ADİL DÜZEN 371
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 33. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَقَالَتْ الْيَهُودُ لَيْسَتْ النَّصَارَى عَلَى شَيْءٍ وَقَالَتْ النَّصَارَى لَيْسَتْ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْ فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ(113)
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللَّهِ أَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَنْ يَدْخُلُوهَا إِلَّا خَائِفِينَ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ(114)
وَلِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(115)
وَقَالَتْ الْيَهُودُ (Va QALaTı elYaHUvDu) “Yahudiler dedi.”
“YAHUD” alem yani özel isimdir. Tevrat’a inanan kimselere verilen addır. Erkeklerin topluluğunu ifade ettiği zaman zamir müennes olur. Burada kastedilen bir Yahudi değil de, Yahudi halkıdır; Yahudi cemaati değil, Yahudi halkıdır. Topluluk arasındaki yaygın kanaattir. Ona düşünmeden varsayım olarak inanır ve söyler.
Bugün Kur’an ehlinde de böyle bâtıl yaygın kanaatler vardır. Yalnız Kur’an ehli müslimdir, diğerleri hep kâfirdir. Çok evlilik olamaz ama, zina neyse!.. Adil Düzen ekonomisi uygulanamaz… Faizsiz iş yapılamaz...
İnsanlara hayvanlarda olduğu gibi hisler verilmiştir. Ayrıca insanlara bir de fikir verilmiştir. Fikir ve hislerin yanında bir de ünsiyet, sosyal yönseme, yani topluluğun meyli vardır. Mü’min olan kimse odur ki, fikri bunların üstüne çıkarır, doğru ne ise aklı ve ilmiyle bulur ve ona göre dördüncü meleke olan iradesini kullanır.
لَيْسَتْ النَّصَارَى عَلَى شَيْءٍ (LaYSaTi elNaÖaRAy GaLAy ŞaYEin)
“Nasara bir şey üzerinde değildir.”
“NASARA” Hazreti İsa’nın ‘Bana nusret edecek kimdir?’ demesi üzerine, havarilerin ‘Biziz’ demeleri ile oluşan din mensuplarıdır. Hazreti İsa, İncil ile Tevrat’ın şeriatını beşerileştiren kimsedir. Havariler dünyaya dağılarak bu Tevrat’ı beşerileştirme hizmetini vermişlerdir.
Yirminci yüzyıla geldiğimizde kapitalizm Hıristiyanlığı yayılma aracı olarak kullanmış, tüm yeryüzü İbrahimî din ile tanışmıştır. İnsanlığın bugünkü uygarlık seviyesine ulaşmasının yükünü Hıristiyanlar taşımıştır. Müslümanlardan devralınan müsbet ilmi bugün en yüksek seviyede insanlığa ulaştıranlar Hıristiyanlar olmuştur.
Yahudiler Hıristiyanların İbrahimî dine olan bu büyük katkılarını hiçe sayıp ‘onlar bir şey değildir’ diyorlar. Aynı sözleri Müslümanlar söyleyemiyorlar, çünkü kendilerinde aşağılık duyguları doğmuş, şimdi hayran hayran onların peşinden koşuyorlar!
وَقَالَتْ النَّصَارَى (Va QavLaTı elNaÖARAy) “Nasara da şöyle dedi.”
İslâm uygarlığını batıya taşıyan Yahudiler olmuştur. Avrupa’yı ortaçağın bağnazlığından kurtaran Yahudiler olmuştur. Avrupa Hıristiyanları Yahudilerin soykırımına uğratılmalarını ibadet sayıyor, Müslümanları ise ateist görüyorlardı. İşte bu karanlık anlayışından Avrupa’yı kurtaranlar Yahudiler olmuştur.
Bugünkü uygarlığı başlatanlar Müslümanlar olmuş, bu uygarlığı Avrupa’ya taşıyanlar Yahudiler olmuş, uygarlığı oluşturanlar da Hıristiyanlar olmuştur. Ama Yahudiler de kendi içlerinden ‘Hıristiyanlar bir şey üzerinde değildir’ diyorlar; Hıristiyanlar da Yahudiler için aynı şeyi söylüyorlar.
لَيْسَتْ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ (LaYSaTı eLYaHUvDu GaLAy ŞaYEin)
“Yahudiler bir şey üzerinde değildir.”
Tevrat şeriat kitabıdır. İncil tarikat kitabıdır. Bunlar birbirlerini tamamlar. Yahudileri içlerinde çalıştırarak uygarlığı oluştururlar. Hıristiyanlarla bir kumaşın iki yüzü gibidirler. Biri olmadan diğeri olmaz.
