ADİL DÜZEN 375
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 37. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذْ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ(124) وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِي لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ(125)
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنْ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُمْ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلًا ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ(126)
وَإِذْ (Va EiÜ) “Hani”
“Fatiha Sûresi” Kur’an’ın içindekileri içerir. “Mesaniden yedi” adını alır. 112 harften oluşur. Kur’an’ın Besmeleli diğer sûreleri de 112’dir. Kur’an ona “Büyük Kur’an” demektedir. “Büyük Kur’an” en büyük sûre olan “Bakara Sûresi” ile başlar. Önce Kur’an’dan yararlanma bakımından insanları üçe ayırır ve Kur’an’dan muttakilerin yararlanacağını söyler; kâfir ve münafıklara ise fayda vermeyeceğini açıklar.
Sonra “Ey Nâs” diye hitap ederek bütün insanları muhatap alır. “Ve İz Kulnâ Li’l-Melâiketi/ Hani meleklere demiştik” diyerek, insanın yaratılışını anlatır ve Adem oğlunu yeryüzüne halife kıldığını bildirir.
Arada “Ve” harfi koymadan İsrail oğullarına hitaba başlar. O hitap içinde de “Ve İz” vardır ancak, onlar bize değil, İsrail oğullarına ait hitaplardadır.
Demek ki, şimdiki bu hitap doğrudan bizedir ve meleklere hitaptaki “İz”e bağlıdır.
İsrail oğullarına hitap, ara cümle gibi adeta bir not hâlinde ele alınmıştır.
Kur’an, bir taraftan “Adil Düzen”e katılmaları için İsrail oğullarına görev vermekte, diğer taraftan da onların Kur’an’a uymaları hususunda zorunlu hüküm getirmemektedir. Çoklu sistemin var olması için onların şeriatları ve dinleri de yürürlükte bulunmaktadır.
İnsanlık iki defa yaratılmış gibidir. Birinci yaratılış Hazreti Adem ile başlar. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık, hattâ tarımcılık dönemlerinde yeryüzüne dağılırlar ve ayrı ayrı diller edinirler, ayrı ayrı kavim olurlar. İnsanlar artık değişik kavim (devlet), şa’b (il) ve kabileler (bucaklar) hâlinde yaşayacaklardır. Ama bunlar aynı zamanda birlik içinde olacaklardır. Hazreti İbrahim’e kadar insanlar ayrı ayrı kavim, şa’b ve kabilelere ayrılmışlardır. Hazreti İbrahim ile ise bu ayrı ayrı toplulukların birleşerek tek bir millet oluşturmaları istenmiştir.
Burada çok önemli bir sorunu çözmek gerekmektedir. Bu sorun da şudur.
Topluluk, insanların cüz’î iradelerini kısıtlamak ve onların sorumluluklarını azaltmak için değil, tam tersine insanların cüz’î iradelerini genişletmek ve böylece onları daha fazla sorumlu kılmak için vardır.
Yani, topluluk hâkim değil, hâdimdir.
Diğer taraftan, topluluğun varlığı için kişiler birtakım mâlî ve bedenî görevlerle görevlendirilmiş bulunmaktadırlar. İnsanlar iradelerini ona hizmette kullanacaklardır.
Hâsılı; şeriat demek, insanın özgürlüğü ile topluluğun düzeni arasında dengenin kurulması demektir.
Hazreti İbrahim’e kadar insanlar özgürleştirilmiş, Hazreti İbrahim’den sonra ise insanlık düzene doğru götürülmüştür. Kur’an, özgürlük ile düzen arasında dengeyi tesis etmiştir.
ابْتَلَى (ıBTaLAy) “İbtilâ etti”
“İBTİL” bileme kelimesinden gelmektedir. Bir bıçağı bilediğinizde ondan bazı parçaları döker, onu rahatsız edersiniz ama, o bu sayede keskin hâle gelir.
İnsanların bilenmesi demek, birtakım belalara uğratılıp onların keskin hâle gelmeleridir.
Hayatınızda bir sıkıntı ile karşılaştığınız zaman biliniz ki bileniyorsunuz, dereceniz yükseliyor demektir. Bir görev yaparken sıkıntılarla karşılaşırsınız, bu durum sizin olgunlaşmanız için bir yoldur.
إِبْرَاهِيمَ (EiBRAHIyMa) “İbrahim’i ibtilâ etti.”
“İBRAHİM” “BRH”den türemiş bir kelimedir. “BRH” burhan, delil, dayanak, kanıt demektir. “BRK” yani şimşek kelimesinden dönüşmüştür. Şimşek çaktığı zaman nasıl ortalık birden aydınlanırsa, “burhan” da ortalığı böylece aydınlatır. İf’alil bir kalıptır. “İsmail” de bu kalıptan gelir. “Sam” kelimesinden türemiştir.
Peygamberlerin adlarının anlamları vardır. Allah onlara uygun adları verdirmiştir. Hattâ, insanlar da adlarına göre karakter kazanırlar. İlk uygarlık Fırat ve Dicle arasında doğmuştur. Yerli halk küçük sulamalarını yapıyorlardı. Kuzeyden gelen ve dilleri Türkçeye benzeyen Sümerler çoban bir halktı. Askeri bakımdan güçlü idiler. Buraları istila edip hâkim oldular, küçük sulama yerine bilgilerini ve güçlerini kullanarak büyük barajlar inşa ettiler. Küçük barajları akarsular üzerinde daha ince inşa edip göletler yapıyorlardı. Bu sayede Fırat ve Dicle’nin tarımdaki verimi yüzlerce defa arttı, artık değer ortaya çıktı. Değişik yerlerden gelen kabileler buralarda yerleştiler ve kent uygarlığı doğdu. Hazreti Nuh peygamberden sonra 1300 sene kadar zaman geçmişti.
Ondan önce Kafkasya’dan göçler oluyordu. Azeriler de bu ülkeye göç ettiler. İşte, Hazreti İbrahim bu Azeri Türklerindendir ama, Mezopotamya uygarlığında yetişmiştir. Kendisi yerli değildir.
a) Hazreti İbrahim’in babasının Tevrat’taki adı “Tarih” olduğu halde, Kur’an’da “Azer” denmektedir. Yani, Azerilerden olan babası denmektedir.
b) Mezopotamya yerlileri tarımla geçindikleri halde, Hazreti İbrahim çobanlıkla geçinmekte idi.
c) Hazreti İbrahim kuzey Iraklıdır. Oysa Sümer ve Akad uygarlıkları güney Irak’tadır. Babil zaten değişik kavimlerin toplandığı bir uygarlıktı.
d) İbranicede Türkçe kelimeler vardır. Başta Tevrat kelimesi töre demektir.
Hazreti İbrahim çobanlık döneminin uygarlık anlayışlarını bilen çevrede yetişti. O zamanın tek uygar iki ülkesi olan Mısır ve Mezopotamya arasında gidip geldi, böylece büyük görevi yüklenecek eğitimi aldı.
رَبُّهُ (RabBuHUv) “Rabb’i İbrahim’i ibtilâ etti.”
“RABB” denmiştir, çünkü ibtilâ terbiye içindir. Onu eğitip yetiştirmek içindir. “RAB” denmiyor da “RABB’İ” deniyor. Çünkü Allah herkesin ayrı ayrı Rabb’idir. İnsanları ayrı ayrı yetiştirir ve ondan sonra da ayrı ayrı sorumlu tutar. Her topluluğun da ayrı olarak Rabb’idir. İnsanlar Rab’lerine karşı doğrudan teker teker sorumludurlar. Devletin de halkın eğitilmesinde görevi vardır. Her kişiyi ayrı ayrı eğitmektedir. Sınıfta ortak ders yerine, öğretmen öğrenciyi ayrı ayrı yetiştirmelidir. Bu husus İslâm medreselerinde şöyle uygulanmıştır.
Büyük camilerin içinde hocalar birer rahle edinip bir köşede oturup derse başlarlar. Öğrenci dolaşarak onlara kulak misafiri olur ve hoşuna giden hocanın yanında derse başlar. Hoca kendi yazdığı veya başkasının yazdığı bir kitabı okutmaktadır. Gelen öğrenciye fasıl fasıl ders verir. Öğrenci o bölümü çalışır ve öğrenir. Bilmediğini arkadaşlarına veya hocasına sorar. “Ben dersimi yaptım” dediğinde hoca onu dinler. Yani, dersi öğrenci anlatır, hoca dinler. Eğer o dersi öğrenmişse ikinci bölüme geçilir. Böylece her öğrenci kitabı ayrı ayrı bitirir. Eğer öğrenciler çoksa, hocanın ders alma zamanı yoksa, o dersi iyi derece ile geçmiş öğrencilere dinletir. Kitap bitince hoca icazet verir. Değişik derslerden icazet alan medreseden mezun olur.
Ayrıca bir heyet tarafından imtihan yapılır ve başarırsa o takdirde ona maaş bağlanır. O bunu bir hizmet karşılığı almaz, ilim sahibi olduğu için alır. O da isterse gidip camide bir rahle koyup ders vermeye başlayabilir.
İşte, görülüyor ki, bugünkü gibi ortak ders yerine, bir kimseyi doğrudan ayrı olarak yetiştirme sistemi vardır. Buna işaret etmek için “Rabbuhu/Rabb’i” denmekte, “El-Rab” denmemektedir.
بِكَلِمَاتٍ (Bi KaLimAvTın) “Kelimelerle ibtilâ etti.”
“Elim” bir ağaç budandığında kesilen dallardır. “Kalem” kelimesi de buradan dönüşmüştür. Cümlenin içinde mânâlı olan her söze “KELİME” denmektedir. “Hücre” de kelime olarak ifade edilebilir. Ayrıca, bir topluluğun her üyesi de bir kelimedir. “Kelam” cümle demektir.
“KELİMÂT” ise birbirine dayalı kelimeler demektir.
Biz konuşma dilinde kelimeleri diğer kelimelerle karşılaştırarak ve onlarla ilişkilendirerek konuşmayız. Oysa ilim dilinde kelimelerin tanımlanmış mânâları vardır. Her kelimenin diğer kelimelerle sınırlanmış durumu vardır. İlim budur; kelimeleri ve kelimeler arasındaki ilişkileri belirlemek. Buna “nazari ilim” diyoruz.
Şoförlük ehliyetinde yazılı imtihan vardır, bir de direksiyon imtihanı vardır. Direksiyon amelî imtihandır. Yazılı imtihan ise kelimelerle imtihandır. İmtihan nasıl yapılıyor? Kelimler veriliyor ve bu kelimelerin anlamını ve diğer kelimelerle ilişkisini öğrenci belirliyor. Kendisi araştırıyor, tanımlıyor ve buluyor.
Kelimeler canlıdır. Her gün anlamları değişiyor.
İstanbul her gün değişiyor, İstanbul’un mânâsı da her gün değişiyor. Öğrenci kelimelerdeki yeni mânâları ortaya koyacak, yeni İstanbul’u anlatacaktır. Aktif tedrisatın yararı buradadır. Bin sene evvel tanımlanmış kelimelerle bugünkü hayat yaşanmaz. Başka ülkelerde tanımlanmış kelimelerle de bu ülkede yaşanmaz. Bizim topluluğumuzda kelimelerin aldığı mânâlar belirlemeli ve içtihatlarımızı ona göre yapmalıyız.
فَأَتَمَّهُنَّ (Fa EaTaMMaHunNa) “Onları itmam etti.”
“Fa Ebanehunne” onları açıkladı demiyor, sorulara cevap verdi demiyor; onları tamamladı diyor.
Yani, içtihadını itmam etti demek olur.
Kelimeleri tamamlamak demek, onları yerli yerine yerleştirdi, ortak sistem ortaya çıktı demektir.
