ADİL DÜZEN 400
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 62. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
ثُمَّ أَفِيضُوا مِنْ حَيْثُ أَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(199) فَإِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللَّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءَكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنْ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ(200) وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ(201) أُوْلَئِكَ لَهُمْ نَصِيبٌ مِمَّا كَسَبُوا وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ(202)
ثُمَّ (ÇumMa) “Sonra”
Safa ile Merve arasındaki sayden sonra Arafat’ta vakfe yapılmakta, sonra Müzdelife’ye inilmekte ve orada cemre yapılmaktadır. Müzdelife’de kalınmakta ve cemreler tamamlanmaktadır. Orada Allah’ı zikrediniz denmekte, taşlar atılırken tekbir getirilmektedir. Orada kalınacağına ve gecelenileceğine dair emir buradaki “SÜMME”den anlaşılmaktadır. Bu zikrin müddeti başka yerlerdeki malum günlerde tabiri ile anlaşılmaktadır.
أَفِيضُوا (EaFIyWUw)
“İfada ediniz, akıtınız.”
Burada if’al bâbı gelmiştir. “FADA” taşmak demektir. Seyl de Arapçadır. Sel, feyezan sonunda kalan kalıntılardır. Feyezan ile selin taşması, akması demektir. Sele kapılıp gitmek başka, seli meydana getirmek başkadır. Burada seli oluşturunuz denmektedir. Bugün insan hakları içinde sokaklarda yürümek de vardır.
İnsanlar kendi isteklerini duyurmak, kaç kişinin bunu istiyor olduğunu belirlemek için toplantılar yapar.
Bunlar nelerdir? a) Bir yerde toplanıp durmak, b) Bir şeyin çevresinde dolaşmak, c) Bir yolda koşarak gidip gelmek, d) Bir caddede topluca yürümek.
Bunlar topluluğun görüşlerini ve isteklerini ifade etmek içindir. Ne var ki bunlar başkalarına ifade için değil, kendimizin ifadesi içindir. Biz hacca gittiğimiz zaman bu ifade şekillerinden hepsini yaparız.
Buralarda görüşlerimizi nasıl ifade ederiz? a) Özel elbiseler giyeriz. b) Yüksek sesle birlikte sloganlar atarız. c) Taş atma gibi ortak bir iş yaparız, d) Hareketlerimiz veya yürüyüşümüz farklı olur. Hac merasimi bunların hepsini bize yaptırır. Böylece biz kaç kişiyiz, neler yapabiliriz; bunu öğrenmiş oluruz.
Beş vakit namazda bir araya geldiğimiz zaman namazdaki sayımızla aşiretin birlikteliğini ifade etmiş oluruz. Biz mü’minler oturduğumuz aşiretlerde günde beş defa çocuk ve kadınlarla birlikte bir araya geliriz. Burada durmamız, bizim çocuklarımızın ve torunlarımızın da bu yolda olduğumuzu ifade eder. Namazlara devam etmeyenleri aşiret başkanı ocaktan çıkarma yetkisine sahiptir. Eğer ocak başkanı bunu yapmıyorsa kendimiz çıkıp gitmeliyiz.
Sonra kabile içinde her cuma toplanılmaktadır. Burada da ne derece Allah yolunda olduğumuz öğrenilmektedir. Eğer bir yerde kırk kişi olup da cemaatle Cuma kılınmıyorsa, o kabileden hicret etmeliyiz. Cumalarda da kabileler birleşerek cumaya gelmelidirler, dönerken de kabile hâlinde dönmelidirler. Yani, kentlerdeki davranışlarımız hacca kıyas edilerek düzenlenmelidir.
مِنْ حَيْثُ (MiN XaYÇu)
“Yerden”
Nerden ne ifada ediyorsa siz de oradan ifade ediniz. “MİN” harfi burada “Fi” mânâsındadır. Nereden ne akıyorsa siz de oradan akın. “MİN” “Fi” mânâsına geldiği zaman yeri marife yapar. “Min Yevmi’l-Cum’ati” demek, cuma gününün bir parçasında demek olur, yani öğle vakti anlamına gelir.
Burada “MİM HAYSU” diyor, yani belirlenmiş yoldan akın demek olur. Şehirlerde yürüme yolları bellidir. Yürüme zamanları da belirlenmelidir. Senede bir veya iki defa ve her hafta cuma günü yolda yürüyüş yapılır. Elbise ve pankartlar, belli sloganlar, özel hareketler ile halk isteklerini birbirlerine duyurmuş olur. Halk da ona göre kararlar alır veya davranır. Halk oylaması da böylece yapılabilir. Sandık ve pusulalar konur veya düğmeler yerleştirilir. İsteyenler sıraya girer ve orada düğmeye basarak oyunu bildirmiş olur.
أَفَاضَ النَّاسُ (EaFAvWa elNAvSu)
“Nâsın ifade ettiği yerden”
Burada emir vardır. Kimlere emir vardır? Mü’minlere emir vardır. Nâs nereden ifade ediyorsa siz de oradan ifada ediniz deniyor. Hac mü’minlerle müslimlerin birlikte ifa ettikleri bir ibadettir. Burada emredilen mü’minlerin müslimlerden farklı hareket etmemeleri, mü’minlerin kendilerine ayrıcalık tanımamalarıdır.
Bir yürüyüşe katıldığınız zaman o yürüyüşün amacı ne ise siz de amaca iştirak ediyorsanız katılmalısınız. Onlar gibi giyinmeli, onlar gibi slogan atmalısınız. Farklı davranışlarda bulunmamalısınız. İştirak etmiyorsanız katılmazsınız. Siz de başka gün başka yürüyüş yaparsınız. Bir gün başörtülüler yürürler, ertesi gün de başı açıklar yürürler. Eğer kalabalıkta eşitlik varsa, yani adilane bakan göz onları eşit kalabalık olarak görüyorsa, o zaman sorun yok, herkes kendi yolunda demektir. Yok bir taraf yüz binler diğer taraf on binler ise, artık o görüş azınlık durumundadır. O bucakta artık onlar barınamaz, göç etmek durumunda kalırlar.
Demokrasi budur. Sosyal baskı demektir. Kalabalık kendiliğinden azınlığa hükmeder.
İşte hukuk o azınlığın da haklarını korur. Kimse başı açık olana dokunamaz. Sosyal baskı yapar ama dokunamaz, kimse de başı örtülüye dokunamaz.
وَاسْتَغْفِرُوا اللَّهَ (Ve iSTaĞFiRUv elLAHa)
“Allah’tan istiğfar ediniz.”
Gerek namazda gerek hacda sesli zikirler yapılmaktadır. Onlar her yerde istiğfar ederler deniyor.
Namazlarda rükudan kalktığımızda cemaat sesli olarak ‘nestağfirullah, nestağfirullah, nestağfirullah’ demelidir. Secdeden kaktığımızda da istiğfar etmelidir.
Burada da topluluğa “istiğfar ediniz” dendiğine göre sesli olarak istiğfar edilecektir. Demek ki Müzdelife’den Mina’ya doğru giderken sesli olarak istiğfar edilmelidir.
Tekbir, tahmid, tesbih ve istiğfar sesli olarak söylenecek sözlerdir. Namazda ve hacda ifa edilir. Kur’an’da ‘lebbeyk’ kelimesi yoktur.
Tekbir ‘Allahu Ekber’ şeklinde söylenir. Bu ifade Arapça dil kurallarına göre ‘el-ekberu’ şeklinde söylenir, yahut ‘Ekberu Min’ şeklinde söylenir. Ekber, sonsuz büyük demektir. Allah’tan başka sonsuz olan hiçbir şey olmadığı için sadece ‘EKBER’ kelimesi Allah için getirilmiştir. ‘EHAD’ da böyledir. Birdir ama sayılardan bir değildir. Tekbir getirmek demek topluluğu yüceltmek demek, hacda insanlığı yüceltmek demektir. Allah kendi hak ve vecibelerini topluluğa, başta insanlığa vermiştir. ‘Allahu Ekber’ demek, en büyük demek, Allah’ın halifesi olan insanlıktır demektir. Böylece insanlar; biz büyük değiliz, başkaları büyük değildir, hepimiz insan olarak eşitiz, sadece görevlerimiz farklıdır demektedirler.
Tahmid ‘elhamdülillah’ demektir. Hamd, artık değerdir. Ben bir odada otursam bir lamba yakacağım demektir. Eğer iki kişi otursak masraflar yarıya düşer. Ben bir ev yaptım. Tek başına evden caddeye kadar kendim yol yapmak zorundayım, topluluk olursa masrafları bölüşürüz ama yoldan yararlanırken tam yararlanmış oluruz. İşte biz bir araya geldiğimiz zaman bir artık değer meydana gelir. Bu değerin sahibi kimdir? Kapitalistlere göre bu değer sermayenindir, gelip geçenden o kira alır. Sosyalistlere göre de bu değer devletindir, gelip geçenden o para alır. Sermayenin orada harcadığı kadar hakkı vardır. Devletin de orasını koruduğu için bir payı vardır. Ama artık değeri kazandıran halktır. Halk olmazsa o yolun ne kıymeti vardır? O halde artık değer topluluğundur. Bunu ifade ediyor. Kimsenin artık değere sahip çıkmaması gerektiğinin ilanıdır. Ben artık değere saygılıyım, yolun ortasında ev yapmam demektir.
Tesbih etmek ‘sübhanellah’ demektir. Bir topluluk içinde yaşarken artık değerlerden yararlanmaktayız. Artık değer bir araya gelmemizden doğmuştur. Allah’ın böyle yaratmış olmasından doğmaktadır. Tüm iyilikler artık değerlerden doğmaktadır. Bunları kullanan kişiler onu bozabilirler, kötülüklere kullanabilirler. Burada suçlu olan o kişilerdir. Topluluk suçlu olmaz. Dolayısıyla ‘sübhanellah’ demek, topluluk kötü değildir demektir. Kötü olan orada yaşayan insanlar olabilir. Allah’ın halifesi kimdir? Ocak, bucak, ülke ve insanlıktır. ‘Sübhanellah’ demek, topluluk suçlu olmaz, kusurlu olmaz demektir. Oradaki insanlar suçlu ve kusurlu olur. İmam eksikliği topluluğunda değil kendisinde arar. Rus topluluğu zalim değildi, Sovyetler zalim değildi. Zalim olan Lenin’di, Stalin’di, komünizmi yönetenlerdi. Allah bize bunu söylememizi, itiraf etmemizi istemektedir.
İstiğfar etmek demek, mağfiret dilemek demektir. Gafara, çukurun üstünü kapatmak, mezarın üstünü kapatmak demektir. İşlenmiş olan bir suçun kaldırılmasını sağlamak anlamındadır. Kişi artık o suçu işlememiş olmaktadır. Bunun için;
a) Suçun cezasını çektirerek artık işlenmemiş hâle getirmektir. Bir kimse bir suçun cezasını çekerse artık o suçlu değildir. Bir daha ona suçlu muamelesi yapılamaz.
b) İstenen ikinci şey ise bir daha işlememeye azmetmektir. İstiğfar aynı zamanda tevbe etme demektir. Geçen geçmiştir, onu kapatalım demektir. Eski defterleri karıştırmayalım demektir. Eskiden kavga etmiş olabiliriz, haksızlık yapmış veya haksızlığa uğramış olabiliriz ama istiğfar etmekle o hesapları kapatmak demektir. Hacda bütün insanlar bir araya gelmektedir. Barışçı halkın temsilcileri oradadır. Kaimlerin, grupların barışma zamanıdır. Eski kin ve nefretler artık taşlanmıştır. İnsanlar Müzdelife’den Mina’ya inerken istiğfar ederek inecekler, yani artık eski hasımlıkları orada bitireceklerdir.
إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ (EinNa elLAHa ĞaFUvRun)
“Allah gafurdur.”
“GAFUR” kelimesi burada nekire gelmektedir. Demek ki Kâinatı var eden Allah gafurdur, yani eski hataları, yanlışlıkları, düşmanlıkları kapatır ve unutturur. Eski düşman halklar dost olurlar.