Kur’an ise hem tarikat, hem şeriat kitabıdır. Tevrat ve İncil yeni uygarlık oluşturamaz. Bu iş içtihat ve icma müesseselerini getiren Kur’an’ın işidir. Uygarlık bir kavmin, bir dinin eseri değildir. Uygarlık beşeridir. “Adil Düzen” Kur’an’a dayanmaktadır. Ancak tüm insanlığın katkıları ile oluşacaktır. Müslümanlar Kur’an’ın açık öğretileri ile ne Yahudiliği, ne Hıristiyanlığı, hattâ ne de diğer Budizm ve Hinduizmi küçümserler. Bütün dinlere hurafeler karışmıştır. Lafızları değişmese bile yorumları değişmiştir. Ama nasıl bir insandaki sakatlıklar o insanı yok saymazsa, dinlerdeki bu eksiklikler de bu dinlerin yok sayılmasına neden olmaz.
“Adil Düzen”in bu konuda önerdiği hususlar şunlardır.
a) Bütün dinler diğer dinleri tanımalı, onların ne dediklerine kulak verilmelidir. Dinlerarası ortak hedefler ve yollar ortaya konmalıdır.
b) Dinlerdeki hurafeler müsbet ilmin meş’alesi ile ayıklanmalıdır. Metinler değiştirilmemeli ama metinlerin yorumu öyle yapılmalıdır.
c) Bütün dinler zulme, anarşiye, dinsizliğe ve ahlâksızlığa dayanışma içinde karşı koymalıdırlar.
d) Her din kendi uygarlık anlayışını geliştirirken, bütün dinlerin katıldığı akademiler açılmalı ve burada insanlığın uygarlaşmasını sağlayan araştırmalar yapılmalıdır.
Bunun için seçilmiş merkez vardır, o da Mekke’dir. Mekke Suudi Arabistan’ın yönetiminden çıkmalı, il olarak tüm insanlığın dini merkezi hâline getirilmelidir. Dünyada yaklaşık olarak oluşacak yüz devletin her birine Mekke kentinin dışında birer ilçelik yer verilmeli, orada her ulusun halkı sakin olmalıdır. Arapça merkez dil olmalıdır. Yeni uygarlık için adımlar atılmalıdır.
Ayrıca İstanbul’da da büyük dinlere birer bucak site verilmelidir. Vatikan gibi bağımız bucaklar olmalıdır. Burada üniversiteleri olmalıdır. Mekke ve İstanbul bütün dinlere ev sahipliği yapmalıdır. Bir dine imtiyaz tehlikelidir, ama bütün dinlere yer vermek konukseverliktir.
Osmanlılar işte bu siyasetleri sayesinde yarım bin yıldan fazla burada ve yönetimde kaldılar.
وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ (Va HuM YaTLUvNa eLKiTABa) “Oysa onlar kitabı tilavet ediyorlar.”
Yukarıda Yahudi ve Nasarayı müfret olarak zikretti, “KÂLET” dedi ama burada onları erkek kurallı çoğulla birleştirdi. “KİTAB”ı da müfret yaptı. Çünkü Tevrat ve İncil birbirini tamamlayan tek kitaptır. Hıristiyanlar tarafından ‘Mukaddes Kitap’ adı altında tek kitap olarak basılmıştır. Gerek Hıristiyanlar gerekse Yahudiler dünyanın bütün kitaplarını okuyorlar. Burada “KİTAB” istiğrak olarak alınırsa, dünyanın bütün kitaplarını okudukları halde birbirlerine ‘bir şey değildir’ diyorlar. Mü’minler ise en az kitap okuyorlar.
Adil Düzencilere yüklenen çok önemli görev, aralarında işbölümü yapıp önce dünyanın beş büyük dinini kendi dillerinde öğrenmelidirler. Bunun için Arapça, Latince, Çince ve Sanskritçe ile İbranice öğrenilmelidir. Bunların din kitapları Türkçeye çevrilmelidir. Ayrıca bugünkü Batı uygarlığının ilmî eserleri Türkçeye kazandırılmalıdır. Bunlar internete geçmelidir. DVD ve CD’ler üretilmelidir. İstanbul Akevler bunu organize etmelidir. Market çalışmaları, Ahşap Evler çalışmaları, bilgisayar çalışmaları bizi oraya götürecektir.
Bugün büyük imkanlara ulaşmış olan Fethullah Gülen cemaatine, Milli Görüş camiasına, AK Parti yetkililerine tebliğ mahiyetinde bu işlerin önemi anlatılmalıdır... Diyanet Vakfı bu hizmetlere çağırılmalıdır...
Adil Düzen Partisi kurulup bu konular halka götürülmelidir...
كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ (KaÜALiKa QAvLa elLaÜıYNa Lav YaGLaMUvNa)
“Bunları bilmeyenler böyle söylediler.”
İnsan eğer müsbet ilimleri okumamışsa, tarihi okumamışsa, Kâinatı kendi ufukları içinde sıkışmış olarak görür. Bu ilimleri okuyan kimse önce Kâinatın büyüklüğü karşısında kendisini yok olarak hisseder, sonra ekremi mahluk olduğunu görerek kendisini tanrılaştırmaya başlar, ‘ben varım, başkaları yok!’ der.
