BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2572 Okunma
bakara 144-149

 

 

ADİL DÜZEN 381

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 43. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ

وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ(144)

وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوتُوا الكِتَابَ بِكُلِّ آيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَ وَمَا أَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ إِنَّكَ إِذًا لَمِنْ الظَّالِمِينَ(145)

 

قَدْ (QaD)  “KaD”  

Arapça şekil dilidir. Üç harfli kökleri vardır. O köklerden değişik harekelerle ve az sayıda harf ilavesiyle değişik kelimeler üretilir. Türkçede olduğu gibi ekleri yoktur. Onun yerine başlarına harfler konur. Arapçada sadece iki fiil çekimi vardır; geçmiş ve gelecek. Bunların malum ve meçhulleri vardır. Hepsi tek mastarla ifade edilir. Hâl ve istikbal harflerle yapılır. Menfilerde “Mâ Yensuru” derseniz hâl olur. “Mâ” geçmişi, “Yensuru” geleceği ifade eder; ikisinin ortası hâl olmuş olur.

Müsbet fiilde ise “QaD” kelimesi kullanılır. Maziye getirilirse, geçmişte ettin ve hâlen de devam ediyorsun demek olur. Muzari üzerine gelirse, şimdi başladın ve devam edeceksin demektir. Kelime “KÂDe” kelimesine akrabadır. Yaklaştı, neredeyse oldu veya olacak anlamlarını taşır.

Burada Allah “gördük” demiyor da; “görüyoruz, görmekteyiz” şeklinde ifade etmektedir.

نَرَى (NaRAy)  “Görüyoruz.”

Görmeye başladık” anlamındadır.

Bu âyet Hazreti Muhammed aleyhisselâma kıblenin Mescidi Aksa’dan Kâbe’ye çevrilmesini anlatmaktadır. Ancak mâzi fiili ile haber vermekte, muzari fiili ile kullanmaktadır.

Aynı zamanda çevir, dua et, iste mânâsını taşımaktadır. Yön önemli değildir. Doğu da, batı da ve kıyas yoluyla diğerleri de, yani hepsi Allah’ındır. Nerelere yönelirsen yönel, oralarda Allah’ın vechi bulunacaktır. O halde seni vechini semaya çevirir göreceğiz demektir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm namazları Mescidi Aksa’ya doğru kılmaya başlamıştır. Çünkü ilk nâzil olan sûrelerden birinde, “Biz size Firavun’a gönderdiğimiz bir resul gibi resul irsal edeceğiz.” denmektedir. O Yahudilerin Mescidi Aksa’ya doğru namaz kıldıklarını biliyordu, bundan dolayı o da o tarafa yöneldi ve kıldı. Bir uyarı gelmedi. Böylece Mekke’de Kudüs kıble oldu.

Medine’de de bir seneden fazla, iki seneye yakın bir zaman Mescidi Aksa kıble olmaya devam etti.

Bu âyet bize takrir, yani gerektiği yerde susmanın da sünnet olduğunu kanıtlar. Çünkü Hazreti Muhammed’in uygulamasını Allah takrir ile teyit etti. Bu uygulama sünnette büyük bir usûlü ortaya koyar. Hazreti Muhammed de hata yapardı. Dolayısıyla sünnet içinde de yanlışlar vardır ama o yanlışlar düzeltilmiştir. Eğer düzeltilmemişse, demek ki Allah takrir ile onu teyid etmiştir. Ölümüne kadar düzeltilmemiş sünnetler doğrudur. Onda hata yoktur. Zamanına mahsus olabilir. Onu ortaya çıkarmamız gerekir.

Demek ki, sünnet iki sebepten dolayı Kur’an’dan sonra gelmektedir. Birincisi, sünnette hata olabilir. Kur’an’da eğer aksi hüküm varsa Kur’an onu düzeltmiştir. Bunun dışında, hüküm doğru olur ama kendi zamanı için doğru olur. Bir de, sünnet bize vahid haberlerle geldiği için yanlış gelmiş olabilir.

تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ (TaQalLuBa VaCHıKa FIy elSaMAEi)  

“Vechini sema içine takallub ediyordun.”

TAKALLUB” kalıp değiştirmek, şekil değiştirmektir. “KALB” kelimesi de buradan gelmektedir. Elbiseyi içten dışa çevirmek, yahut girintiyi çıkıntıya dönüştürmek kalıbdır. Ayağınızı bastığınızda çamurda kalan şekil, kalıptır. İnsan günlük meşgalelerden ayrılıp da kendisini var edene döndüğü zaman, sanki O göklerde imiş gibi başını yukarı kaldırır. Artık dünya ile ilgisini keser. İnsan namazda bunu yapacaktır. Günlük hareketleri bırakır ve kendisi yüzünü Allah’a çevirir. Ama Allah her tarafta olduğu için yüzünü göğe çevirir.

VECHİNİ” deniyor. İnsan için vech çok önemlidir. Diğer canlılar hep yere bakar şekilde yaratıldığı halde, insanlar dik yaratıldı ki birbirlerine baksınlar, konuşurken mimiklerle de anlaşsınlar. Bundan dolayıdır ki insan gülen ve ağlayan bir varlıktır. Gözlerden çıkan dalgalar radar dalgaları gibidir. Sizin gözünüze gelir ve gözler de anlaşır. Bundan dolayı kadın ve erkeğe “gözlerini ğaddetsinler” diyor.

Ne tarafa dönerseniz dönün, orada Allah’ın vechi vardır.” deniyor. İşte insan dünyadan ilgisini kesip yüzünü Allah’a çevrince, Allah da ona yüzünü çevirir gibi yapar ve ilhamlarla ona hitap eder.

Yüzünü Allah’a çevirmek sadece bir şey istemek için değildir. O’na bir şeyler sormak için de vechini O’na çevirirsin. Kabe’nin kutsiyetinin ilk yapılan bina oluşu olduğunu öğrendikten sonra, artık yüzünüzü Allah’a çevirir ve ‘ne yapalım biz de o tarafa dönelim mi?’ diye sorarsınız.

Yine burada bir usul daha ortaya çıkmıştır. Gerekçeler beyan edildikten sonra emir çıkmamışsa, kanun yapılmamışsa, artık çıkmasını beklersiniz. Gerekçelerle işe başlayamazsınız. Doktor sana, ‘senin hastalığın budur, senin şu ilacı kullanman gerekir’ derse; siz o ilacı kullanmazsınız, sorarsınız, yüzüne bakarak sorarsınız, lisanı hâl ile sorarsınız; ne yapayım? O da ‘başla’ derse, başlarsın. Yoksa gerekçe ile ilaç kullanmaya başlanamaz.

Kanunlar gazetede yayımlandığı tarihte yürürlüğe girer.

‘Kur’an’da her şey vardır’ derken, işte böyle istidlâl edebilirsiniz denmiş olur.

Burada Kur’an’ın büyük belagatı da yer almıştır. “İle’s-Semâi” denmemiş de, “Fi’s-Semâi” denmiştir. Çünkü semada değil, semanın içindedir, yani her yerdedir. Başka bir ifade ile hiçbir yerde değildir. Böylece Allah’ın gökte bir yerde oturduğu izlenimini veren bir âyet yoktur. Arşa istiva etmesi de böyle bir ifadedir.

فَلَنُوَلِّيَنَّكَ (Fa LaNUValLiYanNaKa)  

“Seni tevliye edeceğiz.”

Fa” harfi gelmiştir. Yani, sen vechini semaya kalbedince biz de seni tevliye edeceğiz.

Vechi semaya tevcih, talep etmek veya bir şey sormaktır.

Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kanunlar çıkar. Kanunları hükümet teklif eder. Meclis görüşür ve karar alır. Bugün bu düzen çalışmamaktadır. Avrupalılar talimat verir, hükümet alelacele kanunu sevk eder, sonra da çıkar. Hükümetin kanun teklifi Kur’an’ca da uygun görülmektedir. Çünkü “Senin vechini semaya kalbettiğini gördük” denmektedir. Meclis’ten kanun çıkarılması istenmektedir. Ancak doğrudan Meclis’e müracaat edemiyor, sadece onun tarafına yüzünü çeviriyor. Bu ne demektir? Hükümet bir kanuna ihtiyaç hissedince bunu parti başkanlarına yani ilmî dayanışma ortaklık sorumlularına bildirir. Bu Meclis’ten değil, partilerden taleptir. Bütün partilere bildirmekle semanın içine vechini çevirmiş olur. Partilerden kimi bu konuyu benimser ve Meclis’e getirir. Meclis partilerin getirdiği kanunları görüşür.

Onun için biz diyoruz ki; kanunları seçimlerde en az yüzde 5 oy alan siyasi parti başkanları teklif edebilsin. Hükümet bunlara başvursun. Meclis de partilerden birinin benimsediği kanunu görüşsün.

Böylece burada anlatılan toplulukta karar mekanizmasının nasıl oluşacağını da bize öğretmiş oluyor.

قِبْلَةً (QıBLaTan)  

“Bir kıbleye.”

KIBLETEN” kelimesi nekire gelmiştir. Bunun anlamı nedir? Hükümet partilere ihtiyaçlarını bildirir. Çözüm mekanizmasını ise ilim tesbit eder. Yani, kanunun metnini hükümet hazırlamaz.

Evet, ‘kıblemiz ne olacak’ diye soruyorsun. ‘Biz bunu halledeceğiz’ deniyor.

Çözümün ne olduğu baştan belli değildir. Çünkü çözüm ilmîdir. Talep ise ihtiyaçtan gelmektedir. İhtiyacın belirlenmesi ise muhtaç olanların isteklerine bağlıdır. Ama çözüm ilimle olmaktadır. Hükümetlerin veya halkın isteklerine bağlı değildir.

تَرْضَاهَا  (TaRWAyHAv)  “Razı olacağın kıbleye seni çevireceğiz.”

Allah burada bize yine kanunları yaparken hükümetle olan ilişkisini anlatmaktadır. Çözümleri meclis yani ilim adamları üretecekler ve getireceklerdir. Hükümetin de görüşünü ve rızasını alacaklardır. Uygulayıcıların kabul etmeyeceği çözümler çözüm olarak kabul edilmemiş olur.

Biz bunu şöyle düzenliyoruz: İlmî şûra sorumluları sağlık hizmetinden ve sanat hizmetinden aldıkları istekleri bütçe hâline getirip hükümete arz ederler. Hükümet değişik dinî kurullardan gelen istekleri ilmî dayanışma ortaklıklarına bildirir. Onlar çözümler üretirler. Hükümete sunarlar. Hükmet razı olduğu çözümü meclise bildirir, meclis de bunu kararlaştırır.

Bu amaçla biz, Devlet Planlama Teşkilatı’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bağlanmasını ve üniversitelerin de DPT’nin finansmanı ile yönlendirilmesini öneriyoruz. Üniversiteler bağımsızdır. Ancak parayı verenin sorunlarını çözmek zorundadır. Bu para verecek de Devlet Planlama Teşkilatı olacaktır. Hükümetlerden gelen önerilerle siyasi partiler bir kanunun hazırlanması için DPT’ye tahsisat ayırırlar. DPT bunu üniversitelere sipariş vererek harcar. Böylece oluşmuş teklifler hükümete gider, hükümet bunlardan razı olduğu çözümleri benimser ve meclis kararı ile kanunlaşır.

Görülüyor ki, Kur’an kıble örneğinde yasama akışını anlatmaktadır.

فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ (Fa ValLı VaCHaKa ŞaORa eLMasCıDı elXaRAMı)  

“Vechini Mescidi Haram’ın şatrına tevliye et.”

Hükümet tarafından partilere ihtiyaç bildirildi. Onlar da ilmî çalışmaları sonucunda hükümetin razı olacağı çözümü ürettiler ve meclis de bunu onayladı, kanunlaştı. Bu kanun resmi gazetede yayınlandığı tarihten itibaren yürürlüğe girer. Ondan sonra önce başkan o kanuna uyar.

Burada “vechini tevcih et” demiyor, “vechini tevliye et” deniyor.