Bizim “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” bir projedir. Kelimelerden oluşmaktadır. Onu anlamları ile kavrayan kimse o kelimeleri tamamlamış olur. Kur’an’da, Tevrat’ın ilkinin Hazreti İbrahim’e verildiği ifade edilmektedir. Tevrat’a Kur’an’da “İbrahim ve Musa’nın sahifeleri” denmektedir. Onları tamamladı demek, tümü ile kavradı ve uygulayabilir hâle geldi demektir. Bize düşen de, Kur’an’ın kelimelerini bütünüyle kavrayıp tamamlamamız gerekir. Kur’an’ın kelimeleri her bin yılda bir yeniden tanımlanacak ve tamamlanacaktır.
Hazreti Nuh Peygamberin şeriatını ondan sonra gelen peygamberler geliştirdiler, uygarlığı o içtihatlarla tamamladılar. Hazreti Nuh Peygamber zamanında ise yeni kitap nâzil olacak ve İslâmiyet yeniden anlaşılacak, kavmiyet ile beşeriyet arasında denge tesis edilecektir.
Biz de Kur’an’ı yeniden ele alıp içtihatlarımızla kelimeleri tanımlamalı ve aralarındaki ilişkileri belirleyip tamamlamalıyız. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” eksiklikleri ile bu yolda atılmış büyük adımdır. Sizlerin bunu kavramanız, eksiklerini tamamlamanız, Hazreti İbrahim gibi insanlığa sunmanız gerekir.
Hazreti İbrahim kendisine verilen suhufu doğru kavramış ve Rabb’ine imtihanını vermişti. Bundan sonra tebliğ işine başlamıştır. Babasını, halkını, kralı uyarmıştır. Onlarla tartışmaya başlamış ve sonunda ateşe atılmıştı. Burada da kelimelere sahip çıkma imtihanını vermiştir. Kesin olarak doğru bildiği bir şeyi sonuna kadar savunacaksan, işte o zaman kelimeleri tamamlamış olursun.
İLMİN DÖRT MERHALESİ VARDIR
a) Öğrenme devresi. Konu ile ilgili her söze kulak verme merhalesidir. Kendini herkesten cahil görme ve öğrenme merhalesidir.
b) Tartışma safhası. Sözlerde en iyisini arama safhasıdır. Bu da istişare ile olur. Kendini diğerleriyle eşit görürsün. Böylece en iyisini bulma yolunu açarsın.
c) İçtihat dönemi. Bu da kendini kendin için en bilgili kimse kabul etme, kendine güvenme ve başkalarının etkisinde olmaksızın karar almadır.
d) Dördüncü safha ise içtihadını beyan edip onu savunabilmedir. Baskılara boyun eğmeden kelimelerin gereğini yapmadır.
İşte kelimâtın itmamı budur. Burada ilmiyle amel etme ve baskılara dayanma sözkonusudur.
İşte, Hazreti İbrahim bunları tamamlamış ve okuldan mezun olmuştur.
قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ (QAvLa EınNIy CaGıLuKa) “Ben seni ca’ledeceğim.”
“CA’LETMEK” görevlendireceğim demektir. Bir varlığa bir yer vermek, bir iş vermek demektir.
Büyük odamı misafirhane ca’lettim dersin. Oda zaten var da, ona görev vermek demektir.
Demek ki, Hazreti İbrahim kelimâtı tamamladı. Üniversiteden mezun oldu. Doktorasını tamamladı. Ama bu imam olmak için yeterli değildir. Ayrıca görevlendirilmesi gerekir.
Bir kimse tıp fakültesinden mezun olur. Bu doktorluk yapması için yeterli değildir. Onun bir ilçede tababet yapması için görevlendirilmesi gerekir. Bu görev il dinî şûrası tarafından yapılır. Ayrıca o ilçe halkının en az yirmide birinin onu sağlık danışmanı aile hekimi yapması gerekmektedir.
“Ben seni ca’ledeceğim” demektedir. Yani, doğal imam olacaktır. Onu kimse atamayacak, doğrudan Rabb’i atayacaktır. Erbakan’ı kimse seçmedi, kendisi görevi yüklendi. “Ben” kelimesi bunu ifade etmektedir.
لِلنَّاسِ (Li elNAvSi) “Nâs için.”
“Ale’n-Nâs” denmemiş, “Li’n-Nâs” denmiştir.
İki türlü başkan seçilir. Biri; kişinin gücü vardır, kendi gücüyle başkan olur.
Bir de; nâs onu başkan kabul eder, yani insanların kendi istekleri ile o başkan olur.
Hazreti İbrahim bütün insanlara imam olacaktır.
Buradaki önemli husus; bir kavme değil, bütün insanlara imam olmaktır. Halbuki bundan önce Hazreti Nuh, Hazreti Hud ve Hazreti Salih peygamberlerden bahsederken, kavimlerine gönderildiğini beyan etmiştir.
Hazreti İbrahim ise bütün nâsa imam olacaktır, kavmine değil.
Hazreti İbrahim bütün nâsa dört koldan imam olmuştur.
a) Tevrat’ın İsrail oğullarına has hükümlerini beşerileştiren Hıristiyanların imamıdır. Her kavimden o dine girilebilir.
b) Hazreti İbrahim’in doğuya giden dört oğlu tarafından tesis edilen ve kendi adını taşıyan Brahmanizm de Hazreti İbrahim’in imamlığını Hindistan’da Hindulara götürmüştür.
c) Onlardan çıkıp Hazreti İsa gibi kast sistemini ortadan kaldıran Buda’nın cemaati olan Budistlerin imamı da Hazreti İbrahim’dir.
d) Nihayet, Hazreti İbrahim’in Hazreti İsmail’den gelen torunu Hazreti Muhammed’in getirdiği Kur’an ehli de onun milletindendir.
Kur’an’da her şey çok açıktır. Hazreti İbrahim bütün insanların imamıdır. Onun tesis ettiği Kâbe de bütün insanların ortak evidir.
إِمَامًا (EiMAvMan) “İmam yapacağım.”
“EMAM” ön demektir. “İMAM” önden giden demektir. “UMM/anne” kelimesi de buradan gelir.
“ÜMMET” imamı olan topluluk demektir. Beş vakit namaz imamdır. Resul veya nebi değildir.
“İMAM” başkan demektir. Bu başkanın siyasi gücü yoktur, o topluluğu yargılama gücü yoktur. Aşiret başkanları böyledir. Bucak başkanı imamdır ama, aynı zamanda resuldür. Nebiler imam değildir. Bütün insanların, başkanın da imamıdır, ama resul değildir. Sadece kendi bucağına resuldür. Dolayısıyla beşeri imamın yargılama yetkisi yoktur. Bugünkü Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri gibidir.
“İMAM” kelimesi burada nekiredir. Çünkü Hazreti Adem de tüm insanlara imam olmuştur; Hazreti Muhammed de tüm insanlara imamdır.
Bu âyetten çok önemli bir hususu öğreniyoruz.
Başkanın müçtehit olması gerekir mi?
Ancak imtihandan sonra, diploma aldıktan sonra imam olabildiğine göre, başkanın da âlim olması gerekir. Biz bunu şöyle derecelendiriyoruz.
Ocak başkanı ilk, bucak başkanı orta, il başkanı yüksek, ülke başkanı üstün ehliyet sahibi olmalıdır.
İnsanlığın imamı da böyle olmalıdır.
Ocak meclisini kadın erkek ocak baliğleri, bucak meclisini kadın erkek orta ehliyetliler, il meclisini kadın erkek yüksek ehliyetliler, ülke meclisini kadın erkek üstün ehliyetliler oluşturur. Bunlardan seçilirler.
İnsanlık meclisinin her ülkede bulunan yaklaşık on civarındaki üniversitenin biat yoluyla atanmış rektörleri Mekke’ye birer ilim adamı gönderirler. Bunlar insanlık meclisini oluştururlar. Bunlar orada insanlık üniversitesini kurarlar. On kadar insanlık ilmî şûrası oluşur, onlar sıralama usûlü ile kendilerine başkan seçerler. Bu insanlığın imamı olur. 63 yaşına kadar faal imam olur, ondan sonra fahri imamlığı devam eder.
İl ve ülke başkanları asker olmak zorundadır. Çünkü bunlar iç ve dış güvenliği sağlarlar.
Ocak, bucak ve insanlığın imamları asker olmak zorunda değildirler.
Bu husus “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda yazılı değildir. Eklemelisiniz.
“İnsanlık için imam” dendiğinden, diğerleri de buna kıyas edilmektedir.
Yine buradan öğreniyoruz ki, askerlerin de âlim olmaları gerekir. Onbaşılar temel ehliyetlilerdir. Çavuşlar ilk ehliyetlilerdir. Subaylar orta ehliyetlilerdir. Yüksek subaylar yüksek ehliyetlilerdir. Generaller doktora yapanlardır. Harb akademilerine bu dereceleri alanlar alınır. Orada askerlik öğrenimini görerek general yahut subay olurlar.
قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي (QAvLa Va MiN ÜurRiYaTIy) “Zürriyetimden de?”
Soru ve dua mahiyetinde bir ifade de zürriyetimi imam yapar mısın? Yapsanız istiyorum demek istiyor.
Eskiden üniversiteler yoktu, ilim kitapları yoktu. Eğitim ancak aile içinde yapılabiliyordu. Bu bakımdan peygamberler ve krallar aileden gelenlerden oluşuyordu. Bu husus Kur’an nâzil oluncaya kadar böyle sürdü.
Kur’an içtihat ve icma sistemlerini getirdi. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları kurdu. Bunlar artık birer okul olmuştur. Peygamberlik tamamen sona erdi, krallık da sona erdi.
Hazreti Peygamber aleyhisselâm, Medine Anlaşması’nda soya dayanarak âkileler kurdu. Hazreti Ömer ise bunu soydan çıkararak isteğe bağlı olarak biata çevirdi, ilk siyasi dayanışma ortaklıkları oluştu. Sonra medreselerde ilmî ekoller doğdu. Bunlar soya değil, bilgiye dayanıyordu. Sonra dinî dayanışma ortaklıkları doğdu, tarikatlar ortaya çıktı. Bu da soya dayanmıyordu. En son meslekî dayanışma ortaklıkları ortaya çıktı. Bunlar da soya dayanmıyordu. Kur’an bunların hepsinden bahseder. Siyasî dayanışmaya “viche”, ilmî dayanışmaya “şır’a”, dinî dayanışmaya “minhac”, meslekî dayanışmaya “mensek” denmektedir. O gün yaygın olan soydan peygamber ve imamlar çıkması idi. Hazreti İbrahim sormak suretiyle bu konuyu da öğrenmek istedi.
قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ(124) (QAvLa LAy YaNALUv GaHDIya elJAVLiMIYNa)
“Ahdime zalimler nâil olamazlar.”
Böylece Hazreti İbrahim peygamber nâsın imamı yapılırken, ondan sonra gelen imamların onun soyundan olacakları hususunda bir fetva vermemektedir. Demek ki, soy hakimiyetine Hazreti İbrahim peygamberle başlanmıştır. İnsanlık bunu ancak 20. yüzyılda sonlandırmayı idrak etmiştir.
Günü gelmediği için ne Hazreti İbrahim, ne de Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde hanedanlık sistemi ortadan kalkmamıştır. Çünkü hanedanlığın kalkması için bugün olduğu gibi insanların yetiştiği okullar, mabetler, kışlalar ve pazarlar olmalıdır. Bu husus çağımızda bile henüz tamamlanmamıştır ki, kendilerini çok ileri gören Japonlar bile erkek veliahtları doğdu diye bugünlerde bayram yapıyorlar!..
“Adil Düzen”in geldiği yerde elbette soya dayanarak herhangi bir rütbenin tevcihi sözkonusu değildir.
Fıkıhçılar başkanlığa lâyık olanları sayarken; a) Âlim olması, b) Yaşlı olması, c) Kıdemli olması, d) Güçlü olması şartlarını sıralarlar. Soyla ilgili bir tercih sözkonusu değildir. Ebu Hanife Müslümanların en büyük fıkıh imamıdır ama kendisi aynı zamanda bir kölenin torunudur.