Kitap okuyanlar da ilk önce bilmeyenler gibi söyler. Oysa insan Allah’ın yanında çok küçüktür, hattâ yoktur; ama O’nun halifesi olarak çok büyüktür. Dolayısıyla herkes kendisini diğer insanlarla eşit görmelidir.
Allah’ın halifesi ile diyalogdasın, ona göre ona saygılı olmalısın. Başka insanları küçümsememeliyiz. Dolayısıyla onlarla diyalog içinde olmalıyız. Her insan Allah’a açılmış bir penceredir. Onunla konuşurken Allah’ın halifesi ile konuşuyorsun. Halife ihanet içinde olabilir ama, yine de o O’nun halifesidir. Sen kendin de konuşurken veya bir iş yaparken O’nun halifesi olarak konuşuyor veya iş yapıyorsun. Bunun bilincinde ol.
Diyebilirsiniz ki, bize saldıranlarla savaşmayacak mıyız? Savaşacağız, ama yine de savaş kuralları içinde savaşacağız, onları yok etmek için değil, onların kötülüklerinden kurtulmak için savaşacağız. Onların çocuklarını, yaşlılarını, kadınlarını, rahiplerini öldürmemeğe çalışacağız. Başka çare kalmadığı zaman onları köleleştirip ülkemizde aynen bizim haklara sahip birer vatandaşı hâline getireceğiz. Çünkü her insan bir şey üzerindedir. Uygarlıkları göçmenler ve köleler oluştururlar.
Başkalarını küçümseyenler kendilerini küçümsemiş olurlar. Bu sebepledir ki ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler kendi dillerini ve kültürlerini korurlar. Çünkü her kabilede uygarlık genleri yatmaktadır. Yerinden yönetim ilkesini bunun için benimsiyoruz. İnsanlar temel öğrenimi ocaklarda kendi ocak dilleri ile, ilk öğrenimi bucaklarda kendi dilleri ile, orta öğrenimi illerde kendi dilleri ile, yüksek öğrenimi ülkelerde kendi dilleri ile yaparlar. Akademik çalışma ise insanlık içinde Arapça ve Latince dillerinde yapılır. Her topluluk kendi kültürleri ile korunur. Hiç kimse başkasına ‘o bir şey üzerinde değildir’ demez, diyemez.
مِثْلَ قَوْلِهِمْ (MiÇLa QaVLıHıM) “Kavillerinin mislini”
Kitabı okuyanların söylediklerinin benzerini bilmeyenler, okumayanlar da söylediler.
İlk insan yaratıldı. Meyve ile geçiniyordu. Sayıları çoğaldıkça yeni meyvelikler ihtiyacını duydular ve birbirlerinden uzaklaştılar. Ayrı ayrı kabileler hâline geldiler. Avcılık döneminde bunu av avlamak amacıyla yaptılar. Çobanlık döneminde meraları bölüştüler. Bu arada dilleri farklılaştı. Her kabile kendisini Tanrı’nın has kulları olarak görmeye başladı. Her dilde Tanrı’nın adları farklı idi. Farklı ad farklı tanrı olarak görüldü.
Sonra kentleşmeye başlayınca farklı kabileler bir araya geldiler ve onlar da birbirlerine aynı şeyleri söylediler. Her hizip kendisinde olan ile ferahlamaktadır. Hazreti Nuh’tan başlayıp gelen büyük peygamberler bunları birleştiren kitaplar getirdiler. Ama onlar da o ilkel kabile topluluklarının söylediklerini söylediler. Hattâ Kur’an ehli de böyle yapmakta, sadece kendilerinin mü’min, diğerlerinin kâfir olduğunu iddia etmektedir.
فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (Fa elLAHu YaXKüMü BaYNaHuM YaVMa eLQıYAMaTi)
“Allah kıyamet yevminde aralarında hükmedecektir.”
Her topluluğun kabul ettiği gerçekler vardır. Bu gerçeklerin bir kısmı ortaktır. Bizi birleştiren bu ortak gerçekler olmalıdır. Birbirinden faklı gerçeklerde birbirimize ‘Benim dinim benim, sizin dininiz sizin olsun.’ demekten ibarettir. Dinde birbirimize zorlama yapmamalıyız. Kimin haklı olduğuna Allah âhirette hükmeder.
Akevler ortakları arasında da uzlaşma böyle olmalıdır. Ortak hedeflere birlikte yürümeliyiz. Ayrıldığımız noktalarda birbirlerimizi serbest bırakmalıyız. Bu dünyada çıkan ihtilaflarda ise hakemlere gitmeliyiz ve onların kararlarına uymalıyız.
