarafta olması başka şeydir, kıbleli olma farklı şeydir. Dinlerin belli kıbleleri olacaktır. Ama bunun burası veya şurası olması önemli olmayabilir.

يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ (YaHDi MaN YaŞAvEu)  “Meşiet edene hidayet eder.”

Burada “Men Yeşâu”nun faili olabilir. Yani, isteyene hidayet eder. Hidayeti isteyene hidayet eder anlamı da çıkar. “Yeşâu Lehu” şeklinde de mânâlandırılabilir.

Maşrık ve magrib Allah’ındır. Allah isteyeni müstakim sırata yani doğru yola götürür. İnsan eğer hidayeti isterse, o nerede olursa olsun, ne tarafa yönelirse yönelsin, hangi dinde veya mezhepte olursa olsun, ona hidayet eder. Onun için onun gittiği yer doğrudur. Hedef cennettir. Cennete değişik yollardan gidilebilir.

Kur’an iki şeye çok önem verir. Adeta baştan sonuna kadar hep aynı konuyu işler. Bunlardan biri tek Tanrı inancıdır. Tüm insanlığın aynı hedefe yönelmelerini, istikametlerini farklılaştırmamalarını ister. Şirk, yolu değiştirmedir, dolambaçlı yollardan gitmedir. Allah insanları bundan şiddetli bir şekilde sakındırmaktadır.

Diğeri ise, insanlar farklı yerdedirler. Aynı hedefe giden yollar faklıdır. İzmir’de oturan için Ankara’ya giderken mustakim yol Afyon’dan geçer, İstanbul’da oturan için Ankara’ya giderken müstakim yol Bolu’dan geçer. Ama gidilen yer aynıdır. İzmir’deki Bolu’dan giderse yolunu değiştirmiş olur. İstanbul’daki de Afyon’dan giderse yolunu uzatmış olur. Herkes bulunduğu yerden hedefe doğru yoldan hareket etmelidir.

Bir devletin içinde herkes devletinin güçlü olması ve halkının mesut olması için çalışır. Ama ayrı ayrı partiler, ekoller, tarikatlar ve okullar kurarlar; hepsi devletin güçlü olması ve halkın saadeti için çalışırlar.

إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ(142)  (EiLAv ÖıRAOın MuSTAQIyMın) “Müstakim sırata hidayet eder.”

İki nokta arasındaki en kısa yol doğrudur. Yönlenmiş giderken istikametini değiştirmeyen yoldur.

MÜSTAKİM” yani doğru tanımı matematikçileri çokça meşgul etmiştir. Kur’an’a göre doğru yol en kısa yol değildir. Yani böyle tanımlanmıyor. İstikametin değişmediği çizgidir. Matematikte üç nokta arasında oluşan çizgilerin açıları sıfırsa, o üç nokta bir doğru üzerindedir.

SIRAT” tek yoldur. Aynı çizgidir. Eğer iki noktadan birileri farklı ise, o zaman sıratı müstakim de farklıdır. Herkes kendi bulunduğu yerden istikamet alacaktır.

Demek ki, ülkesiyle ve ulusuyla bölünmez bütün olan Türkiye devleti, çoklu sosyal gruplarla, yerinden yönetimle bozulmaz. Aksine, herkes bulunduğu yerden en kısa şekilde yoluna koyulmuş olur.

Allah dünyayı değişik dinlerle tek millete götürmektedir. Ülke içinde de bir ulus değişik sosyal gruplarla tek bir ulusa götürülmektedir. Ulusların çokluğu insanlığı parçalamamaktadır. Tam tersine, her ulusa bulundukları yerden insanlığa nasıl gideceklerini öğretmektedir.

***

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا (Va KaÜALiKe  CaGaLNAvKUM EumMaTan VaSAOan)  

“Böylece sizi vasat bir ümmet yaptık.”

VASAT” orta yer demektir. İki kişi arasındaki orta yere “vasat” denir. Topluluk içinde orta yerde bulunmanın farklı durumu vardır. Köşe başı sokakların orasıdır. Herkes dükkanının köşe başında olmasını ister.

Bir köyde kimin evi merkezi yerde ise o köyün ağası o olur. Çünkü ilk gelenler onlarla karşılaşır, insanlar orada buluşur, haberleri oraya bırakırlar. Ortada bulunmanın külfeti vardır. Hizmet etmek gerekir. Ama buna karşılık nimetleri de vardır. Onları herkes sayar ve ağırlar. Merkezde olanlar misafirperver olurlar. Böylece herkes oraya gelip konaklar, sonunda orası kent olur.