Burada yine yasama ile ilgili yeni usul ortaya konuyor. Yeni kanunlarla eski kanunlar arasında bir çelişme varsa, yeni kanun hükümleri eski kanunun hükümlerini ortadan kaldırır. Kudüs’ten Mekke’ye dönüldüğü için “tevliye” kelimesi kullanılmıştır. Benzer şekilde kanunlarda da eski hükümler ortadan kalkar.

ŞATR” kelimesi “satır” kelimesinin köküdür. Meyve toplayıcılık döneminde insanlar ağaç dallarını kırmak için dalın iki tarafına taşlar koyar, ortasından bir taşla vurup kırarlardı. Bu taşın keskin köşeli olması gerekir. Buna “satır” denir. Sonra eti ortadan ayırmak için kullanılan âlete “satır” denmiştir.

ŞATR” kırılacak ağacın ortası demek olur. “Satır” kelimesine sahife ortalanarak yazıldığı için satır denmiş, “sütun” kelimesine ise sağa-sola konan direk mânâsında sütun denmiştir.

“Vechini Mescidi Haram’ın ortasına tevliye et” denmiştir.

Ağaç kırmak isteyen göz kararı ortalar. Sonra satırı indirir. Her zaman tam ortasına rastlamaz.

Burada da Mescidi Haram’ın ortasına yani Kâbe’ye yönelteceksin.

MESCİDİ HARAM” kelimesi kullanılmıştır.

Mescidi Haram, Kâbe’nin çevresindeki mescittir. Dış tarafına sınır çizilmemiştir. Mekke’nin içinde istenildiği kadar genişletilebilir. Onun şatrı Kâbe’nin bulunduğu yerdir. Cemaatle namaz kılınırken halka olarak birbirine bakar. Tüm insanlık da oraya yönelince halka olmuş ve o tarafa bakmış olur.

MESCİD” secde edilen yer demektir, yani talimgahtır. İnsanların refleks hareketleri öğrenmeleri için başkanın komutasında değişik hareketler yaparlar; kalk, eğil, çök gibi komutlarla hareket ederler. Siyasi toplanma yeridir. Salavât ise dinî toplanma yeridir. Mabetler kabileler içinde yani bucaklarda tek toplanma yeri hâline getirilmiştir. Kur’an’da pazarlar, mabetler, medreseler ve kışlalar ayırımı vardır.

Neden “Mescidi Haram” denmiştir? Çünkü orada çekişme ve boğuşma yoktur. Orada her türlü eziyet verici hareketler haram kılınmıştır. Kır var, kent var. Kentler meskun yerlerdir. Meskun yerler ocaklara ve bucaklara ayrılmıştır. Orada kent yasakları vardır. Kırda bu yasaklar geçerli değildir. Kent yasaklarının olduğu yerlere “harem” denmektedir. Mesela, kentte korna çalmak yasaktır. Kentte sokakta araba park etmek yasaktır. Kentte saat onikiden sonra gürültü etmek yasaktır. Kent yasaklarının olduğu yere “haram” denmektedir. Bir de kentin içinde halkın toplanıp birlikte hareket ettiği yerler vardır ki, buralara da “haram mescidi” denmiş oluyor. Marifeli/belirli olduğu için burada Kâbe’nin çevresindeki mescit kastedilmektedir.

وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ (Va XayÇu MAv KuNTuM)  “Nerede olursanız.”

Bu bulunulan yer değişik olabilir.

a)      Haram Mescid’in içinde iseniz, doğrudan Kâbe’ye yüzünüzü çevirin. Bu görerek belli olur.

b)      Mekke’de iseniz, Mescidi Haram’ın duvarları görülür. Onu ortalarsınız.

c)       Mekke ilinde iseniz, Mekke’ye gidilen yoldan oranın neresi olduğu bilinmektedir; oraya nasıl gidildiği bilinmektedir. Yüzünüzü Mekke’ye çevirin.

d)      Arabistan’da olursanız, artık hesap-kitap yapmadan kıbleyi bulmak zorlaşır ama yine de takriben ciheti bilen bilir.

e)       Yeryüzünün diğer yerlerinde ve denizlerde kıblenin yeri ancak hesaplarla bilinir.

f)       Uzaya giderseniz kıbleniz artık yeryüzü olur.

g)       Eğer yıldızlara gidersek kıblemiz güneş tarafı olur.

İşte, kıblenin bulunması sorunu en önemli sorun olmuştur. Müslümanlar kıbleyi bulabilmek için coğrafyayı, astronomiyi ve trigonometriyi öğrenmişlerdir. Bunun için şunlardan yararlandılar.

a)      Gökteki bütün sabit yıldızlar bir yıldızın etrafında döner görünürler. Buna “Kutup Yıldızı” denir. Kutup Yıldızı hareket etmez, hep kendi yerinde durur. Bu yıldızın ufuktan yüksekliği ise değişik yerlerde değişiktir. Aynı yükseklikte görülen yerlere aynı enlemedeki ülkeler olarak adlandırıldılar.

b)      Yıldızlar Kutup Yıldızı’nın etrafında dönerler. Güneş ve Ay oniki burçtan gezerek hareket eder. Ay ayda bir defa gökyüzünü dolaşır. Güneş ise senede bir defa gökyüzünü dolaşır. Güneş bir gün hep aynı yerlerde kalmış görünür. Ay da ayrı yerde görünür. Ay ile Güneş arası her gün farklıdır. Ay tutulduğu anda değişik yerlerden gökte değişik şekillerde görünür. İşte bu fark iki ülke arasındaki zaman farkı olarak adlandırılır. Ay’ın tutulmasını gökte aynı yerde gören ülkeler aynı boylamdadırlar denir. Böylece yeryüzündeki her ülkenin enlemi ve boylamı belirlenmiş olur. Haritalar üzerinde bu çizgiler çizilir. Bunlara “harita çizgileri” denir.

c)       Şehirlerin enlem ve boylamları tesbit edildikten sonra harita çizgilerine bunlar yerleştirilir. Böylece yeryüzünün haritası ortaya çıkar. Bu sayede net harita yapılabilmektedir.

d)      Harita üzerinde çizilen çizgi ile Mekke ile güney arasındaki açı bulunur. Bu, yaklaşık bir yöndür.

Çok net olarak kıblenin tayini için dik üçgeni almışlar, karşıki kenarın uzun kenara bölümüne “kıble” yandaki kenara bölümüne ise “ceyb” demişlerdir. Böylece hesaplar geliştirmişler ve buna müsellesât yani üçgenler bilimi demişlerdir. Batılılar bunu tercüme etmiş ve trigonometri demişlerdir. Bu sayede kıblenin yönünü net olarak hesaplama imkanını bulmuşlardır.

Müslümanlar güney yönünü yani kıbleyi  bulmak için de Çinlilerden öğrendikleri pusulayı kıblename olarak kullanmışlardır. Başlangıçta sadece kıble tayini için kullanılan kıblename ve bu kıble hesabı, sonraları çöllerde veya ovalarda yol bulmak için kullanılmıştır.

Denizcilikte kullanılmış, böylece gemiler kara kıyısından gitmekten kurtulmuş, dümdüz Karadeniz, Akdeniz ve Hazar Denizi’ni geçebilmişlerdir. Bu sayede Atlas Okyanusu’na açılabilmiş ve Amerika kıtası keşfedilmiştir. Hint Okyanusu’nun ortasından gidilerek Japonya’ya varılmıştır, Avustralya’ya gidilmiştir. Şimdi de o ilim sayesinde göklerde uçabiliyoruz. O ilim o kadar gelişti ki, bugün uzayda seyahat yapabiliyoruz.

Kur’an eğer bu emri vermeseydi, trigonometri ve cebir ilimleri başlamayacak ve gelişmeyecek, insanlar hâlâ orta çağda yaşayacaktı. Kimse bunun aksini iddia edemez. Çünkü bu ilimler ancak daha sonra ve başka bir yerde gelişmemiştir.

Bu âyetin mânâsını anlamak çok önemlidir.

“Vechini Mescidi Haram’ın şatrına çevir” demek, uygarlaş demektir.

فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ (FaValLUv VuCUvHaKuM ŞaTRAHu)  

“Nerede olursanız olun vechinizi onun şatrına tevliye ediniz.”

İster tek başınıza olunuz, ister topluca olunuz, vechinizi kıbleye tevcih edeceksiniz.

Burada önemli olan husus, sadece namazda çevirin denmemektedir. Genel olarak nerede olursanız olunuz, tüm hayatınızda vechinizi Mescidi Haram’a tevcih ediniz.

Bu emrin mutlak olması, bize genel planlamada hareketlerimizi nasıl ayarlayacağımızı da ifade etmektedir. Nasıl dağlarda yağan yağmurlar hep meylederek denizlere doğru akarlarsa, tüm kara, deniz, hava ve demiryolları Mekke’ye yönelik olmalıdır. Kentler yerleşmeyi yaparken kıbleyi esas almalıdırlar. Böylece sistematik olarak planlamada birlik sağlanır.

Bulunduğun yere kıbleyi esas alarak bir planlama yaparsan, komşular da öyle yaparsa, sonunda birleştiği zaman ahenkli bir şekilde birleşmiş olur. Sokaklar ve evler belki kıbleye yöneltilmez, çünkü güneş ve hava problemi vardır. Ama caddeler kıbleye yöneltilir, ana kapılar ona göre yapılır. Bu da mikroda serbest planlama yapılırken makroda birliği sağlar.

Bu bize planlamanın nasıl yapılacağını öğretmektedir. Önce ana nirengi noktaları tesbit edilir. Makroda ana yollar belirlenir. Sonra imar kanununda planların hangi kurallara uyacağı belirtilir. Ondan sonra mikroda planlar yerel olarak yapılır. Merkez mikroda halka karışmaz. Yani, herkes kendi kıblesini kendisi belirler.

Emirde ‘kendi kıbleni kendin belirle’ derken, ‘kendi içtihadını kendin yap’ demek olur.

Kur’an burada da içtihadı anlatmış olmaktadır.

Sonra da kendi kıblenizi kendiniz belirleyin denince de, birlikte icmalar olacaktır demektir.

Burada içtihat ve icmalarda önemli sorunlar çıkmaktadır.

a)      Önce, eğer icma yoksa herkes kendisi içtihat eder, kendisine göre kıble ne tarafta ise o tarafta kılar. Bunda tereddüt edilecek bir şey yoktur. Sünnet namazları böyle kılınız.

b)      Eğer cemaatle namaz kılınacaksa ve herkesin belirlediği kıble farklı ise ne yapacaklardır? Burada da içtihatların nasıl birleştirileceği öğretilmektedir.

Şöyle yapılır: İmam kendi kıblesine dönerek durur. Arkasında imamın kıblesine göre kıbleleri olanlar dururlar. O safla en küçük açı yapacaklar yerlerini alırlar. Böylece köşeli saflar oluşturulur. İmamın kıblesine tam zıt yönde kıblesini belirleyenler, Mekke’de olduğu gibi imamın karşısında dururlar ve yüzleri imam tarafı olur. Böylece herkes hem imama uymuş olur, hem de kendi kıblesine yönelmiş olur.

İşte bu da insanlara içtihatların nasıl birleştirileceğini öğretmektedir.

وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ (Va EinNa elLaÜIyNa EUvTUv elKITAvBa)  

“Ve kendilerine kitabı verilenler.”

Bundan önceki âyette geçen “İllâ alellezîne hedellahu/ sadece Allah’ın kendilerine hidayet ettiği kimselere inkılâb zor gelmez” denmişti.

Burada oraya atıf yapılmakta ve “kendilerine kitap verilenler bunun hak olduğunu bilirler” deniyor. Ehli kitap değil de, “kendilerine kitap verilenler” deniyor.

Tevrat’ı ve İncil’i okuyanlar Hazreti İbrahim kıssasını çok iyi bilmekte, Hazreti İsmail’in Mekke’de yerleştirildiğini bilmektedirler.

لَيَعْلَمُونَ (La YaGLaMUvNa)  “İlmederler.”

Burada mazi sigasını değil de muzari sigasını kullanmışlardır. İlerde bilecekler demektir.