Burada “KIYAMET GÜNÜ” demek, bu dünyadaki topluluğun oluşturduğu hakemlerin kararlarının kastedilmediğini ifade etmiş olmaktadır. Yani, “ALLAH”tan kasıt Devlet değildir, “HÜKÜM”den kasıt mahkeme kararı değildir. Bu tür fikrî ihtilafların, ilmî ihtilafların hallinde hakemlere başvurulamaz. Ancak icma varsa kesinlik iktisab eder.
Yargı kararları; a) Olaya özeldir, olaylara teşmil edilemez. b) Yargı kararları taraflara özeldir, başka kişilere teşmil edilemez. c) Yargı kararları geçmişte cereyan eden hükmü taşır. Gelecek hakkında karar alınamaz. d) Yargı kararları iddianın sınırları içinde kalmak durumundadır. İddia dışında karar alamaz. e) Alınan kararlar kesindir. Ne kendileri ne de başkaları bozamaz.
Burada bir hususa daha işaret etmek gerekir. Karşı tarafı küçük görme hakaret midir? Günahtır, ama suç değildir. Dolayısıyla hakaret amacıyla biri birine ‘Yahudi’ dese, suç oluşturmaz. Hakaret davaları ikame edilemez. Hakaret kötülükleri isnat ile olur. Meziyetlerinin düşüklüğünü söylemek hakaret olmaz. ‘Sen adil değilsin’ desen hakaret olmaz da, ‘sen zalimsin’ dersen hakaret olabilir. Hakaret kritiğinde bu önemli husustur.
فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ(113) (FIy MAv KAvNUv FIyHi YaPTaLiFUvNa) “İhtilaf ettiklerinde.”
Burada küçük görme fikrîdir, hissî değildir. Yaptıkları hususları hatalı görüyorlar. Kişileri küçümsemiyorlar. Sadece yollarını yanlış veya eksik buluyorlar.
Hakaretin oluşması için kişileri küçümsemek gerekir. İsrail oğlu olduğu için küçük görürsen hakarettir de, Yahudi olduğu için küçük görürsen hakaret değildir. Kürdü küçümsersen hakaret olur da, Şiiliği küçümsersen hakaret olmaz. Çünkü biri hissîdir, diğeri ise fikrîdir. Mustafa Kemal’in görüşlerini ve yaptıklarını kritik edersen hakaret olmaz. Ama lahdini, hattâ heykelini tahkir edersen suç olur. Çünkü orada fikir yoktur. Birisinin yanlış yaptığını söylemek suç değildir. Kötü yaptığını söylesen de suç değildir. Ama ‘kötüsün’ dersen suç olur.
***
وَمَنْ أَظْلَمُ (Va MaN EaJLaMu) “Kim daha zalimdir?”
Sûrede insanın yaratılışını anlattıktan sonra, İsrail oğullarını anlatmaya başlamıştır. Onlara doğrudan hitap etmiştir. Arada Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki ilişkileri belirtti. Şimdi burada Yahudilerle Hıristiyanların işbirliği yaparak Müslümanlara uyguladıkları dinsizleştirme çabalarına işaret etmeğe başlamıştır.
Birbirlerine ‘bir şey olmadıklarını’ söyleyenler, Müslümanların serbestçe ibadet etmelerini de önlemeye başlamışlardır! İnsanlar sosyal varlık olarak yaratılmışlardır. Nasıl bir hücre bedenin dışında yaşayamazsa, kişi de topluluk dışında yaşayamaz. İnsanlar ise değişik amaçla toplantılar yaparlar. Bu toplantılar sayesinde topluluk oluştururlar. Kur’an bunları dört çeşit olarak zikretmektedir.
مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللَّهِ (MinMaN MaNaGa MaSACıDa elLAHı)
“Allah’ın mescitlerini men edenden daha zalim kim olabilir?”
a) Biye’ pazarlardır, insanların serbestçe alışveriş ettikleri yerlerdir.
Günümüzde gümrükler, vizeler, gelir vergileri gibi engellerle serbest piyasa yok edilmiş, mübadele tekele bırakılmıştır.
b) Savami’ medreselerdir. İçinde herkes serbest kürsü kurup istediğini öğretiyor ve öğretirken tevhidi tedrisat belasıyla karşılaşmıyor.
Günümüzde bunlar susturulmuş, onların yerine sömürü sermayesinin tek ses nakaratı ezberletilmeye başlanmıştır. Tevhidi ehliyet gereklidir. Devlet ancak kendisinin imtihan yapıp diploma verdiği kimseleri istihdam eder. Ancak kimin ne öğreneceğine karışamaz. Devlet vatandaş şunu bilir diyebilir ama şunu bilmeyecek diyemez.
c) Salavat. İbadet yerleridir. Eğitim yerleridir. Pişme ve olgunlaşma yerleridir.