“Han” kelimesi “kon” kelimesinden gelmektedir. “Hunlar” böylece “hanlar” olmuşlardır.

Bir deneme yapılmış, yan yana oturanlara bir soru sorulmuş. Sadece yanındaki ile konuşmaya müsade edilmiş diyelim, kişi soruyu çözmede yanındakilerle görüşebilmektedir. Görülmüş ki, soruyu en erken çözen ortada bulunan kişidir.

Tarihte devletler dayanışma ilkesiyle oluşmaya başlamıştır. Yani dayanışma savunma amacıyladır. Saldırma sonra devletlerin huyu olmuştur. İlâhi dinlerin düzenleri de savaşla değil, barışla kurulurlar.

Hazreti Musa kavmini Mısır’dan alarak çöllerde düzeni kurmuştur. Hazreti Muhammed de Medine’ye göç ederek orada düzeni kurmuştur. Savaşları savunma savaşlarıdır. Hep Medine civarında olmuştur. Mekke’nin fethi de savunma amacıyladır. Zaten Mekke savaşla fethedilmemiştir. Fetihten sonra Mekkelilerden hiçbir şey alınmamıştır. Hattâ muhacirlerin evlerine sahip çıkmalarına dahi Hazreti Peygamber izin vermemiştir. Daha da ilginci, Mekke’ye Mekke’nin eski başkanının oğlunu yönetici bırakmış ve oradan ayrılmıştır. Bir tek Medineli kişi bile gözlemci olarak bırakılmamıştır.

İşte vasat ümmet olmak demek, insanların sizlere güvenmeleri ve sizleri sevmeleri ile elde edilen yerdir.

Bu sebepledir ki, çekişmeli bir parti sistemi ile iktidar olanların iktidarı “Adil Düzen iktidarı” değildir.

Adil Düzen iktidarlarında taraflar uzlaşacaklar ve millî mutabakat hükümetlerini kurmuş olacaklardır.

Vasat ümmet ve vasat topluluk olmanın sırları bellidir.

Bir topluluk nasıl vasat topluluk olur?

a)       Mü’minler söyleyeceklerini söyler, ama söylediklerini kabul ettirmek için zor kullanmazlar.

b)       Mü’minler iyi işler yaparlar, kötü işlerden sakınırlar. Ama başka insanların iyilik veya kötülük yapmalarına karışmazlar. Mağdur olurlarsa hakemlere giderler.

c)       Mü’minler kendileri haklı olsalar da, fikirlerini ve görüşlerini açıklarken kendilerine tanıdıkları hakları başkalarına tanırlar. Onun içindir ki fikrî suç yoktur. Madem ki biz Allah’ı savunuyoruz, onların da putlarını savunma hakları vardır. Müşriklerin Mekke’den kovulması isyanlarından dolayıdır, yoksa akidelerinin şirk olmasından dolayı değildir. Zaten şirk fiildir, küfür fikirdir. Yani, mü’minler kendilerini diğer insanlardan üstün görmezler.

d)       En önemlisi, mü’minler insanlığa karşılıksız hizmet ederler. Onlar ücretlerini onlardan değil, Allah’tan beklerler. Ücretlerini bu dünyadan çok, âhirette almak isterler. Bu çok önemlidir. Siz başkalarına iyilik ediyorsunuz, ama onlardan hiçbir şey beklemiyorsunuz. Kötüleri ve iyileri ayırt etmeksizin iyilik için çalışıyorsunuz.

Vasat ümmet böyle olunur.

Vasat ümmette olan insanların davranış biçimleri nasıldır?

a)      Bütün söylenenlere kulak verirler. Herkesi dinlerler. Başkalarının dert ortağı olurlar. Görüşlerini değerlendirirler. Susturarak yokluğa mahkum etmezler. Fikirlerini samimi olarak her yerde açıklar ve her söze değer verirler. Söyleyeni değil, söyleneni değerlendirirler.

b)      Yine mü’minler başkalarının yaptığı iyi işlere katılırlar. Onlarla yardımlaşırlar. Yapanı değil, yapılanı değerlendirirler. İyi yapıyorlarsa yardımlaşır, kötü yapıyorlarsa karşı çıkarlar. Eğer zarar görüyorlarsa, hakemlere başvurup haklarını yargıdan alırlar. Kimsenin yaptıklarına mâni olmazlar. Yasakçı değildirler.

c)       Kendilerine bir konuda danıştıkları zaman adaletle hükmederler, yani taraf tutmazlar. Başkalarının etkisinde kalmazlar. Böylece herkes sıkışınca onları hakem yapmak zorunda kalır. Hattâ aralarındaki nizaları bile sizinle çözerler.

d)      En önemlisi, vasat olmanın olmazsa olmaz şartı, onlar sizi sevmeseler de siz onları seversiniz.