Bugün dört grup kitap verilenler vardır. Bunlar Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler, Hindulardır. Henüz Kur’an’ın verilerine göre yorumlanmamış kitapları vardır. Zamanla yorumlanacak ve öğrenecekler ki o haktır. Nitekim biz de Kur’an’ın ne demek istediğini Tevrat ve İncil’i okuyarak daha iyi anlıyoruz. Tek İbrahim milletinin mânâsını ancak Tevrat’tan okuduğumuz Hazreti İbrahim’in doğuya giden dört oğlu ile öğreniyoruz.

İzmir’deki Yahudi âlimlerden biri Harun Özdemir arkadaşımıza şöyle demiştir:

“Biz İsa’nın ve Muhammed’in peygamber olduğunu biliyoruz. Bunu görmemek için kör olmak gerek. Ancak Zekeriyya peygamber bize demiştir ki, ‘Benden sonra İsrail oğullarına yeni peygamber gelmeyecektir.’ Onun için onlar bize peygamber değildirler.”

Bu bir hakikattir. Çünkü Kur’an İsrail oğullarına doğrudan hitap etmiş ve onların Kur’an ehli olmalarını istememiştir. Zaman ilerledikçe Ehli Kitap onun hak olduğunu iki sebeple bileceklerdir.

Biri tarihtir. Olaylar öyle dolanır ve gelişir ki, onu kabul etmek zorunda kalırlar. Başka türlü yaşama şansları kalmaz. Diğer sebep de, ilimlerin ilerlemesi ile müsbet ilim gerçekleri ortaya koyacaktır. İlmî araştırmalar onları bu gerçeklere götürecektir. Bunları hak kabul etmemek, tarihi izah edemez hâle getirir.

أَنَّهُ (EnNaHUv)  “O”

Bu zamir neye gidiyor? Kıbleye gidemez, çünkü müzekkerdir.

İlk olarak, zamir Mescidi Haram’a gider. Mescidi Haram’ın bütün insanlara kıble olduğu haktır. Kitap ehlinin kitaplarında mutlaka buna dair bir işaret vardır. İşte bizim dört dinin kitaplarını tedris ve talim ederek bu gerçeği ortaya koymamız gerekmektedir.

İkinci olarak, o zamir resule gider. Yukarıda, “Siz insanlara şahit olun, resul de size şahit olsun” denmiştir. Bu zamir oradaki resul kelimesine gitmiş olur ki; o zaman da Hazreti Muhammed’in resul olduğunu onlar ilmen bileceklerdir demektir.

Üçüncü olarak, o zamir sûrenin başındaki kitaba gitmiş olabilir. Yani, Kur’an’ın hak olduğunu bileceklerdir. Müsbet ilimler onlara bunu öğretecektir.

الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ (eLXaqQu MiN RabBiHiM)  “Rab’lerinden haktır.”

Yani, Kâbe’nin veya Kur’an’ın Rab’lerinden hak olduğunu bileceklerdir.

Tarihî olayları göz önüne alıp baktığımızda görürüz ki insanlık evrim geçirmiştir. Yazılı evrim Sümerlerde başlamıştır. Hazreti Nuh aleyhisselâm gelmiş ve ilk olarak kent uygarlığını kurmuştur.

Sonra Hazreti İbrahim aleyhisselâm gelmiş ve bu kent uygarlığını tüm dünyaya yayıp insanlığı tek millet hâline getirmek için görevlendirilmiştir. Bu birliğin remzi olarak karaların merkezinde Kâbe’yi inşa etmiş ve bir oğlunu da orada bırakmıştır. Mekke, o zaman da mevcut olan iki büyük uygarlığın irtibat merkezi olacaktı.

Sonra Hazreti Musa aleyhisselâm kavmini Mısır’dan çıkarmış ve ilk olarak yazılı metne dayanan şeriatı tedvin etmiştir. Bu şeriat ilk yazılı yasadır. Ondan öncekiler hükümdarların emirnameleri gibiydi.

Sonra Hazreti Davut aleyhisselâm gelmiş, kamu ekonomisini insanlara talim etmiş, bugünkü devletçiliği  ilk örnek uygulama olarak yapmıştır.

Sonra Hazreti İsa aleyhisselâm gelmiş ve bütün insanlığa lâikliği öğretmiş, din ile düzen arasındaki farkı ortaya koymuştur.

En sonunda Hazreti Muhammed aleyhisselâm gelmiş, Hazreti İbrahim aleyhisselâm peygamberden beri başlayıp diğer peygamberler aracılığıyla adım adım gerçekleştirilen inkılâplar birden ele alınmış ve demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir devlet kurmuştur. Bütün kitapların dayandığı esasları 600 sahifeye sığdırmış ve nübüvvet müessesesine son vermiştir.

Demek ki, kitaplar insanlık tarihinin köşe taşlarıdır. Onları devreden çıkarın, geriye tarih diye bir şey kalmaz. İşte müsbet ilim bu gerçekleri her gün biraz daha delillendirmektedir. Dört büyük dinin ilim adamları bu gerçekleri ortaya koyacak ve itiraf edeceklerdir. Burada bildirilen budur.

وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ(144)  (Va MAv elLAHu Bı ĞAvFiLin GanMAv YaGMaLUvNa)  

“Allah amel edeceklerinden gafil değildir.”

Burada da fiili muzari getirmiştir. Yani, Allah ileride Yahudilerin, Hıristiyanların, Hinduların ve Budistlerin ne yapacaklarından gafil değildir. Bunları bilmektedir.

Bugün dinler arası diyalog havası ortaya çıkmıştır.

Bunun sonucu ne olacaktır?

Dinler birbirini tanıyacaklar, her biri diğerini hak din kabul edecek ve hakkaniyet içinde hayırda musaraat edecekler, yani -artık şerde değil- hayırda yarışacaklardır.

Sermayenin fitnesiyle tâ başlangıçtan günümüze kadar dinler iğfal edilmiş, her biri ‘sadece biz cennete gideceğiz’ derken; diğerlerini yalnız cehenneme doldurmakla kalmamış, bu dünyada da nerede ise başka din mensuplarına hayat hakkı tanımayacaklardır! Ama gelecekte dinler arası diyalog doğacak ve herkes herkesin hak din olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır.

“Allah bundan gafil değildir.”

Bunun tahakkuku da Kur’an’ın bir mucizesi olacaktır.

1400 yıldır buna doğru gidilmektedir. İlk zamanlarda olduğu gibi kitleler hâlinde İslâmlaşma yoktur. M.S. binli yıllarda toplu din değiştirmeler olmuş, ondan sonra ise herkes kendi dininde kalmıştır. Bin tarihlerinde Slavlar ve Cermenler Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Çünkü onlar uygar din mensubu değillerdi. Türkler de aynı şekilde İslâmiyet’i kabul ettiler. Ama Çinliler ve Hintliler kendi dinlerinde kaldılar. Bugünün insanları dinde gevşemişlerdir ama dinlerini değiştirmek akıllarına bile gelmemektedir. Kur’an Yahudilerin ve Hıristiyanların kıyamete kadar kalacaklarını bildirmiştir. Yirminci yüzyıl bunu teyit etmektedir.

***

وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوتُوا الكِتَابَ (Va LaEiN EaTaYTa elLAÜIyNa EUvTUv eLKITABa)  

“Kendilerine kitap verilenlere ety edecek olursan.”

Fiil “Bi” harfiyle teaddi etmektedir Onlara âyetin küllünü getirecek olsan, yani bütün delilleri ikame etsen de, onlar senin kıblene tâbi olmayacaktır. İlim bunun için yeterli değildir.

İnsanlar sigara içmenin zararlı olduğunu çok iyi bilirler ama yine de sigara içmeye devam ederler! Çünkü insanlar kararlarını verirken sadece ilme dayanarak kararlar vermezler.

İnsanı karara götüren dört tane etmen vardır.

1) Bunlardan biri hislerdir. İnsan duygularıyla hareket eder. Çünkü o da bir hayvandır

2) İkinci etmen ise alışkanlıklardır. İnsan bir şeye alışmışsa onu değiştirmek istemez. Onun için ‘biz atalarımıza uyuyoruz’ derler.

3) İnsanı karara götüren üçüncü unsur ise topluluktur. Birlik dağılmadıkça, fertler tek başlarına gerçekleri kabul edip değişemezler. Henüz kalabalık hâlinde olan yani uygar topluluk oluşturmayan kitleler dinlerini değiştirebilirler.

4) Uygarlaşmış topluluklar işbölümü yapmış ve sosyal yapılarını oluşturmuş, dolayısıyla artık yeniden yeni biçimler alamazlar. İşte Kur’an bunun için Yahudileri ve Hıristiyanları değil, ilkel hayat yaşayan Arapları dâvet etmiş ve onlar da bu dâveti kabul etmişlerdir.

Eğer bir din topluluğun yapısına girmemiş ve halk o dine göre organize olmamışsa, bu durumda onlar da kitle hâlinde dinlerini değiştirebilirler. Çünkü din onları uygarlaştırmamış oluyor.

Batılılar Hıristiyanlığı dünyaya yaymaya çalışmışlardır. Ama Hıristiyanlık henüz onların hayatını değiştirmemiş ve uygarlaştırmamıştır.

İşte bizim sorunumuz da budur.

Yirminci yüzyılda komünizm ve faşizm gibi yönetimler silah zoruyla, kapitalizm de para zoruyla insanlığı dinsizleştirmeye çalıştı. Bunu kısmen başarmış görünüyorlar. Oysa bunlar Allah’ın takdiridir.

Önce dinsizleşecekler ki sonra “Adil Düzen”i kabul etsinler.

Adil Düzen” din değil düzen olduğu için onlara bunu kabul ettirmek kısmen mümkün olacaktır.

بِكُلِّ آيَةٍ (BiKülLı EAvYaTin)  “Âyetin küllisiyle gelsen de.”

ÂYET” delil demektir. Onun o olduğunun kanıtı demektir.

KÜLL” kelimesi nekreden önce gelirse, nevin tamamını gösterir. Eğer marifenin üzerine gelirse, bir ferdin tümü demek olur. Buradaki “küll”den maksat kesrettir.

Ne kadar delil getirirsen getir, onlar senin kıblene tâbi olmazlar. Çünkü onları o kıblede toplayan onların birlikleridir. Çoklu sistem esastır.

مَا تَبِعُوا (MAv TaBiGu)  “Tâbi olacak değildirler.”

Tâbi olmazlar. Tâbi olmuyorlar.

İnsanlar gruplar şeklinde yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Gruplaşma organizasyon için gereklidir, hayırda yarış için gereklidir. Allah isteseydi insanları tek ümmet yapardı.

Bizim yapacağımız şey, dinler arasında diyalogların oluşması ve sonunda yarışın çekişmeye dönüşmemesini sağlamaktır. Her dine mensup olanlar kendi dinlerinde doğru yolu ararlar.

قِبْلَتَكَ (QıBLaTaKa)  

“Senin kıblene tâbi olacak değildirler.”

Siz ne kadar delil gösterirseniz gösterin, onlar senin kıblene tâbi olmazlar. Duyguları, çıkarları, sosyal oluşları ve benzeri etkenler onların senin gösterdiğin delillere tâbi olmalarına mânidir.

Bu durumda bunu normal karşılayacaksın ve onları kıblene tâbi olmaya zorlamayacaksın.

Mekke tüm insanlara açık olacak ama biz kimseyi zorla oraya götürmeyeceğiz. Kapımız açık, isteyenler gelir. İstemeyenleri zorlayacak değiliz.

 

وَمَا أَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ (Va MAv EaNTa BiTAvBıGın QıBLaTaHuM)  

“Sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin.”

Buradan anlaşılıyor ki, herkesin kendi kıblesine tâbi olması esastır.

“Âyetler getirsen de tâbi olmazlar” ifadesinden, yaptıklarının kötü olduğu gibi anlaşılır. Ama burada “Sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin” demek, eşit hukuka sahipsiniz demektir.

“Ey kâfirler, sizin dininiz size, benim dinim bana.” dendiği gibi, burada da “Sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin” denmektedir.