Günümüzde tekkelerin kapatılmasıyla halk bu eğitimden mahrum edilmiştir. Bu da Hıristiyan ve Yahudilerin Müslümanlara oynadıkları oyundur. Tekkelerden uzaklaşan insanlar meyhanelerde, kumarhanelerde, kahvehanelerde ve fuhuşhanelerde zamanlarını geçirmeye başlamışlardır.
d) Mesacid/Mescitler. İnsanların siyasi toplantılarını yaptıkları yerlerdir. Günde beş defa toplanarak ocak içinde işlerini düzenlerler. Bekleme nöbetlerini tutarlar. Haftada bir Cuma toplantılarını yaparlar. Görüşürler ve demokratik olarak doğrudan işlerini yürütürler. İllerde merkez bucakları iç güvenliği, ülkelerde merkez bucakları dış savunmayı yaparlar.
Günümüzde bu yerinden yönetim sistemini kaldırmışlar, yerine merkezi yönetimi getirmişlerdir. Temsili ekseriyet demokrasisi yutturmacasıyla insanları merkezden yönetmeye başlamışlardır.
“ALLAH’IN MESCİTLERİ” topluluğun herkese açık toplantı yerleridir. Buradaki “ALLAH”tan maksat, Allah’ın halifesi olan topluluktur, halktır, meclislerdir.
أَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ (EaN YuÜKaRa FIyHAV lSMuHUv)
“İsminin orada anılmasına mâni olan.”
Toplantılar yapılır, topluluğun adına işler yürütülür, topluluğun işleri görüşülür.
Sadece “EN YÜZKERE FÎH” denmeyip de, “İSMUHU” da denmesi, kendisinin zikredilmesi yerine işlerinin anlatılması demektir. Mustafa Kemal’i över, onu tanrılaştırır ve ona taparsınız. Bir de kişiyi yüceltmez de, Türkiye cumhuriyetinin ve istiklâlinin nasıl muhafaza edileceğini görüşürsünüz. O zaman o değil de, onun işleri anılmış olur. Toplanıp ulusu methetmek veya birilerine beddua yağdırmak yerine, ne yapmamız gerekiyorsa onu görüşmek ve tartışıp ittifak edilenleri yapmak. İşte bunun için isim zikredilir denmiştir.
“İSM”in Türkçedeki ad karşılığından daha geniş mânâsı vardır. Onun gücünü ve işlerini de içerir. Sıfatları demektir.
Zulmün en büyüğü tekel olmaktır. Pazarlar, okullar, mabetler, siyasi salonlar herkese açık olmalıdır. İnsanlar hürriyet içinde kendi işlerini kendileri halletmelidirler. Tekel mantığı, kendisini hak yol üzerinde görmek, diğerlerini de yok saymaktır. O zaman benim arz ettiğim malı alacaksın. Benim söylediklerimi öğreneceksin. Benim istediğim gibi vaktini değerlendireceksin. Yani, sokaklarda hapis olacaksın. Topluluk müzakerelerle değil, merkezi diktalarla yönetilecek.
وَسَعَى فِي خَرَابِهَا (Va SaGAy FıY PaRABıHAv)
“Ve onun harabiliğine sa’yetmiştir.”
Mescitlerde sadece toplanıp işlerin görüşmesini engellemişler, yerinden yönetime karşı çıkmışlar. Mabetlerin harab olması için de çaba göstermişlerdir. Avrupa kiliseleri bakımsızlıktan çökmeye başlamış, kilise küçük kiliseleri satarak büyük kiliselerin imarına gitmiştir. Küçük kiliseler meyhane yapılmış, gazino yapılmış. Ne var ki, oralardaki Müslümanlar o kiliseleri aldılar ve cami yaptılar. Kilise ondan sonra küçük mabetlerini Müslümanlara satmayı tercih etmiştir.
Bu âyet çok önemlidir. Bu âyet nâzil olduğu zaman iki mabet vardı. Biri Mekke’deki Kâbe idi. Gerçi orada Müslümanların ibadet etmesine karşı çıkıyorlardı ama, onun harab olması için sa’yetmiyorlardı. Medine’de ve Kuba’da olan mescitler ise tamamen mü’minlerin elinde idi, kimse mâni olmuyordu.
O halde burada kastedilen mescitler o zamanki tek mescit olan Kâbe olamaz. Bu âyet o günü değil, yirminci yüzyılı, günümüzü anlatmaktadır. Gelecekte olacaklar bu kadar açık ve net şekilde ancak Allah tarafından anlatılabilir. Yine bu âyetten çok açık şekilde anlaşılıyor ki, Kur’an her devre ayrı ayrı inmektedir. “Nezzele” kelimesi bundan dolayı kullanılıyor.
Mescitler halkın doğrudan yönetim merkezleridir. Cuma toplantılarına herkes katılır. Herkesin temsilcisi vardır. Söyletmek istediğini ona söyletir. Alınacak kararlar o gün istişareye konur. Ertesi haftaya kadar herkes tartışır, temsilcilere bilgi ve istek iletilir. Cumadan önce şûra toplanarak karar alır. Karar ya ittifakla alınır, yahut başkan istişare ederek alır. Cuma günü bu ilân edilir. Halkın bu kararlara karşı hakemlere gitme yetkileri vardır. Bazı hususlarda sıralama, orta değer bulma, icmayı tesbit etme gibi hususlarda oylama yapılır. Burada karar alanlar temsilciler değil, doğrudan halktır.