İşte bunlar sizi vasat ümmet yapar.  

لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ (Li TaKUvNUv ŞuHaDAEa GaLay elNASı)  

“Nâs üzerine şüheda olasınız diye sizi vasat ümmet yaptı.”

İnsanlar üzerinde şahit olarak sizleri vasat ümmet yaptı.

Hakemler vardır, şahitler vardır. İkisi ayrı meslektir. Hakemler sabit olan olaylar hakkında şer’î hükümler verirler. Şahitler ise soruşturma yaparlar. Cereyan eden olayları tesbit ederler. Topluluk için bu çok önemlidir. Şahitler topluluğun gözü ve kulağıdırlar.

Topluluk da canlıdır. Onun da görmesi ve işitmesi gerekir; doğru görüp doğru işitmesi gerekir.

İşte, şahitler gördüklerini ve işittiklerini halka doğru olarak aktarırlar. Halk da kendi işlerini ona göre ayarlar. Bunların şehadetlerinden hakemler de yararlanırlar.

Bugün haber ajansları vardır. Bilgiyi onlar toplarlar. Sonra basın ve yayın bunları halka ulaştırır. Genel hizmette dinler ile partiler arasında yer alan soruşturmacılardır. Bunlar tanıklardır. Bunlar şahitlerdir.

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda yer almayan bir hüküm bu âyette ortaya çıkmaktadır.

Haber ajanslarının sahipleri bunlardır. Halktan haberleri bunlar toplarlar. Herkesin bir danışman soruşturmacısı vardır; haberleri ona verir, istediği haberleri de ondan alırlar. Böylece şahitlik müessesesi aynı zamanda haber toplama müessesesidir.

Hizmet ortaklığı dünyada cereyan eden tüm olayları teşkilat olarak takip etmekte ve gerektiğinde bunları birleştirerek soruşturmasını yürütmektedir. Demek ki, mü’minler yeryüzünde dağılacaklar ve olayların arasında gizli istihbarat-açık haberleşme sistemi ile herkes doğru habere ulaşabilecektir.

Bugünkü eski dünyada bütün ülkelerde Müslüman halklar yaşamaktadır. Kuzey Afrika’da zenciler de bulunmaktadır. Akyazılı Vakfı her yerde okullar açmıştır. III. bin yıl Adil Düzen medeniyetinin bedeni oluşmuştur. Sorun olarak “Adil Düzen” ruhunun üflenmesine kalmıştır. Bu ruh nasıl üflenecektir?

Yenibosna’daki MARKET faaliyete geçerse, AHŞAP EVLER firması çalışmaya başlarsa; daha doğrusu Yenibosna muhasebesi kurulursa bu ruh üflenmiş olacaktır. Marketler hemen İstanbul’a yayılacaktır.

Siyasi partiler “Adil Düzen”i kabul etmek zorunda kalacaklardır. Ondan sonra da dünyaya ulaşmak çok daha kolay olacaktır. Sabah artık yakındır. Sorun, parti kurup iktidar olmak değildir. Sorun, Genel Hizmetlerin yaygınlaştırılmasıdır. Bu Adil Düzen çalışanlarının aldıklarını-verdiklerini yazmaları, muhasebeleştirmeleridir.

Şahit, aynı zamanda gözleyendir. Yanlış hareket yaptığın zaman ‘sen bunu yanlış yaptın’ diyenlerdir.

وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا (Va YaKUvNa elRaSUvLu GaLaYKuM  ŞaHIyDan)  

“Resul de size şehid olacaktır.”

Bir insanın çevresi vardır. 10 (on) aileyi yani 30 ile 100 kişi arasındaki kimseleri çok yakından bilir. Onların özel hayatına vâkıf olur. 100 (yüz) ailenin özel hayatlarını bilmez ama, çalışanları çok iyi bilecektir. 1000 (bin) aileyi tanır ama bilemez; özel durumlarını bilemez. Asıl sosyal yapı bunlar arasında kurulmaktadır.

Aşirette herkes herkesi yakından bildiği için sosyal yapı oluşmaz. Çünkü kişilerin birbirinden sakladıkları bir şeyleri olamaz. İlçe bazında da insanlar birbirlerini tanımadıkları için sosyal bağlar oluşmaz. Oysa bucaklarda herkes herkesi tanır ama sırlarını bilmediği için kişiler kendilerini olduklarından farklı gösterirler. Bunun sonucu olarak kişilerden bağımsız tamamen farklı bir topluluk ortaya çıkar.