Kur’an’da insanlar dört gruba ayrılmıştır: Mü’min, müslim, kâfir ve müşrik.

Mü’minler, askerlik hizmetlerini yapan Müslimlerdir.

Müslimler, cizye veren, bedel veren kimselerdir.

Kâfirler ise bedel vermemekle beraber, kendi düzenleri vardır, kitapları vardır. Ehli kitaptırlar.

Kendilerine kitap verilen kimseler cizye verirlerse müslim olurlar, vermezlerse kâfir olurlar. Müslimlerin bizim kıblemizde olmaları şart değildir. Hakem kararlarına tâbi olan herkes müslimdir.

Müşrikler kimlerdir? Hakem kararlarına tâbi olmayanlar müşriktir, onlarla savaş meşru olur.

 

وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ (Va MAv BaGWuHuM BiTABıGın QıBlaTa BAGWın)  

“Onların bazısı da bazısının kıblesine tâbi olacak değildir.”

Kâfirler bir millettir deniyor. Olabilir. Ama müslimler yani ehli kitap veya kendilerine kitap verilenler bir millet değil mi? Yani, onlar ayrı, biz ayrı değiliz. Her birerlerinin kitapları olduğu gibi kıbleleri de vardır. Herkes kendi kıblesine yönelir, herkes kendi kitabı ile amel eder.

Bu âyet bize çok önemli bir hususu bildirmektedir. Mekke Mü’minlerin, Kudüs Yahudilerindir. Herkes kendi kıblesine tâbidir. “Kıbletehum” denmektedir. Mekke bütün dinlere açık olmakla beraber, Mekke’nin yönetimi yalnız mü’min olanların, hattâ ehli Kur’an’ın hakkıdır.

Buradan şunu öğreniyoruz. Dinlerin kendi kıbleleri olacaktır. Kıblelerine kendileri mâlik olacak ve kendileri yöneteceklerdir. Sadece Mekke’ye gelip ziyaret etmek ve orada ticaret yapmak bütün insanlara açıktır.

Mekke’nin güvenliğini sağlamak ise yalnız mü’minlere aittir.

Yani, Mekke Kur’an’ın hükümlerine göre yönetilecektir.

 

وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ (Va LaEıNı itTaBaGTa EaHVAvEaHUM)  

“Onların hevasına tâbi olacak olursan.”

Ehli Kur’an, diğer ehli kitaba kendine eşit haklar tanır. Onlarla diyaloga girer ve dört ana ilke içinde onlarla ilişkide bulunur ama asla taviz vermez.

Bu dört ilkeyi tekrar hatırlayalım.

1) Her söze kulak verip dinler, bütün dinlerin kitaplarını tetkik eder ve öğrenirler. İçlerinden en iyisini seçer ve onu uygularlar.

2) Herkesle ve diğer dinlerle yani o dinlerin mensuplarıyla da iyi işlerde işbirliği yapar, onların kötü işlerine karışmaz ama onlarla kötülükte işbirliği yapmazlar. Onları kötülüklerden alıkoymak dinlerin işi değil, âkilelerin yani dayanışma ortaklıklarının işidir.

3) Onlar Kur’an ehlini sevmeseler de Kur’an ehli onları sever.

4) Aralarında hükmedecek olurlarsa adaletle hükmederler.

İcra onlara ait değildir. Sadece beyan esastır. Bundan sonra onlar; zina yasağını kaldıracaksınız, idamı kaldıracaksınız gibi hevalarına göre arzularda bulunurlarsa, onların hevalarına uymayız.

Hevaları” ne demektir?

Mustafa Kemal, “Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” demiştir.

Eğer bir şeyi ilimle izah edecek olursanız, işte o heva değildir.

Eğer bir şeyi ilimle izah etmez de; ‘Ben böyle istemiyorum, o halde bunu yapmalıyım! Dünya böyle istiyor, bunu yapmalıyım! Moda böyle istiyor, ben bunu yapmalıyım’ AB veya ABD böyle istiyor, bu kanunları çıkarmalıyım!’ derseniz; işte o hevadır.

Gerekçeleri ve delilleri olmayan, ilim dünyasında tartışılmayan her şey hevadır. Bu sebepledir ki biz kanunlar ilim adamları tarafından yapılması gerekir diyoruz. İlim adamları bir şeyde ittifak ederlerse, ona “icma” diyoruz, o zaman ona uymak zorundayız. İttifak edilmeyen şeyler mezhepleri oluşturur.

Nisbi temsil sistemi içinde, yerinden yönetim içinde uygulayanlar, seçtikleri mezheplere göre uygulama yaparlar. Mağdur olanlar mağduriyetlerini hakemlerden oluşan mahkemelerde giderirler.

 

مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ (MiN BaGDı MAv CAvEaKa MıNa eLGıuLMı)  

“İlimden sana ciet ettikten ba’d onların hevalarına uyacak olursan.”

Evet, yukarda, bir şey ilmî değilse, ilmin kriterlerine uymuyorsa, ama moda olduğu için veya başkaları istediği için yapılıyorsa, hevadır demiştik. Bu ifade bize yukarıdaki tarifi yaptırmıştır.

Şimdi de burada ilmi tarif edelim.

İlmin de dört aşaması vardır.

1) Önce, herkesi dinleyeceksin. Dekart (Descartes) gibi her şeyi sıfırlayacak ve öyle dinleyeceksin. Yani, ben bu konuda hiçbir şey bilmiyorum diyeceksin. Başkalarını hep senden daha âlim kabul edeceksin.

2) Sonra, bilhassa muhaliflerinle tartışacak ve o zaman da kendini onlarla eşit seviyede göreceksin. Yani; ne ‘ben senden daha bilgiliyim’ diyecek, ne de onu kendinden bilgili kabul edeceksin. Eşitlik içinde tartışacaksın.

3) Sonra, kendini kendin için dünyanın en üstün âlimi kabul edecek ve kararlarını kimsenin etkisinde kalmayarak vereceksin. Kur’an’dan ahsenini seçerken böyle seçeceksin.

4) Ondan sonra onu uygulayacak ve sonuçlara bakacaksın; başarmışsan devam edeceksin. Eksikliklerin varsa yeniden içtihat yapacaksın.

Mesela; Batı boşanmayı zorlaştırıyor, Kur’an da kolaylaştırıyor. Ondan sonra dönüp bakmalıyız; Müslümanlarda mı çok boşanma var, yoksa Avrupa’da mı? Eğer bizde çok, onlarda daha az boşanma varsa, o zaman içtihadımız hatalıdır demektir.

Tevhidi tedrisat başarılı oldu mu, ilimde bizleri ileri götürdü mü? Evet, ilimde bizi ileri götürdü diyebiliyorsak devam ederiz. Yoksa hatamızdan döneriz. Tevbe budur.

Gümrük Birliği bizi zengin etti mi? diye bakarız. Zengin ettiyse devam ederiz, etmediyse bırakırız.

Biz bu metodu Yenibosna’da kullanmalıyız. Yaptığımız bir işte uyguladığımız halde, yani yapmamız gerekeni yaptığımız halde beklediğimiz sonucu alamamışsak, o zaman içtihadımızı yenileriz.

Bu âyette yine yüksek bir belagat vardır. “Caeke’l-ilmu” denmemekte, “Mine’l-ilmi” denmektedir.

Bu bize içtihatlarımızı da meşru hâle getirmektedir.

İçtihat yapar da amel edersek, hata etsek de hevamızla hareket etmiş olmayız. Ama içtihat yapmaz da modaya uyacak olursak, isabet etsek de hevamıza uyarız. Fıkıhçılar şöyle diyorlar.

Bir kimse içtihat yapmadan dağda veya denizde durup bir tarafa doğru namaz kılsa ve bitirdikten sonra ona isabet ettiğini söyleseler, o namazını tekrar kılacaktır. Çünkü namazını içtihatsız kıldığı için fasittir. Ama içtihadını yaptı ve o tarafa dönüp namazını kıldı, sonra selam verdi. Ona kanıtları ile yanlış tarafa doğru kılmışsın diye bildirseler; onun namazı geçerlidir. Yeniden kılmayacaktır.

İşte buradaki “Mine’l-ilmi”deki “MiN” bize içtihatla sabit olanı da ilim saydığından, bu hükümleri çıkarıyoruz. Bugün müsbet ilimle de öğrenildi ki, biz hiçbir zaman kesin olanı bilemeyiz. En çok muhtemel olanı, takribi olarak izafiyet ve nisbet içinde bilebiliriz.

إِنَّكَ إِذًا لَمِنْ الظَّالِمِينَ(145) (EinNAKa EiÜan La MıNa elJAvLıMIyNa)  

“O durumda sen zalimlerdensin.”

Evet, sen zalimsin, insanlara ve nefsine zulmediyorsun.

Türkiye iki asırdır kendine zulmediyor. Çünkü ilmin değil de, hevanın peşindedir. Aynı şekilde bütün Müslümanlar kendilerine zulmediyorlar. Kendilerine “Adil Düzen”i anlattığımız zaman dinliyorlar. Akılları ile tasdik ediyorlar, ama bunun şimdilik olmayacağını ileri sürerek uygulamaya geçmiyorlar.

AK Partililere faizsiz iş yapmaları gerektiğini önerdik. Tabii bizimle direkt görüşmedikleri için beyefendilere ancak elçiler aracılığı ile ulaşabildik. Cevapları şu oldu; birden olmaz ki!

Mehmet Akif’in dediği gibi; behey şaşkın, başlarsın da ondan sonra olmaz veya birden olmaz dersin. Ama, bizim parti programında bu yoktur diye başlamazsan, o zaman birden değil, hiç olmaz! Biz Akevler’de faizsiz bir ekonomi modelini uyguluyoruz. İstediğimiz seviyede sonuç alamadık. Biz de diyebilirdik ki, birden olmaz. Bunu bütün ortaklar bilmektedirler. Başaramadığımız halde yine de desteklemeye devam ediyorlar.

Demek ki, Kur’an diyor ki; ilmin verilerinden uzak olanlar hevalarına uyuyorlar ve zalimdirler. Batılılaşma hareketi zalimleşme hareketidir. Batı’yı öğrenme, sonra da müsbet ilimle onu eleyip ondan yararlı olanları alma başka bir şeydir, onu moda hâline getirip ilmi kenara atma ayrı bir şeydir.

Şayet Mustafa Kemal, ‘muasır medeniyetin fevkine çıkacağız, elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir’ demeseydi, o zaman o zalim olurdu. Ama o ‘yestemiuna’l-kavle’ emrine uyarak Batı’yı öğrendi ve ‘ahsenine tâbi olma’ emrini verdi. Orada kaldı. Bu sebepledir ki zalim olanlar onlardan sonra gelenler, 1950’lerden sonra gelenlerdir. Çünkü körü körüne batıcı olanlar onlardır; DP’lilerdir, ANAP’lılardır, AK Parti’lilerdir... Mustafa Kemal’in söylediklerini unutup da hâlâ ‘muasır medeniyete yetişeceğiz’ diyenler zalimdir. Biz muasır medeniyete 1933’te yetiştik, şimdi onun fevkine çıkacağız...

Adil Düzenciler bu muasır medeniyetin fevkine çıkma hamlesini yapmış ve başlatmışlardır…

 

ADİL DÜZEN 382

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 44. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ(146) الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنْ الْمُمْتَرِينَ(147) وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمْ اللَّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(148) وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ(149)

 

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ (EalLaÜIyNa EaTaYNAvHuMu elKıTABa)  “Kendilerine kitap verilen kimseler.”

Kur’an Müslimleri iki kısma ayırmaktadır. Müslimler, cizye veren, dolayısıyla barış içinde olan ve güvenliğini bedelle sağlayan kimselerdir. Kâfirler, cizye de vermeyen ama kendi aralarında düzenleri olan kimselerdir. Müşrikler ise kitapsız kimselerdir.

“Kendilerine kitap verilenler” bugün beş dinin mensuplarıdır: Yahudiler, Hıristiyanlar, Hindular, Budistler ve mü’minler. Bunlar Müslimlerdir.