Merkez bucakları taşra temsilcilerinden oluşur. Ne var ki, bunların aldığı kararlar taşrayı bağlamaz, sadece kendi merkez bucaklarını bağlar. O halde mescitler, Cuma mescitleri yerinden yönetimin sembolüdür. Mescitler halkın gelip serbestçe sosyal faaliyet gösterdikleri yerlerdir. Mescidin içinde pazarlık yapılarak alış veriş yapılır. Elektronik ticaret yapılır. Mescidin içinde rahle kurulup ders okunur. Mescidin içinde post serilip hû çekilir, zikir yapılır. Mescidin içinde hakemlerden oluşan mahkemeler kurulup yargılama yapılır.
Hâsılı, mescit topluluğun beynidir.
Halk düşmanı olanlar yerinden yönetime düşmandırlar. Onun için mescitleri harabeye çeviriyorlar.
Mescitler yapılıyor, ama henüz fonksiyonlarına ulaşmamışlardır. “Adil Düzen” iktidarında mescitler, okullar, kışlalar ve pazar yerleri kendi asli fonksiyonlarını yerine getireceklerdir.
أُوْلَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَنْ يَدْخُلُوهَا (EuLAEiKA MAv KavNa LaHuM EaN YaDPuLUvHav)
“Onlar oralara duhul etmezler, edemezler.”
Onlar oralara, mescitlere duhul edemezler veya etmezler. Mescitlere girmek istemezler, toplantılara katılamazlar. Onların tüm hayatları topluluk düşmanlığı olduğu için, halk düşmanlığı olduğu için, halkın kendi kendilerini yönetmelerine karşıdırlar. Mescitler bunun için susturulmuştur. İçine girip namaz kılıyor ama başka bir iş yapamıyorlar. Namazlar basit hareketlerden ibaret kabul edilmektedir. Halk kendi mabetlerini kendileri istedikleri gibi kullanamamaktadır.
Bunun dışında ‘böyle kimselerin mescitlere girmelerine mâni olunuz’ anlamı da çıkar. Bu anlamın uygulama şekli zordur. Bununla beraber mescit düşmanlığı yapan, yerinden yönetim düşmanlığı yapan kimselerin bucaklara girmesine izin verilmeyebilir. Merkezî yönetimlerin yerel yönetimden izin almadıkça yerel yönetimlerin mülkünde olan topraklara girme yetkileri yoktur. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus tasrih edilmiştir. Sıkıyönetim ancak yerel yönetimlerce ilan edilmekte, merkezî yönetimden askeri güç talep edilebilmektedir. Merkezi güç yerel yönetime ancak ondan sonra girebilmektedir.
إِلَّا خَائِفِينَ (EilLAv PAvEiFIyNa) “Ancak haif oldukları halde girebilirler.”
Kullanılan “HAİF” sigasından anlıyoruz ki bunlar bir örgüttür. Genel olarak mescitleri harabeye çevirmeyi planlamışlardır. Bu işleri yaparken de aynı zamanda korka korka yapmaktadırlar.
Yerinden yönetime karşı kararlar alırken de korku içinde olurlar. Yahut böyle kimselere karşı direnme hakkınız vardır. “Adil Düzen”in temel felsefesi yerinden yönetimdir. Merkez bucakları vardır, taşra bucakları vardır. İlde merkez bucaklar, il merkezi ve ilçe merkezi bucaklarıdır. Ülkede merkez illeri vardır. Başkent ve bölge merkezleri merkez bucakları içerir. Dünyada da kıta merkez bölgeleri ve Mekke vardır. Diğerleri taşra illeridir. Ülkelerdir. Merkez bucaklar taşralılara açıktır. Taşralılar serbestçe girip çıkarlar. Merkez bucaklara girdikleri zaman merkez bucaklarının aldıkları kararlara uyarlar. Merkez bucaklardakiler taşradakilerin temsilcileridir. Taşra bucaklarına ise başka bucaklardakilerin izinsiz girmeleri yasaktır. Taşra bucakları kendi hukuklarını kendileri düzenlerler. Merkez bucaklarının kanunları burada geçerli değildir. Taşra mescitleri yalnız kendilerine aittir. Bucak değiştirmek serbesttir. Yeter sayı bulunca yeni bucak kurmak serbesttir. Hicret demokrasisi vardır, ekseriyet demokrasisi yoktur. Temsili demokrasi merkez bucaklar içinde geçerlidir.
لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ (LaHuM FIy elDuNYAv PıZYun)
“Onlar için dünyada hizy vardır.”