***
وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ (VaEiÜ CaGaLNav eLBaYTa) “Hani beyti ca’letmiştik.”
“BEYT” burada marifedir. Kastedilen beyt Kâbe’dir.
Kâbe Hazreti İbrahim tarafından inşa edilmiştir. Hazreti İbrahim, Hazreti Muhammed’in atası olan oğlu Hazreti İsmail’i Harran’dan alıp Mekke’ye götürmüş, orada zemzem suyu bulunmuş, o zemzem suyunun yanında birlikte bir mabet inşa etmişlerdir.
Kâbe’yi Hazreti İsmail ile beraber inşa ettiler. Hanımı Hacer, Hazreti İsmail ile orada bırakılmıştır. Hazreti İsmail artık çocuk değildir. Orada yerli komşular da vardır. Ama Mekke’de sakin kimse yoktur. Bütün insanlara imam kılınınca, bütün insanların merkezi olacak mabedin inşa edilmesi de emrolunmuştur.
Mekke, dünya güney-kuzey karalarının ortasındadır; doğu-batı arasında da ortaya yakındır; yani, karaların merkezindedir. Ayrıca o çağdaki iki büyük medeniyetin, Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin uğrak yeridir. İki uygarlığın deve kervanları buradan geçmektedir. Zamanla gelişecek ve burası Arabistan’ın merkez kenti olacaktır. Mısırlılar ve Iraklılar çölü geçerek birbirlerine gidemiyorlar, Araplar bu ilişkiyi sağlıyorlardı. Arap tüccarlar her iki medeniyeti de çok iyi öğrenmişlerdi ama, o medeniyetleri kendi çöl imkanları içinde yaşamaları imkansızdı. Uygarlığı biliyor ama kendileri yaşayamıyorlardı. Halk uygarlığı dışarıdan gelen dil ile de öğrenemiyordu, çünkü uygarlığı göremiyordu. Uygarlığı sadece kelimelerle öğrenmişlerdi. O kelimelerin Arapça olması zorunlu idi. Bu sayede Arapça gelişti ve dünyanın en ileri dili oldu.
Arapçanın Kur’an’ı ifade edecek dil hâline gelmesi için Mekke seçilmişti.
Hazreti İbrahim’e bu talimat verilmiş, karısını ve oğlunu Mekke’ye bırakmıştı.
Akevler’den ayrılma veya Yenibosna’ya taşınma bize ne kadar zor geliyor? Düşünün ki, Hazreti İbrahim oğlunu ve karısını götürüp Arabistan çölü içinde bırakıyor! Bu seviyeye nasıl ulaşıyor? Allah ‘oğlunu kes’ emrini veriyor ve o da kesmeye yöneliyor. İşte imtihanı orada kazanıyor. Artık o çöle de elbette bırakabilir.
Bu durum karşısında oğlu Hazreti İsmail ne diyor? “Beni sabırlı bulacaksın” diyor.
Allah hicreti emretmiştir. Bu âyetleri okuduğumuz zaman mü’min olmanın ne kadar zor olduğunu, aynı zamanda da ne kolay olduğunu görürüz. Ben yalnız diğer konulardan bahsetmiyorum, hicretten de bahsediyorum. Ben bahsetmiyorum, Allah bahsediyor. Bana kimse kızmasın, yanlışım varsa düzeltsin.
مَثَابَةً لِلنَّاسِ (MaÇAvBaTan LilNAvSı) “Nâs için mesabe olsun diye.”
“SEVB” elbise demektir. İnsanı kötülüklerden koruyan amellere de “SEVAB” denmektedir.
“MESABE” barınak demektir.
Hazreti İbrahim peygamber, çobanlıkla geçinen bir aileden geliyordu. Kendisinin de bol hayvanları vardı. İlkel toplulukların en büyük özelliği misafirperver olmalarıdır. Düşmanı da olsa, kapısına geleni barındırır. Herkesin bir misafir odası ve gece yatıracağı yatağı vardır. Kişilerin sosyal seviyesi misafir yatak sayısı ile ölçülür. Ağalık konakla belirlenir. Konak demek, misafirhane demektir. Konuktan para almak çok ayıp sayılır.
Hazreti İbrahim Kâbe’yi bir konuk evi olarak yapmaktadır. Gelip geçenler orada barınacaklardır. Yazın güneşten, kışın soğuktan ve kum fırtınalarından korunacaklardır. Böylece Mısır’dan ve Mezopotamya’dan gelen yolcular orada barınacaklardır. Orası zamanla Arabistan’ın ticaret merkezi olacaktır. Burada dikkat edilecek husus; ‘seni nâsa imam yapacağım’ denmiş, burada da ‘beyt nâs için kılınmış’tır.
وَأَمْنًا (VaEaMNan) “Emin yer olarak ca’lettik.”
Oraya gelen herkes emin olacaktır. Birbirlerine saldırmayacaklardır. “Harem” bu demektir. Ot koparmak bile yasaktır. Burada kentlerin özelliği bildirilmektedir. İnsanların bir araya gelip de görüşüp konuşabilmeleri için ortak güvenliğin sağlandığı bir yere sahip olmaları gerekir. İnsanlar burada parasız konaklarlar ve güven içinde olurlar.
Sömürü sermayesi her şeyi bozmuştur. Mescitleri mescit olmaktan çıkarmıştır. Kâbe hac yeri olmaktan çıkarılmış, halkı soyma yeri yapılmıştır. Hıristiyanların oraya girmesi yasaklanmış ama Kâbe’nin çevresinde Hilton ve benzeri oteller yükselmiştir! “Adil Düzen” iktidar olup oraları fethettiği zaman, yapacağı ilk iş, Hazreti Muhammed’in putları kırp döktüğü gibi Adil Düzenciler de o yüksek yüksek para getiren binaları yıkacaklardır. Orası tüm insanlar için masrafsız barınak yerleri hâline getirecek ve emin yerler yapacaktır.
Kervansaraylar ve imaretler tüm dünyada yeniden tesis edilecek... Hac yolları oluşturulacak ve bu yollarda insanlar ücretsiz konaklayacak... Yiyeceklerini ve yakıtlarını ücretsiz dolduracaklar... Tren yolları inşa edilecek ve halk bedelsiz trene binip Mekke’ye gidebilecek...
Kur’an Allah’ın sözüdür.
Kâfirler istemese de, Kur’an’ın dedikleri hep gerçekleşecektir.
Hazreti İbrahim’in vakfı olan Kâbe kimsenin sömürü aracı olmayacaktır. Böyle oluncaya kadar da yapılan haclar geçerli değildir. Üzerine hac farz olanlar, karzı hasen müessesesini kurmalı, hac paralarını oralarda biriktirmelidir. Mekke’de “Adil Düzen” tesis edildiği zaman, kendileri sağ ise kendileri o zaman hacca gitmeli, değilse, vârisleri onların adına hacılık yapmalıdır.
Bu şartlar altında orası nâs için mesabe ve emn olmadığı müddetçe, yapılacak ziyaretler geçerli olmadığı için ben hacca gitmedim. Vârislerime bırakabilirsem bırakacağım, ileride onlar benim adıma ziyaret yapacaklardır. ABD hakimiyeti bittiği zaman krallık da sona erer. Belki de hayatımda bile gitmem nasip olur...
وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى (VaitTaPiÜUv MiN MaQAvMı EiBRAvHIyMa MUÖalLAy)
“İbrahim makamından musallâ ittihaz ediniz.”
Burada “Bi Makamı İbrahim” denmemiş, “Min Makamı İbrahim” denmiştir. Yani, durduğu mekandan musallâ ittihaz ediniz diyor. Demek ki, Hazreti İbrahim’in makam olarak durduğu yer daha geniştir.
Bu makam neresidir?
Bu hususta bizim içtihadımız şudur. Kur’an Mekke ve Yesrib’den bahsetmektedir. O halde Makamı İbrahim Mekke’dir, sınır da Mekke ile Medine’nin ortasıdır. Başka bir beyan yoksa, böyle belirlenir. Diğer kısmı da kıyasla, Mekke merkez olmak üzere çizilecek daire içinde kalan yerler Makamı İbrahim’dir. Makam izafetle marife olduğuna göre biz ancak böyle tanımlayabiliriz. Hazreti Peygamber’in mikatı kendi zamanına aittir. Bugün Kur’an’a göre ve uygarlık seviyesi ile orantılı olarak belirlenecektir. Fıkıhçılar Harem’de bir yer belirlemişler, bu Makam-ı İbrahim’dir demişlerdir.
“Min Makamı” olmasaydı da, “Bi Makamı” olsaydı, biz de öyle anlardık.
Her ulusa bu Makam-ı İbrahim’den bir ilçelik yer verilmelidir. İlçe içinde her bölgenin bir bucağı, her ilin bir semti, her ilçenin bir ocağı olacaktır. Orada sakin olanlar, oraya gelen hacıları ağırlayacaklar, bir de Arapçadan kendi dillerine çeviriler yapacaklar; kendi dillerinden de Arapçaya çeviriler yapacaklardır. Bunlar ticaretle geçinecek ve Kureyş olacaklardır.
“MUSALL” demek, toplanma yeri demektir. İnsanlık buralarda toplanmış olacaktır.
“Adil Düzen” iktidar olunca, yapacağı ilk iş Mekke’yi Vatikan gibi bağımsız bir yönetime götürmektir. Medine Arapların olacak, sadece Mekke ili insanlığın olacaktır. Onların barınak yerleri olacaktır. Bu kentin dış güvenliğini tüm insanlar ilçelerinde bulunduracakları askerlerle sağlayacaklardır. Bütün devletlerin istedikleri kadar asker yerleştirme hakkı olacaktır. Emin olan yer ise Mekke ilçesi ve bucağıdır.
وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ (Va GaHiDNAy EiLAy İBraHİYMa Va EıSMAGIyLa)
“Ve İbrahim ve İsmail’le ahid yaptık.”
Kâbe bir toplanma yeridir. Makam-ı İbrahim toplanma yeridir. Mabettir. Mabedin mütevellisi vardır. Mütevellinin görevleri sayılmaktadır. Burada yalnız Hazreti İbrahim ile ahitleşmiyor; Hazreti İsmail ile beraber ahitleşiyor. Mekke’nin mütevellisi Hazreti Muhammed’e kadar Kureyş olacak, yani Hazreti İsmail’in soyundan gelenler olacaktır. Hazreti İbrahim’in adı da zikrediliyor, çünkü Hazreti İsmail Hazreti İbrahim adına oranın mütevellisi olmaktadır. Yani, imtiyazında değildir.
Bununla beraber Mekke’nin mütevelliliği Kur’an ehlinde olacaktır. Mekke tüm insanlara hizmete açıktır. Ama orasının temizliği ise mü’minlere yani Kur’an ehline verilmiş bir görevdir. Her dinin kendi kıblesi vardır. Mekke ise nâsın kıblesi değil, hac yeridir. Mü’minlerin ise aynı zamanda kıblesidir. Dolayısıyla oranın kıyamı da mü’minlere aittir.
“İSMAİL” söz dinler anlamındadır. Babasının izinde olsun, Mekke’de yerleşmesinde olsun, onun sözlerini hep dinlemiştir.
أَنْ طَهِّرَا بَيْتِي (EaN TahHiRAy BaYTiYa) “Beytimi tathir ediniz diye ahitleştik.”
Biz seneler önce Süleyman Akdemir ve Arif Ersoy ile Almanya’ya gittik, yüz gün dolaştık. Millî Görüşçüler bizi misafir ettiler. Hemen her mescitte misafirhane vardı. Ama temiz olmadığı için bizi oralarda yatırmadılar, evlerine götürdüler. Süleymancıların da misafirhaneleri vardı. Sabaha kadar her taraf açıktı. Kaloriferli ve tertemizdi. Topluluğa ait yerler çok önemlidir. En büyük önemi, oraların temiz tutulmasıdır.