Burada “ELLEZÎNE” marifedir. Bu ahd için geliyorsa, o zaman Yahudi ve Hıristiyanlardır. Yahut istiğrak için gelmiştir, o zaman Budistler ve Hindular da bilirler. Bunu tesbit etmemiz için o dinleri de tetkik etmemiz gerekir. III. Bin Yıl Kur’an Uygarlığını kuracaklar, yani Adil Düzenciler, Kur’an ilimlerini öğrenecekler, bugünün müsbet ilimlerini öğrenecekler; ayrıca diğer büyük dinleri ve Tevrat’ı da öğrenmek zorundadırlar. O zaman insanlığı aydınlatma gücümüz doğar. Bunun için “Dil Vakfı” önerilmiştir.

KİTAB” burada cins isimdir. İlâhi kitaplardan herhangisi dahildir, yahut Tevrat ve İncil’dir.

يَعْرِفُونَهُ (YaGRiFUvNaHUv)  “Onu marifet ederler.”

Buradaki “O” kelimesi kime veya neye işaret etmektedir? İlme işaret etmiş olurlar, yani ilmi tanırlar.

İlmi tanımak ne demektir? Bir matematik veya fizik veya biyolojik sorun düşünelim. Mesela, dünyanın çapını ölçmek istiyoruz. Bunu bilmiyoruz. Ama bir âlim çıkıyor ve Hindistan’da güneyden kuzeye adımlatarak, Kutup Yıldızı’nın azalan derecesini bulmuş ve dünyanın çapını hesaplamıştır. Bunu bize tarif ettikten sonra, artık biz onun doğruluğunu inkâr etmez, doğru olduğunu kabul ederiz. İşte burada ilim sadece öğrenilmemiş oluyor, aynı zamanda onun doğruluğu da tarafımızdan tasdik edilmiş oluyor. Buna ilmin marifesi denmektedir. Bir problem çözüldüğünde eğer insan aklı onun doğruluğunu tasdik ediyorsa o da onun marifesidir.

Mü’minlere verilen Kur’an ilmi böyle bir ilimdir.

Demokrasi yalnız İslâmiyet’te vardır, lâiklik yalnız İslâmiyet’te vardır. Kur’an uygarlığında bu uygulanmıştır. Bunu onlara anlattıktan sonra açıkça anlarlar. Kıblenin farklılığı ve çoklu sistem onların bilmediği bir şey değildir. Kâbe’nin Hazreti İbrahim tarafından insanlık için bina edildiğini onlar da bilmektedirler.

كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ (KaMAv YaGRiFUvNa EaBNAEaHuM)  “İbnlerini marifet ettikleri gibi bilirler.”

Biz doğan çocuğumuzu tanırız. Çocuk beşikten başlayarak büyümekte ve her gün değişmektedir ama anne babanın çocukları karıştırmadığı, tüm hayat boyunca hiç yanılmadan onları tanıdığı bilinmektedir. Hattâ yaşlılar veya hastalar bunarlar ama yine de çocuklarını tanımaya devam ederler. Acaba bu nasıl bilinmektedir?

Her varlığın bir matematiği vardır. Varlıkların ortak matematikleri vardır. Bu sayede gruplanmalar meydana gelir. Her varlığın kendine has matematiği de vardır. Onunla da onu diğerlerinden ayırırız. Allah insanlar tanınsın diye her kişiyi ayrı yüz matematiği ile yaratmış, keza her insanı ayrı parmak iziyle yaratmıştır. Herkesin DNA’sı farklıdır. Bu suretle bugün laboratuarlarda her kişi tanınmaktadır. Bilgisayar tanıyabilmektedir. Aynı şekilde insan da çevresindeki varlıkları tanıyabilmektedir. Her insanın matematiğini, bilhassa anne babası evladının matematiğini hemen beynine nakşeder, sonra hayat boyunca unutmaz.

Kendilerine kitap verilenlere böyle ayırt edici işaretler verilmiştir. Gelecek peygamberi, kitabı, getirdiği bilgileri, cereyan eden olayları ile onu yani ilmi tanımakta; Kur’an’ı tanımakta; Son Nebi’yi tanımaktadırlar; yahut tanıyabilirler. Yani, isterlerse ilmî metotlarla Kur’an’ın İlâhi söz olduğunu bilebilmektedirler.

Bugün Batılılar atomun içine inebilmişlerdir. Uzayın derinliklerine ulaştılar. Kâinatın yaratılışı tarihinden beri neler oldu, bilebilmektedirler. Geliştirdikleri ilimlerle bir saç telinden canlıyı bulabilmektedirler. Kur’an’ın İlâhi söz olduğunu mu bilemeyecekler, yahut Kur’an’ın getirdiklerinin Tevrat’ın ve İncil’in getirdikleri gibi Hak olduğunu mu bilemeyecekler? Matematik analizlerle bunları bilmek son derece kolay ve basittir. Bu hesabî analizi biraz daha açıklayalım.

Aynı fabrikadan çıkmış iki arabayı düşünün. İlk bakışta her şey aynı, çünkü her şey aynı kullanılmıştır. Oysa hiç de öyle değildir. İki kutu boya alsanız, renkler tamamen benzer yapılmaya çalışılmıştır. Ama öyle değildir. Boyaların renk analizi yapıldığında iki boya kutusunda fark vardır. Renkle ilgili maddeler farklı nisbette girmişlerdir. İşte o boya kutuların ayırt edici özelliğidir. Arabalar ayrı kutularla boyandığı için arabalardaki boyalar da farklıdır. O halde kopan bir parçanın hangi arabaya ait olduğunu bilebilmekteyiz.

İki kişi bilgisayarda ikişer sahifelik yazı yazsalar ve dört kâğıt olarak bize verseler. Matematik analizle hangi kâğıtların aynı yazardan çıktığını hemen anlarız. Çünkü herkes farklı kelimeleri çok kullanır. Dolayısıyla harf sayısının oranı, yan yana gelen harflerin oranları farklıdır. Bunun için olasılık hesaplarında basit kural geliştirilmiştir. Harf sayılarının arasındaki farklar alınır. Kareleri alınarak toplanır. Karekök alınır ve harf sayısına bölünür. Bu iki yazının arasındaki yabancılık derecesini verir. Tersleri alınırsa yakınlık derecesi bulunur. Böylece akraba yazılar yani aynı kalemden çıkan yazılar arasındaki yakınlık derece olarak bulunur.

İşte, kitap ehli Hıristiyan ve Yahudi alimleri bu metotla Kur’an’ın İlâhi söz olduğunu, Hazreti Muhammed’in sözleri olmadığını çok kolayca tesbit edebilirler. Yani, insan beynindeki çocuklarını tanıma metodu ile onu da kitabı da tanıyabilirler, bilebilirler.

Burada dikkat edilecek husus; “bildiler” demiyor, “bilecekler” yahut “bilebilirler” demektedir. Burada vukuu değil, istitaayı bildirmektedir. Yani, “bildiler” değil, “bilebilirler” yahut “bilecekler” şeklindedir.

Batılıların bu matematik analizle tanıma mekanizmasını bulmalarını haber vermesi ve bugün de bunu bilmeleri Kur’an’ın bir mucizesidir. Kur’an’ın haber verdiği husus bugün gerçekleşmiştir.

Burada bir hususa daha dikkat etmek gerekmektedir. Erkek kurallı çoğulla yapılan çoğullarda fertlerin ayrı ayrı bilmeleri gerekmez. Topluluk içinde bir kısmının bilmesi, diğerlerinin de bilenlerin bildiklerini bilmesi, tüm topluluğun bilmesi demektir. O halde, burada bilecek olan tüzel kişilerdir, yoksa tüm Hıristiyanlar veya Yahudiler değildir. Dilin kuralları bunu ifade eder.

وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ (Va EnNa FaRIQan MiNHuM)  “Onlardan bir fırka.”

Bu hususta onlar fırkalara ayrılacaktır. Halk bu ilimlere vâkıf olamayacağı için zaten bu marifete ulaşamayacaktır. Bunu bilebilecek seviyeye gelenler, yani bu ilmi bilenlerin bir kısmı susacak, bu bilgilerini bu konuda uygulayarak meseleyi ortaya çıkarmayacaklar. Bile bile kendi kendilerini cahil bırakırlar. Bir kısmı ise öğrenir ve gerçekleri ifade ederler, bir kısmı ise öğrenir ve gerçekleri anlar ama gizlerler.

Bunun için burada “BİR FIRKA” nekire yani belirsizdir. “Kendilerinden bir fırka” yani kitap verilenlerden bir fırka gerçekleri gizlerler. Kur’an’ın haber verdiği gibi Batı bugün ilimde çok büyük seviyeye ulaşmıştır. Büyük güruh nimetlerden yararlanıyor. Onlar Hıristiyanlığı da bırakmış ve zındıklaşmıştır. Büyük bir kısmı bu hususta düşünmemekte ve araştırmamakta, gerçeklerin ortaya çıkmasını istememektedir.

Her şeyin geçmişini öğrenirler. İslâmiyet’e gelinceye kadar en ilkel düşünceleri de naklederler. Sonra sıra Kur’an’a gelince ‘orta karanlık çağ’ deyip atlar ve 1500’lere gelip söze başlarlar. Aradaki 1000 seneden bahsetmemek artık onların doğal işleri hâline gelmiştir. Ne acıdır ki bizim üniversiteler de aynı atlamayı yapar, bin senelik bir tarihi -insanlığı bugünkü uygarlığa ulaştıran tarihi- geçiyor ve öğrenmek istemiyorlar.

Bir kısmı ise araştırıp öğrenir ve gerçekleri bilir ama onu gizler, ortaya koymazlar.

Çok az da olsa, bir kısım âlimler gerçekleri ortaya koyar ve hakkı itiraf ederler.

Kur’an bunları haber vermektedir.

لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ (La YaKTuMUvNa eLXaqQa)  “Hakkı ketmederler.”

Burada yine “hakkı ketmettiler” demiyor, “hakkı ketmederler” veya “hakkı ketmedecekler” diyor.

Bu âyetin verdiği bilgiler 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. 20. yüzyılda Kur’an’ın İlâhi kitap olduğu ve yeryüzünde çoklu sistemin düzen olarak kabul edildiği bilindiği halde, yine de hakkı ketmetmektedirler.

KETMETMEK” ketbetmekle akrabadır. Ketbetmek demek, deriyi çift dikişle deri sırımla dikmektir. Yani, tuluma koyar, onu diker ve kimsenin ne olduğunu görmesini istemezler.

HAK” ise hokkadan gelen kelimedir. Okka kelimesi de buradandır. Develere yemi bölüştüren çobanın adıdır. Herkesin payı demektir. Sonra anlam genişlemesiyle dört kavramı içine almıştır.

Doğru hak, yanlış bâtıldır. İyi hak, kötü bâtıldır. Yararlı hak, zararlı bâtıldır. Âdil hak, zülüm bâtıldır.

Burada “HAK” gerçek anlamında olduğu gibi, adil anlamında da olabilir.

Gerçekleri gizlemekte ve Kur’an ehline zulüm yapmakta, Ortaçağın bin yılına zulüm yapmaktadırlar.

وَهُمْ يَعْلَمُونَ(146)  (Va HuM YaGLaMUvNa)  “Onlar ilm eder oldukları halde iken.”

Yani, marifeden ilme ulaşılmıştır. Birini tanımak başkadır, onu bilmek başkadır. Tanımak demek, onu başkalarından ayırt edici özelliği bilmek demektir. Bilmek ise onun belli başlı esas özelliklerini bilmek demektir. Tanımakla ondan yararlanamazsın ama bilmekle ondan yararlanırsın.

Aşiret halkı, ocak halkı birbirlerini bilirler. Onun için oradaki bağlar sosyal değildir, psikaldir. Katı cisimler arasındaki bağlara benzer. Oysa bucaktaki halk birbirlerini tanır, birbirlerini bilmez. Onun için sosyal yapı bucaklarda oluşur. İl ve ülke halkı ne birbirlerini tanır, ne de bilirler. Onlar arasında ne psikal ne de sosyal yapı oluşur. Onların yapısı gazlara benzer. Oysa bucakta sıvı yapı vardır. İşte onlar sadece tanımakla kalmaz, onu ilmen bilir hâle geldikleri halde yine hakkı ketmetmektedirler, gizlemektedirler.