Başkan eğer kişilerle meşgul olursa, onları tanıyıp kavrama gücü yetmez. Dolayısıyla başkan şûra üyeleri ile ilgilenir. Böylece başkan nâsa/insanlara değil, mü’minlere gözcü olur. Bunun sonucu olarak başkanın kamu hizmetlerinde görev alması men edilmiştir. Bugün kamu görevlilerinin başka iş yapmaları yasaklanmıştır. Kur’an’a göre ise bu yasak sadece başkanlar için sözkonusudur. Başkan da her işi yapabilir. Ancak elde ettikleri kendisinin değil, kamu kolektif şirketinin olmuş olur.

وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا (Va MAv CaGaLNAv elQıbLaTa elLaTIy KuNTa GaLaYHAv)  

“Üzerinde olduğun kıbleyi ca’letmedik.”

Burada kastedilen kıble hangisidir? Yeni kıble mi, eski kıble mi?

Eski kıbledir. Çünkü yeni kıble henüz belirlenmiş değildir.

Medineliler Hazreti Muhammed’i dâvet etmişlerdir. Medineliler bu dâveti yaparken Medine’deki Yahudilerden aldıkları bilgilere dayanarak dâvet ettiler. Kur’an’ın Tevrat’a ne kadar benzediğini onlar herkesten daha kolay anladılar. Ancak, bunların samimi olup olmadıkları da denenecektir. Kendilerinden daha aşağı gördükleri Yahudilerin kıblesine uyarlarsa, o zaman bunlar gerçekten Allah’a inanmışlardır. Hoşlarına gitmeyen emredilen bir şeyi de yaparak samimiyetlerini ispat ettiler. Ondan sonra da yine Medinelilerin hoşlanmadığı bir şey daha yapılıyordu. Bu sefer de kendilerinin rakip kenti olan Mekke kıble, yani merkez yapılıyordu. Oysa, madem ki peygamber kendi aralarındadır, merkezin de Medine olması gerekirdi. Her bakımdan, eski kıble de, yeni kıble de Medinelileri pek memnun eden bir şey değildi.

İşte, kıble olarak Mekke’nin seçilmiş olması, Kur’an’ın Hazreti Muhammed tarafından münzel telif edildiği iddiasını yok etmektedir. Kur’an’a göre kıbleye yöneliş sebebi, Kâbe’nin Hazreti İbrahim tarafından nâs/insanlar için vazedilmiş bir beyt olmasından doğuyordu. Mekkeliler iyi olsalar da, kötü olsalar da, yer takdis edilmişti. İleride orası fethedilecekti.

إِلَّا لِنَعْلَمَ (EilLAv Li NaGLaMa)  “Sadece ilmetmemiz için ca’lettik.”

Allah zaten bilmiyor mu idi ki, beride insanları imtihan etmektedir?

Bunun iki cevabı vardır.

Biri, Allah insanlarla ilgilendiği zaman, sanki bilmiyormuş gibi ilgilenir. Çünkü bu bilgilerin hepsi meleklerin bilmesi içindir. Çünkü Allah mükâfatı da mücazatı da onlar aracılığıyla yapmaktadır.

İkinci ise; buradaki bizden maksat topluluktur. Yani, halkın ve insanların bilmesi içindir. Nitekim Araplar Medinelilerin samimiyetine inanmışlardır ki sonunda hepsi Medine’nin merkez olmasını kabullenmişlerdir. Eğer İslamiyet bir kentin diğer kente üstünlüğü veya Medine Arapları ile Medine Yahudileri arasında bir çatışma şeklinde anlaşılsaydı; Arabistan halkı, hattâ insanlık bunların hakimiyetini kabullenmezdi. Allah bilsini topluluk bilsin diye anlayabiliriz.

مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ (MaN YatTaBıGu elRaSUvLa)  “Resule kim tâbi oluyor?”

Kim resule tâbi oluyor; bilelim; yani halk bilsin diye böyle yaptık, melekler bilsin diye böyle yaptık.

Topluluğun samimiyetini denemek için onların hoşlanmadığı emirler verilir.

Cumhuriyet inkılâplarında bunlar çokça görülür. Sosyal baskı dolayısıyla şapkayı kimse örtemiyordu. Şapkayı örtebilecek hâle getirmek için şapka örtmek zorunlu kılındı. Sonra serbest bırakılınca kıyafet serbestliğine gidilecekti. Müslümanlar içtihat kapılarını kapatmış, içtihatlarını Kur’an’a dayalı olarak değil de, fakihlerin sözlerine dayandırıyorlardı. Oysa bu icma ile yanlıştı.