İlâhi kitapların ve peygamberlerin hedefi insanlar için barışı ilka etmektir. Barışı topluluk getirir. On aile birleşir bir ocak olur; yüz ocak bir bucağı, yüz bucak bir ili, yüz il de bir ülkeyi ve yüz ülke de insanlığı oluşturur. Bu bölünmeler olacak ve insanlık böyle organize olacak ama bunlar arasında savaş değil dayanışma olacak, birlik olacaktır. Bu barışı sağlamak üzere peygamberler ve kitaplar gelmiş, bunu da dinler başarmıştır.
رَحِيمٌ(199) (RaXIyMun)
“Rahimdir.”
Barış sadece savaşların bitmesi değildir, savaşın doğurduğu zararlar ve helakler değildir. Barış aynı zamanda karşılıklı ilişkilerde artık değer ortaya çıkarmadır. Bu değerlerle insanlar rahmete ulaşır. Allah dünyayı öyle yaratmıştır ki, topluluklar barış içine yaşarlarsa büyük artık değerler oluşur ve insanlar saadete ererler. Savaş masraf ve zararları dışında barışın ve birliğin getirdiği bir değer artışı vardır. Hac bunu sağlar.
Allah bize ne söylüyor? İnsanlara Mekke’yi açın, herkesi oraya getirin ve orada yerleştirin. Orası barış ülkesi olsun, barış ve eğitim ülkesi olsun. Göreceksiniz, insanlık uygarlıkta saadetlere doğru adımlar atacaktır.
Hayvanların çevrelerini değiştirme imkanları yoktur. Dolayısıyla çoğaldılar mı birbirleriyle savaşmak zorunda kalırlar ve birbirlerini yiyecek yaparlar. Halbuki insanların elinde uygarlık gücü vardır.
Bugünkü Türkiye’yi ele alalım. 75 milyon nüfusu, yaklaşık 750 bin km2 alanı vardır. Demek ki nüfus yoğunluğu 100’dür. Bu dünya ortalamasına yakındır. Ama 400-500 yoğunluklu ülkeler vardır. Demek ki yeryüzünün karaları beş misli nüfusu besleyebilir. Bu 50 milyar demektir. Henüz deniz tarımına başlamadık. Bir 500 milyarı da denizler besler. Nüfus artış hızımızı % 4 kabul etsek 17 yıl sonra kümülatif olarak yüzde yüz artabiliriz. Bir asır sonra 50 misli oluruz.
Şimdiden uzay tarımı planlanacaktır. Kur’an’da ‘göklerde rızkınız var’ denmektedir. O halde ondan sonra uzaya çıkmış olacağız. Güneş’in Yer’den uzaklığı Yer yarıçapının 20 bin katı, çapının 10 bin katıdır. Bunun anlamı şudur ki, Güneş’ten gelen ışığın Yeryüzü olarak ancak 100 milyonda birinden yararlanıyoruz demektir. 1000 milyar yeryüzünde yaşıyorsa, Güneş etrafında 10 milyar x milyar insan yaşar demektir. Bir milyar x milyar defa artacak demektir. 25 senede bir nesil yenilense, 25 milyar yıl yeter demektir. Oysa Kâinatın ömrü birkaç on milyardan fazla değildir. Öyleyse insan için yer darlığı sözkonusu değildir. Savaşarak birbirlerini öldürmeye ve paralarını harcamaya yöneleceklerine, bu emeklerini uygarlık için harcayabilirler. İnsanlar teknolojide ilerleyerek artık değerlerini devreye sokar ve Güneş sistemini emirlerine alırlar.
Bu da ancak Hac sayesinde mümkün olacaktır.
Uluslararası hac yolları tesis edilecek. Bunlar şeritler hâlinde olacak. Savaşmak istemeyenler buralarda yerleşebilecek. Mekke’ye gelip her zaman barış eğitimini alabilecektir. Haram yerler ve haram aylar bize bu savaşsız dünyanın eğitimini vermektedir. Savaşan uluslar savaşsın ama insanlık barış içinde yaşayacaktır.
İnsanlar önce bedelli olarak kendilerini bulundukları yerlerde savaştan kurtarabilirler. Diğer taraftan savaşların yasaklandığı yerlerde yani hac yol şeritlerinde yerleşerek savaştan ve cizyeden kurtulabilirler. Denizlerin de böyle korunmalı alanlar hâline getirilmesi gerekir. III. bin yılda denizler parsellenmeyeceği için oralar da genel barış sahası olabilir.
İslâmiyet İslâm/barış adını sadece ad olsun diye almadı, temenni olarak da almadı. İslâmiyet bütün müesseseleri ile insanlığa barışı getirmiştir. Hazreti İbrahim’in dilinde bize “müslimler” adı verilmiştir. Doğuda ve batıda peygamberler bunun için hazırlık yapmışlardır. Kur’an da 1400 yıllık uygulaması ve araştırması ile bize barış dünyasını öğretmiştir. Adil Düzen Çalışanları artık hazır olun; İslâm geliyor, barış geliyor…
***
فَإِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ (Fa EiÜAv QaWaYTuM MaNASiKaKuM)
“Menseklerinizi kaza ettiğinizde.”
“MENSEK” meslek demektir. “NUSUK” yapılan işlerde sağlanan usul demektir, teknoloji demektir.
Kur’an bir şeyi öğretmek için bir örnek alır ve anlatacağını o örnek üzerinden anlatır. Çoğunu da ibadetler şekline dönüştürür. Bir meslek edinip iş yapma ancak işbirliği içinde olmaktadır. Belli işyerleri olacak, işyerlerinin kuralları olacak, üretim yapılacak, üretim değerlendirilecek. Kur’an bunu kurban olarak seçmiştir.
Nereden başlıyor. Tâ baştan başlıyor.
a) Köylüsünüz, çiftliğinizde hacda kesilecek kurbanınızı ayarlıyorsunuz. Bu bir koyundur. Ama köylü değilseniz, ortak kurban çiftliğiniz var, orada kurbanlık hayvanlar yetiştiriyorsunuz. Musakat denilen şirket kurdunuz. Nöbetleşe hayvanları meraya götürüyorsunuz, nöbetleşe yemlerini veriyorsunuz. Ortak iş yapmayı öğreniyorsunuz. Hayvanlardan yün alıyorsunuz, gübre alıyorsunuz. Bunlar size hep birlikte iş yapmayı öğretecektir.
b) Hac mevsimi gelince ülkenizden bir sürü kaldırılıyor. Siz o sürüye kurbanınızı katıyorsunuz. Bu damgalı veya damgasız olabiliyor. Bir kafile bu sürüyü hacca götürüyor.
c) Sonra haccın bitiminde kurban bayramının son gününde bu kurbanınızı Mina’da Müzdelife’den alarak geldiğinizde kesiyorsunuz.
d) Bundan sonra etleri bölüştürüyorsunuz; üçte birini orada yiyorsunuz, üçte birini Mekke emirine veriyorsunuz, üçte birini de kıyma veya kavurma yaparak ülkenize getiriyorsunuz. Mekke’deki etlerin saklanması gelişmiş yeni bir teknolojiyi gerektiriyor.
İşte böylece kurban müessesesi insanlara çalışmalarını ve çalışma düzenlerinin kurmalarını öğretmektedir.
Burada dikkat edilirse “Va” harfi ile değil de “Fa” harfi ile atfetti.
Müzdelife’den Mina’ya indiğinizde ihram biter. Siz de burada kurbanınızı kesecek ve tıraş olacaksınız. Mensekinizi kaza edeceksiniz. Burada kurban kesmek farzdır. Umreyi hacla birleştirmezseniz haccı ifrat yapsanız da burada kurban kesmek farzdır; daha doğrusu vaciptir. Kesmeseniz hacılığınız bâtıl olmaz ama eksik kalır. Umreyi hacılıkla birleştirenler ayrıca bir hayvanı kurban edeceklerdir. Hacdan çıkarken kesilen kurban ise memleketten gönderildiği için bulamamak diye bir şey sözkonusu değildir. İmkansız olsa kıyas yapılır.
فَاذْكُرُوا اللَّهَ (FaÜKuRUv elLAHa)
“Allah’ı zikrediniz.”
Hacda “Allah’ı zikrediniz” tabirleri geçiyor. Kur’an’ın bir adı da “zikir”dir.
“ZİKRETMEK” anmak demektir. Allah’ı anın.
Burada “İZ”dan sonra “Fa” gelmiştir.
Namazda olduğu gibi kurban kesmeden önce Allah’ın anılması gerekmektedir. Kurbanlar kesilmek için hazırlanır. Hayvanlar yatırılır. Konuşma yapılır. Tekbir getirilir. Sonra birlikte bıçak çekilir. Hayvanlarda dayanışma vardır. Birini önce kesmekle onlara eziyet edilmiş olur. Bu sebeple Allah’ın zikredilmesi, ondan sonra hep birden birlikte kesilmesi istenmektedir.
“ZİKİR” Kur’an’dan âyetleri aktarmakla da olmuş olur. Kurban kesmeden önce zikredilmesi gerekmektedir. Burada “Allah’ı anın” deniyor; hacda insanlığı anın anlamı taşımaktadır.
Allah’ın Hazreti Adem’i nasıl halk ettiği, Hazreti İbrahim’in oğlunu kurban etmesi; Hazreti Musa, Hazreti Davud, Hazreti İsa peygamberlerden bahsedilecektir. Bunlardan bahsedilerek kurban kesilecektir. Yaşlıların bildiği, gençlerin öğreneceği şeyler anlatılır. Toplu ibadetler sıradan tekrarlanır. Ama bu sayede insanlara ve gençlere öğretilmesi gerekenler öğretilmiş olur.
كَذِكْرِكُمْ آبَاءَكُمْ (Ka ÜiKRıKuM EAvBAEKuM)
“Eblerinizi zikrettiğiniz gibi.”
Burada “abaınızı zikrettiğiniz gibi zikrediniz” deniyor da, “babalarınızı zikretmeyin Allah’ı zikredin” demiyor. İnsanlığın yaratılışı ve yaratanı, ondan sonra gelen uyarıcılar anlatılacak, nesilden nesile intikal edecek. Bu bizi topluluğumuza bağlar. Bunun dışında geçmiş atalarımız da zikredilecektir. Babadan bahsederken babanın kardeşlerinden de bahsedilecektir. Böylece kişi babasının babalarını ve onların kardeşlerini, anasının annesini ve teyzelerini de anacaktır. Bir şecere tutulacaktır.
Kişi evrak genel hizmeti kişiye gelen mektupları dosyalayacak, sonunda hayatı boyunca oluşmuş olan yazışmalar ile gömülecektir. Bunlar korumaya alınır, muşambaya sarılır ve betonlanır. Mezar taşı o olur. Kişilerin verilen numaraları öyle düzenlenir ki, ben kendi atalarımı artık o numaradan bilirim.
Soyağacı tutma geleneği Araplarda vardı. Sonra unutuldu. Şimdi nüfus idaresi bilgisayarla kayıt yapacaktır. Bunun yararı; insan nereden geldiğini bilir, gelecekte de anılacağını bilir, ona göre çalışma yapılır. Kişinin erkek çocuğu yoksa kızların erkek çocukları da dedelerinin adını devam ettirebilirler. Bugünkü teknik gelişmeler Kur’an’ın daha çok uygulanması imkânını bizlere verecektir. Herkesin bir sahifelik geçmişini içeren bir hatırası dosyalarda yer almalıdır. İnsan atalarını öğrenirken insanlığın tarihini de öğrenmiş olur.
أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا (EaV EaŞadDa ÜiKRan)
“Yahut daha çok şiddetle zikredin.”
Demek ki insan kendi ailesinin tarihini öğrenecek, bir de topluluğun tarihini öğrenecek.
Topluluk dediğimiz zaman; ocak, bucak, il, ülke ve insanlıktır.
İnsanlık tarihini tüm insanlar öğrenecektir.
Sonra ülkelerinin tarihlerini kendi halkı öğrenecektir.
Daha sonra illerinin tarihini il halkı öğrenmiş olacaktır.
Sonra bucak tarihini bucak halkı, ocak tarihini ocak halkı öğrenecektir.
Bunların toplamı aile tarihine ayrılacak, daha fazlasını aşiret, bucak, il, ülke ve insanlık tarihlerini öğrenmeye ayıracaktır.
فَمِنْ النَّاسِ (Fa MiNa elNASi)
“Nâstan şöyle olanlar da vardır.”