Şimdi kendi cemaatimize dönelim. İçimizde yanlış bilenler vardır. Ama bile bile gerçekleri gizleyen arkadaşımız yoktur. Siyasi tartışmalarda ciddiyet görmüyorum. Siyasilerde böyle bile bile gizleme vardır.

İleride Adil Düzen Partisi’ni kurduğunuzda bu hususa çok dikkat etmeniz gerekmektedir. Kendiniz haksız olduğunu gördüğünüz halde savunmak yahut karşı tarafın haklı tarafını görmemek en büyük zulümdür.

Bu tavrımızı AK Parti içinde kullanmalıyız. Ne bize göre yanlış olanları yaptığı zaman doğru yaptı demeliyiz, ne de doğru yaptığı zaman yanlış yaptın diyeceğiz. Biz orduya karşı da aynı tavrı takınıyoruz. Bize göre iyi yaptıklarına iyi yaptı diyoruz, hatalı yaptıklarına da hatalı diyoruz.

Aslında askerlerden hiç bahsetmememiz, onları yıpratmamamız ve uyarılarımızı özel olarak yapmamız gerekir. Ne var ki bu imkana sahip değiliz. Bile bile hakkı gizlemek ise çok büyük bir zulümdür.

***

الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ (eLXaqQu MiN RabBıKa)  “Hak Rabbi’ndendir.”

20. yüzyılda, daha önce kelamcıların ortaya koydukları bazı ilmî gerçekler ispatlanmıştır. Ayrıca Kur’an’ın verdiği bilgiler gerçekleşmiştir. Bunlardan birkaç tanesini sayalım.

a)      Kelamcılar, kâinatın başlangıcı vardır, kâinat ve insanlar sonradan yaratılmıştır diyorlardı. Oysa filozoflar, kâinatın ezelî olduğunu yani başlangıcı olmadığını söylüyorlardı. 20. yüzyıl ilimleri, kelamcıları kesin olarak doğruladı.

b)      Kelamcılar, kâinat fanidir, saat gelecek ve bu âlem bu hâliyle yok olacak diyordu. Filozoflar, kâinat ebedidir diyor, yani sonu yoktur diyorlardı. 20. yüzyıl ilimleri, kelamcıları kesin olarak doğruladı.

c)       Kelamcılar, mekanın mahluk olduğunu söylüyor ve tayyi mekânı kabul ettikleri gibi, Allah’ın mekân dışı olacağını savunuyorlardı. Filozoflar ise kâinatın rijit değişmez bir varlık olduğunu söylüyorlardı. Bugünkü müsbet ilimler kesin olarak kelamcıları haklı çıkardı.

d)      Kelamcılar, zamanın da mahluk ve izafi olduğunu söylüyorlar, yani, tayyi zaman vardır ve Allah zaman dışı idi. Zamanın kişilere göre uzayıp kısalacağını söylüyorlardı. Filozoflar ise zamanı mekân gibi rijit kabul etmişlerdir. 20. yüzyıl kelamcıları onaylamıştır. Einstein’ın izafiyet nazariyesi bunu açıklamıştır.

e)       Kelamcılar, kâinatın kuantumlardan oluştuğunu söylüyorlardı. Filozoflar ise suret ve heyuladan ibarettir diyorlardı. 20. yüzyıl ilmi kâinatın kuantumlardan/ parçacıklardan oluştuğunu kesin olarak ispatladı.

f)       Kelamcılar, insan aklının tek başına mutlak hakikatleri bilemeyeceğini, her zaman hata edebileceğini söylüyor, ancak icmalar için kesin bilgi diyorlardı. Filozoflar, aklın mutlak yeter olduğu iddiasında idiler. 20. yüzyılda matematikteki kesinliğin dahi ispatsız varsayımlar olduğunu bulmuşlardır.

g)       Kelamcılar, kâinatın cüzi hesaplara dayandığını ve Allah’ın cüzleri bildiğini iddia ediyorlardı. Filozoflar ise Allah’ın ancak külliyi bileceğini, cüziyi bilemeyeceğini iddia ediyorlardı. Oysa her canlının DNA’sını farklı kılan ve her insanın parmak izlerini farklılaştıran Allah’tır. Allah cüziyi bilmezse bu fark nasıl oluşacak ve bu fark nasıl sağlanacaktır?

h)      Kelamcılar, görünmeyen gayb varlıkların olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa filozoflar, görünmeyen yoktur demişler; içlerinden ruhu ve Tanrı’yı da yok sayanlar olmuştur. Oysa 20. yüzyılda hücre, kromozom, virüs, bakteri, DNA gibi varlıklar eskiden görülmediği halde görünür olmuştur. Atom, elektrik, çekim kuvveti görünmemekle beraber, şimdi varlıklarından kimse şüphe etmemektedir. Duyduğumuz sesler seslerin çok çok küçük parçasıdır. Gördüğümüz ışık ışıkların çok çok küçük parçasıdır. Radyo ve TV dalgaları görünür hâle getiriliyor.

i)        Kelamcılar, bu kâinatın dışında arş ve kürsi gibi mekânlar olduğunu ve başka mekânlarda da hayat olabileceğini ileri sürmüşler. Filozoflar ise kâinatımızın dışında bir mekân kabul etmemişlerdir. 20. yüzyılda dört ve beş boyutlu uzay keşfedilmiş, fiziki varlığı da ortaya konmuştur.

j)        Kelamcılar, mutlak hakkın olmadığı, ancak Tanrı’nın hak dediği şeyin hak olduğu, insan aklının Allah’ın neye hak dediğini bileceğini iddia etmişlerdir. Filozoflar ise hakkın aklın değişmez kuralları olduğunu savunmuşlardır. 20. yüzyıl bir sistemin ispatsız kabul edilen varsayımlara göre doğru veya yanlış olabileceğini, bu kâinatın ancak kendi varsayımları içinde doğru veya yanlış olabileceğini ortaya koymuştur. İlmimiz zannidir, takribidir, izafidir ve nisbidir. Zannidir, çünkü her şey ihtimaliyata dayanır. Takribidir, çünkü hiçbir şeyi kesin olarak ölçemeyiz, mutlaka hata vardır. İzafidir, yani kabul edilen varsayımlara ve birimlere göre ölçüp tartabiliyoruz. Metre yerine arşını kullanırsak başka bilgiler ortaya çıkar. Nisbidir, yani biz nereden bakarsak o yüzünü gösterir. Diğer yüzü farklı olabilir. O halde bize göre doğru olan başkaları için yanlış olabilir.

20. yüzyılda ayrıca daha önce kelamcıların da bilemediği birçok ilmî gerçekler ortaya konmuştur. Onlardan da birkaç örnek verelim.

a)      Kur’an kâinatın yuvarlak olduğunu, çapları bulunduğunu söylemiştir. Bugün bu çap hesaplanmış, 13.7 milyar ışık yılı çapında ölçülmüştür.

b)      Kur’an kâinatın büyüdüğünü söylemiş, bugünkü ilimler kâinatın ışık hızına yakın hızla büyüdüğünü ispatlamıştır.

c)       Kur’an kâinatın başlangıçta birbirine bitişik olduğunu, boşluk olmadığını söylemiş, sonradan patlayarak birbirinden ayrıldığını bildirmiştir. Bugün büyük big-bang olayı ile kesin olarak ispatlanmıştır.

d)      Kur’an kâinatın başlangıçta suyun yapısında yani sıvı olduğunu söylemiş ve bugün hidrojen denen suyun aslı olan maddenin birbirinden ayrılması ile olduğu ortaya çıkmıştır.

e)       Kur’an kâinatın iki eyyamda, yeryüzünün dört evkatta var edildiğini söylemiştir. Bugün hayat öncesi iki dönemin olduğu; kâinatın yaratılması ve sonra yerin düzenlenmesi, sonra da canlılarda birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü zaman içinde olduğu bütün âlimler tarafından kabul edilmiştir.

f)       Kur’an dağların birer kazık şeklinde olduğunu söylemiş ve bunların yüzdüğünü bildirmiştir. Bugünkü ilimler de dağların mağma tabakası içinde gömülü olduğunu ve rüzgarın bulutu sürüklediği gibi mağmanın da dağları sürüklediğini ortaya koymuştur. Böylece 24 saat olduğu ortaya çıkmıştır.

g)       Kur’an canlıların tek hücreden yaratıldığını bildirmiştir. Bugün müsbet ilim de DNA’larla bunu ispatlamıştır.

h)       Kur’an canlının erkekli-dişili olduğunu bildirmiştir. Bugün de bütün çok hücreli canlıların eşeyli olduğu ortaya konmuştur.

i)        Kur’an kâinatta her şeyin dengeli olduğunu, ne fazla ne de eksik olmadığını bildirmiştir. 20. yüzyılın araştırmaları bu büyük dengeyi ortaya koymuşlardır.

j)        Kur’an evrimi esas almış, son yaratılanın insan olduğunu bildirmiştir. Bugünkü jeoloji ilmi bunu kesinlikle onaylamıştır.

Görülüyor ki, Batı’nın müsbet ilmi Kur’an’ın haber verdiklerini ilim yoluyla ispatlayarak, nakil ile akıl arasındaki beraberliği ortaya koymuştur. 20. yüzyılda ulaşılan hiçbir adım Kur’an’ın bildirdiklerine asla aykırı bir nokta ihtiva etmez. Kur’an diyor ki, sen sanma ki Batılıların bu ilimleri bulmaları kendiliğinden olmuştur. Biz onlara öğrettik de öylece onlar buldular. Kur’an ehline değil, olmayanlara buldurduk ki, akıl ile nakil arasındaki paralellik ortaya çıksın ve insanlar taklidî değil tahkikî olarak inansınlar. Bu ilimlere kimse itiraz edemez, çünkü Kur’an’a inananlar tarafından ortaya konmamıştır.

فَلَا تَكُونَنَّ مِنْ الْمُمْتَرِينَ(147)  (Fa Lav TaKUvNanNa MiNa eLMuMTaRIyNa)  “Sakın mümterilerden olmayasın.”

Bir mü’min Batı’nın ilimde bu kadar ileri gitmesini, teknolojideki başarılarını, inkârcı tavırları ve bizim mağlup olduğumuzu düşünerek, miryeye düşebilir. “Marve” yumuşak taş demektir. “İmtira etmek” demek, gelen baskılara direnmemek demek, etkisi altında kalıp moralini kaybetmek demektir.

Bugün AB’nin peşinde koşanlar, ABD’nin diktalarına boyun eğenler bu başarıların haşmeti karşısında ezilmektedirler. Sakın sen böyle olmayasın. Biz her şeyi takdir ettik, bilgimiz dahilinde olmaktadır.

Müsbet ilimleri biz Kur’an’la Müslümanlara öğrettik. Ama ondan yararlanarak gelişmelerini kendilerine kitap verilenlere verdik. Çünkü biz yeryüzünü dengeye dayandırarak birbirine dûle ederiz, döndürürüz. Bazen gece, bazen gündüz olur. Bazen yaz, bazen kış olur. Evrim böyle sağlanır. Batı sanayide ve ekonomide hamle yapacak, Doğu ise hukukta ve yönetimde hamle yapacaktır. Böylece aralarındaki yarışma evrimi sağlayacaktır.

Sen herhangi bir tereddüt içinde kalma, onları heyula görüp ümitsizliğe düşme.

***

وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ  (Va LiKulLin VıCHaTun)  “Herkes için bir viche vardır.”

VECH” yüz, “VİCHE” ise yön demek, tarz demektir. Kur’an’da bu tarif dört şey için kullanılır.          * لكل جعلنا منكم شرعة و منهاجا  *  و لكل امة جعلنا منسكا * Kıyas yoluyla dördüne aynı hükümleri yüklüyoruz. Her ümmet için denmiş olur. ŞİR’A ve MENHEC birleştirilmiştir. MENSEK ve VİCHE de birleştirilecektir.