Onlar için dünyada utanç vardır.
“HİZY” “hüzün” kelimesiyle akrabadır. “N” “Y”ye dönüşmüştür. Hüzün, kapalı bir yerde hapsolmuş olan insanın duyduğu üzüntüdür. Hizy ise insanların dışlamasından dolayı meydana gelen sıkıntıdır.
Allah’a inanan kimseler tecrit edildikleri zaman mahzun olmazlar. Çünkü onlar Allah’ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Oysa Allah’a inanmayan kimseler dışlandıkları zaman kudururlar. Zorla kendilerine heykel diktirerek teselli bulmaya çalışırlar. Mabetleri kapatanlar böyle dışlanmış ve onlar da saldırılarını artırmışlardır. Bu mabetleri harabeye çevirme faaliyetlerinin merkezinde olanlar, Batı uygarlığının geliştiricisi olan Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Türkiye’de yapılanlar da onların baskısı ile yapılmıştır.
12 milyon nüfusa inmiş ve on yıldan fazla savaşmış olan Türkiye, nefes almak için Lozan’da yapılan baskılar sonucu o zamanki ateist modaya uyulmuş ve İslâm’a karşı davranışlarda bulunulmuştu.
Ne var ki, İslâmiyet onların zamanında Türkiye’de hakim olmuştur.
a) Türkiye’deki gayrimüslimler cumhuriyetin ilk yıllarında uzaklaştırılmış, Türkiye saf İslâm ülkesi olmuştur.
b) Türkiye’ye gelen müslimler Türk kabul edilmiş, Türkiye bu sayede 70 milyonluk İslâm ülkesi olmuştur.
c) Tekkeler ve medreseler kapatılmış ama yasaklanmamıştır. Camiler ise kapatılmamıştır. Yani, kapatma, eskileri kaldırıp yenileri getirme anlamındadır. Nitekim serbestlik üç generalin iktidara hakim olduğu yıllarda olmuştur; İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Ç:akmak ve Kazım Karabekir.
d) Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Kur’an’ın, hadislerin, kelam kitaplarının tercüme edilmesi furyasına geçilmiştir. Fıkıh ansiklopedisi dahi Ömer Nasuhi Bilmen’e yazdırılmıştır.
Böylece Türkiye’de yapılanlar düşmanı oyalama mahiyetinde olmuştur. Mescitler yıktırılmamış, müze hâline getirilenler korunmuştur.
Adil Düzenciler, iktidar olur olmaz ilk yapacakları iş Ayasofya’yı mabede çevirmek, Taksim’de de belki dünyanın en büyük camisini yapmak olacaktır. Taksim’de cami yapılmasına engel olanların sonra nasıl perişan olduklarını gördünüz. Oysa cami yapma taraftarı olan zihniyet bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardadır.
وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ (Va LaHuM FIy eLEAPiRaTi) “Ve âhirette onlar için azim azab vardır.”
Dünyada hızy olacaklardır. Öldükten sonra da nefretle anılacaklardır.
Bunlar bu işleri lâiklik adına yapmaktadırlar. Oysa bu baskı lâikliğe aykırıdır. Beyazıt’ta cami olur da Taksim’de neden olmaz? Çünkü onların hedefi Beyazıt’takini de yıkmaktır. Biz Ayasofya’yı yıkmadık; aksine koruduk ve yaşattık. Kur’an’ın bütün hikmeti insanın sorumlu olmasıdır. Bu durum bu dünya için de geçerli, âhiret için de geçerlidir. Kâfirler bu dünyada başarılı olamayacaklar, âhirette de azim azaba duçar olacaklardır.
عَذَابٌ عَظِيمٌ(114) (GaÜABun GaJIyMun) “Azim bir azab vardır onlara.”
Cuma mescitlerinde toplanıp halkın kendi günlük işlerini meşveretle kararlaştırmalarına mâni olan merkezi yöneticiler, bu yetmiyormuş gibi bu toplantı yerlerini tahrip edenler ne olacak? Onların bu dünyada aşağılanacakları hayatları olacak âhirette de azim azaba duçar olacaklardır.
Burada “AZİM AZAB” nekire gelmiştir. Demek ki âhiret azabı da farklıdır. Uzun azapları vardır denmemiş, kocaman azapları vardır denmiştir. Cehennem hayatı da bir hayattır. Sadece azap değil, hayat da vardır. Onların eğitilecekleri azapları vardır.