Hac ayinlerine tüm müslimler ve nâs katılır. Aynı görevleri yapmak durumundadırlar.
Mü’minler ile müslimler arasında fark yoktur. Mü’minler ile müslimler arasındaki ayırım ülkelerinin savunmasında başlar, nöbetli olup olmaması ile başlar. Oysa insanlığın nöbetli ordusu yoktur. Dolayısıyla onlarda mü’min-müslim ayırımı yoktur. Onun için hacda herkes eşit haldedir.
Bu yerlerin güvenliğini sağlama işi ulusal ordulara aittir. Ulusal ordular aralarında işbölümü yaparak bu korumayı nöbetleşe veya bölüşerek yapabilirler. Mahkeme kararlarına uymayan kişiler insanlık içinde cezalandırılır. İç güvenlik vardır. Ama cephe ve kitle savaşları meşru değildir.
Kur’an burada “MİNE’N-NÂS” diyerek hac hükümlerinin tüm insanlara şâmil olduğuna işaret etmiş olmaktadır.
مَنْ يَقُولُ (MaN YaQUvLu) “Diyen vardır.”
İnsanların bir kısmı dünya iyiliği için gelmiş olur. Oraya kazanç için gelmiştir. Çıkarları vardır. Bunlar âhiret için bir şey istememektedirler. Bunlar da müslimdir. Hakem kararlarına uymaktadır. Ancak hakem kararlarında samimi değildirler. Yani hakemler haksız karar verseler de onlar ona ses çıkarmazlar. Kimselerin görmediği yerde haram olanı da yerler. Bunların da hacca gelip ziyaret etmelerini Kur’an meşru görmektedir. Senin niyetin halis değil deyip kimsenin hukukuna dokunamayız.
رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا (RabBaNAv EAvTıNAv FiLDuNYAv)
“Rabbimiz bize bu dünyada ver.”
Belki kendilerine bir hak geçirmezler, ama iyilik yapmak da istemezler. Bütün faaliyetleri bu dünya içindir, günlük kazançları içindir. Allah bunların dualarını da kabul eder, dünyada onları zengin eder.
İnsan dünyaya gelir, yaşar ve sonunda ölür. Zenginler yahut makam sahipleri daha çok yaşarlar diye bir kural yoktur, daha sağlıklı yaşarlar diye bir kural yoktur. O halde bakan olmuş, başbakan olmuş, cumhurbaşkanı olmuş; ancak dünyanın sömüren en büyük zengini olmuş. O da eceli geldiğinde ölüp gidecektir.
Çok çocukları olsa da yine ona bir yararı yoktur.
Şöhret kazanıp herkes onun kabrini ziyaret etse, sonradan gelenler onu istismar etse ve halkı zorla ona taptırsa da, o bu yapılanlardan ne kazanacaktır?!
Eğer öldükten sonra hayat varsa, -ki bize göre vardır- bunlar onun hiçbir işine yaramayacaktır; öldükten sonra hayat yoksa -ki bazılarına göre yoktur- o zaman zaten yaramayacaktır.
O halde ister âhirete inanalım ister inanmayalım, bu dünyada bizim olsun demek hatalı istektir, mânâsız ve anlamsız istektir. Ama Allah insanlar için kanunlar koymuştur. Bir şeyi elde etmek istedikleri zaman onu onlara vermektedir. Eğer bu çaba bir günah yüklemiyorsa, onları elbette cehenneme göndermeyecektir. Ama sadece bu dünyada alacaklarını aldıkları için âhirette bir alacakları olmaz. Onlar için araf vardır, orada yaşarlar. Orada cennete girme hakkını kazanırlarsa cennete giderler. Cehennemde olanlar da orada eğitilirler ve cezalarını doldurduktan sonra arafa gelirler...
وَمَا لَهُ (Va MAv LaHUv)
“Onun için yoktur.”
Dünyada çalışıp tüm haklarını dünyada alırlarsa onların artık alacakları bir şey kalmamıştır. Orada kendilerine bir pay bulamazlar. Burada sadece lehlerine payları yoktur deniyor; aleyhlerine de vardır demiyor.
Demek ki âhiret için bir şey yaptınız diye onlara ceza verilmeyecek, ama onlar cennete de gidemeyeceklerdir. Çünkü cennete gitmek oraya yatırım yapanlar için vardır.
Yukarıda dua ederken kişi; “Rabbim, bana ver” demiyor; “Rabbimiz, bize ver” diyor. Rabbe inanıyor, isterken de sadece kendisi için değil, topluluğu için de istiyor.
Öyleyse, topluluklar da sadece dayanışarak ortak yararlar için isteyebilirler. Haseneyi bütün insanlık için değil de sadece kendi grupları için isteyebilirler. Yani, topluluklarının çıkarına çalışırken başka toplulukların kötülüğüne çalışırsan bu hasene olmaz. Tüm insanlığın ve özellikle de iyi insanların iyiliği için çalışmak gerekir.
فِي الآخِرَةِ (FIy elEAvPıRaTı) Ahırette yoktur.
“ÂHİR” son demektir, “ÂHİRET” son hayat demektir. Yakın hayat vardır, kısa hayat vardır.
Buğdayı ekmez de şimdi hepsini yersen dünya hayatını düşünmüş olursun. Ama tohumu ayırıp ekersen geleceğini düşünmüş olursun.
Bu dünya hayatımız geçicidir. Er geç öleceğiz. Sadece yaptıklarımız bize kalmış olacaktır. Bütün yaptıklarımız kaydedilmektedir. Zaten dört boyutlu uzayda bizim filmimiz alınmaktadır. Onun dışında yaptıklarımız iki melek tarafından fiyatlandırılmakta ve deftere geçirilmektedir. İyiliklerimiz yani alacaklarımız sağ melek tarafından, borçlarımız yani kötülüklerimiz sol melek tarafından yazılmaktadır. Bir de hakem melek vardır. Sağdaki yazıcı çok yazarsa soldaki itiraz eder, soldaki çok yazarsa sağdaki itiraz eder. Kayıtlar böyle tutulur. Öldükten sonra insanlar için zaman kısalır veya uzar ve eşit zaman içinde hepimiz birden âhirete varırız. Orada hesap defterimiz açılır ve herkes borcunu-alacağını görür. Bu hesaplarda sadece dünya için bir iş yapmışlarsa ve o iş de bir sevap taşımıyorsa değeri yani bedeli sıfır olur.
Burada Allah’ın müjdesi vardır; iyilikler kötülükleri silecektir. Bir iyilik en az on kötülüğü silecektir.
İşte buna rağmen kişinin defterinde bir alacak olmazsa, o durumda cennete gidemeyecektir. Buna rağmen cennete gitmiş olursa, o zaman da iyi insanlar haksızlık yapılmış olur.
مِنْ خَلَاقٍ(200) (MiN PaLAQın) “Halâktan bir şey olmaz.”
“Halk etmek” demek, kumaşı gömlek yapmak için biçmek veya testi yapmak için çamuru şekillendirmek demektir.
Dünyada iyiliğe karşı para verirler, sonra o para ile çarşıdan istediğini alırsın. Oysa âhirette sevaplara karşı para vermezler, yani oradaki köşkleri para ile satın alma imkanı yoktur. Senin durumuna göre sana yer hazırlanmıştır. Ne kadar sermayen varsa o sermaye nisbetinde bir köşk ve bir bahçe hazırlanmıştır. Oraya girersin. Orada herkesin böyle özel cenneti olacaktır. Kur’an buna “Firdevs” demektedir.
İşte, Kur’an ‘onların payları yoktur’ demiyor, ‘onlar için yapılmış özel yerler yoktur’ diyor.
Âhirette insanlar niçin benim makamım aşağıdır diye üzülmeyeceklerdir. Ama benim makamım yüksek olsun diye isteyecek ve bunun için çalışacaktır.
Biz âhiret hayatı hakkında Kur’an’dan bilgiler ediniyoruz ve âhiretin ne olduğunu öğreniyoruz. Ama bunların nasıl yapılacağı hususunda pek fazla bilgilere ulaşamıyoruz.
İlimler ilerledikçe alternatif varsayımlarla bazı sorunları çözebiliriz.
“HALÂK” elbisenin veya makinenin bir parçası demektir. Onlar için işe yarar bir parça bile yoktur denmiş olur.
***
وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ (Va MiNHuM MaN YaQUvLu)
“Onlardan şöyle diyenler de vardır.”
Kur’an insanları tasnif etmiş ve dört grupta toplamıştır; müşrik, kâfir, mü’min, müslim.
Burada müslimlerden bahsetmektedir. Ancak onlara hitap etmeyip mü’minlere hitap etmektedir. “Sizden böyleleri vardır” demiyor, “onlardan böyleleri vardır” diyor.
Müslimlerin bir kısmı sadece dünyalık için müslimdirler; bir kısmı da hem dünya hem de âhiret için müslimdirler. Mü’minler ise yalnız âhiret için mü’mindirler. Müşrik ve kâfirler cehenneme gideceklerdir. Müslimlerden bazıları arafta kalacak, bazılar ise mü’minlerle beraber cennete gideceklerdir ama oradaki dereceleri bir olmayacaktır.
رَبَّنَا آتِنَا (RabBNAv EAvTıNAv)
“Rabbimiz bize îtâ et.”
Dua etmek demek sadece sözle istemek demek değildir. İnsan buğdayı ektiği zaman Rabbim bana ekin ver demiş olur. Ağzı ile söylemese de lisan-ı hâl ile söylemiş olur. Bir kimse işletmesini yaparken para kazanmak istemektedir. O halde dua ediyor ki bana para ver diye. Herkes sözlerinden çok niyet ve davranışlarında bir şeyler istemektedirler.
فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً (FIy eLdDuNYAv XaSaNaTan)
“Dünyada hasene ver.”
Dünya dediğimiz zaman yaşadığımız ömür içinde demektir. Bunu tanımlamak kolaydır. Ama acaba “HASENE” nedir? “HASENE”yi nasıl tanımlayacağız? Bizim için hasene ne demektir?
“HASENE”yi şöyle anlayabiliriz.
a) Doğru bilgilere sahip olmak hasenedir. Çok bilgiye sahip olmak hasenedir. O halde bu dünya ile ilgili bilgi isterler. Öldükten sonra hayat hakkında bilgilere ihtiyaçları yoktur.
b) İyi duygulardır, tatlı duygulardır. Zevk almadır, sevinmedir, sevilmedir. Üzücü, sıkıcı ve acı duygulardan uzak tut demiş olmaktadırlar. Kur’an, insanın olgunlaşması için acılar da çekmesi gerektiğini anlatır. İmtihan acıdır ama sınıf geçmek için şarttır. Bu dünya hayatındaki sıkıntılar insanı olgunlaştırır ve cennete götürür. Çile çekmeden insan ruhu yükselemez.
c) Yararlı olan şeylerin kendilerine verilmesini isterler. İşte burada iyilerle kötüler arasında fark vardır. İyiler hem kendilerine hem de başkalarına yararlı olan şeyleri isterler, onun için çalışırlar. Halbuki insanların bir kısmı başkalarına zararlı işleri yapmasalar bile onların da yararlanmasını düşünmezler. Bir iş yaparlar, ben aç kalmayayım derler ama bu arada başkalarının da aç kalmasını düşünmezler. Oysa insan kendisine yararlı iş yaparken başkalarına da ne yararlılık verebilirim diye düşünmesi gerekir. Mesela, bankada para yatırıp faiz alırsan kendin kazanmış olursun ama başkalarının bir yararı yoktur. Oysa inşaat yaparsan başkası inşaatta çalışmış olur. Malzeme satanların fabrikaları çalışmış olur. Kendi menfaatlerini düşündükleri gibi başkalarının da menfaatini düşünürler.
d) Topluluk arasında haksızlığın olmaması hasenedir. Kavganın ve çekişmenin olmaması hasenedir. Burada Kur’an’ın istediği bir şey vardır. Fitne katilden eşeddir. O halde fitnenin önlenmesi için savaşmak en büyük ibadettir.
“HASENE” burada nekiredir.
İlle de şunu ver diye çaba göstermezler. Ver, ne verirsen ver derler. Çünkü insanın ihtiyaçları sonsuzdur. İnsan doymak bilmez. Onun içindir ki zenginler de çalışmaktadır. Böyle olmazsa hayat olmaz.