Kur’an’da dayanışma ortaklıklarından “VELAYET” olarak bahseder. Aynı dayanışma içinde olanlara “EVLİYA” demektedir. Velayet, dayanışma demektir. Âkile ise bağlanma demektir. Kur’an velâyeti tercih eder.

Dayanışma ortaklıkları ilmî, dinî, meslekî ve siyasî olmak üzere dört çeşittir.

Şir’a ilmî, minhac dinî, mensek meslekî, viche siyasî dayanışmayı ifade eder. “O ona müvellidir” demekle, velâyetle siyasi olduğu anlaşılmaktadır. Dayanışma sorumlularından da bahsetmektedir. Bunlar da ahbar ilmî, ruhban dinî, rebban meslekî, kıssis siyasî dayanışma sorumlularıdır, âlimlerdir. Ayrıca bunların her birinin toplanma yerleri vardır. Savami’ ilmî, salavât dinî, biye’ iktisadî, mesacid de siyasî toplanma yerleridir.

İki türlü teşkilatlanma vardır. Dikey teşkilatlanma ocak, bucak, il, ülke ve insanlıktır. Bunların alt kuruluşları vardır; aile, semt, ilçe, bölge ve kıta. Kur’an’da bunların özel adları vardır. Yatay teşkilatlanma ocak dışındaki merkezlerde vardır. Bucakta, ilde, ülkede ve insanlıkta dayanışma ortaklıkları oluşturulmuştur.

İlmî dayanışma ortaklığı ilmî şurayı oluşturur. Yapılacakların nasıl yapılacağını ilmî şura belirler. Yasama gücünü o kullanır, doğruyu yanlıştan ayırır. Bilgisizlikten doğan zararları bu dayanışma ortaklığı öder. Neyin yapılması gerektiğine dinî şura karar verir, iyiyi kötüden ayırır. İhmalden doğan zararları tazmin eder. Meslekî dayanışma ortaklığı kimin yapacağına karar verir. Yararlıyı zararlıdan ayırır. Beceriksizlikten doğan zararları tazmin eder. Siyasi dayanışma ortaklığı ise adil olanı zulümden ayırır. Kasten yapılan zararları tazmin eder. Silahlı gücü oluşturur. Burada belirlenen çoklu sistemdir.

Orduda çoklu sistem nasıl uygulanacak, demokratik oluşum nasıl olacaktır?

İlmî şura sıralama usûlü ile başkanı seçer; yani bucak, il ve ülke başkanlarını seçer. Başkanlar ülkede bölge, ilde ilçe, bucakta semt komutanlarını atarlar. Bucak halkı kendi semtinin dışında, il halkı kendi ilçeleri dışında, bölge halkı kendi bölgeleri dışındaki komutanlardan birerlerini seçerler. Böylece ordu demokratik yoldan oluşur. Bir bölgeyi bütün ülkeden gelen askerler korurlar. Böylece bölünme olmaz. Ama herkes kendi komutanını kendisi seçtiği için de demokratik ordu olur. Askerlikte demokrasi yoktur ama teşkilatlanırken demokrasiye riayet edilir. Bir komutanda yeter sayıda asker olmazsa, başkan o komutanı görevden alır, onun yerine başka komutan atar.

هُوَ مُوَلِّيهَا (HuVa MuValLIyHA)  “O onu yani vicheyi tevliye eder. O ona yönelir.”

Bunun anlamı, askerlerin komutanlarını, dolayısıyla ordularını kendilerinin seçeceğini ifade eder. Teşkilatlanmadaki demokratiklik buradan gelmektedir. Oysa askerlikte siz başkanınızı hakem yapmadıkça, onun için canınızı sıkılmadan vermedikçe mü’min olamazsınız denmektedir. Seçme kişinin elindedir ama seçtikten sonra ona mutlak bir şekilde itaat edecektir. Kıyas yoluyla bütün dayanışma ortaklıklarına da emredilmiş olduğu gibi; ocak, bucak, il ve ülkeden hicret etme de bir tevliyedir. Biz tümüne birden “hicret demokrasisi” diyoruz.

فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ (Fa ıSTaBıQUv elPaYRAvTı)  “Hayırda sıbak ediniz.”

HAYR” seçenek demektir. Seçeneklerde yarışın demektir. Seçeneklerin birbirini tamamlayıcı olması gerekmektedir. O halde icmaa aykırı partiler kurulamaz. Bir ülke içinde o ülkeyi yıkacak, dağıtacak bir parti kurulamaz. Yani, düzeni bozan ve fesada götüren gruplaşmalar yok, hayratta yarış vardır.

HAYRÂT” kelimesi seçeneğin çoğuludur. Çoğulculukta yarışın demektir. Burada Türkçedeki şer karşılığı hayrın mânâsı vardır. Bu “hayr” kökünden değil, “ahtar” sığasından gelmektedir.

“Sâbikû” denmemiş de “İSTABAKÛ” denmiştir.

İSTİBAK” kendi kendisiyle yarışmak demektir. Bir kimse zengin olmaya çalışırsa bu istibaktır. Başkalarından zengin olmaya çalışırsa o da müsabakadır. Kur’an müsabakayı değil, istibakı istemektedir.

Bir iş yaparken başkalarının işini bozmamak gerekir. Bundan dolayıdır ki biz bakkalları organize ederken süper marketler aleyhinde bir gelişmeyi önlüyoruz. Süper marketler varlıklarını sürdürecekler, ancak tekel olmayacak, hayratta yani çoklukta yarışacaklardır. Böylece görülüyor ki, bir taraftan insanlık İbrahim milletinde birleştirilirken, diğer taraftan çoklu sistem de önerilmektedir.

Bu sebepledir ki biz anayasamızın ikinci maddesini şöyle öneriyoruz: “Ülkesi ve ulusu ile bölünmez bir bütün olan Türklerin Türkiye’de kurduğu, dili Türkçe, merkezi Ankara, marşı istiklâl şiiri, bayrağı al zemin üzerinde beyaz ay yıldız olan Türkiye Cumhuriyeti, insanlık camiası içinde, yerel kuruluşlara saygılı, hakemlere dayalı, demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir çoklu hukuk devletidir. Türk halkının oluşturduğu ordunun teminatı altındadır. Bu madde değiştirilemez. Bölünmez bütünlük, yerinden yönetimli çoklu sistemle sağlanmaktadır.”

أَيْنَ مَا تَكُونُوا (EaYNa MAv TaKUvNUv)  “Nerde olursanız.”

Buradaki “EYNE” yerden ziyade yönlenmiş taraftır. Yani, yeryüzünde ne tarafa dönmüş olursanız olun, yuvarlak içinde her tarafa yönelmiş olursunuz. Yani, seçenekler farklı olduğu için ayrı ayrı görürsünüz. Parça parça imişsiniz gibi gelir. Oysa, eğer bu ayrılık hayratta istibak ise ayırıcı değil birleştiricidir. Bu da Allah’tır, yani devlettir. Biz farklı partiler kuracak ilimde, dinde, meslekte ve siyasette başka başka cihetlere yöneleceğiz. Ama hepsini sonunda devlet birleştirecektir. Devletin bir dini yoktur, bir ideolojisi yoktur. Devlet bu çoklu grupların kendi istekleri ve serbestlikleri içinde yaşamalarını sağlayacaktır. Koruyacak ve altyapısını temin edecektir. Ne yapacağına, ne tarafa yöneleceğine herkes ve her grup kendisi karar verecektir. Yani, hangi anlayış üzerinde olursanız olun, siz sonunda devletin varlığı ve beraberliği içinde olacaksınız.

يَأْتِ بِكُمْ اللَّهُ (YaETı BıKuMu elLAHu)  “Allah sizinle ye’t eder.”

Yani, devletiniz sizi birleştirir. Ayrı istikametlerde yapılan yarışmaları sonunda tek yerde toplar.

Biz ülke savunmasını bölgelere ayırıyor, Türkiye’yi on iki bölgeye ayırıyoruz:

Samsun, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum, Konya, Kayseri, Ankara ve Afyon. Buralara birer ordu koyuyoruz. Bu bölgelerden her birine başka bölgelerden kendi istekleri ile askerler gelmekte ve ülke bütün olarak savunulmaktadır. Ancak her orduya bir viche verilmiştir. Samsun Karadeniz’den, İstanbul Avrupa’dan, Bursa Boğazlar’dan, İzmir Ege’den, Adana Akdeniz’den, Diyarbakır Suriye ve Irak’tan, Van İran’dan, Erzurum Kafkaslar’dan gelecek saldırılara karşı korur. Konya güneyi, Eskişehir doğuyu, Afyon batıyı, Ankara da kuzeyi destekler. Yani, her ordu kendi vichesinde ülkeyi korur. Ama sonunda devlet korunmuş olur.

Hayvanlar kendilerini korumak amacıyla sırt sırta vererek istirahat ederler. Düşmanı herkes kendi ciheti ile gözetler. Tüm hayratta yarış böyledir. Budistler başka, Hindular başka, Hıristiyanlar başka, Kur’an ehli başka başka cihetlere yönelmişler ama hepsi insanlığın yücelmesinde nöbetçilik yapmaktadır.

جَمِيعًا (CaMIGan)  “Birlikte.”

Hepsi bir aradadırlar. Bu birliği sağlayan da asker başkandır. Komutanları o atamakta, gerek gördüğünde değiştirmektedir. Ama ondan sonra her ordunun kendi bütçesi vardır. Bu ona anayasa tarafından sağlanmaktadır. Kimse onu eksiltemez, onu aynen alır. Bütçenin beşte biri orduya aittir. Gümrük gelirleri orduya aittir. Askerlik bedelleri orduya aittir. Askerlerin kendilerine tahsis edilen yerlerde yaptıkları üretim kendilerine aittir. Her ordu tamamen bağımsızdır. Hattâ gizliliği de kendisine aittir. Başkandan başkası bilemez. Kendi silahlarını kendisi üretebilir.

Görülüyor ki, biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı tedvin ederken hep Kur’an’ın bize öğrettiklerine dayanmaya çalıştık. Gerçi burada “nerede olursanız olun âhirette sizi Allah bir araya getirecektir” şeklinde mânâ verilebilir. Tabii ki o da doğrudur, ama burada o mânâ yerine oturmuyor.

إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(148)  (EinNa ElLAvHa GaLAy KulLı ŞaYEin QaDIyRun)  

“Allah her şeye kâdirdir.”

Devlet, her şeyin üzerine gücü yetendir. İşte buna dayanarak aşağıdaki tedbirler alınmıştır.

a) Ordu komutanı olabilmek için orgeneral olmak gerekir. Bu rütbeyi devlet vermiştir. b) Ordu komutanı başkan tarafından resen atanmakta, her zaman görevden alınabilmekte, böylece bölünmez bütünlük korunmaktadır. c) Askerler komutanlarını kendileri seçmekte, barışta her zaman komutanlarını değiştirebilmektedirler. d) Her il ayrıca silahlıdır. Jandarma teşkilatı vardır. İç işlerinde bağımsızdırlar. Ordu onlara karışmaz. İşte bu da orduları bir merkezde toplamaktadır.

Burada “KADİRUN” kelimesi nekire gelmiştir. Dolayısıyla Allah’tan kasıt aynı zamanda O’nun halifesi olan devlettir.

***

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ (Va MiN XaYÇu PaRaCTa)  “Nereye çıkarsan.”

Kur’an’da üç yerde “Mescidin şatrına dönülmesi” istenmektedir. Birincisi, “Razı olacağın kıbleye seni tevliye edeceğiz, Mescidi Haram’ın şatrına dön.” denmektedir. Burada da, “Nereye huruç edersen vechini Mescidi Haram’ın şatrına tevcih et.” diyor. Bundan sonra da aynı ifadeyi üçüncü defa tekrar etmektedir. Ayrıca mü’minlere doğrudan hitap ederek, “Nerede olursanız Mescidi Haram’a yüzünüzü tevcih ediniz.” denmektedir. Burada dikkat edilecek husus, başkana üç defa ayrı emir verilmiştir. Topluluğa iki defa ayrı olarak emir verilmiştir. Başkan için “Min Haysu Haraçta” denmiş, topluluk için “Haysü Mâ Küntüm” denmiştir.