Kâbe’nin temizliği Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail’e verilmiştir. Demek ki, kim mescitleri temiz tutarsa imam odur. Cumhurbaşkanı da olsanız, elinize süpürgeyi alıp toplantı yerini süpüreceksiniz. İlk göreviniz budur. Nöbetleşe temizlik yapmalıyız. Önce nöbetleşmeye alışmalıyız.
Yenibosna’da bir misafirhanemiz olabilir. Hattâ erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı misafirhanemiz olur. Bunu satın alma işi kolaydır. Hayır sahiplerine başvururuz, bunu satın alırlar. Ne var ki, oranın temizliği sorun olur. Sonra orada kalacak bekarlar bıkarlar, birbirlerinden bıkarlar. Konuklardan hiç hoşlanmazlar. Buna çözüm bulmamız gerekir. Bu iş Hazreti İbrahim’in ibadeti olarak anlaşıldığı zaman, işte o zaman bu sorunlar biter. Kooperatifin yazıhanesi temiz bulunmaktadır. Demek ki, bunu idrak edenler vardır.
لِلطَّائِفِينَ (Li elOAEviFIyNa) “Tavaf edenler için.”
Buradaki metin evin kimler için olduğunu ortaya koymaktadır. Bu tüm mabetler için geçerli tesbittir.
Bizim Yenibosna’da tesis edeceğimiz misafirhane de böyle olmalıdır.
“Adil Düzen” iktidar olduğu zaman tüm mescitler ve mabetler böyle olmalıdır.
“Tavaf edenler için” temiz tutulmalıdır. Kimlerdir bunlar? Gelip ziyaret edip gidenlerdir. Belki birkaç gece kalanlardır. “Tavaf etmek” çevresini dolaşmak anlamındadır. Ancak, tavaftan maksat ziyaret etmek, oralara gitmektir. Bizim misafirhanemiz olsa, birçok insan gelip burada konaklayacak ve bizim faaliyetlerimizi yakından göreceklerdir. Kâbe sayesinde Mekke dünyanın merkezi olmuştur. Mescitler içinde yatıp uyuma yeri olmalıdır. Otellerde değil, mescitlerde yatılmalıdır. Ama mescit temiz tutulmalıdır. Orada yemek yenmelidir. Oturup sohbet edilmelidir. Hazreti Peygamber Ashâbı Suffa için böyle bir yer ayırtmıştı.
وَالْعَاكِفِينَ (Va eLGAvKiPIyNa) “Ve âkifler, itikaf yapanlar için.”
Bunlar oralarda kalanlardır. Suffa Ashâbı gibidir. Bekârların geçici olarak kaldığı yerler olacaktır. Kadınlar ve erkekler için böyle yerlerimiz olmalıdır. Bunlar orada ilim yaparlar yahut orada yaşarlar. Onlar için de temiz tutulmalıdır. Vakıf tesis edilmelidir. Buranın temizliği için o vakıftan fon ayrılmalıdır.
Yenibosna’da bir inşaat yapabilirsek, orada böyle bir beyt ayırırız. Marketin kira payını da ona harcayabiliriz. “Adil Düzen” böyle kurulabilir; Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail’in yaptığı gibi kurulabilir.
“Ve secde yapan rükucular için.” وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ(125)
Bunlar da buraya gelip ibadet yapacak olanlardır. Bu âyet bize temizlik derecesini göstermektedir. Mescit o kadar temiz olacaktır ki, ayrıca bir şey sermeden insanlar onun üzerine secde etmelidirler. Yani, mescidin içinde masa ve sandalye olmamalıdır. İnsanlar oralara gelip yerlerde oturmalı, yerlerde yemek yemelidirler. Orada yatabilmeli ve oralarda secde edip başlarını koyabilmelidirler. İşte temizlik derecesi budur.
Yenibosna’da bu yönde gelişme olmamış ama, sandalye yönünde gelişme olmuştur. Masa, sandalye, koltuk ve sedir sayılı kimselerin gelebileceği yerlerdir. Oysa, mescitlerde yer sınırlanmamış olduğu için sıkışabildiğimiz nisbette katılma mümkün olmaktadır. Çağımızı nasıl aşacağız? Ayakkabıları ile gelen kişileri içeri nasıl alacağız? Onlarla nasıl sohbet edeceğiz? Bu sorunlar da çözülmelidir. Mesela, sandalyeli toplanma yeri, kuvveti üstün tutan ve herkese açık olmayan yer demektir. Oysa, mescitler kilitlenemez, 24 saat herkese açık olmalıdır. Bir şeyin çalınmaması için nöbet tutmalıyız. Madem ki mâbetler nâsa açıktır, madem ki mütevellilerin işi nâs için burasını açık tutmaktır; o halde bizim toplanma yerlerimizi buna göre ayarlamamız gerekiyor. Evet, “Adil Düzen”le dünya değişecek, kuvveti üstün tutan zihniyet beynimizden sökülüp atılacaktır.
Kuvveti üstün tutan zihniyet bunu bildiği için Kur’an kurslarında ve imam hatip liselerinde sıra ve sandalyeleri zorunlu kılmıştır. Mescitlerle medreseleri ayırmıştır. “Adil Düzen” cahiliye döneminin yani üstünlük iddiasının tamamının köküne kibrit suyu ekecektir. Hıristiyanlar secdeli rükuyu bu amaçla terk ettiler. Kiliseler de secde edilen mabetler olacak, kendileri bunu yapacaklardır.
***
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ (Va EiÜ QAvLa EiBRAHIyMu) “Hani İbrahim kavletmişti.”
Hazreti İbrahim görevi aldıktan sonra, bizzat kendisi görevi ile ilgili proje yapmıştır. Artık her harekette ne yapayım diye Allah’a sormuyor. Görevli olan artık kendi içtihadı ile hareket eder. Gerekli olanlarını isteyebilir. Böylece eksikliklerini Rabb’ine arz etmektedir.
Bu nedir? Burası kamu evi, gelip geçenlerin evidir. Burada konaklayacaklar, ama, bunların masrafları nereden çıkacak, kaynak nereden sağlanacak? O hususta Allah’tan yardım istemekte, tahsisat istemektedir.
رَبِّ اجْعَلْ هَذَا بَلَدًا آمِنًا (RabBi icGaL HAvÜAv BaLaDan EaMıNan)
“Rabb’im, bunu amin beled ca’lett, emniyete alınan belde yap.”
Burada Hazreti İbrahim, evet diyor, biz evi temizleyeceğiz, bu iş bizim işimizdir.
Ancak, burasını emniyetli kılacak, emniyete alan yer yapmak bizim yapacağımız iş değildir. Bu da senin işindir, dua ediyorum, onu sen yap. O halde imamın işi basittir. Evi temiz tutmak. Mabetlerin güvenliğini sağlamak imamların işi değildir, o iş resullerin işidir.
Burada “BELED” nekiredir. Öyleyse bundan başka da emin beledler olacaktır. Tüm insanlara açık emin beledler bütün kıta merkezlerinde olacaktır. Bize göre; Güney Amerika, Kuzey Amerika, Afrika, Avrupa, Hint, Çin ve Avustralya’da, Mekke’ye benzeyen emin yerler olacaktır. Kıyas yoluyla ülkedeki bölge merkezleri o bölge halkı için, ilçe merkezlerinde o il halkı için harem yerler olacaktır. Buraların güvenliği uluslararası dayanışma ile sağlanacaktır. İnsanlığın imamının güvenlik kuvvetleri olmayacaktır.
وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنْ الثَّمَرَاتِ (Va uRZuQ EaHLaHUv MiNa eçÇaMaRAvTi)
“Ehlini semerât ile ırzak et.”
İmama yüklenen görev halkın geçimini sağlamak da değildir. O da Allah’a aittir.
Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail’e yüklenen ise temiz tutmadan ibarettir. Allah buranın güvenliğini siyasi güçlerle sağlayacaktır. Irzak işini de meslekî dayanışma yapacaktır. Vakfın hizmetlileri var, mütevellileri var. Hizmetliler maddî işlerle uğraşmazlar, onlar sadece hizmet verirler. İmam da bunlardan olur.
Biz Yenibosna’da mescit yapar, orasını temiz tutarsak; oranın güvenliği de, geçimi de Allah tarafından görülecektir. Market işine giriştiğimizde Allah bize nasıl rızıklar gönderdi, görmüşsünüzdür. İşte, biz de dua etmeliyiz. Sıkılmadan dua etmeliyiz. Ama temizlik işi çok önemlidir. Sadece Meryem ile Hasan’a kalmamalıdır.
مَنْ آمَنَ مِنْهُمْ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (MaN EAvMaNa MiNHuM Bi elLAHı Va eLYaVMı elEAPıRı)
“Onlardan Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere.”
Baştan ‘Zürriyetimi de imam yapacak mısın?’ sorusuna menfi cevap alınca, şimdi duasının reddedilmemesi için yalnız inananlar için güven ve rızık istedi. Bu da bize bir şey anlatmaktadır.
Bir şeyi isterken dengeli istemek gerekir. Olmayacak şeyleri istemek, olacakların da reddidir. Allah bu sefer onların da bundan yararlanacağını bildiriyor. Hazreti İbrahim burada sadece Allah’a ve âhirete imanı yeterli görmektedir. Bütün dinlerin esası budur. Allah’a inanmak ve sorumlu olduğuna inanmak.
Bugün müsbet ilimler tek Tanrı’ya; Kur’an, Tevrat ve İncil’in tarif ettiği Tanrı’ya ulaşmışlardır. Tanrı tektir, yaratılmamıştır, zaman ve mekan dışıdır, bilendir, ölçülendir gibi özellikler, kâinatın özelliklerinden istihraç edilmektedir. İnsanın sorumlu olduğu hususunu da, anarşistler dışında her din ve felsefe kabul etmiştir.
O halde Allah’ı ve âhireti bilmeme diye bir şey yoktur. Sadece bilip de inanmama vardır. Şeytanın bile bile kâfir olması gibi küfür vardır. Meleklere, kitaplara, resullere inanmak ise bu ana inancın sonucudur. Onlara inanmak için bunlara inanmak gerekir. Hazreti İbrahim’in dini de Kur’an dinidir demektir.
قَالَ وَمَنْ كَفَرَ (QAvLa Va MaN KaFaRa) “Ve küfredeni de, dedi.”
Yani, küfredeni emin kılacağım ve ona da rızık vereceğim. Bu İslâm şeriatında temel kuraldır.
Dünyevî hayatta insanlara ceza verilmez, yaptıklarına ceza verilir. Biri katil olabilir, biri zani olabilir. Onun diğer haklarına dokunulmaz, çalışma hakkı devam eder, hak ettiği krediyi alır. Çalıştığı ücreti tastamam alır. Yeryüzündeki kira payı olan zekâttan payını aynen alır. Diğer insanlardan farklı olmaksızın bütün haklara sahip olur. Katil ise katlin, zani ise zinanın cezasını çeker. Modern hukukta bu kural kanunilik ilkesiyle geçer. Kimseye kanunda yazılı olmayan fiilden dolayı ceza verilemez ve ceza kanunda yazılı olandan başkası olamaz diyorlar. Bu bizde şer’îlik ilkesine dayanır. Makul işlere dayanır. Meselâ, kısas ilkesine dayanır, af ilkesine dayanır. Zinada olduğu gibi kanunilik ilkesi de vardır.
فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلًا (Fa EuMatTıGaHUv QALIyLan) “Onu da kalil olarak temti’ edeceğim.”