Mustafa Kemal ahkâm-ı şer’iyeyi lağvetmiş, batı kanunlarını aktarmıştı. Böylece ulus bin sene önceki içtihatlardan kurtularak gerçek hukuklarını düzenleyecekti. Harf inkılâbı yapılmış, geçici olarak Arap harfleri yasaklanmıştı. Buradaki hedef; halk dengeli bir şekilde yaşamayı ve hür olarak düşünmeyi öğreneceklerdi.

Ne var ki, bu inkılâpların hiçbirisi ile başarılı olarak sonuca gidilememiştir. Bugün inkılâp ile irtica arasındaki direnmeler devam ediyor. “Adil Düzen” iktidar olmadan hedefe ulaşılamayacaktır.

Mustafa Kemal bunları yaparken bunun bilincinde olduğu anlaşılıyor. Tarikatların kapatılması kararını istişare ediyor. Kendisi tarafsız kalarak heyeti tartıştırıyor. Hamdullah Suphi Tanrıöver tarikatları o kadar güzel savunuyor ki, karşı taraflar susmak zorunda kalıyor. O zaman Mustafa Kemal devreye giriyor ve diyor ki; “Suphi bey, söylediklerin doğrudur ama tarikatlar kapatılacaktır! On sene sonra gel, o zaman yeniden açalım.”

İnkılâplardaki aşırılıkların hep dengeye getirmek için olduğu anlaşılıyor.

Kur’an Müslümanları önce Yahudilerin kıblesine yöneltmiş, sonra Hazreti İbrahim’in kıblesine dönmüşlerdir. Kur’an’da nesih yoktur. Kudüs’e doğru yöneltme Hazreti Peygamber’in içtihadı ile olmuş olmalıdır. Kıble Mekke’ye çevrilirken o tarafta kılındığını haber vermektedir. Kur’an’daki hüküm nesh olmamıştır. Ama uygulamada nesh gerçekleşmiştir. Kur’an’da nesh yoktur, ama Kur’an’daki uygulamalarda, içtihat ve icmalarda ise nesh vardır.

مِمَّنْ يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ (Min MaN YaNQaLiBu GaLAy GaQıBaYHi)  

“Akıbelerinin üzerine inkılâb edenden resule ittiba edeni ilmetsin diye.”

Buradaki “ilmetme” ayrılsın anlamında kullanılmıştır. Topluluk imtihan ediliyor ve karşı koyanlar birbirlerinden ayrılıyor. Birbirine uyum sağlayanlar bir tarafa, sağlamayanlar öbür tarafa konuyor.

AKIBE” ölçü demektir. “Takib” kelimesi de buradan üretilmiştir.

Bu dünya yarış dünyasıdır. Dünyaya ve uygarlığa katkıda bulunmaktadır. Sonra âhirete gider ve ücretini orada alır. Dünyada daha ileri görevleri yüklenmek için imtihandan geçmek gerekmektedir.

İşte bu imtihanın başında samimi olmak istenir. Bir işe çağrıldığınız zaman, kabul ettiğiniz takdirde samimi olup olmadığınız imtihan olunur.

وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً (Va EiN KAvNaT La KABIyRaTun)  

“İnsanların gözünde büyüktür.”

Burada “KÂNET” zamirinin müennes olması yorumcuları zorlamıştır. “Ceale”ye gitmiştir, “tevliye”ye gitmiştir, “riddet”e gitmiştir, “tahvil”e gitmiştir, “dönüşme”ye gitmiştir, “kıble”ye gitmiştir demişlerdir. Bunların hiçbirisi kelime olarak geçmemiştir, sadece kıble geçmiştir, fiil olarak geçmiştir. Fiilin masdarına zamir gönderme uzak bir uygulamadır. Olsa bile zamir müennes olmaz.

Biz bunların hiçbirisini benimsemiyoruz.

Bize göre bundan önce geçen “vasat ümmet”e gönderilmektedir.

Vasat ümmet Adil Düzen topluluğudur. Bu insanların gözünde çok büyüktür. Büyüktür demek, zordur demektir. Kötüdür demiyorlar ama yapılması zordur demektir. “Adil Düzen”i bugün kime anlatırsanız anlatın, ‘kötüdür, yanlıştır’ demezler ama kabul etmemek için de gerekçeleri hazırdır: “Bunun günümüzde uygulanması imkânsızdır!.. İnsanlar bunu kabul etmezler!.. Anayasa Mahkemesi yasaklamıştır!.. Türkiye küçük bir devlettir, ya Amerikalılara ya da Avrupalılara sığınmak zorundadır; onlar ise buna müsade etmezler!..”