وَفِي الْآخِرَةِ حَسَنَةً (VaFIy eLEAPıRaTı XaSANaTan)
“Âhirette de hasene ver.”
Âhiretin hasenesi dünya hasenesinden farklıdır. Onun için nekire gelmiştir. Âhiret nasıl bir yerdir?
Âhiretin esasta bu dünya hayatından fazla farkı yoktur. Bu dünya hayatında düzgün akan bir şeyin düzgünlüğü bozulunca bize bir enerji verir, güç verir, biz ondan yararlanarak yaşarız. Güneş ışığı düzgün akan bir dalgadır. O sayede yeşil bitkiler şeker yapar, biz de onu yer ve yaşarız. Burada düzgün akan ışık enerjisi karmakarışık olan ısı enerjisine dönüşür ve biz ondan yararlanırız.
Bu dünya böyle sıkıştırılmış düzgün enerji kaynağı iken, bundan 13.7 milyar yıl önce patlamış ve düzgünlük hep bozulmaktadır. Sonunda bu düzgünlük bittiği zaman bizim yaşamamız mümkün olmayacaktır. Ama yeniden sıkıştırılacak ve yeniden hayat başlayacak, biz de yeniden o dünyaya geleceğiz. Orada da bu ışık enerjisinden yararlanacağız, Çünkü Kur’an yeşilliklerden, ırmaklardan, gölgelerden, meyvelerden, yiyeceklerden bahsetmektedir. Bizim bu bildiğimiz hayatı bildirmektedir. Cennete de cehenneme de fazla yabancı değiliz.
Oradaki fark şu olacak. Burada ölüm olduğu halde orada ölüm yoktur. Burada sıkıntı olduğu halde orada sıkıntı yoktur. Herkesin sosyal güvenliği var, çalışmasa da yaşar. Ama orada da iş var, dereceleri yükseltmek için yorulmadan çalışma vardır.
İşte âhiretteki hasenenin bu dünyadaki haseneden farkı fani değil de baki olmasıdır.
Yunan filozofları Kâinatın ebedi olduğunu, sonu olmadığını söylüyorlardı. Kur’an âyetlerle kıyametten bahsediyordu. Yirminci yüzyıl ilmi bunun böyle olduğunu kanıtlamıştır.
İşte bu müslimler dünyada da âhirette de hasene isterler. Oysa mü’minler canlarını ve mallarını cennet karşılığı Allah’a satmışlardır. Onlar yalnız cennette hasene isterler.
Hac âyetleri mü’minlere değil insanlığa hitap eder, müslimlere hitap eder. Çünkü gaye İslâm’dır, o da bütün insanlığın barış içinde yaşamasıdır. Güvenliği sağlama işi insanlığa değil; önce İsrail oğullarına verilmiş, şimdi de mü’minlere tevdi edilmiştir. Mü’minlerin ırkı yoktur, her isteyen asker olabilir.
وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ(201) (Va QıNAv GaÜABa elNARı)
“Ve bizi nâr azabından vikaye et.”
Onlar hasene işlemekle kalmazlar, kendilerini cehenneme sokacak günahlardan korunmasını isterler; bize öyle işler işlet ki cehenneme girmeyelim derler. O halde mü’minler de müslimler de aynı derecede cehennemden korkarlar, aynı biçimde cennet için çalışırlar. Mü’minler dünyada hasene istemekten vazgeçerek gerektiğinde insanlığın güvenliği için mallarını ve canlarını verirler ve cennette daha yüksek yer isterler.
Kur’an’ın ortaya koyduğu dünya görüşü budur.
‘Bundan daha makul bir görüş getirin de biz de ona uyalım’ deriz inanmayanlara ve zavallı laikçilere.
Din dışı düzen kuracaklarmış, zavallılar. Hangi kavramınız din dışı? Bizim birimlerimizi neden kullanıyorsunuz? Niçin Miladi takvimi kullanıyorsunuz? Neden Arap rakamlarını kullanıyorsunuz? Neden haftanız yedi gün? Allah’ın hangi yaptığını beğenmiyorsunuz?
Kur’an konuştuğu zaman her şey susmak zorundadır.
İşte meydan; haydi onun dünya görüşüne karşı bir görüş çıkarın, hayal edin ve söyleyin bakalım.
***
أُوْلَئِكَ لَهُمْ (EuLAEıKa LaHuM)
“Onlar için vardır.”
Kur’an diyor ki; biz anlamayı kolaylaştırdık, anlayan var mı?
Biz tefsir yapıyoruz.
‘Kur’an gibi bir kitabı nasıl oluyor da yorumluyorsunuz?’ diyenler vardır.
Müçtehit olduğumuzdan güçleri yetse konuşturmayacaklar var.
Onların hepsi hüsran olacak, Allah’ın yolu açılacaktır.
Allah’ın yolu nedir? Allah’ın yolu içtihat yoludur. Kur’an’ı yorumlamak için sadece Kur’an’la uğraşmak yeter. Beş bin sayfalara varan tefsirlerimizi bir defa olsun baştan sonuna kadar okursa, ondan sonra tefsir yapacak seviyeye yükselir. Nasıl yükselir? Önce bazı Arapça kaideler öğrenir. Ondan sonra da bu tefsirlerden tefsir ilmini öğrenir. O da nedir? Soru sormak. Kime? Allah’a soru sormak.
Şimdi sual edelim.
Rabbimiz; siz âhirette hakkı olmayanlardan “Mâ Lehu” dediğinizde “Zalike Lehu” demediniz. Yani, çoğul getirdiniz, işte onlar dediniz.
Rabbimize bu suali tevcih ettiğimizde bize hemen cevap verir. Ben size ‘kimsenin yükünü kimse yüklenmez’ demedim mi; ‘herkesin yaptığı kendisine’ demedim mi? Oysa iyiliklerde insanlar ortaktır.
Bir topluluk cennete giderse o topluluğa karşı suç işlememişse o da gider. Onun için cezanın şahsi olduğuna işaret ettim ama iyilik ise başkalarına da geçişli olduğu için böyle dedim şeklinde cevabı size ilham edecektir. Besmeleden başlayın mesela. Neden “RAHMAN” önce de “RAHİM” sonra gelmiştir. Bakalım Rabbimiz ne cevap ilham edecektir.
نَصِيبٌ (NaÖIyBun)
“Onlar için bir nasib vardır.”
“NASİB” sınırlarda dikilen taşlardır. İlk insanlar kendilerine çevre yapmışlar ve burası bizimdir diye ayırmışlardır. “NASİB” kişiye düşen kısımdır, alandır. Dünyayı isteyenlere işe yarar bir parça bile yoktur. Oysa bunlar için nasib vardır, parsel vardır, köşk vardır.
İnsan bu dünyada olduğu gibi hem topluluğun ferdidir, hem de kendi kişiliği korunmuştur. Âhirette de öyledir. Onun için ortak yerler var. İnsan oralara gider, topluluk içinde olmaktan zevk alır. Ama ondan sonra da kendi yuvasına çekilir ve dinlenmek ister, yahut kendi başına kalmak ister. İşte o sahaya “NASİB” denmektedir.
مِمَّا كَسَبُوا (MinMAv KaSaBUv)
“Kesb ettiklerinden nasipleri vardır.”
Kâinatta neler oluyorsa onun kanunlarını Allah kendisi koymuştur. Ancak onları kullanarak iş yapma işi de melek, ruh, cin ve insana verilmiştir. Cennetin hazırlanmasında bu dünyada bazı deneylerin yapılması gerekmektedir. Âhirete vardığımızda cennette yaşayacak hâlimiz olacaktır. Ama cenneti inşa edecek sanatımız da olacaktır Onun için kendi kesb ettiklerinden dolayı deniyor.
Bakınız, melekler bilgisayarları yapmışlar ve tüm hayvanların beyinlerine yerleştirmişlerdir. İnsanlar da melekler gibi bilgisayar yapmaya başlamışlardır. Başlangıçta çok gri bir durum vardır. Ama gittikçe gelişmektedir. Âhirette insanların yapacağı bilgisayarları yapmayı melekler bilmeyeceklerdir. Şimdi insanların ulaştığı teknolojiye melekler sahip değildir. Onlar bioteknolojiyi biliyorlardı. Ama jeneratörü biz icat ettik, Allah bize öğretti, bize yaptırdı. İşte bu sebeple diyor ki, kendi ürettiklerinden nasipleri vardır.
Bunu bugünkü işletmelere çevirebiliriz. Kimi fabrikaya gider, çalışır, ücretini alır ve gider. Onun artık fabrikadan bir alacağı kalmamıştır. Oysa kimi gider, çalışır ve ortak olur. Ben ücretimi şimdi almayacağım, mallar satılınca bana ne düşerse onu alacağım der. İşte bunların sonra ürettiklerinden payları vardır.
Demek ki bu âyet bize hem âhiret hayatının oluşunu anlatmakta, hem de bu dünyadaki “ortaklık sistemi” ile “işçilik sistemi” arasındaki farkı anlatmaktadır. Ortaklık sisteminde avans alma hakları olduğunu, dünyada da hasene, âhirette de hasene isteriz demektedirler. Zaruri ihtiyaçlarını peşin alıyorlar, kalanla ortak oluyorlar. Mü’minler ise hiç peşin almıyorlar. İşte bunların hepsi muhasebeleştirilecektir.
Bu âyet işçilerin de çalıştırılabileceğini bize bildirmektedir.
وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ(202) (Va elLAHu SaRIyGu eLXıSAvBı)
“Allah hesabı süratli görendir.”
Paylardan bahsettikten sonra hesabı süratle göreceğinden bahsetmektedir. Bugün bilgisayarlarla bile ne kadar süratle hesap görülmektedir; biliniyor. Allah için hesap görmek saniyelik bile değildir. Âhirette hesap için insanlar günlerce bekletilmeyecektir. İnsanların davaları da süratle görülecek ve herkes yerine çekilecektir.
Burada bize başka bir şey hatırlatılmaktadır. Önce muhasebe seri olmalıdır. Kişi, ‘enim payım nedir’ dediği zaman, düğmeye basacak ve bütün bilançosu ortaya çıkacaktır.
M. Lütfü Hocaoğlu ile böyle bir muhasebe programı için çalışıyoruz. Programı yapacağız, ondan sonra ortaklıkların hesaplarını tutmaya başlayacağız, bir vakıf oluşturacağız. Hiçbir geliri olmasa da muhasebe kayıtları devam edecektir. Muhasebe sürdükçe o topluluk başaracak ve işletmeler devam edecektir. Zarar etmeleri o topluluğu dağıtmaz. Yani, bir topluluğun ölmemesi muhasebesinin artık tutulamaya başlamasıdır.
İstanbul’da buna henüz başlayamadık ama başlayacağız inşaallah...
ADİL DÜZEN 401
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 63. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَاذْكُرُوا اللَّهَ فِي أَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ وَمَنْ تَأَخَّرَ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ لِمَنْ اتَّقَى وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ(203) وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللَّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ(204) وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الْأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ(205) وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللَّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْإِثْمِ
فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ(206)
وَاذْكُرُوا اللَّهَ (VaÜKuRUv elLAHa) “Allah’ı zikrediniz.”
“Allah’ı zikretmek” “Allah” demektir, tekbir getirmektir. Ona ‘tekbir’ denmektedir.
Koro hâlinde ibadet sonra tarikatlarda mevcut ise de; Hazreti Peygamber namazda koro hâlinde ibadet yaptırmamıştır. Kur’an’da ise ‘onlar seherlerde istiğfar ederler’ diyerek, koro hâlinde istiğfarı teşri etmiştir. Namazın içinde değil ama namazın dışında birlikte cehren tesbih etmek ve zikretmek memurun bih olmalıdır.
“Adil Düzen”i tesis edinceye kadar biz bunları amel etmiyoruz. Bize göre şunlar yapılmalıdır.
Tesbih ediniz, tekbir ediniz, istiğfar ediniz, zikrediniz emirleri vardır. Acaba “zikrediniz” emri nasıl olacaktır? Kur’an’da Allah’ı zikretmek, Allah’ın ismini zikretmek, Allah’ın nimetini zikretmek olarak geçmektedir. Bunlar birbirinden farklıdır. Allah’ın ismini zikretmek demek, malların üzerine etiket yapıştırıp piyasaya sürmek, etiketlemek demektir. Allah’ın nimetini zikretmek demek, mal beyanında bulunmak demektir.