Bir kimse kâfir olsa da her zaman mü’min olma ihtimali vardır. Onun için onun yaşama hakkına dokunulmaz, çalışma hakkına dokunulmaz. Mü’min olmasa da gereken cezayı istihkak etmesi için günah işlemesi ve. zulmetmesi gerekir. Sadece kuru iman nasıl cenneti istihkak etmezse, ameli salih gerekiyorsa; sadece küfür de cehenneme girmek için yeterli değildir, ameli sû’ veya fısk işlemesi gerekir.
Hazreti İbrahim’in ifrat ve tefrit isteklerini Rabb’i düzeltmekte ve vasat yol tutulmaktadır. Kâfir imamlığı hak etmez, siyasi hakları yoktur. Ama kâfir yaşamayı hak eder, medeni hakları eksiksiz vardır.
Kur’an bir bütündür, hükümler hep birbirini teyid eder, tebyin eder.
ثُمَّ (ÇümMa) “Sonra”
Sonra, yani âhirette öldükten sonra. Küfür ile iman arasındaki fark orada görülecektir. “Fa”dan sonra az bir zaman yaşatma, sonra azab. Yani, temti’den sonra arada boşluk vardır. Bu da kabir dönemidir. Bu, bundan sonra gelen azabın âhiret azabı olduğuna kesin olarak delâlet eder.
أَضْطَرُّهُ (EawOurRuHUv) “Sonra onu iztırar ederim.”
“İZTIRAR” zaruretten ismi faildir. Kendi kendine zaruret hâline getirmek demektir.
Bu bap lazım bir babdır. Bazen müteaddi de olabilir. Kendi amelleri onu azaba götürüyor. Ama ceza veren Allah’tır. Suçluyu mahkum eden hakimdir, ama kendi fiili mahkum olmuştur.
Âhirette de insanlar yaptıkları fiillerin karşılığı olarak azaba götürülecektir. Ama bunun son kararını Allah her kulu için kendisi karar verecektir. Melekler muhakeme edecek, dosyalar hazırlanacak, şahitler dinlenecek ama, son karar Allah’ın olacaktır. Allah affedeceğini affedecek, cezalandıracağını cezalandıracaktır.
Müteaddi olarak iftial bâbının kullanılması bunu ifade etmektedir.
إِلَى عَذَابِ النَّارِ (EiLAy GaÜaBı elNARı) “Nâr azabına onu iztırar edeceğim, zorla götüreceğim.”
Cehennem azabı bu dünyadaki hapishaneler ile izah edilebilir. Ama nâr azabı bu dünyada yoktur.
Hiçbir hukukta ateşle cezalandırma sistemi mevcut değildir. “Fe” ve “Sümme”nin delâletleri ile kesinleşen âhiret azabı nâr azabı ile de teyit edilmektedir.
وَبِئْسَ الْمَصِيرُ(126) (Va BıESa elMAÖIyRu) “Masir beis oldu.”
“SÂRE” dönüşmek demektir, başkalaşım demektir. Suda yaşayan kurbağa başkalaşır ve karada ciğeri olan varlığa dönüşür. Kelebek kurt iken kozada başkalaşır ve uçar hâle gelir. İnsanlar da cehenneme gidince başkalaşacak, molekül yapılarından çekirdek yapılara dönüşeceklerdir. Yani, bir tür cüceleşeceklerdir.
“Ne kötü dönüştür” denmektedir. Cüceleşen insan gibi bir şey. Bu geçiş devresi krizalit devresidir. “Lâ Yemutu Fîhâ VeLâ Yahyâ” yani, krizalit döneminde ne ölü ne de diridirler. Cehenneme giderken de bu durumu yaşayacaklar, cehennemden çıkarken de o dönemi yaşayacaklar, bu sayede ateşe dayanıklı hâle gelmiş olacaklardır. Bu konuda “Güneş’te Hayat” dosyamıza bakılabilir. O dosya da internette yayımlansın...
ADİL DÜZEN 376
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 38. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
واَِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنْ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ(127)
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَا إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(128) رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ(129) وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدْ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنْ الصَّالِحِينَ(130) إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ(131)
واَِذْ يَرْفَعُ (Va EiÜ YaRFaGu) “Hani ref’ etmişti.”
Bundan önceki âyette İbrahim aleyhisselâm ‘bu beldeyi güven altına alan yap ve ehlini irzak et’ diye dua etmişti. Şimdi de duvarların ref’ edilmesinden söz etmektedir.
Allah ilk insanı yaz-kış meyve veren bitkilerin bulunduğu büyük ırmağın kenarında yaratmıştır. Hazreti Adem siyah derili idi. “Adem” kelimesi bunu anlatır. Bugün de biyolojide siyah insanın bütün genleri taşıdığı ve beyazların sonra renk genlerinin bazılarının bozulması ile oluştuğu bilinmektedir. Bu durumda ilk insanın Nil’in yukarılarında Ekvator civarında yaratıldığı sanılmaktadır. Bunu doğrulayan gen tahlilleri de bulunmuştur. İlk insan oradan Nil deltasına kadar inmiş olmalıdır. Böylece toplayıcılık dönemlerinde Fırat ve Dicle’ye ulaşmıştır.
Yazları meyve toplamak için Fırat ve Dicle’nin çıkış yerlerine kadar çıkar, kışın tekrar, Irak’ın güneylerine kadar inerlerdi. Burası insanların toplayıcılıkla yaşamalarında Nil’den daha elverişli idi. Bu arada insanlar Erzurum’un Palandöken yaylalarından, Çoruh ve Aras vadilerine doğru ilerlediler. Burada da küçük çapta toplayıcılıkla geçinen halk ortaya çıktı. Bunların renkleri beyazlaşmıştır. Beyaz ırkın adı “Georgia”dır; “Gürcüler” demektir. Bu zamana kadar toplayıcılıkla geçiniyorlardı.
Belirli bir dönemde iklim değişti, soğuklar geldi. Nüfus da artmıştı. İnsanlar bundan dolayı toplayıcılıkla geçinemez oldular. Bu arada ateşi bulmuşlar, kabak gibi bazı sebzeleri de pişirerek yemeye başlamışlardı. Balık ve kuş gibi bazı hayvanların etlerini de pişirip yemeyi biliyorlardı ama bu uygulama henüz yaygın değildi. Soğuklar gelince bu sefer avcılıkla geçinmeye başladılar. Avcılık vesilesiyle insanlar yeryüzünün her tarafına dağıldılar ve avların peşine koşarken tüm dünyayı insanlarla doldurdular. Kalaslara binerek denizlere açıldılar. Büyük okyanus adaları bile insanlarla doldu.
Büyük ırmakların kenarlarında Mısır’da, Irak’ta, Hindistan’da, Çin’de ve Güney Amerika’da yerleşenler, ırmakların suları ile topraklarını sulayarak küçük sulama tarımı uygarlığını geliştirdiler.
Avcılar ise Orta Asya ve Doğu Avrupa’da yayla uygarlığını, Arabistan’da ve diğer sıcak yerlerde çöl uygarlıklarını geliştirdiler. Bu arada havalar ısınmış, yeryüzü otlarla dolmuş, avlanacak hayvan kalmamış, nüfus da artmıştı. Bu yayla ve çöl halkı çobanlıkla geçinmeye başlamıştı. Böylece tarihteki üçüncü dönem başlamıştır.
Bunların sorunu su olmuştur. Hayvanlar yayılırlar ama zaman zaman suların bulunduğu yere gelip su içerlerdi. İşte bu hayvanların sularını içtiği yerler zamanla merkez olmaya başladı. Bu yerlere “konak” denmiştir. Sulama düzenini korumak, oraları temiz tutmak ve güvenliği sağlamak amacıyla yerleşenler oldu. Bunlara “kon” veya “h” “k” değişmesi ile “han” adı verildi. Böylece ilk olarak bir merkezi yönetim ortaya çıktı. “Han” hem orada yerleşen ve gelenleri ağırlayan kimselerin adı oldu, hem de yapılan barakaların adı oldu. “Hane” kelimesi buradan gelir. “Hunlar” da bunların kurduğu devlettir.
Hazreti İbrahim Azeri Türklerinden idi. Çobanlıkla geçinirdi. Bu kültürü iyi biliyordu.
Hazreti İbrahim zemzem suyunun bulunduğu yerde bir han yapmağa başladı. Burası Kâbe’dir.
“Kâbe” kelimesi “küp” kelimesi ile akrabadır. Çadır ve çardaklar yuvarlak olduğu halde, Kâbe dört köşe yapılmış, bu adı bundan dolayı almıştır. Hazreti İbrahim ile oğlu Hazreti İsmail, burada halkın gelip geçerken konaklayacakları yer yaptılar. Kendileri ise çadırda yaşamaya devam etmiş olabilirler. İşte Mekke böyle oluştu.
Allah burasını seçmiştir. Buranın birçok özelliği vardır.
a) Önce Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının çöl yolu üzerindeydi.
b) Dağlık bir yerdi. Oranın korunması kolaydı. Böylece güvenli yer olarak seçilmişti.
c) Zemzem suyu bulunmuştu. Ayrıca çöl halkı için Mekke bir dinlenme ve serinleme yeri gibi olmuştur.
d) Denize yakındı ve Arabistan çölünün ortasında sayılırdı. Buradan sadece Irak Mısır kervanları gelip geçmeyecek, Arabistan’ın uygarlık merkezi olacaktır.
Tarihte bildiğimiz böyle kurulmuş bir şehir daha vardır, o da İstanbul’dur. Konstantin haliçte böyle bir merkez yapmaya başlamış, bu şehir bugün dünyanın en büyük şehirlerinden biri hâline gelmiştir. Adil Düzen uygarlığı için de uygun bir yerde ilk bucak kurulursa, orası da III:
. bin yılın uygarlık merkezi olabilir.
“REF’” kelimesi Türkçede kullandığımız “raf” kelimesi ile aynı köktendir. Çadırlarda veya çardaklarda karıncalardan, böceklerden veya başka hayvanlardan korumak için yüksekçe yerin adıdır. Marketimizdeki rafları biliyoruz. Sonra yukarıya kaldırma fiili için kök olmuştur.
إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ (EiBRAHIyMu eLQaVAGıDe) “İbrahim Beyt’in kaidelerini ref’ ediyordu.”
Karadeniz’de evler ağaçtan yapılır. Yaylalarda ağaç bulunmadığı için evleri taştan yaparlar. Derelerden topladıkları büyükçe taş parçalarını hiç harç kullanmadan kuru duvar olarak inşa eder, böylece kendilerine yayla evi yaparlar. Taşların arasından rüzgar estiği için bu evler soğuk havalarda işe yaramaz ama yazın çok güzel uyunacak yer olur.
“İBRAHİM” şimşek anlamında “berk”ten gelebileceği gibi, bereket anlamında olan “berk”ten de gelebilir. Bu takdirde mübarek kılınan kimse demektir. “Kemâ Bârekte İbrahime” diyoruz. Barınmaktan gelen “baraka” kelimesi ile de ilgili olabilir. Kâbe’nin yapıcısı olarak bu adı almış olabilir.
Hazreti İbrahim Kâbe’nin kaidelerini yükseltmişti. “KAİDE” temel demektir. “Temellerini yükselttikleri” denmektedir. Duvar yapmadan önce temel kazılır. Sert toprağa inildiğinde duvara başlanır. Toprak hizasına gelinince kaideyi yükseltme tabiri kullanılmıştır. Türkçede de temel çıktık denir. Mısır’da ehramlar yapılıyordu. Taş işçiliği çok ileri gitmişti. Bugün bile o tekniğe ulaşmış değiliz. Eşi Hacer Mısır’dan gelme idi. Onun bilgisinden de yararlanılabilirdi. “KAİDELER” çoğul getirilmiştir. Temelin dört duvarı anlamındadır. Yalnız duvarların olduğu kısım eşilir, ortası ise doğal olarak kalır.