Biz 1970’lerde Millî Görüş partilerini kurarken bize söyledikleri hep bu gibi şeyler idi: “Size bir şey demiyoruz... Haklısınız... Söyledikleriniz doğrudur... Ancak size izin vermezler, iktidar olamazsınız; Türkiye’deki güçler izin verseler bile dışarıdakiler vermezler!..”

Oysa, biz 1973’te anahtar parti olarak iktidara ortak olduk… 1990’larda biz hükümet kurduk… 2000’lerde Anayasa ekseriyetini elde ettik ve iktidardayız…

Demek ki, “kebiraten/büyük” değilmiş. “Kebiraten/büyük” olan bizim samimiyetimiz ve “Adil Düzen”i öğrenmemizdir. İşte, vasat ümmet olma da kebiraten/büyük değildir.

Adil Düzen” uygulamasını yapmadığımız halde, vasat ümmet muamelesini görmekteyiz.

إِلَّا عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ (EilLAv GaLav elLaÜIyNa HaDay elLAHu)  

“Ancak Allah’ın hidayet ettiği kimselere değil.”

Onlara kebiraten/büyük değildir, onlar için imkânsız değildir.

Çok evlilik müessesesi de bugün insanlara kebiraten/büyük görülmektedir. Gerekçelerini anlattığınızda kimse itiraz edemiyor ama o kebiraten görünmektedir. Yenibosnalılar bu husustaki imtihanı kaybetmişlerdir. Herkes şoke olmuş ve birden karşı çıkmışlardır. Şunu bilmemiz gerekir ki, Allah bize böyle imtihanlarda bulunur. Şeriat kebiraten geliyorsa sınıfta kaldık demektir.

Önümüzde duran kebirler vardır.

a)      Bir yere taşınarak toplanmak, sonra da oradan hicret emek kebir görünmektedir. Hazreti İbrahim peygamber, Hazreti Musa peygamber kavimlerini oradan oraya taşıyarak olgunlaştırdılar.

b)      Muhasebe müessesesini kurmak bize çok kebir görülmektedir. Benim bile zaman zaman dağ gibi üzerime çökmektedir. Bazen ümidimi kesiyor, ‘hayatımda olmayacaktır’ diyorum.

c)       MİLAD Marketi işletmek gittikçe sıkıntılı olmaya başlamıştır. Bu olmaz, yapamayacağız durumuna düşüyoruz. Ben düşüyorum…

d)      AHŞAP EVLER İle ilgili teşebbüsümüzde zor ilerliyoruz…

Ancak Allah’ın hidayet ettiği kimselere zor olmayacaktır.

Burada “hidayet ettiği kimseye zor gelmez” denmiyor, “hidayet ettiği kimselere zor gelmez” diyor.

Cemaat olursak, O’na yönelirsek, O bize hidayet edecektir.

Şimdi bizim yaptığımız nedir? Kur’an’ı yorumluyoruz, birlikte okuyoruz, düzeltiyoruz, yorumluyoruz, yayınlıyoruz… Bu hususta başarılı durumdayız. Bu az bir şey değildir. Bizden sonra gelecek insanlara hazırlık yapıyoruz. Hazreti İsa diyor ki; “Ben gideceğim, çünkü ben gitmeden o hükmedecek kimse gelmez.”

Demek ki, başarılı olmamız için birilerimizin gitmesi gerekiyor. Gölgedeki fidanlar büyümez.

Şunu belirtmemiz gerekir ki, Kanuni Sultan Süleyman zamanında bir günah işleyen bile cehenneme gider, çünkü o günkü şartlar onu günah işlemekten alıkoyuyordu. Bugün ise bir sevap işleyen cennete gider, çünkü bugünkü şartlar bir sevabı işlemeye bile mânidir.

O halde siz bir sevap işlediğinize göre cennetliksiniz.

Bizlere bu müjde yetmez mi?  

وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ (Va MAv KAvNa elLAHu Li YUvWıGa EIyMANaKuM)  

“Allah imanlarınızı zayi edecek değildir.”

Burada “Allah amellerinizi zayi edecek değildir” demiştir.

Müfessirler bunu, Allah eski kıblede yaptığınız ibadetleri de zayi etmez şeklinde yorumlamışlardır. Doğrudur. İfade ise çok geniştir. “İmanlarınızı” demekle, amelleriniz zayi olabilir.

Yani, Yenibosna faaliyetimiz bir gün sonuç vermeyebilir!