“Allah’ı zikretmek” namaz kılmak, Kur’an’ı mealiyle okumak, Allah’ı anlatmak ve ‘Allah, Allah…’ demek anlamlarına gelir. Burada “Allah’ı zikretmek” ne mânâya gelir?
Beş vakit namaz orada cemaatle kılınacaktır demektir. Bu nasıl olacaktır? Emri böyle anlıyorsak, dört gün yani arife gününden başlayıp bayramın son gününe kadar bütün hac kafileleri namazları birlikte kılacaklardır. Bu nasıl olacaktır?
Tüm hacılar bir düzen içine gireceklerdir. Başkan arifeden iki gün önceden başlar. Kâbe’nin etrafını 7 defa dolanır. Safa ve Merve arasında say eder. Tavaf bitince Safa’dan başlar. Üç defa gidip gelir. Yedinci defa Safa’dan Merve’ye gider. Sonra Arafat’a doğru yol alır. Yürüyerek Arafat’a gelir. Yavaş yürür. Arkasında cemaat eklenmeye başlar. Arabalarla da takip edilebilir. Hattâ tavaf ve say da arabalarla yapılabilir. Ancak hız imamın hızında olacak, kimse kimseyi geçmeyecek, herkes katılacak.
Arabanın içinde abdest ve tuvalet yerleri olur. Halk burada tuvaletini yapar ve abdestini alır. Her kavmin kendi arabası olur. Araba kafileyi takip eder. Namaz vakti gelince hoparlör ile ezan okunur. Kafile durur. Herkes imam tarafı secde eder. Kâbe niyet edilir.
İşte bu dört gün sürer. En son imam ayrılır. İmamdan sonra gelen kişi imameti ele alır ve biter. İmam konaklayın dediği zaman halk bulunduğu yerde konaklar. Cemrelerin atışı da böyle yapılır. İmam arada geri dönebilir. Bu da topluluğun geri dönmesi demektir. Safa ve Merve arasında yapılan talim burada da kıyasen geçerlidir. Benzer şekilde kurban kesilmesi ve tıraş olma olayları devam eder. Burada öğretilen toplu harekettir. Kafile başkanına uyulacaktır. Ama arkadan takip edilecektir. İmam yapacak, arkasındakiler yapacak, kafile kafile arka arkaya yapılacaktır. Bu öğreti aynı zamanda imalat için de sözkonusudur. Bir parti üretimine bir yerden başlanır. Önce sorumlu başlatır. Arkasında plana göre seri üretim yapılır. İmam Arafat’a gelir ve kıble tarafını mihrap yapıp durur. Nâs iki gün içinde tavafını yaparak sayden sonra Arafat’a gelir ve kendi yerlerine göre yerleşirler. Yüzleri Kâbe’ye doğru olur. Her kavmin yeter sayıda tuvalet ve su arabaları bulunur. Gerekirse eşyalarını o arabalara koyarlar. Özel araba sokulmayabilir. Arife günü herkes gelmiş olur. Ziyaret edemeyenler Arafat’a doğrudan katılırlar. Mekke’nin civarında her kavme ait bucak veya ilçe bulunacaktır. Önce bucaklar olacak, sonra ilçeler olacaktır. Yüz devlet yerine III. bin yıldan sonra bu belki bin devlet olacaktır.
Arife günü vakfeden sonra akşamleyin imam Arafat’tan ayrılır, ondan sonra cemreleri atar. Kurbanını keser ve haccı son buluur. Halk ise Arafat’tan iki gün içinde boşanacaktır. Tavaf yapmamış olanlar sonra tavaf yapabilirler.
فِي أَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ (FIy EayYAvMın MaGDUvDaTın) “Ma’dut günlerde. Sayılı günlerde.”
Kur’an’da sayılı günlere bilinen günler denmektedir. Bilinen günler Cuma günü gibi bilinen gündür. Marife değildir, çünkü Cuma günlerinden bir gündür. Nekire de değildir. Çünkü haftanın her günü de değildir. Buna malum bir gün deriz. Hac günleri de nekiredir. Çünkü her sene yeniden gelmektedir. Yılın belli günü değildir. Malum gün desek o zaman ileri geri alınamaz demektir. Oysa hac iki gün öne alınabilir, iki gün sonraya bırakılabilir. Bu sebeple sayılı günler denmiştir. Ramazan günleri için de sayılı günler denmiştir. Sene içinde 30 gün veya 29 gün doldurulacaktır. Kurbanların kesilmesi için yapılan tekbirler ise malum günlerde olmaktadır. İmam Arafat’tan döner dönmez kurbanını kesecektir. Kurbanın son gününe kadar ise diğer cemaat kurbanını kesmiş ve ihramlarını bitirmiş olacaktır.
Ben burada “Adil Düzen” insanlık içinde iktidar olup artık hac işi insanlık tarafından düzenlendiği zamanki içtihatlarımı yapıyorum. Asıl içtihatları kendi zamanlarında onlar yapacaklardır. Orada yaşanırken ve uygulanırken Kur’an daha doğru anlaşılacaktır.
“MA’DÛDÂT” kelimesi başka karine yoksa burada dördü ifade eder. Arefe günü ve ondan sonra gelen üç bayram günü, yahut arefe hariç dört bayram günü.
“Allah’ın zikri”ni namaz olarak anlarsak, bize emredilen beş vakit namaz hareket hâlinde imamla beraber kılınacaktır. Kur’an’da hac namazı tarif edilmiştir. Burada gabiri’s-sebil iken cemaatle nasıl namaz kılınacağı anlatılmıştır. Gemi giderken, uçak uçarken, araba hareket hâlinde iken veya dururken, tren vagonlarında, füzelerde ve benzeri yerlerde cemaatle nasıl namaz kılınacağını bize öğretmiş oluyor.
Eğer bu koro hâlinde zikir ise, yine namazdan önce veya sonra sesli olarak hep birlikte ‘Allah, Allah…’ denmeli veya tekbir getirilmelidir. Bayramlarda bu yapılıyor. Hacda da telbiye yapılıyor. Eğer zikirden maksat hutbe irad etme ise, başkan seyru sefer hâlinde iken hoparlörlerle hutbe irad eder demektir.
Bize göre namaz kılınacak. Hem tekbirler getirilecek, hem de başkan her namazdan sonra veya önce hutbe irad edecektir. Kur’an Arapça okunacaktır. Önce Kur’an okunacak. Kur’an her kavim kendi kabilesi içinde kendi diliyle okunacak. İmam ise Arapça Kur’an olarak okuyacaktır. Böylece buradaki “Allah’ı zikrediniz” emrinin dördü de yerine gelmelidir.
Son kafile nasıl çıkacaktır? İmam Müzdelife’de kalacak ve iki gün içinde hacıları boşaltacaktır anlamında gelir. Yahut imam ayrılır gider, yerine halefini bırakır. Her iki hal de caizdir. Halef de halefini bırakabilir. Bu husustaki içtihadımızı tamamlayabilmek için Adil Düzen Ekibi olarak Suudi Arabistan yönetiminden özel izin alarak bir yıl kafile hâlinde hacca gitmeliyiz ve Suud yönetimine Mekke’nin statüsünü tebliğ etmeliyiz. Mekke ili Suudilerin değil insanlığındır. Bunu anlatmalıyız.
فَمَنْ تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ (Fa MaN TaGacCaLa FIy YaVMaYNı)
“Kim iki yevm taaccul ederse.”
Toplu harekette kafilenin kalkması, sonra kafilenin hedefe varması ve sonunda da kafilenin dağılması vardır. Kalkma bir zamana ihtiyaç gösterir. Hac için bu iki gündür. Yerinde durma bir gündür. Sonra dağılma da iki gündür. İmamdan önce Arafat’a gelinip yerleşilebilinir mi? Evet yerleşilebilir diyebiliriz, çünkü “Fa” harfi ile gelmiştir. İmam da iki gün önce gelip oturup namaz kıldırmaya başlar. İmam iki gün sonraya alır. Böylece imam için sekiz gün olur. Dokuzuncu gün son bulur. İsterse arifeden iki gün önce naibini gönderir. Kendisi arife günü hazır olur. Sona erdirirken de böyledir.
“YEVMEYN” nekire gelmiştir. Her gün için taaccul ve taahhur vardır. Arefe günü için de aynı şey söylenebilir: Ancak arefe günü bir gündür. Bunda icma olduğu için bize göre ona uyarak arefe günü herkes orada bulunacaktır. Allah’ı zikretme hususunda bu takdim ve taahhur vardır. Arafat için böyle takdim ve taahhur sözkonusu değildir Arafat kelimesi Muhammed gibi özel isimse, oradan ifade ile emredilmiş olmaktadır.
فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ (Fa LAv EÇMa GaLaYHi) “Onda ism yoktur.”
Burada cunah yok demiyor, ism yoktur diyor. Cunah dese onu yapmak farz oluyor. Yani, atmak yoktur, yapılmalıdır demektir. Burada yapılabilir demektir. İsm yoktur. İki gün önce başlasa bir ism yoktur.
Arafat’a iki gün önce hareket eder, yahut arefe günü orada bulunacak şekilde hareket eder. Bunda bir günah/ism yoktur, yani hacca hiçbir zarar vermez.
“İSM” üzüm dışındaki içkinin adıdır. Vücuda zararlı şeyler için kullanılır. Kıyas yoluyla topluluğa zararlı olan şeyler de ismdir. Takaddum demiyor da taaddud diyor. Sonra teecül demiyor taahhur diyor. Edayı takaddüm etmek, vaktinden önce ödemektir. Oysa taaccul etmek vakti içinde acele etmek demektir. Teccül etmek, ecel belirlemek, önce yapamamak demektir. Taahhur ise vakti içinde sona bırakmak demektir.
Buradan anlıyoruz ki sekiz veya dokuz gün haccın günleridir. Kaza değil edadır.
وَمَنْ تَأَخَّرَ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ (Va MaN TaEapPaRa Fa LAv EisMa GaLaYHı)
“Taahhur edende ism yoktur.”
Takaddüm veya taahhur ederse dememiş de, takaddüm edene ism yok, taahhur edene ism yok şeklinde ayrı ayrı cümle olarak söylemiştir. Çünkü takaddüm eden başkası, taahhur eden başkasıdır. Eğer aynı kişi takaddüm veya taahhur etseydi, o zaman “MEN” kelimesini bir defa kullanırdı. İşte beliğ kelâm budur.
Biz konuşurken bu tür hatalar yaparız ama Kur’an’da asla böyle bir hata yoktur. Ne anlatılmak istenmişse tam ona uygun şekilde ifade edilmektedir. Onun için biz yorumu hep neden böyle dedi de böyle demedi diyerek Kur’an’ı yorumluyoruz. Kur’an eğer mucizulbeyan olmasa bu tahlilleri böyle yapamayız.
لِمَنْ اتَّقَى (Li MaN itTaQAv)
“İttika etmekte ism yoktur.”
Sıraya girdikten sonra zaruret olmamak şartı ile artık duramazsınız. İttika edeceksiniz yani artık sıranıza uyup topluluğun akışına devam edeceksiniz. Devam ederken trafiği aksatacak şekilde durma yoktur. Hareketler böyle olacaktır. Kara, hava ve deniz trafikleri de bu sisteme uyacaktır.
Arabalar bir anda kalkmayacak, sıraya girecek, biri kalkacak, arkasından diğeri, arkasından diğeri ve peş peşe dizilerek belli mesafelerle sefere çıkmış olacaklardır. Arabalar aynı hızla gideceklerdir. Bir şeritte aynı hızla gidilecektir. Her şeridin yanında durma ek şeridi olacak, arıza olursa hemen durma şeridine geçilecektir. Şeridin içinde durma veya şeridin içinde hızlanıp geçme olmayacaktır. Arabalar akacak, arkadaki öndekini takip edecektir. Durma ve kalkma merkezi komutla olacaktır. Bütün arabalar yerlerinde duracaklardır.