مِنْ الْبَيْتِ (MiNa eLBaYTi) “Beyt’ten kaideleri”
“Beyt’in kaideleri” denmemiş de, “Beyt’ten kaideler” denmiştir. İzafet iki anlamdadır. “Min”li izafette cüzlük vardır. “Riclî/ayağım” dediğimizde, vücuttan bir parça olan ayağım anlamındadır. Buna minli izafet denmektedir. “Beytî” dediğimizde, buna da lamlı izafet denmektedir. Mülküm olan ev demektir.
Burada izafetin “LAM”lı değil de “MİN”li olmasını vurgulamak için izhar edilmiştir. Burada fıkhın hükümleri ortaya çıkar. “BEYT” dediğimiz zaman sadece odanın içindeki boşluk değildir. Duvarı, çatısı, temeli, penceresi, kapısı ile bir bütün olarak beyttir. Temel beyte ait değildir, beyttendir. Bu bize mütemmim cüzü tanıtmaktadır. Medeni hukukta önemli yer işgal eder. “Beyt” herhangi bir yapıdır. Ambara “beytülmal” denmektedir. Halkın toplandığı yer olan mabetlere beytullah/Allah’ın evi yahut halkın evi denmektedir. Çünkü kamu Allah’ın halifesidir. Oturulacak yer de beyttir ama onun özel adı vardır, “mesken” denir. Buradaki “el-Beyt” marifedir; Kâbe’dir. “Mine’l-Kâbeti” denmemiştir. Demek ki yuvarlak mabetler de yapılabilir.
وَإِسْمَاعِيلُ (Va EiSMAGIyLu) “İsmail de ref’ ettiğinde.”
“İsmail”i ayırmadan atfedebilirdi. Yaptıkları iş aynı olsaydı öyle olurdu.
Oysa inşaat yaparken ustabaşı Hazreti İbrahim idi, Hazreti İsmail ona yardım ediyordu. Bundan dolayı Hazreti İsmail’i daha sonra zikretmiştir. Beraber İbrahim ve İsmail denseydi, ikisi eşit seviyede aynı işi yapmış olurlardı. “Ve Yerfau İsmailü” denseydi, yani “Yerfau” da zikredilseydi, o zaman Hazreti İbrahim ayrı, Hazreti İsmail ayrı duvar yapmış olurdu. Böyle ayrı ama “Yerfau” demeden zikredilmiş olması, bu işte Hazreti İsmail’in ona yardımcı olduğunu ifade eder.
Burada iş yaparken sorumlu ustabaşının talimatlarına uymak gerektiği anlatılmış oluyor.
Burada işçi ve çıraklar kendi içtihatları ile değil, ustabaşlarının içtihatları ile hareket ederler.
Böylece Mine’l-Kavaid” ile mütemmim cüz hükümleri ortaya konmuş ve “İsmailü” sözü ile de usta-çırak ilişkileri ile ilgili hükümler belirtilmiştir.
رَبَّنَا (RabBaNAv) “Rabbimiz.”
Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail dua etmektedirler. Ama burada “dedi” sözü hazfedilmiştir. Daha önce “Hanı İbrahim demişti” diye başlamıştı. Bu âyette de ona atıf yapılmış, bunu yaparken de böyle demişlerdi. “Kâle” veya “Kâlâ” kelimesi hazfedilmiştir. İfadede çok açık olarak anlaşılmamaktadır. Kim dedi? İbrahim mi dedi, yoksa İbrahim ayrı İsmail ayrı mı dedi, ya da ikisi beraber mi dedi? Burada bu belirtilmemiştir.
Bundan sonraki âyetlerden birlikte söylendiği anlaşılmaktadır. Bunun anlamı şudur ki, usta-çırak işi birlikte yaparlar, çırak iş yaparken ona itaat eder, ama sonra onun üzerinde tasarruf hakları bakımından eşittirler. Yani, ücret değil, ortaklık sözkonusudur. Ürün ortaktır. Paylar farklı olsa da, biri patron biri işçi değildir. Birlikte iş yapmışlardır. Sorumluluk da birliktedir.
O halde, mesela, biri diğerine ‘şunun kolunu tut da ben onun kulağını keseyim’ dese, o da ona itaat ederek kollarını tutup usta başı kulağı kesse, fiili ortak olarak işlemiş olurlar. Kulağı kesilen onlardan birinin kulağının kesilmesini ister, diğerinden ise tam diyet alır. Burada sorumlulukta emreden ile ona itaat eden eşittirler. Ama biri birisine para verse ve ‘git onun kulağını kes’ dese, o da tetikçi olarak onun kulağını kesse; kulak kesenin kulağı kesilir. Emreden ise ayrıca diyet öder. Kulağı kesilen emredenin kulağının kesilmesini isteyemez.
تَقَبَّلْ مِنَّا (TaQabBaL MinNAv) “Bizden kabul et.”
“KUBL” kucak demektir. “KUBLE” öpmek demektir. “KIBLE” onun tarafına yöneltilen yerdir.
“Kabul olunmak” demek, işin başarıya ulaşması demektir.
Mesela, biz market açtık; başarırsak Allah kabul etmiş olur. İzmir Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduğumuzda gayesini şöyle yazdık: “Gayemiz; çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşmış kimseler bir araya gelerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştirmektedir.”
Rabbimiz duamızı kısmen de olsa kabul etmiştir. Çünkü bir araya geldik. Birlikte yaşıyoruz. Ama birlikte çalışacak seviyeye ulaşamadık.
“Bizden kabul et” deniyor. Ama neyin kabul edileceğini belirtmiyor. Kâbe’nin insanlar için vaz’ edilen bir yer olmasını kabul et, bizi hedefimize ulaştır demektir. Bugün yeryüzündeki her yerden bir milyon insan oraya gelip ziyaret etmektedir. “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman Kâbe tüm insanlığın konukevi olan Mekke’nin merkezinde bir kıblegâh olacaktır. Dünyadaki her ulusa bir ilçelik yer verilecek ve onlar orada ilçelerini kuracaklardır. Bu ilçenin ne gibi hizmetleri olacaktır?
a) Kâbe Allah’ın evini ziyaret etmek isteyenlerin konuklandığı bir misafirhane olacaktır. Otel değil, paralı değil; parasız misafirhane olacaktır.
b) Orada sakin olan kimseler kendi dillerinden Arapçaya tercümeler yapacaklar, Arapçadan da kendi dillerine tercüme edeceklerdir. Sadece ziyaret edilen merkez olmayacak, aynı zamanda ilim ve irfanın da kalbi olacaktır.
c) İnsanlar ürettiklerini buraya getirip teşhir edecek ve tanıtacaklar, sipariş alacaklar ve malları satmış olacaklardır. Merkez aynı zamanda insanların ekonomik kalbi olacaktır.
d) Mekke’nin başka bir özelliği de, oraya gelen insanların emin olmalarıdır. Suçlu da olsa orada yakalanıp ceza infaz edilmez. Nefsi müdafaa sadedindeki cezaların dışında olanlar orada infaz edilmez. Mağdur olanlar ya affedip diyeti istihkak ederler, ya da kişinin Mekke’den çıkmasını beklerler. Bugün siyasiler için İsviçre böyle emin yer olarak hizmet görmektedir.
إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ(127) (EinNaKa EaNTa elSaMIyGu eLGaLIyMu) “Semi’ ve alim sensin.”
Burada semi’ ve alim marife gelmiştir. Alim olan, semi’ olan sensin denmiştir.
Yukarıda “Rabbimiz, bizden kabul et” denmiş ama “dediler” denmemiştir. Çünkü dua demek, fiili yapıp ondan sonra da sözle onun hâsıl olması için dua ederiz. Burada bundan dolayı semi’ ve alim deniyor. Yani, sesimizi sen işitirsin, yaptığımızı da sen bilirsin. İşte yukarıda “kâle” denmemesinin hikmeti budur.
“Kâle ve Feale” denmiş olması gerekir. Bizim dualarımız da böyle olmalıdır. Rabbimiz, marketimizi kabul et diye kavlen ve fiilen dua etmeliyiz. Rabbimiz, ahşap ev projemizi kabul et diye kavlen ve fiilen dua etmeliyiz. Muhasebe için Rabbimize kavlen ve fiilen dua etmeliyiz.
Peki, biz sebepleri işlediğimiz halde sonuç değişir mi? Bir daha duaya ne gerek var? Yanı fiilî dua yetmez mi ki bir de kavlî dua istenmektedir.
a) Dua etmemiz demek, başladığımız bir işten bıkıp bırakmamak demektir. Yani, bize sabır ver, biz bu işin sonunu getirelim demektir. Yoksa fidan dikersiniz ama ona bakmazsınız, fiili duanız kabul edilmemiş olur.
b) İş yaparken bir hata yaparsınız. Dolayısıyla sonuca ulaşamamış olursunuz. Fiili duanız kabul edilmemiş olur. Kavli ve kalbi dualarla hatadan korunmaya çalışırsınız. Dikkatli olursunuz, hataları düzeltirsiniz.
c) Sizin başladığınız işlerin sonuçlanabilmesi için çevrenizdeki insanların sizi desteklemeleri gerekir. Allah onların kalbine sizi desteklemelerini ilham etmezse bir sonuca ulaşamazsınız. Bizim kavli ve kalbi duamızla Allah çevremizin kalplerini bize ısındırır ve biz başarıya ulaşırız.
d) Nihayet kavli ve kalbi dualarınızla Allah sizleri ve çevrenizi öyle yönlendirir ki, sizin işiniz başarıya ulaşır. Mesela, o gün hava iyi gider, işi bitirirsiniz. Yahut fırtına olur, düşmana karşı sis sizi korur.
Bu konu mezheplerde tartışmalıdır. Sünnetullah mıdır, değil midir? Hayır, değişmez ama, nasıl bizim irademizle o kanunlar lehimize çalışırsa, Allah’ın iradesiyle öyle olur. Bunun en açık örneği kelebeğin fırtınayı yönlendirmesidir. Rüzgar soğuk alandan sıcak alana eser ve bulutlar da yüzey gerilimleri ile bir istikamette akar. Bir kelebek bu yüzey gerilimini delerse rüzgar yönünü değiştirip o tarafa doğru akmaya başlar. Böylece kasırga o kelebeğin kanadı nedeniyle bir yerden başka yere yönlendirilmiş olur. Kelebekleri var eden Allah onlara ilham edemez mi? Görevli meleklere bunları yaptıramaz mı?
Ben hayatımda bu tür yardımlara pek çok zamanlarda şahit oldum. Siz de olmuşsunuzdur.
İşte, maddi sebeplerden sonra bir de kavli ve kalbi dualar yapmamız gerekir. Kavli dualar ses titreşimleridir. Fiziki etkileri vardır. Kalbi duaların elektromanyetik dalgaları vardır, fiziki etkileri vardır.
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ (RabBaNAv VaCGaLNAv MüsLİMayNi LaKa) “Bizi sana müslimeyn yap.”
“Selime Min Şey” demek, bir şeyden selâmette olmak, onun zararından korunmak demektir. “Selime Leke” demek, senin için selamet oldum, sana dokunmayacağım demektir. “Esleme Leke” senin için barıştırdım demektir. Bizi sana barışık kıl demiyor. Bizi sana barışık olmak isteyen kimse yap, sana sorun teşkil etmeyecek çaba içinde olalım demektir. “İslâm” sadece barışık olmak demek değildir. Barışık olmak için çabalamak demektir. İkimizin sana sorun teşkil etmememiz için bizi o şekle sok, öyle birileri yap diye dua etmektedirler.
Yenibosna’da faaliyet gösteren herkes topluluğa sorun teşkil etmeme çabası içinde olmalıdır. Bir olayla karşılaşıldığı zaman ben bu olayda sorun oluyor muyum deyip tevbe etmelidir. Bu nasıl başarılacaktır? Karşı tarafın davranışlarına sabretmek, onunla çekişmemek, eğer bir hak aranacaksa hakemler nezdinde aramaktır.