Nitekim, bizim Kırgızistan’daki faaliyetlerimiz görünürde bir sonuç vermemiştir. Orada yapılan yatırımlar heder olmuşa benziyor. Otuz bin dolardan fazla harcanmıştır. Biz elli bin dolar olarak değerlendirmiştik. Ama o faaliyetler bize birçok şeyler kazandırmıştır.

a)      Biz Kırgızistan’a gittik, birçok kimseler Kırgızistan’a iş yapmaya geldiler, yerleştiler, hâlâ orada faaliyettedirler. Yalnız orada değil, oradan tüm Sovyetler’e yayılmışlardır. Bunun öncülüğünü yapmış bulunuyoruz.

b)      Biz orada insanlara “Adil Düzen”i, İslâmiyet’i tebliğ ettik. Bin sahifeden fazla “Adil Düzen” tercümesi yapılmıştır. Bir kısmı basılmıştır. Diğerleri onların elindedir. Cumhurbaşkanı Asker Akayev ile birlikte çalışarak, % 20 katkımızla “Adil Düzen”e benzer para çıkarttık. Moskova’nın büyük gazeteleri bizim paramızdan ve bizden bahsetmiştir.

c)       Biz orada kendimizi yetiştirdik. Bugünkü bilgilerimizin belki dörtte birini oradaki çalışmalarımızda elde ettik. Oraya gitmeseydik, dört ayaktan biri olmayacaktı.

d)      Orası ile irtibatımız kesilmemiştir. İmkanımız olmadığı için uyumaktadır. İstanbul’da faaliyet gösterdikten sonra, ilk yapacağınız iş Batum’da bir mala-mal marketi kurmak, ondan sonra da Kırgızistan’da bir mala-mal marketi kurmaktır. Oradan Çin’e atlamanız mümkün olacaktır. Siz mallarınızı Batum’a götürecek ve mallarla takas edeceksiniz; tüm Sovyetler’den gelen mallar tüm Batı’dan İstanbul’a gelen mallarla takas edilecektir. Bişkek’te kurulacak mala-mal marketi ile de Çin ile irtibat kurulacaktır. Böylece İpek Yolu hayata geçirilmiş olacaktır. Bütün bunların hazırlıkları yapılmıştır.

Görülüyor ki, fiilen bir sonuç alamadık ama imanımız mahsul verdi. Allah bu dünyada çalışmalarımızı zayi etmedi. Âhiretteki ücret zaten amelin sonuçlarına değildir. Dünyada ameller zayi olabilir. Bir sonuç vermez ama âhirette karşılığını alırız.

Buradaki “imaneküm”ün iki bakımdan önemi vardır.

Biri, “Adil Düzen” için yapacağınız çalışmalarda istediğiniz sonuçları alamayabilirsiniz. Çalışmalarınız görünürde boşa gider. Ama çalışmalarınız imanınızı yani güveninizi artırır. Çevreniz hazırlanmış olur.

Diğeri de, âhirette zerre miskali de olsa zayi olmadan karşılığını alacağız.

Ramazan’dan sonra inşaallah Yenibosna’da yeni bir program yapacağız...

Sıkıntılar varsa sabredilmelidir… Sabrın sonu selâmettir…

إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ(143)  (EinNa EalLAHa Bi elNASı La RaEuFun RaXIYMun)  

“Allah bütün nâsa rauf ve rahimdir.”

Diğer yerlerde “Allah rauf ve rahimdir” dediği halde, burada “NÂS” kelimesine vurguladı.

Yani, vasat ümmet kılınmanız size olan bir iltimas değil, size olan bir imtiyaz değildir. Tam tersine, tüm insanların selâmeti, güveni, huzuru ve saadeti için bu görev size vermiş, sizi vasat ümmet yapmıştır. Siz hâkim değil, hâdimsiniz. Vasat ümmet olduğunuz için herkes için vazedilmiş ve herkese ait olan Kâbe kıble yapılmıştır.

Adil Düzen Çalışanlarının ilk işi Mekke’yi hapishane olmaktan kurtarmak, tüm insanların rahatlıkla girip çıktığı yer hâline getirmektir. İlk başta bu kebiraten yani büyük ve zor görünür ama bu İlâhi takdirdir. Gerçekleşecektir. Mevcut Arabistan iktidarı bunu ya Allah’ın emirlerine teslim olarak yapar, ya da Allah onu yerle bir eder ve yine o öyle olur. Bizim işimiz o değildir. Bizim işimiz Mekke düzeninin nasıl olduğunu Kur’an’a dayanarak ortaya koymak, beyyinelerle ortaya koymaktır.