“İTTİKA” kelimesi takva kelimesinden gelmektedir. Kişi hareketinde ve durmasında da ittika edecek, kurallara uyacak, yani trafik kurallarına riayet edecektir.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va itTaQUv elLAvHa) “Allah’a ittika ediniz.”
Yani, topluluğun koyduğu trafik kurallarına uyunuz. Siz de trafik kurallarını koyarken topluluğun ve halkın sıkıntıya girmeyeceği kuralları koyunuz. İnsanlar uygarlaştıkça daha çok seyrüsefer kuralları gelişecektir. Uzaya gittiğimiz zaman dahi seyrüsefer kuralları içinde hep birlikte gideceğiz.
Burada “İTTEKULLAHE” demekle, içtihat ve icmalarınızla ihtiyacınızı karşılayacak trafik kuralları koyabilirsiniz demektir. Size talim ettiği gibi denmiyor, içtihat ve icmada ittika ediniz diyor. Yani, sizi belli kurallara uymaya zorlamıyor, kuralları kendinize göre koyun ama kurallar icmalara aykırı olmasın, ilme aykırı olmasın diyor.
Şimdi burada öğretilenlere dayanarak İstanbul trafiği sorununu çözmeye çalışalım. İstanbul’un sorunu var. İnsanlar Anadolu yakasında oturuyor ve İstanbul yakasında çalışıyorlar. Sabahleyin Anadolu yakasından İstanbul yakasına doğru hareket ediyorlar, akşamleyin de Avrupa yakasından Anadolu yakasına hareket ediyorlar. Trafik böylece o zamanlarda tıkanıyor. Tıkanınca da daha çok tıkanıyor. Yapılacak iş nedir?
Mesai saatleri günde sekiz saat ise, iş yerleri mesaiye iki saat evvel başlayıp iki saat evvel bırakabilecekler, geç başlayıp geç bırakabileceklerdir. 08’de başlayıp 17’de bırakacaklar veya 10’da başlayıp 19’da bırakacaklardır. Bu hususta iş yerleri serbest bırakılacaktır. Ancak trafik kuyruğuna gireceklerdir. Böylece Anadolu’dan Avrupa’ya taşınırken iki saatlik bir zaman aralığı olacaktır.
Bütün şeritlerin bir durmayan şeridi olacaktır. Ana yola durma şeritlerinden akılacaktır. Katılmalar için devreye girme aralıkları oluşturulacaktır. Yani, normal seyrederken diyelim otuz metre ara olacak ama araya girmek için yüz metre olacaktır. Durma şeridinden hızlanıp araya katılacak ve arkadaki araba kendisini yüze ayarlayacaktır. Her arabanın önündeki araba ile mesafesini ölçen araç olacaktır.
Trafiğin kuralı sürattir. Azami süratle seyir en çok yolcu taşımaktadır. Dolayısıyla 100 kilometrede seyredilecek demektir. Ondan yavaş seyretme olmayacak ve bütün araçlar aynı süratle seyredecektir. Hızı düşük olan arabalar o saatlerde İstanbul trafiğine çıkmayacaktır. Arabanın hızı düşünce hemen durma şeridine geçecek ve en kısa zamanda o şeridi de boşaltacaktır. Şimdi böyle ana arterde saatte bu kadar kilometre ile kaç kişiyi bir taraftan diğer tarafa taşıyacağımızı hesaplar, ona göre yol ve köprü inşa ederiz. İstanbul trafiği ile ilgili ben birkaç makale yazdım ama bu çözümü Kur’an bana şimdi öğretti. Bu sebepledir ki her zaman Kur’an okuyup kendimize Kur’an’dan çözümleri öğrenmemiz gerekir.
وَاعْلَمُوا (Va iGLaMUv) “Ve bilin”
Trafik kurallarını koyarken içtihat ve icmalarımızla koyacaksınız. Ama bir defa koydunuz mu, ondan sonra o kurallara uyun ve bilin. Artık içtihat ve icmalarınızla değil, müçtehedün fih ve mücmaun aleyhi öğrenecek ve ona göre amel edeceksiniz. Trafik kurallarına uymak kesindir, bellidir ve o hareketleri yapacaksınız. Belirlediğiniz hız ve saatlerde belirlenen hareketleri yapacaksınız.
Şöyle yapılır. Sabah saatlerinde ikinci köprü Avrupa’ya, birinci köprü Anadolu’ya; akşam saatlerinde belirlenen iki saatte aksi yapılır. Diğer saatlerde her iki istikamette yapılır. Trafiği hafifletmek için daha başka kural da koyarız. İstanbul plaka numaralı araçlardan köprü geçiş vergisini alırız. Ondan sonra geçiş serbest olur. Yabancı plakalı araçlardan da İstanbul’a girerken geçiş harcı alınır. Çıkıncaya kadar ondan bir şey istenmez. Bu da köprülerdeki yavaşlamayı kaldırır. Hattâ köprülerdeki geçiş 120 km/saate çıkarılır.
Bu hususta temel ilke öğretilmektedir. Dar yerlerde süratle geçilir.
أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ(203) (EanNAKuM EiLaYHi TuXŞaRUvNa)
“Siz O’na haşr olunacaksınız.”
Âhirette mahşerde toplanacaksınız. Oradaki toplanmalarda da benzer kurallar uygulanacaktır. Herkes dördüncü boyuttan mezardan yükselecek, yeryüzü uzun bir çubuk gibi olacak. Hepimiz kendi öldüğümüz yerden çıkacağız. Ama orada da trafik sözkonusudur demektir.
“HAŞROLMAK” toplanmak demektir.
Burada da sabahleyin İstanbul’da toplanıyorsunuz ve 12-15 arası beraber oluyoruz. Bu taraftaki duruşunuza benzer. Benzer şekilde de gecelerimiz sakin geçmektedir. Hepimiz birlikte kalkıyor ve yatıyor oluruz. Böyle beraber olduğumuz saatlere ihtiyaç vardır. Çünkü o saatlerde onlarla olan işlerimizi hallederiz. Muhtarlıkları düzenleyerek trafiğimizi her zaman hafiflettiğimiz gibi ana artelleri de bu yolla azaltabiliriz. Boğazda da gemilerin akışı böyle olmalıdır.
İbadetler insanları eğitmek için konmuş kurumlardır. Hac, seyrüseferi öğreten bir kurumdur. Şehir içindeki trafik sözkonusu değildir. Şehirlerarası trafik de kurallara bağlanacaktır. Kazaları asgariye indirmek için her şeritte tek istikamette ve belli hızla kafile hâlinde ilerleyen arabalar olacak, her şeridin mutlaka durma şeridi olacaktır. Değişik hızlı şeritler olabileceği gibi, günün veya haftanın belli vakitlerinde hızlı veya yavaş hızlar ayarlanabilir. Halk o saatleri ve günleri bilerek arabasına göre yola çıkar. Trafiği düzenlerken halk için düzenliyoruz ama kuralları koyarken halkımız için koyuyoruz.
Kadir Topbaş İstanbul’a belediye başkanı olunca sevinmiştim. Bir taraftan mimar, diğer taraftan ilâhiyatçı; artık trafiğin yalnız tekniğiyle değil hukuku ile de ilgilenir sanmıştım. Ne gezer!
Lâikleşmiş tarikatlar insanlığın gelişmesini sağlayacak “Adil Düzen”in gelmesini engellemektedirler. Adil Düzen Çalışanları gerçekten Kur’an’a sarılmak suretiyle her şeyin çözümünü orada arayacaklar. Kur’an’da anlatılan ibadetlerin hikmetlerini iyi öğrenmekle yükümlüdürler. Sorunlar başka türlü çözülemez.
Kur’an’da verilen iki gün tacil ve iki gün tehir kuralı elektrikte ve akışkanlar mekaniğinde esaslı bir şekilde incelenir. Giriş ve çıkışlarda dalgalar ve özel baskılar olmaktadır. Oysa normal çalışırken sıkıntı olmamaktadır. Akışkanlar mekaniğini incelemeden ve bunların kanunlarını ele almadan mühendislik yapılamaz.
Üretimde de böyle değil midir? Bir kimse eğer bir tarlayı ekecekse bir anda bütün tarlayı ekmez. Bir başlama bir de bitme zamanı vardır. Sonra harmanı kaldırırken de biçmeye başlama ve çuvallara veya ambara doldurma zamanı vardır. Çok kısa zamanda bir tarlayı birden ekmelisiniz, onu fazla aylara yayamazsınız. Belli kısalıkta bir zamanda çözmeniz gerekir.
Hac insanların en büyük organizasyonudur. On milyonluk insan dünyanın her yerinden harekete geçerek hac yollarına katılmakta ve sonunda hepsi Kâbe’nin etrafında dolanmakta, Safa ve Merve’yi ziyaret etmekte, Arafat’ta durmakta, cemrelerden sonra kurban kesmekte ve ayrılmaktadır. Bunlar konmuş olan kurallarla gerçekleşmektedir.
***
وَمِنْ النَّاسِ (Va MiNa elNAvSi) “İnsanlardan öyleleri vardır ki”
“NÂS” dediğimiz zaman, Hazreti Adem neslinden gelen ve hayatta olan herkes nâstandır. İnsanın kişiliğini kendisi de dahil hiç kimse ortadan kaldıramaz. Kişi olmak demek muhatap olmak demek, davacı ve davalı olmak demektir. Müşrikler olsun, köleler olsun herkes muhataptır. Herkesin yargıya gitme hakkı vardır. Kimseye ‘sen muhatap olamazsın, sen dava açamazsın’ diyemezsiniz.
Oysa Roma hukukunda yabancıların dava açma hakları olmadığı gibi halk da dava açamazdı. Ancak paterler vr domus denen büyük aile reisleri dava açabilirlerdi.
Şimdi aşağıda anlatılan insan her grupta olabilir. Acaba buradaki “Va” harfi nereye atfetmektedir?
“Mine’n-Nâsi”yi ele alalım. Bundan önce insanlardan bir kısmının dünyayı talep ettiklerini, âhireti istemediklerini, bir kısım nâsın ise hem dünyayı hem de âhireti istediklerini belirtmiştir. Burada da şimdi iki taifeyi belirlemektedir. Bunlardan bir kısmı fitne sahibidir, insanları kandırarak yaşamaktadır. Bir kısmı ise Allah’ın rızası için nefislerini satanlardır, yani mü’minlerdir.
“Va” harfi yukarıdaki 200’üncü âyetteki “Fa Mine’n-Nâsi”ye atfetmektedir.
مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ (MaN YuGCıBuKa QaVLuHUv)
“Kavli seni i’cab eder.”
Sözleri seni şaşırtır. Ne kadar güzel ve hoş konuşuyor dersin. İnsanlar arasında böyleleri vardır.
Konuşma bir kabiliyettir. Herkese aynı derecede verilmemiştir. İlim de böyledir. İlim nasıl herkeste farklı ise, konuşma kabiliyeti de farklıdır. Konuşma yaparken karşındakini sıkmadan dinletebilmek demektir. Siz çok iyi şeyler anlatabilirsiniz ama anlatma kabiliyetiniz azsa, anlattım zannedersiniz, oysa karşı taraf bir şey anlamamıştır. Bir de sıkmadan anlatabilmek ve dinletebilmek sözkonusudur.
Günümüzde bunlara sanatkâr denmektedir. Roman olsun, hikâye olsun, tiyatro olsun, sinema olsun, diğerleri olsun, bunların hepsi hep halkı şaşırtmakta ve hoşlarına giderek kendilerini seyrettirmektedir. İşte böyle sanatkâr kimseler vardır. Birçok ilim ve din adamları vardır ki, az konuşmanın dışında konuşma bakımından bir marifetleri yoktur. Yüzünüze karşı ve sizinle konuştuğu zaman son derece hoşuna gidecek, sizi şaşırtacak sözler söyler, tarafsız görünür, adil görünür. Siz de gerçekten öyle olduğunu sanır ve ona teslim olursunuz. Ama…
Uluslararası uzlaşma budur.
فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا (FIy eLXaYAvTi elDuNYAv) “Dünya hayatında.”
Yakın hayatta elde ettiklerini elde etmek için seni kandırmaya çalışırlar.
Şimdi şu sal sorulur.