Harun Özdemir İzmir TV’de Alevi dedelerine program yaptırdı. Onara şunu sordu. Biri birine haksızlık yaparsa ne yapılır? Cevaben; cem heyeti toplanır. Şikayetçi şikayetini beyan eder. Şikayet olunan da kendisini savunur. Sonunda oradaki halk jüridir. Dede sonunda karar verir; şu yapılacaktır. Mesela, hakaret etmişse cezasını ödeyecektir. Kabul ederse sorun biter. Kabul etmezse cemaat onu dışlar, artık o cem evine alınmaz. Onun kurbanı kabul edilmez. Doğum, nikah, ölüm günlerinde cemaat evine gitmez; tâ ki o kişi dedenin verdiği hükmü yerine getire.
İşte, “MÜSLİM” olmak demek, hakem kararlarını kabul etmek demektir. Çıkan her türlü ihtilafları önce sabrederek sorun yapmamak demektir. Ama eğer olay büyükse, hakemlere gidilecek ve hakem kararlarına uymayanlar dışlanacaktır. Hakem kararlarını kabul eden kimse “Müslim”dir.
Buradaki “LEKE” kelimesi hakemlere teslim olmak olarak anlaşılır. Çünkü Allah insanı yeryüzüne halife yapmıştır. Tarafların seçtiği hakemlerin kararlarını Allah ve resulünün kararı olarak kabul etmiştir. Hakemler haksızlık yapmışsa hakemlere gidilebilir. Ama hakem kararları itirazsız uygulanır.
وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ (Va MiN ÜurRiYaTıNAv ÜmMaTan MüsLiMaTan LaKa)
“Zürriyetimizden de sana Müslim bir ümmet ca’let.”
Burada “zürriyetimizi” demiyorlar, “zürriyetimizden” diyorlar. Çünkü artık öğrenmişlerdir ki Allah sünnetullaha aykırı duaları kabul etmez. Demek ki, dualarımızı yaparken, sünnetullaha aykırı olmayan duaları yapmalıyız. ‘Rabbim, beni öldürme!’ şeklinde yapılan dualar kabul olunmaz. Yahut ‘ben uçayım’ diye yapılan dualar kabul edilmez. “Zürriyetimiz” derken, ikisinin ortak zürriyeti, yani Hazreti İsmail’in zürriyeti için dua edilmiştir. Mekke kenti tesis edilsin ve orada Hazreti İsmail’in zürriyetinden Müslim bir ümmet olsun istenmiştir. Allah bu duayı kabul etmiş ve Mekke Hazreti İsmail’in zürriyetinden olmuştur.
Kur’an’da Meryem’in zürriyetinden bahsedilmekte, “Zürriyetehâ” denmektedir. O halde Hazreti İsmail’in zürriyeti olmak için erkekten gelmiş olmak gerekmez. Kızları da zürriyettir. Mekke’de yerleşmiş Mekkelilerle evlilik yapan çocukları onun zürriyetinden olacaktır. Bir kimse üç çocuk yapsa, bir çocuk yetiştirme dönemi 25 sene olsa, birbirleriyle evlenen toplulukta acaba on nesil sonra kaç torunu olur?
Hazreti İsmail milattan önce 2000’li yıllarda yaşamıştır. Bin senede 40 nesil, dörtbin senede 160 nesil geçmiş bulunmaktadır. 3^160 kadar torun olmuş olacaktır. 2*10^76 etmektedir. Bir milyar^10 milyar 10 üzeri 10 dur. Dünya nüfusunun 7 defa milyar çarpımı kadar edecektir.
Sonuç; Mekke’de yaşayan herkes Hazreti İsmail’in zürriyetindendir. Tüm insanlık da Hazreti İbrahim’in zürriyetindendir. Çünkü Hz. İbrahim’in çocukları tüm insanlarla evlenmişlerdir. Demek ki, zaman geçince eğer aralarında evlenmeler devam ediyorsa bütün insanlar, 4000 sene önceki ataların torunudur. İleride Mekke’de ulusların ilçeleri oluşunca aralarında evlenmeler olacak ve onların hepsi Kureyş olacaktır.
وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا (VaEaRiNAv MaNASiKaNAv) “Bize menasikimizi göster.”
Kur’an’da dört çeşit dayanışma ortaklıklarından bahsedilmektedir. İlmî dayanışma, şir’a, dinî dayanışma minhac, siyasî dayanışma viche, meslekî dayanışma mensek olarak ele alınır. Mekke’nin menseki olarak da kurban tanımlanır. Mekke insanlığın ekonomi merkezi olacaktır; şöyle ki:
a) Ekonomi çevreleri kademe kademedir. Bucakta üretilip tüketilen mallar vardır. Bunların standartlarını bucak belirler. İlde üretilip tüketilen mallar vardır. Bunların standartlarını il belirler. Ülke içinde üretilip tüketilen mallar vardır. Bunların standartlarını ülke belirler. İnsanlık içinde üretilip tüketilen malların standartlarını İnsanlık meclisi belirler. O meclis de Mekke’de olacaktır.
b) İnsanlık standartlarına uygun üretilmiş tüm mallar Mekke teşhir yerlerinde teşhir edilir. Böylece malları tanıtma merkezi Mekke olur. Orada görülen numune mallar için oradan sipariş verilir ve sipariş alınır. Nakliye doğrudan ülkeler arasında olur.
c) Teknik eğitim burada öğretilir. Standartların öğretilmesi burada yapılır.
d) Nihayet, bazı zaruri gıda maddelerinin toplanıp harmanlandığı ve ambalajlanıp piyasaya sürüldüğü yer de Mekke olacaktır.
Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail bütün bu bilgilerin kendilerine gösterilmesini istemektedir. Bu gösterme nasıl olacaktır? Hacca gelen insanlar mallarını getirip teşhir edeceklerdir. Nasıl yapıldığını ve kullanıldığını anlatmayanların malları teşhir edilmeyecektir. “Teknolojiyi bize öğret” diye dua ediyorlar.
وَتُبْ عَلَيْنَا (VaTuB GaLaYNAv) “Bize tevbe et.”
Türkçede “yuva” kelimesi vardır. Hayvanların evlerinin adıdır. “Ev” kelimesi buradan doğmuştur. “Yavru” kelimesi de yuvalık demektir. Kelime Arapçada “abe” olarak geçmiştir. Kelimenin başında bulunan “Y”ler “T”ye dönüşür. Ticaret böyledir.
“Teven” de “evbe”den dönüşmüştür. Yuvaya dönmek, yuvaya kabul etmek demektir. Yuvadan kaçan ve ayrılan kimsenin tekrar eski yuvasına dönmesi yahut yuvaya alınmasıdır. “İlâ” ile gelirse yuvaya dönmek şeklinde anlaşılır. “Alâ” ile gelirse yuvaya kabul etme şeklinde anlaşır. “Tûbû İlellahi” “Tâbe Aleyhi” şeklinde ifade edilir. Bizi yuvamıza yerleştir demektir.
Allah’ın beytini yaptılar. Ama daha kendi yuvalarını yapmadılar. Bize onu da nasip et demek istiyorlar. Tevbe etmek “ALÂ ile gelirse, ‘bizi barındır, hemşeri yap, vatandaş yap’ demektir.
إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(128) (EinNaKa EaNTa elTavVABu elRaXIyMi)
“Tevvab sensin, rahim sensin.”
“Barındıran ve geçindiren sensin” demektir. İnsanları barındırırsın ve onlara iş verip geçindirirsin. “RAHMAN” yaşatan “RAHİM” ise çalıştıran demiştik. Onun yerine geçindiren kelimesinin kullanılması daha uygundur. Çıplak olarak bir yerde bırakılan bu insanlar oradaki yaşama imkanları için dua etmektedirler. Bu dualar yalnız kavlî ve kalbî değil, aynı zamanda fiilî dualardır. Bu dualar aynı zamanda taahhütlerdir.
***
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ (RabBaNAv Va ıBGaÇ FIyHıM RaSUvLan MiNHuM)
“Rabbimiz, onların içine kendilerinden bir resul irsal et.”
“Rabbimiz” kelimesi tekerrür ediyor. “Ve”ler sonra konuyor. Çünkü atıf Rabb’e değil cümleleredir. Aynı Rabb’a hitap edildiği için harfi atıf gelmemiştir.
“Ba’set” denmiş, “irsal et” denmemiştir. Kendi içlerinden çıkar anlamındadır. Gelecek resul onlara değil, tüm insanlığa resul olacak, ama onların içinden çıkacaktır.
“Resul” nekiredir, çünkü onlar tarafından bilinmemektedir. Böylece Kur’an’ın kendisine nâzil olduğu resul Kabe’nin temeli atılırken belirlenmiştir. Bunlar hikâye değildir. Tevrat’ta anlatılmış, Hazreti İsmail’den bahsedilmiş, ondan da büyük millet yapılacağı bildirilmiş…
Mekke’ye “faran” denmektedir. Zemzem kuyusuna “şıba kuyusu” denmektedir. Aradan 2500 sene geçiyor ve Kur’an gibi bir kitap ile Hazreti Muhammed aleyhisselâm ortaya çıkıyor. Demek ki her şey planla yürümektedir. Tevrat Hazreti Muhammed’den haber vermiştir. Hâlen ‘Mukaddes Kitap’ olarak basılı kitabı alıp Tekvin’in onbirinci bâbından yirmidördüncü bâba Hazreti İbrahim anlatılırken; Hazreti İsmail, Hazreti İshak ve Katura’dan olup doğuya giden Hazreti İbrahim’in dört oğlundan bahsedilmektedir. Bugün dünyayı bunların getirdiği uygarlıklar işgal etmiştir. Tevrat söylüyor, Kur’an teyit ediyor. Ama hâlâ doğru dürüst tarih yazılmıyor ve okunmuyor. Yirminci yüzyılın kazıları bütün bunları bir bir teyit ediyor.
يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِك (YaTLUv GaLaYHıM EaYATıKa)
“Onlar senin âyetlerini tilâvet etsin.”
Âyetler Allah’ın kanunlarıdır, sünnetidir, O’nun varlığını ve birliğini gösteren delillerdir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâma sadece dinî hükümleri içeren kitapla gelmemiştir. Kur’an aynı zamanda doğa ve sosyal kanunları da onlar kadar anlatan kitaptır.
Kur’an’da fıkhî hükümlere delillik teşkil eden âyetler kadar, hattâ onlardan daha fazla, tabiî ve sosyal kanunlardan bahsetmektedir. “Âyetleri onlara aktarsın” diyor, “beyan etsin” demiyor. Çünkü söylediği sözlerin mânâsı bindörtyüz yıl sonra anlaşılır hâle gelecektir. Yirminci yüzyıl, Hazreti Muhammed’in aktardığı âyetlerin açıklanması olmuştur. Bu husus Hazreti İbrahim’e bildirilmiştir. Çünkü müsbet ilimle İslâmiyet’i yorumlama metodunu başlatan Hazreti İbrahim olmuştur.
Âyetleri aktarmak başka, âyetlerdeki beyyinâtı anlatmak başkadır. Kur’an kâinatın genişlediğini söyler ama ispatını insanlara bırakır. Kur’an bunun için elbette bir fizik kitabı değildir ama, fizikteki sonuçları vererek insanları onu bulmaya gönderir. “Bu odada bir hazine var” derse, siz arayıp bulursanız, size yardımcı olmuş olur.
وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ (Va YuGalLiHiMu eLKiTABa) “Ve onlar kitabı tâlim edecektir.”
Kur’an önce âyettir, yani onun ilâhi sözler ihtiva ettiğini gösteren kanıtlara sahiptir. Harflerin dizilişi onun en kesin mucizesidir. Yani, biz önce onun mucizesini görür, sonra onu kitap kabul ederiz. Nasıl peygamberler önce mucize gösterip sonra peygamberliklerinin kabulünü isterlerse, Kur’an da öyledir. Önce kendi mucizesini gösterir, sonra onun kabulünü ister. Onun için önce âyetlerin tilâvetini söylemekte, sonra da “Kitab”ı anlatmaktadır. “Kitap” hükümleri içeren metindir, hükümlerin illetlerini ortaya koyar.