RAUF” babanın ailedeki rolüdür; görevleri ve duygularıdır. “RAHİM” ise annenin ailedeki görevleri ve duygularıdır. Kur’an uygar aileyi öngörmüştür. Babaya nafaka temini ve ailenin korunması görevini vermiştir. Anneye ise ailenin yetiştirilmesi, bakımı ve beslenmesi yüklenmiştir. Allah da insanların hem babası, hem de annesi olarak tüm ihtiyaçlarını gidermeyi düzenlemiştir. Öyle olmasa zaten insanlar varlıklarını sürdüremezler. Anne ve baba Allah’ın halifesi olarak o işleri yapmaktadırlar. Tevrat’ta insanlar için Allah’ın oğulları diye bahseder. Mecazi mânâda kabul edilmek şartı ile Allah tüm insanların anne ve babası benzeridir. İnsanlar da O’nun çocukları gibidir. Anne ve baba çocuklarının hâlikı değil, sadece müsebbibidir. Allah ise insanların, meleklerin, cinlerin ve ruhların hâlikıdır. Kâinatı da onların ihtiyaçlarını gidermek için var etmiştir.

Allah’ı insan gibi kişileştirip baba kabul etmek ne kadar hatalı ise; Allah’ı insanların, meleklerin, ruhların ve cinlerin dışına atıp Anka kuşuna çevirmek de o kadar hatalıdır. Adeta diyebiliriz ki; Allah da insanları, melekleri, ruhları ve cinleri var etsin, onlar için gökleri ve yeri, arşı ve kürsüyü var etsin diye vardır. Kendisi kedisine bunu gaye yapmıştır. Allah’ın ve O’nun mahlukatı dışında bir şey yok ki ona bu görevi versin. O kendisine bu görevi farz kılmıştır. Kendisi öyle bir düzen kurmuştur ki, yeryüzünde insanlar, hattâ diğer melek, cin ve ruhlar da aynı düzen içinde var olur ve işlerini yaparlar.

Kur’an’ın âyetlerine dayanarak ortaya koyduğumuz bu anlayış, kâinatı açıklamak için ilmin de varabileceği bir sonuçtur. İlim demek, olayları en makul bir şekilde açıklamaktır. Makul olmayan varsayımlara dayanır. Bu varsayımlar en az olmalıdır. Aralarında çelişkiler olmamalıdır. Yani, mantığın kuralları içinde kalmalıdır. Bu izahtan daha iyi bir izah bulamazlar.

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3352 Okunma
2-bakara11-20
2379 Okunma
3-bakara21-30
2529 Okunma
4-bakara30-37
2261 Okunma
5-bakara37-48
2489 Okunma
6-bakara 49-57
3107 Okunma
7-bakara 59-61
3127 Okunma
8-bakara 62-69
2479 Okunma
9-bakara 70-76
3471 Okunma
10-bakara 77-83
2754 Okunma
11-bakara 84-88
2316 Okunma
12-bakara 89-93
2439 Okunma
13-bakara 94-101
2633 Okunma
14-bakara 102-105
3485 Okunma
15-bakara 106-112
2676 Okunma
16-bakara 113-119
2737 Okunma
17-bakara 120-123
2634 Okunma
18-bakara 124-130
2332 Okunma
19-bakara 132-138
2204 Okunma
20-bakara 139-143
2113 Okunma
21-bakara 144-149
2575 Okunma
22-bakara 150-158
2495 Okunma
23-bakara 159-165
2089 Okunma
24-bakara 166-173
2488 Okunma
25-bakara 174-177
2605 Okunma
26-bakara 178-182
2325 Okunma
27-bakara 185-187
6386 Okunma
28-bakara 188-194
2482 Okunma
29-bakara 195-198
2839 Okunma
30-bakara 199-206
2379 Okunma
31-bakara 207-213
2781 Okunma
32-bakara 215-217
2220 Okunma
33-bakara 218-221
2708 Okunma
34-bakara 222-228
3007 Okunma
35-bakara 229-232
3565 Okunma
36-bakara 233-235
2283 Okunma
37-bakara 236-242
2493 Okunma
38-bakara 243-246
2613 Okunma
39-bakara 247-248
2850 Okunma
40-bakara 249-252
3150 Okunma
41-BAKARA 253-256
2699 Okunma
42-BAKARA 257-259
2518 Okunma
43-BAKARA 260-264
3086 Okunma
44-BAKARA 265-269
2259 Okunma
45-BAKARA 270-274
2640 Okunma
46-BAKARA 275-277
2360 Okunma
47-BAKARA 278-281
2391 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2797 Okunma
49-BAKARA 283-284
2497 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3716 Okunma