Hac âyetleri devam ederken insanları da tasnif etmiştir. Çünkü hac insanlığın hukukunu düzenlemektedir. Bundan sonra başka konulara geçecektir. Hacca ait hükümler sona ermiştir, ancak insanlara ait hükümler sürmektedir.
Bugün siyasi partiler çıkıp halka çeşitli şeyler vaat etmekte, halk da bunların vaatlerine kanarak oy vermektedir. Sonra vaatler unutuluyor. Sonraki seçimler geliyor. Halk tatlı yalan vaatlere yine kanıyor.
Önce, siyasi partileri tercih ederken şunlara dikkat etmek gerekir.
a) Bu parti neler vaat ediyor? Vaat ettikleri iyi midir, kötü müdür? Ben size ucuz sigara satacağım diye vaat ediyor. Bunlar kötü vaattir. Kur’an onlara hitap eder ama onlar gelmeyi hesaplamaz. Kur’an’ın muhatabı iyi şeyleri vadeden partilere oy vermek, kötü şeyleri vaat edenden kaçınmaktır.
b) İkinci olarak, bu vaat ettiklerini vadeden parti başaracak mı? AK Parti ne vaat ederse etsin, vaat ettiklerini yapmadığına göre demek ki vaat ettiklerini yapmak niyetinde değildir. Demek ki iyi şeyler vaat edecek, bir de gücünün yettiği şeyleri vaat edecektir. Hemen soracaksınız. Dış borcu nasıl tasfiye edeceksiniz? Biz cevap veriyoruz; dolar borcunu TL borcuna çevireceğiz; para borcunu mal borcuna çevireceğiz; borcu iştirake çevireceğiz, bir hamlede enflasyon yapıp bitireceğiz. İşte, biri size ‘ben bunu yapacağım’ dediği zaman; ‘ne ile ve nasıl’ diye soracaksınız.
c) Üçüncü kısım ise, sözünde durmuş mudur, vaat ettiklerini yapabilmiş midir? Yoksa kuru vaatlerde mi bulunuyor?
d) Bütün bunlarla adayları eledikten sonra, bunlarda eşit olanlar varsa onlar arasında tercih kriterleri ararsınız. Hâlen iktidarda olan partiyi diğerlerine tercih edebilirsiniz. Bu vasıfları yüzde yüz taşıyan parti bulamazsınız. Tercih sebebiniz güçlü olmasıdır. Yani hangisinin reyi fazla ise siz de ona verirsiniz.
وَيُشْهِدُ اللَّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ (Va YuŞHıDu elLAHa GLY MAv FIy QaLBıHIy)
“Kalbinde olana Allah’ı şahit tutar.”
İnsan Allah’ı nasıl şahit tutar?
Allah’a dayanarak söz veriyorsa Allah’ı şahit tutmaktadır. Allah’ı kalbindekine şahit tutar. Allah’a inanan kimseleri kaldırmak için Allah’tan bahseder, kitaptan bahseder. İnsanları yanıltmaya ve kandırmaya çalışır. Seçimlerde oy almak için Allah’a inanmış görünür.
İslâm düşmanı olan partiler uluslararası ilişkilerde İslâm dostu görünüp İslâmiyet’i ortadan kaldırmayı planlayabilir. Böyleleri mevcuttur. Dolayısıyla kimsenin lafına bakılmamalı, ameline yani yaptıklarına bakılmalıdır. Birr ve takva ile iş yapıyorsa yardımlaşılmalıdır, yapmıyorsa yardımlaşılmamalıdır. Irak’ta yapılanlara bakıldıktan sonra ‘ben size demokrasi getiriyorum’ demek bir şey ifade etmez.
وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ(204) (Va HuVa ELadDu ELPIÖAMı) “O hisamın eleddidir.”
“LEDDE” kelimesi “REDDE” kelimesi ile akrabadır. “HASM” davada karşı taraftır. “HASM” kelimesi de “KISM” kelimesi ile akrabadır. Taksim etmeye çalışmak ve bölüşmek hasımlaşmaktır.
“HİSAM” hasmın çoğuludur. Hasımlaşmada en çok reddeden, hakkı teslim etmeyen kimse budur. Bir kimse sizden görünür de sizin kuyunuzu kazarsa, onunla hasımlaşmak çok zordur. Senden görünmekte, sana muaraza etmemektedir. Ama uygulanırken karşı tarafta olmaktadır.
“Adil Düzen” karşıtları ile mücadele etmek kolaydır. Onlar karşı fikirler söylerler, onlara cevap verirsiniz. Ama ‘Biz de Adil Düzenciyiz’ deyip de sonra ‘Adil Düzen teheccüd namazına kalkmaktır’ dediklerinde, onlarla mücadele çok zordur. Onlar “Adil Düzen”in eleddü’l-hasmıdırlar. Ama ortaya çıkmazlar. Niçin? Çünkü bilirler ki biz bunları yenemeyiz.
***
وَإِذَا تَوَلَّى (Va ElÜAv TaValLAy) “Tevelli edince”
“TEVELLİ”nin iki zıt mânâsı vardı. Biri, sırtını çevirmektir, yani senden uzaklaşıp kendi başına işler yapmaya başlamasıdır. Biri de sırtını birine dayamak, yani onu arkasına almaktır. Kötü anlamda sırtını çevirmek, bir de iyi anlamda veli edinme anlamında sırtını çevirmektir.
Burada “İN” değil de “İZ” gelmiştir. Burada gerçek anlamda iktidar olduğu zaman anlamında da olabilir. Oy isterken, iktidar isterken seni şaşırtacak şekilde güzel konuşur. Sonra iktidar olunca sırtını çevirir. Ortak ederken seninle çok güzel konuşur, ama ortak olup zengin olunca da, ondan sonra seni unutur. Parti kurarken, gelişirken çok iyidir ama parti kurulduktan sonra unutur.
Biz 1969 yılında siyasete başladık. Hedefimiz neydi? Şeriat yani demokratik, İslâm yani lâik, hak yani sosyal, adil yanı liberal düzen getirmek. Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk. Ne yapıyoruz? Bâtıl düzen içinde zina ve faiz düzeninin tek dişi kalmış canavarına doğru koşuyoruz! Bu durum bizim kırk senedir kendileriyle hasımlaştığımız kimselere karşı olsa işimiz kolaydır. Ama maalesef kırk senedir bu yollarda beraber yürüdüğümüz kimseler! İzâ tevellâ/tevelli edince yani iktidar olunca denmektedir.
سَعَى فِي الْأَرْضِ (SaGAy FIy eLEaRWı)
“Yeryüzünde sa’yeder. Vatanda sa’yeder.”
Burada arzı yani yeryüzünü ele alalım. Buranın fesadına sa’yeder, yani yalnız Türkiye’nin değil tüm dünyanın fesadına sa’yeder.
Tüm yeryüzü neresidir? Önce karalardır. Asya, Avrupa, Afrika, Güney Amerika, Kuzey Amerika, Hindistan, Çin ve Avustralya kıtaları; bütün bunların fesadına sa’yeder.
AK Parti nasıl oluyor da bunların fesadına sa’yetmektedir?
Yeryüzünü ifsat etmeye sa’yeden sömürü sermayesidir. Sömürü sermayesi dünyayı fesada ve fitneye sokmak için sa’yetmektedir. Faizi kutsallaştırmaktadır. Zinayı ibadet yapmaktadır. Hapishaneleri oteller hâline getirmektedir. İdam cezalarını kaldırarak terörü körüklemektedir. Yeryüzünü tek devlet hâline getirip sömürebilmesi için devletleri yıkmaktadır. Özelleştirme furyasıyla millî varlıklar, kamu malları yağma edilmektedir. Kur’an, bir deveyi yağmalayanları helâk ettiğini beyan etmektedir. Milletimizin fakru zaruret içinde seksen-seksenbeş yıldır veya daha fazla yıllarda borçlanarak elde ettiği KİT’ler yağmalanmaktadır.
İşte yeryüzünde bu fesada âlet olup katıldığı için iktidar olunca deniyor.
لِيُفْسِدَ فِيهَا (Lİ YuFSiDa FIyHAv)
“Orada fesat için hareket etmektedir.”
Bir taraftan sanayi artıklarıyla üç kuruşluk sömürü fabrikaları sularımızı, havamızı, topraklarımızı ve canlılarımızı kirletirken; diğer taraftan burası ormandır, burası doğal sit alanıdır, burası tarihi sit alanıdır, burası meradır, burası bilmem nedir deyip bizim ormanlarımızdan hava almamıza bile mâni olmaktadırlar. Pis iktidarları için temiz ve güzel dünyamız fesada uğratılmakta, bu yapılanlara ses çıkarılmamaktadır.
Yeryüzünde dört x dörtlük tehlike var ama ses çıkarılmıyor. Hava, su, toprak ve canlı kirleniyor. Doğum kontrolü, tedavi tababeti, tek evlilik, kitle imha savaşları ile nesiller dejenere oluyor. Dünya biyolojik, kimyasal, tahrip edici ve atom silahları ile bertaraf olacak durumda. İş, rüşvet, senet ve terör mafyaları ile dünya ıstırap içinde. Genel durum böyleyken, bunları yapanlara destek vermektedirler.
Dünyadaki iktidarlar sömürü sermayesinin dostu olarak bunları yapıyorlar. Ama konuşurken dünyanın refah ve saadeti için çalıştıklarını söylemektedirler. “Adil Düzen”in en büyük düşmanları bunlar olmaktadırlar. Mustafa Kemal’in ifadesiyle hatırlarsak; menfaatlerini memlekete kast edenlerin emelleriyle tevhit etmiş halde görünüyorlar. Bunlar bizimle bu yollarda kırk yıl beraber yürüdüler ama şimdi bizim feryadımıza kulak vermeye bile tenezzül etmiyorlar!
وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ (VaYuHLiKu eLXaRÇa)
“Ve harsı ilhak ediyorlar.”
Burada “Ve” harfi gelmiştir. Yukarıda saydığımız dört x dörtlük ifsadın yanında bilinçli olarak harsı yani ekinleri helâk ediyorlar. Ne yapıyorlar? Köylerde halkı işsiz ve sıkıntı içinde bırakarak kentlere göç etmeye zorluyorlar. Anadolu baştan başa boşalmış, yazları da yaşlı emeklilerden başka hiç kimse oralara gitmiyor! Bugünkü Türkiye borçlanarak yaşıyor. On sene sonra, yirmi sene sonra ne olacak? Tarlalar çalılıklara dönecek, artık o tarlaları tekrar tarım arazisine getirmek için on yıl uğraşmak gerekecektir. Artık köyde ziraat yapacak nesil kalmamış, şehirdekiler tarımı unutmuş olacaklar. İnsanlık açlık ve sefalet içinde kıvranmaya başlayacak.
Bunu kim yapıyor?
Sömürü sermayesi yapıyor.
Kendi aklına göre insanları kentlerde toplayacak, sonra sanayi tarımı ile insanları yaşatacaktır. Oysa bu mümkün değildir. Tarım sanayileşemez. Tarla canlıdır, canlı senin emrine girmez. Sen ona ancak hizmet verirsin. O kendi kendine yaşar. Bu hizmeti onun yanında onunla beraber büyüyen insan verebilir. Canlı çocuk gibidir. Nasıl çocuğun büyüteni olmazsa, canlı da büyüyemezdi. Bu sözlerim size basit söz olarak geliyor. Ama kent insanına artık tarım da öğretemezsin. Bu iktidarlar dışarıdan gelen tazyikle Türk tarımını öldürmüyorlar mı?
İşte Kur’an bize bunu haber veriyor. Türk milleti uyanmalı, Adil Düzen Partisi’ni kurmalıdır. Köyden kente taşınma durmalıdır. Sanayi köylünün ayağına götürülmelidir. Köylü ziraat zamanında ziraat yapmalı, boş zamanlarında sanayi ile uğraşmalıdır. Tarım ürünlerinin değerlendirilmesi için sanayi geliştirilmelidir. Ekme biçme için sanayi geliştirilmelidir. Yoksa, bu tarım politikaları ile yarın insanlık açlıktan ölür.
وَالنَّسْلَ (Va elNaSLa) “Nesli de helâk ediyorlar.”