وَالْحِكْمَةَ (Va eLXiKMaTa) “Ve hikmeti tâlim edecektir.”
“HİKMET” demek, fiillerin doğuracağı yararlardır. Abdestin illeti tathir etmesidir. Tathirin hikmeti ise sağlıktır. Kur’an önce kendisinin ilâhi kitap olduğunu gösterir, onu kanıtlar. Sonra fiillerin illetlerini ve hükümlerini ortaya koyar. Daha sonra da fillerim hikmetlerini ve yararlarını anlatır. “Oruç tutun ki sıhhat bulasınız” denmektedir. Orucun illeti yılı sağlıklı bir şekilde geçirmiş olmak, hikmeti ise sağlıktır.
وَيُزَكِّيهِمْ (Va YüZakKIyHim) “Ve onları tezkiye edecek bir resul gönder.”
“TEZKİYE” demek, insanları kötülüklerden arındırmadır. Kur’an bunu yapacaktır. Bir arkadaş gibi sizi etkisi altına alır ve sizi kötülüklerden korur, iyiliklere sürükler.
Kur’an’ın bu sürükleyiciliğidir ki bugün birbuçuk milyar insan ona inanmaktadır. Bütün dünya dinlerinde gevşeme olduğu halde, Müslümanlardaki canlılık devan etmekte ve giderek artmaktadır.
إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ(129) (EinNaKa EaNTa elGaZIyZu elXaKIyMu) “Aziz sensin, hakim sensin.”
“AZİZ” güçlü, söz geçiren demektir. Türkçede kadiri aziz olarak anlamaktadırlar. Oysa kadirde güç değil, ölçülendirme vardır. Ölçülendirme de ancak güçle olur. Ancak kadir demek, her şeyi ölçülü var etmiş ve planlamıştır. Aziz ise söz geçiren güçlü demektir. Tabiî varlıkların direnme güçleri olmadığı için aziz kelimesi şuurlu varlıklara karşı kullanılır.
Burada önemli bir hususa işaret etmektedir. Tarihte olmuş olan bütün olaylar O’nun isteği ve hükmü ile olmuştur. Hazreti İbrahim Peygamberin başlattığı insanlığı tek millet hâline getirme çabası Kur’an’la tamamlanmıştır. Kur’an’ı insanlığa anlattığımız zaman onu reddedecek çok az kimse olacaktır.
***
وَمَنْ يَرْغَبُ (Va MaN YaRĞaBu) “Kim rağbet ederse.”
“RAĞBET” “RAHİME” kelimesi ile akrabadır. Annenin çocuğa ilgi göstermesi gibi ilgi göstermek anlamındadır. Türkçede rağbet etmek, ilgi göstermek ve onu elde etmek için çabalamak demektir.
“AN” ile gelirse aksi anlamını taşır; ilgi göstermemek, uzak durmak anlamındadır. Bu “AN” kelimesi Batı dillerinde de vardır; tropi-antropi gibi. Burada “AN” ile gelmiştir; kim İbrahim milletinden uzak kalır denmektedir. Soru şeklinde yöneltiliyor.
“MEN” Tükçedeki kim anlamındadır. Hem şart, hem sıla, hem soru olarak anlam taşır. “Raeytü Men Câenî” bana gelen kimseyi gördüm dediğimizde sıla olarak kullanılır. “Man Câenî Fekad Faraha” bana kim gelirse ferahlamıştır derken şart olur. “Men Câenî” bana kim geldi dediğimizde soru olur. Burada soru olarak gelmiştir. İnkâr sorusudur, yani, bunu kimse yapmaz. İbrahim milletinden olmak, akıllı olmak demektir.
عَنْ مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ (GaN MilLaTi İBRAHİyMa) “İbrahim milletinden kim uzaklaşır?”
İnsanlık tıpkı çocuk gibi eğitilerek rüşt çağına ulaştırılmıştır. Bu eğitim bundan 5000 yıl önce Nuh Peygamber zamanında başlamış ve günümüzde 7 yaşına girmiş insan gibi olmuştur. 10 yaşında Hazreti İbrahim gelmiştir. İnsanlık bugün 15 yaşına girmektedir. Çağımız insanlığın büluğ çağıdır.
“MİLLET” çuvalı doldurup üzeri çuvaldızla dikilen torbadır. Millet; ocak, bucak, il ve ülke sıralamasında insanlık olarak son en büyük örgüttür. Torbanın içine ulusların torbaları konmuştur. Ulusların torbaları içine illerin torbaları, onların içine bucaklar, onların içine ocaklar ve onların içine kişiler yerleştirilmiştir. Ne var ki kişiler bu torbalardan çıkıp girebilmekte ama insanlığın dışına çıktıklarında boşlukta kalmaktadır. O halde “insanlık” dediğimiz zaman, birleşmiş milletler camiasında olsun olmasın herkes dahildir.
“Millet” dediğimiz zaman, birleşmiş milletler camiası üyesi olan kişiler kastedilmektedir. İbrahim milleti ile nâs arasında bu fark vardır.
O halde “Adil Düzen”in istediği Birleşmiş Milletler’in demokratikleştirilmesidir, yoksa Birleşmiş Milletler’e karşı olmak değildir. Neler değişecektir
1- Birleşmiş Milletler’in merkezi Mekke’ye taşınacak, orası bağımsız kent olacaktır. Bütün insanlar oraya vizesiz girip çıkacaklardır. Burasını dünya devletlerinin ilim adamlarından oluşan meclislerin ilmî şurâ üyeleri olarak gönderdiği ilim adamları yöneteceklerdir. Uygarlaşma buradan gerçekleştirilecektir. Silahlı gücü olmayacaktır.
2- Bu Mekke kentine bağlı kıta merkezlerindeki kentler olacaktır. Buralarda araştırma yapılacaktır. Avrupa Birliği benzeri değil, Avrupa topluluğu benzeri kuruluşlar olacaktır.
3- Birleşmiş Milletler’in aldığı kararlar ülkeleri kendi iç işlerinde bağlayıcı olmayacak, sadece uluslararası ilişkilerde ve ortak işlerde geçerli olacaktır.
4- Kararlar ekseriyetle değil, ma’şerî karar usulleri ile alınacaktır. Ma’şerî kararların nasıl alınacağı “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda anlatılmıştır.
Yerinden yönetim ilkesi içinde bir Birleşmiş Milletler olacak, askeri birliği olmayacaktır; çünkü insanlık birliğidir, İbrahim milletidir.
إِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ (EilLAv MaN SaFiHa NaFSaHUv)
“Nefsine safh edenden başkası İbrahim milletinden uzak durmaz.”
İbrahim milletine katılmayan kimseler kendi hallerine bırakılacak ve sefihlere tatbik edilecek hükümler uygulanacaktır. Sefihlere babalarından kendilerine intikal eden mallar verilmez ama kendi kazandıkları mallar kendilerine ait olur.
“SEFİH” “SAFH” kelimesi ile akrabadır. Hayvanı kestiğiniz yere dökülen kandır. Saçıp savuran demektir. Birleşmiş Milletler’e katılmayan devletlere bir yaptırım uygulanmaz, ancak Birleşmiş Milletler’in hizmetlerinden yararlanamazlar. Bu devlet içinde iller için de geçerlidir. İl içinde bucaklar için geçerlidir. Hattâ bucak içinde ocaklar ve kişiler için de geçerlidir. Bize zarar vermeyene biz dokunmayız, sadece onlara olan desteğimizi keseriz. Çünkü bizde yalnız savunma zorlaması vardır.
وَلَقَدْ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا (Va LaQaD iSOaFaYNAvHUv FIy elDuNYAy)
“Onu dünyada istafa ettik.”
Onu dünyada arındırdık, saflaştırdık; yani, kötülükten ve çirkinlikten koruduk. İnsanlığa örnek olsun diye ona kötülükler işletmedik. Onun neslini insanlığı tek uygarlığa götürmek için görevlendirdik.
Aramızdan birinin arındırılması bize zarar değildir. Tam tersine aramızda böyle birinin bulunması bize rahmettir. Bugün insanlık tek uygarlığa gidiyorsa bundan Hazreti İbrahim’in kendisi değil, biz yararlanıyoruz.
وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنْ الصَّالِحِينَ(130) (Va EinNaHUv FIy eLEAPiRaTi LaMiNa elÖaLiXIyNa)
“Âhirette de o salihlerdendir.”
Yani, bu dünyada onu arındırdık. Dolayısıyla onun günah işlemekten önlenmiş olması onun sevabında bir eksiklik yapmayacaktır. Bu Allah’ın onlara in’âmı olacaktır.
“Âhirette de salihlerden olacaktır” demesi, âhirette de salih amel olacağı anlaşılmaktadır. Orada topluluklar olacaktır. Orada günah işlenmeyecek, ceza uygulaması olmayacaktır. Ama orada sevap işlenecek ve insanların dereceleri yükselecektir.
“Âhirette de salihlerden olacaktır” ifadesi, âhiret hayatı hakkında büyük açıklık getirmektedir.
***
إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ (EiÜ QAvLa LaHUv RabBuHUv EaSLiM) “Rabbi ona İslâm ol demişti.”
“İslâm ol” ne demek? Hakk’ın selâmeti içinde yaşa demektir. Allah ne hüküm koymuşsa ona teslim olmak demektir. Kur’an bize hicreti emrediyor, düşmanın eline geçen topraklarda direnin emri verilmiyor.
Hamas denen gruba ‘Orada savaşmayın, hicret edin’ dediğimiz zaman, cevap olarak ‘Oraları İsraillilere mi bırakalım?’ diyorlar. Orası senin mi ki? Orası Allah’ın değil mi? Sen bırakmıyorsun. Lozan’da bırakılmış. Biz İstiklâl Savaşı’nı İstanbul’dan değil, Erzurum’dan başlattığımız çıkışla başardık.
“Müslim olmak” demek, şeriata teslim olmak demektir. Biz Kur’an’dan hükümler getiriyoruz, müsbet ilimlerle açıklıyoruz. Onlar ise bize şovenist duygularla cevap veriyorlar.
قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ(131) (QAvLa EaSLaMTu Li RabBi eLGALaMIyNa)
“Âlemlerin Rabbine İslâm ettim diyor.”
Bakınız, Müslümanların Rabbine, Türklerin Rabbine değil, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum diyor.”
Önce Filistinlileri oradan çekeceğiz, savaş duracak. Birleşmiş Milletler girecek, kan duracak. Kur’an bunu açıkça ifade ediyor; mütareke istedikleri zaman kabul edin, korkmayın diyor. Sonra oturup tarafların hakemler göndermesini isteyeceğiz. Kim haklı ise ona göre karar verilecek, sonra hakem kararlarını dinlemeyenlere karşı savaşacağız. Ben İsrail oğullarının hakemliğini kabul ederim.
Yeryüzü insanlığındır. İsrail oğullarının da topraklarının olması gerekir. Arapların haddinden fazla toprakları vardır, vermelidirler. İsrail oğullarının elinde de sermaye vardır, onlar da bunun fazlasını Araplara vermelidirler. Bu para ile Sina Yarımadası’nda bir devlet kuralım. Böylece hem Filistinlilere, hem de dünyada zulme uğramış durumda olanlara vatan bulmuş oluruz…
Bu şekilde “Âlemlerin Rabbine teslim olarak” insanlığın barışı için çalışırız.
Sokaklara dökülüp İsrail’i lânetleyeceğimize, Sina barış devletini kurmak için faaliyet göstermeliyiz. Sadece bizim Rabbimize değil, Hazreti İbrahim gibi âlemlerin Rabbine teslim olmalıyız.