Bu ayırımların hikmeti olarak şunları düşünebiliriz.

Ayrı ayrı hitap etmesi bize şunu öğretiyor. Başkana yapılan emir cemaate yapılmış değildir. Başkana başkan olduğu için ayrı emirler verilir, cemaate ayrı olarak verilir. Yine burada, “söyle yüzlerini çevirsinler” demiyor, doğrudan doğruya cemaate hitap ederek “size yüzünüzü çevirir” diyor. İçtihadın temel kuralı verilmektedir. Evet, başkan başkanlık görevini kendi içtihadı ile yapacaktır. Cemaat de kendi görevlerini kendi içtihatları ile yapacaklardır. Başkan cemaatin içtihadı ile hareket edemez, cemaat de başkanın içtihadı ile hareket edemez. Herkes şeriatı kendi yorumu ile uygulayacaktır. Uygulamadan doğan bir zarar olursa bunu herkes kendisi tazmin edecek, hesabı da başkana değil, hakemlere verecektir. İşte hukuk düzeninin temel kuralı budur.

Peki, ayrı ayrı içtihatlar nasıl birleşecek ve toplulukta nasıl bir bütün olacak, bölünmüşlükten nasıl kurtulunacaktır? İmam kendi kıblesine dönüp namaz kılacaktır. Kıblesi imamın kıblesine uyan kimse imamın arkasına düz sıra yapacaklar. Açılara göre sağdan ve soldan kırk dış bükey bir çokgen oluşturacak şekilde sıralanacaklardır. Böylece herkes kendi içtihadının kıblesine yönelecek ama birlik bozulmayacaktır.

Her bucakta ortak bir alanda mabetler yapılacaktır. Alanın Mescidi Haram’a yönelen tarafında Kur’an ehlinin kıblesi yer alacaktır. Diğer yönde de diğer kıbleler yer alacak, böylece aynı meydan bütün cemaatlerce kullanılabilecektir. Bu durumda gerek kişilerin içtihatları, gerekse toplulukların imamları ve mabetleri farklı olacaktır. Meydan bu insanları bir araya getirmiş olacaktır.

Başkan için “nereye çıkarsan” emri verilmektedir. Cemaat için ise “nerede olursanız” denmektedir.

Kıblenin önemli işlevlerinden biri, toplantılarda divanın belirlenmesidir. Yani, imam nerede duracak?

Başkan kıble tarafında yer alacak, gittiği yerde Kâbe’ye dönüp duracak, cemaati arkasına veya yanlarına almış olacaktır. Cemaate iki defa emrettiği halde, başkana üç defa emretmiş olması, durulacak yeri seçerken başkanın kıbleyi belirleyerek Kâbe tarafını imamın duracağı yer yapması içindir. Diğer iki emir;

Biri, yeryüzünde nerede olursanız olun kıbleniz Kâbe olsun, mescidinizin kıblesi Kâbe olsun. Diğeri de, geçici olarak nerede bulunursanız bulunun kıbleniz yine Kâbe olsun. Namaz kılınırken kıblenize göre yönelin ama, başkan konuşurken yüzünüz başkana dönmüş olsun. Nitekim onun yüzü de kıble tarafı olmayacaktır.

فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ (Fa ValLi VaCHaKa ŞaORa eLMaSCiDi elXaRAMı)  

“Vechini Mescidi Haram’a tevliye et.”

Bu âyetlerde emredilen çok önemli bir kısım daha vardır. Dün Alevilerin cem ayinlerini izledim. Dedeler mihrapta oturmakta, halka dönmektedir. Herkes secde ederken onlar secde etmemekte, kitaptan okumaktadır. İşte Kur’an bunu yasaklamıştır. Namaz kılınırken  başkan da cemaatine sırtını çevirecek ve kıbleye yönelecek, o da secde edecektir. İmam komuta etmeyecek, imam yapacak, cemaat uyacaktır.

Bugün Müslümanlar böyle yapmaktadır. Acaba yeryüzünde ayinleri bu şekilde yapan bir ibadet yeri var mıdır? Hıristiyanlar bugün secde yapmadığı için böyle bir durum yoktur. Yahudilerin bugün nasıl yaptığını bilmiyorum. Hindular ve Budistler de herhalde bunu yapmıyor. Bu husus araştırılmalıdır.

Kur’an’da sohbet esnasında başkan halka dönüktür. Ancak ayin esnasında o da kıbleye dönmekte ve o da halkla beraber secde etmektedir. Savaşta da böyle değil midir? Komutan ve askerler düşmana bakmaktadırlar.

İşte üç defa emredilmiş olması, başkana bunu ihtar etmektedir. İşte İslâmiyet’in yöneticilik ve yönetim anlayışı budur. Başkan yapar. Halk kendi içtihatlarıyla hareketlerini birleştirir. Başkan yenilik yapmaz, sadece bilinenleri ve mevzuatı uygular. Cemaat adına yorum da yapamaz. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder. Herkes Allah’a karşı, devlete karşı kendisi sorumludur. Kıble, başkanla cemaat arasındaki ilişkileri, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen bir müessesedir. Kıble müessesesi uygarlığımızın doğmasına sebep olmuştur. Kıbleyi bulalım diye trigonometri, astronomi ve pusula bulunmuştur. Buna dayanılarak aşırı denizlerde seyahat edilmiştir. Bunun çok özel macerası vardır. Kristof Kolomb İspanya kralından gemileri tedarik edebilmiş ve tayfasıyla batıya açılmıştı. Uzun yolculukta tayfa isyan edip geriye dönmelerini istemiş. Kristof Kolomb, Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair haritalarını göstermiş, yarı çapların hesabını bildirmiş, “Müslümanlar bunu söylüyor, Müslümanlar yalan söylemez.” demiştir. İşte bu sayede Kristof Kolomb Amerika kıtasına varmış ve dönmüş, bunun Avrupa’daki etkisi çok büyük olmuştur. Haçlı Seferleri sayesinde İslâm dünyası ile tanışan Avrupa, İslâmiyet’in öğrettiği müsbet ilimlere inanmakta, kilise dünya düzdür iddiası içinde kendisini geriletmektedir. Ama Amerika’nın keşfi ile müsbet ilmin sonuçları gözle görülür hâle gelince, ondan sonra Avrupa halkı kiliseden soğumuş ve müsbet ilmin peşine düşmüş, böylece bugünkü uygarlık doğmuştur. Yani, kıblenin bugünkü uygarlıktaki rolü baştadır ve onun kadar etkili olan başka bir kurum herhalde yoktur.

وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ (Va EinNaHUv La elXaqQu MiN RabBiKa)  “Ve o Rabbi’nden bir haktır.”

Yine burada “HU” zamiri nereye gitmektedir? Rabbi’nden hak olan nedir?

Mescidi Haram olabilir. Yani, Mescidi Haram’ın insanlığın kıblesi olması gerçeği de Rabbi’nden haktır. Allah’ın emriyle Hazreti İbrahim bunu inşa etmiş ve insanlığın beyti olarak ortaya koymuştur. Bugünkü bu tevliye O’nun emridir, O’nun takdiridir. İleride de insanlığın merkezi olacaktır. Bugün yalnız Kur’an ehlinin kıblesidir. III. Bin Yıl Adil Düzen Uygarlığında Mekke bütün insanların ortak kıblesi olacaktır. Her dinin kendi kıblesi olacak ama bütün insanların ortak kıblesi Kâbe olacaktır. Kâbe’nin yönetimi Kur’an ehline ait olacaktır. Enlem ve boylamlar Mekke’ye göre ayarlanacak ve Mekke’den büyük elektriki sinyal yeryüzünün her tarafına yayılmış olacaktır. Ayrıca güney ve kuzeyi gösteren sinyal de mevcut olacaktır. Bu iki sinyal sayesinde insan her zaman nerede olduğunu çok kolayca bilebilecektir. Kolumuzdaki saat bize vakti gösterdiği gibi, enlem ve boylamları da gösterecektir. III. bin yıl, II. bin yılın ölçülerini standartlaştıracaktır. Saat ayarları da buradan verilecek ve kol saatleri veya telefon saatleri kendiliğinden bu saate göre ayarlanacaktır.

İnsanlık yani Birleşmiş Milletler uygarlaşmada Kâbe sayesinde işbirliği içine girecektir. Birleşmiş Milletler Kâbe sayesinde hakim güçlerin tasallutundan kurtulacaktır. Mekke bağımsız emin bir il hâline gelecek ve her ulusa burada bir ilçe kuracak yer verilecektir. Birleşmiş Milletler herhangi bir ülkenin toprakları içinde mahsur olmayacaktır. Yüze yakın ülkenin askeri güçleri buranın güvenliğini sağlayacaktır. Barışın merkezi olacak ve insanlık buradaki birlik sayesinde uygarlaşmaya devam edecektir.

وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ(149) (Va MAv elLAHu Bi ĞAFiLin GanMAv TaGMaLUvNa)  

“Allah amel edeceklerinden gafil değildir.”

“AMİLTÜM” demiyor da, “TA’MALÛN” diyor. Yani, Allah kıbleyi emrederken, Kâbe’yi kıble yapıp oraya dönmeyi emrederken, bu emrin yerine getirilmesi için neleri yapacaklarınızdan gafil değildir.

Yani, bütün bunlar sayesinde trigonometriyi, coğrafyayı, astronomiyi öğrenecek, pusulayı yaygınlaştıracak, Amerika’yı keşfedecek ve bugünkü uygarlığa ulaşacağınızdan haberdar olduğu gibi; bundan sonra III. bin yıl içinde olacaklardan da haberdardır.

Böylece İsrail oğullarına hitap ettikten sonra, Kur’an ehline hitaba geçmiş ve kıble konusunda emirler vermiştir. Bu şekilde içtihat ve icmaları öğretmektedir.

 

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3345 Okunma
2-bakara11-20
2369 Okunma
3-bakara21-30
2523 Okunma
4-bakara30-37
2253 Okunma
5-bakara37-48
2480 Okunma
6-bakara 49-57
3100 Okunma
7-bakara 59-61
3122 Okunma
8-bakara 62-69
2476 Okunma
9-bakara 70-76
3467 Okunma
10-bakara 77-83
2749 Okunma
11-bakara 84-88
2312 Okunma
12-bakara 89-93
2436 Okunma
13-bakara 94-101
2629 Okunma
14-bakara 102-105
3480 Okunma
15-bakara 106-112
2673 Okunma
16-bakara 113-119
2732 Okunma
17-bakara 120-123
2630 Okunma
18-bakara 124-130
2329 Okunma
19-bakara 132-138
2201 Okunma
20-bakara 139-143
2107 Okunma
21-bakara 144-149
2572 Okunma
22-bakara 150-158
2492 Okunma
23-bakara 159-165
2086 Okunma
24-bakara 166-173
2482 Okunma
25-bakara 174-177
2601 Okunma
26-bakara 178-182
2320 Okunma
27-bakara 185-187
6377 Okunma
28-bakara 188-194
2478 Okunma
29-bakara 195-198
2831 Okunma
30-bakara 199-206
2373 Okunma
31-bakara 207-213
2776 Okunma
32-bakara 215-217
2215 Okunma
33-bakara 218-221
2705 Okunma
34-bakara 222-228
3001 Okunma
35-bakara 229-232
3560 Okunma
36-bakara 233-235
2279 Okunma
37-bakara 236-242
2488 Okunma
38-bakara 243-246
2610 Okunma
39-bakara 247-248
2846 Okunma
40-bakara 249-252
3140 Okunma
41-BAKARA 253-256
2694 Okunma
42-BAKARA 257-259
2515 Okunma
43-BAKARA 260-264
3082 Okunma
44-BAKARA 265-269
2251 Okunma
45-BAKARA 270-274
2633 Okunma
46-BAKARA 275-277
2356 Okunma
47-BAKARA 278-281
2387 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2793 Okunma
49-BAKARA 283-284
2493 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3711 Okunma