Burada hayvanların nesli de anlaşılabilir, yani ziraatı ve hayvancılığı öldürüyorlar denmiş olmaktadır. Tavuk gribi gibi uydurma hikâyelerle binlerce ailenin üç-beş tavuğunu telef ettiler. Bu arada bütçeden de milyarlar gitti. Köylü aç kaldı. Bütün bunlar üç-beş sömürü sermayesi uzantısının kümesleri yumurta ve piliç satsın diye yapıldı. Oysa grip virüsü yayılır, ölenler ölür, kalanlar ise dayanıklı nesil olarak yetişir.
Gökte uçan kuşlar sağlam değil midirler? İlaç sanayii ilaç satsın diye sağlıklı nesilleri imha ediyorlar. Bunlar yalnız tavukları değil, tüm hayvanları böyle hilelerle imha edeceklerdir.
Allah bize bunları bildirmektedir. İktidarda olanlar da onların uygulayıcısı oluyorlar.
Türkiye’de tavuk gribini tesbit eden laboratuar yok mudur? Olsa bile, kendilerine güvenleri olmadığı için Londra’dan öğreniyorlar. Onlar farklı gerekçelerle güya bizi korumak istiyorlar ama ondan sonra helâk ediyorlar. Ama nesil doğum kontrolü ile de ilgilidir. Batı uygarlığını helak eden doğum hapıdır. Batı dünyasının bu sebeple nüfusu azalıyor. Her yıl biraz daha azalıyorlar. Bütün dünyanın böyle olduğunu düşünün. Sonuç ne olur? İnsanlık helâk olup gider. Doğum kontrolü ile çocuk yapmıyorlar. Zina serbest. Kontrol hapı ile çocuk yapmamak serbest. Nesli helâk etmedir bu. Yukarıda saydım. İlave olarak buraya da eklenmelidir. Çünkü moda olarak çocuk yapmamaktadırlar. Evlenmiyorlar, evlenenler de çocuk yapmıyorlar. Böylece nesli helâk ediyorlar.
Şimdi Hazreti Peygamber aleyhisselâmın zamanını alın ve bu âyeti okuyun. O zaman ne parti var, ne iktidar var, ne tarım politikaları var, ne doğum hapları var. Ne anlayacaksınız bu âyetlerden?
İşte müteşabih bu demektir. Kur’an’ı okudukça şöyle biri hisse kapılıyorum. Sanki Kur’an bu asra daha çok hitap ediyor. Şüphesiz bu böyle değil ama bize öyle görünüyor. Kur’an’ın en büyük mucizesi budur.
وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ(205) (VaelLAHu LAv YuXıbBu elFaSADa)
“Allah fesadı sevmez.”
Allah’ın sevmediği olur mu? Elbette olmaz. O halde bu Adil Düzencilere en büyük müjdedir. Onlar istedikleri kadar fesat yapsınlar, istedikleri kadar tarımı ve nesli helâk etmek için say etsinler. Allah yeryüzünü ifsat etmeyecek, ekinler kurumayacak, nesiller inkıraz etmeyecektir. Aksine, bunu yapanları Allah kendisi helâk edecek, mağlup edecektir. Adil Düzencileri O iktidar edecektir.
Adil Düzencilerin yapacakları iş hazırlanmak, iktidara geldikleri zaman ne yapacaklarını bilmektir. Bütün içtenliğimle söylüyorum. Biz Kitab’ı okumalıyız, tefsirlerimizi ve yorumlarımızı yapmalıyız, muhasebemizi kurmalıyız, marketimizi işletmeliyiz. Ondan başka şey düşünmemize gerek yoktur. Allah fesadı sevmiyor. O fesadı yok edecek ve bize haydi yeryüzünün hükümdarlığını size verdim diyecektir.
Bundan bir iki asır sonra bu cümlelerimi okuyanlar, Allah’ın vadinin yerine geldiğini görerek III. bin yıl uygarlığını daha büyük şevkle yücelteceklerdir. Allah’ın bu vadinden sonra daha rahat uyuyabilirsiniz. Onların sayını Allah boşa çıkaracaktır. Avrupa’nın peşine koşup Allah’ı unutanlar kendileri hüsrana uğrayacaklardır.
***
وَإِذَا قِيلَ لَهُ (Va EıÜAv QIyLa LaHUv) “Ona dendiğinde.”
Buradaki kişi “Mine’n-Nâsi”deki “MEN”e gitmektedir. Yani baştan gelip rey isteyen, iktidar olmak için dil döken; iktidar olduktan sonra ise yeryüzünü fesada veren, ekinleri ve nesilleri helâk etmek isteyenlerle işbirliği yapanlara dendiği zaman. Burada tanımlanan kimse tamamen iktidar olmadan evvel dil döken, iktidar olduktan sonra ise artık sırt çeviren, halktan sırt çevirip halk düşmanlarını, ülke düşmanlarını dost edinen kimse demektir. “Tevellâ” ne kadar güzel bir şekilde burada uyuyor. Halkına sırt çevirmiştir.
Biz İslâmiyet’te laiklik vardır, demokrasi vardır dediğimiz zaman bize karşı çıkıyor, bizi dinsizlikle itham ediyorlardı. Onların ve yandaşlarının o zamanki bize karşı olan düşmanlıkları devam ediyor.
اتَّقِ اللَّهَ “Allah’a ittika edin.”
Burada ferde hitap etmektedir. Çünkü önce toplanıp cemaat olurlar. İktidar olunca tek kişinin etrafında toplanırlar. Baştan hizmet edenler bertaraf edilir, onun yerine kişinin etrafında halkalaşan ve kemikleşen bir birlik oluşur. Artık her şey bir kişinin dediği gibi olur. Ne istişare kalır, ne de temas kalır. O halka onun etrafında öyle kenetlenir ki, dışarıdakilerle görüşmesi bile mümkün olmaz. Olsa bile artık gücünü kaybetmiştir. Topluluğu o idare etmektedir. Onu çevreleyen halka onu istediği tarafa götürmektedir. Fiiller başkalarınındır ama hepsi onun adına işlenmektedir.
Hep zannederiz ki diktatörler diktatör olurlar. Oysa çevre onları diktatör yapar.
Tayyip bey bizimle görüşmüyor ama görüşsek de desek ki, ‘İttika et, artık bu uçurumdan kendini koru’ desek, artık bizi dinleme imkanı yoktur. Ne yapacaktır? Yapabileceği şey yoktur. İktidardan düşmelidir. Etrafındaki çıkarcılar dağılmalı, sadece samimi olanlar yanında kalmalıdır. O da yeni samimileri yanına almalıdır. Artık Kur’an’ı ve müsbet ilmi kendisine rehber edinmelidir.
Bu durum Erbakan için de böyledir. O yapı öyle oluşmuşsa onu değiştirmek mümkün değildir. Biz “Adil Düzen”i vaat ettik. Getirebildi mi? İktidar olduğumuz zaman bir adım atabildik mi? Saadet Partisi %5’ten aşağı oy aldı ama bundan ders almadı. Oysa bu Allah’ın ona ikramıdır ama O’nun bu nimetinden yaralanmayı bilemediler. Saadet Partisi içinde hâlâ işbirlikçiler vardır. Duam o dur ki %1’den aşağı düşsün de, belki o zaman eski samimi Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler partinin içinde hizmet etmek imkânını bulurlar ve ittika ederler.
Aynı temennim bu sefer şudur. AK Parti’nin oyları mutlak ekseriyet kazanmasın. Muhalefette kalsın da biz AK Partililere bazı gerçekleri anlatalım, anlatabilelim. Sonraki seçimde “Adil Düzen”in iktidarı olarak gelinsin, Sadetçilerle birleşip de gelinsin.
İşte, bizim her iki partiye ve onların başkanlarına diyeceğimiz budur. İttika edin.
Neler yapılmalıdır?
a) Seçimden önce bir araya gelin, Adil Düzen anayasası üzerinde ittifak edin, ensar ve muhacir olunuz.
b) Diğer partileri de bu ittifaka davet ediniz. İttifak sözleşmesini yazınız. Seçime ittifakla giriniz. “Adil Düzen”e katılanları da listenize alınız. Saadet Partisi ayrı olarak seçime girmesin.
c) Meclis’te ekseriyeti alırsanız, askere deyin ki; biz “Adil Düzen”i vaat ettik, millet bize bu şartlar içinde oy verdi. Siz buna izin verecekseniz iktidar olacağız. Yoksa biz zalim düzende iktidar olmayız. Onlar deseler ki, hayır, biz sizi koruyamayız; o zaman Meclis’ten çekilip millete dönün ve oturun!
d) Siz muhalefet bile etmeyin. Zulüm düzeni kendiliğinden çökmeye başlar. Askerler de dahil olmak üzere herkes artık sizden başka melce bulamazlar ve sizi iktidar ederler. Kabul etmezlerse ne olur? Mustafa Kemal’in dediği olur. Ne yaparız? İkinci istiklâl savaşını yaparız ve “Adil Düzen”i getiririz. Aynen Mustafa Kemal gibi yaparız, biz ordu ile savaşmayız, biz devletle savaşmayız. Bir zamanlar İsmet İnönü’nün dediği gibi; ‘Sizi ben bile kurtaramam!’ Bu duruma gelince o zaman gerçekleri görürler.
İşte, Erbakan’a da Erdoğan’a da “Allah’a ittika edin” dendiğinde, kastedilen budur.
أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ (EaPaÜaTHu elGızZaTu) “Onu izzet ahzeder.”
Koskoca başbakan kendi isteği ile iktidarı bırakmış da “Adil Düzen”in peşine düşmüş!
Bu olur mu?!.
Oysa onu cumhurbaşkanlığı bekliyor!
Firavun sarayı Çankaya’dan daha şatafatlı idi. Zulüm düzeninde oraya gelsen ne olacak. Sadece daha fazla günah kazanırsın. “Adil Düzen”de bir köy muhtarı ol, daha yüksek rütbedir.
İzzet seni ahzetmemelidir. Avrupa’nın fuhuş kulüplerinden kendini sıyırıp Allah’ın Adil Düzen kulübüne gel diyoruz. Biz bu yollarda kırk sene birlikte yürüdük. Şimdi sen nerdesin, arkadaşların nerde?!.
Bunun acı bir şey olduğunu anlamak için fazla zekâya gerek yok. Bakınız, ben diğer partilere bunları söylemiyorum. Onlar baştan zaten ayrı kulvarda yürüyorlardı. Allah onlara bir görev vermemişti. Ama size bu görevi verdi. Bize bu görevi verdi. Gelin, selâmete gelin. Uçurumlara yuvarlanmayın.
Evet, AK Parti milletvekilleri, “Adil Düzen” dışında milletvekilliği bile kabul etmeyin…
Bu âyet gelmeseydi ben bunları yazmayacaktım. Ama şimdi yazmak zorundayım.
بِالْإِثْمِ (Bi eELiÇMi) “Günah sebebiyle izzet alır.”
Yani günah işlemiştir. Taviz vermiştir. Fesat çıkaranlara yardım etmiştir.
Adam öldürüyor, asamıyorsun. Türk tarımı çökertilmiştir. Kişiler perişan edilmiştir.
Allah diyor ki; işte deve, onu sulayın; onlar deveyi kestiler! Günahları dolayısıyla Arapları bombaladı, dümdüz etti. Sonuçtan korkmadılar. Kamunun bir devesine dokunuldu diye Allah nasıl helâk ettiğini anlatır. Siz KİT’leri perişan ettiniz, işçileri işsiz bıraktınız. Onlara vermediğiniz maaşla dış borcumuzu ikiye katladınız.
Sizi işte bu günahlar ahzediyor. Tevbe kapısı her zaman açıktır. Ben size kendiliğimden bir şey söylemiyorum. Siz de okuyun sizin de inandığınız kitabı. Başka mânâ çıkarsa bana da öğretin de tevbe edeyim. Ama okuyamazsınız, yorumlayamazsınız. Çünkü bunun böyle olduğunu siz de bilmektesiniz.
Bundan sonrasını ben yorumlamayacağım.
Siz kendiniz okuyun ve siz yorumlayın…
فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ (Fa XaSBuHUv CaHanNamu) “Hasbı cehennemdir.”
وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ(206) (Va LaBiESa eLMiHaDu) “Ne beis bir mihaddır, ne kötü yerdir.”
Gelecek âyetler müjdeli âyetlerdir.
Gelecek haftayı bekleyin…