Lozan’dakiler ‘Ayasofya bizim olsun, o şartlarla sizinle anlaşırız’ deseydiler ve alıp kilise yapsaydılar, bir şey demezdik. Çünkü o zaman İstanbul nüfusunun çoğu Hıristiyan idi. Ama Ayasofya müze yaptırılmıştır. Onların düşmanlığı sadece mescit düşmanlığı değil, aynı zamanda mabet düşmanlığı olmuştur. Lozan’da bizim karşımızda taraf olan dinsiz devletler, sonra İkinci Cihan Savaşı’nda kan kusmuşlar, hepsi süper devlet olmaktan çıkmışlardır. İki defa mağlup olan Almanlar ise bugün Avrupa Birliği’nin bel kemiği olmuştur. Din düşmanlığı şampiyonluğunu yapan Rusya bugün perişan haldedir. ABD’nin akıbeti de Sovyetlerin akıbeti gibi olacaktır. Bu durum dünyada böyle olduğu gibi, âhirette de azim/büyük azabın içinde olacaklardır.
***
وَلِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ (Va LielLAHi eLMaŞRiQu Va elMaĞRiBu) “Maşrık da magrib de Allah’ındır.”
Sûrede önce cennete yalnız Hıristiyanlar veya Yahudiler gideceklerdir inancı üzerinde duruldu. Sonra başka din mensuplarının bir şey üzerinde olmadıkları iddiaları konu yapıldı. Bu bâtıl inanışlar reddedildikten sonra; yerinden yönetimli demokratik düzen düşmanlığı, lâiklik düşmanlığı yapıldığı anlatıldı.
Ondan sonra da önemli bir konuya gelindi. Yerinden yönetimli bağımsız yönetimin yanında, insanların birliğini sağlayan kıble konusu ele alınmaktadır. Bağımsızlık bölünme anlamına gelmez. Birliği bozmaz. Her biri kendi içinde hür ve bağımsızdır. Diğer taraftan ortaklık içinde beraberlik vardır. Ortak işlerde birlik içinde olunacaktır. Kendi özel hayatlarında serbest olacaklardır. Denge zaten bu demektir. Varlıklarını kaybetmeden birlikte var olmak. Dünya güneşin içine düşse hayat olmaz, kopup uzaklaşsa yine hayat olmaz. Dengede hayat vardır. İnsanlar birbirlerinden kopsalar da olmaz, birbirlerinin içinde eriseler de olmaz. Birlik içinde varlıklarını korumalıdırlar. Mescitlerin çokluğu yanında, kıblelerin de çokluğu önerilmektedir.
Bu âyet ile bundan sonra gelecek kıble âyetleri arasında bir tearuz var gibi görünürse de, öyle değildir. Her dinin bir kıblesi olacaktır. Böylece dinler birbirinden ayrılmış olacaklardır. Ama her yön Allah’a yönelmiş olduğu için dinler arası birlik de sağlanacaktır.
“ŞARK” güneşin doğduğu taraf, “GARB” da güneşin battığı taraftır. “MAŞRIK” şarkın bulunduğu yer, “MAGRİB” de garbın olduğu yerdir. Cihet olarak ifade edildiği zaman, şark da garb da Allah’ındır denmesi gerekirken, maşrık ve magrib demiştir. Böylece magrib ile garbın ve maşrık ile şarkın aynı olduğunu ifade etmiştir. Masdarı mimi mânâlarında getirilmiştir.
Yeryüzünde nerede olursanız olun, yüzünüzü doğuya çevirdiğiniz zaman aynı yöne yönelmiş olursunuz. Arkası garptır. Sağ tarafı güney, sol tarafı da kuzeydir. Yüzünüzü batıya çevirirseniz aksidir. Ama yüzünüzü zevale veya kutba çevirirseniz her yerde aynı istikameti almazsınız. Bu sebepledir ki bu iki cihetten bahsetti. Kıyasla kuzey de, güney de O’nundur. Buradaki başka bir husus, doğu ve batı bir yerde birleşmez, sonsuza kadar uzanır. Dolayısıyla tüm uzayı kaplar. Kâinatta her yerin ona ait olacağını belirtmek için bu ifade tercih edilmiştir. Şarka gidenler dünyayı dolaştıktan sonra eski yerlerine gelirler, yönleri değişmez. Dünya döndükçe insan kendi dairesini tamamlar. Tepelerini de düşünürsek, tüm uzay taranmış olur.
فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا (Fa EaYNaMAv TuValLUv) “Nereye tevelli ederseniz.”
Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz orada O Allah’ın vechi vardır. Burada vucuheküm hazf edilmiştir. Yani, vecihlerinizi ne tarafa çevirirseniz orada Allah’ın vechini bulursunuz. “Vech” yüz demektir. Karşılıklı konuşmak ve görüşmek için yüz yüze gelinir. İnsanın yüzünde yüzeysel anten vardır. Yüz yüze gelenler beyinleri ile diyalog kurarlar. Ayrıca insanlar yüzlerindeki değişik hareketler ve renklerle birbirlerine haberler ulaştırırlar. Seslerin algılanması dudakların uyumu ile çok kolay olmaktadır. Hele göz göze gelmek o kadar etkindir ki, uzun zaman birbirinize bakmaya dayanamazsınız.
İnsan diğer hayvanlardan farklı olarak dik yaratılmıştır. Çünkü yüzünü anlaşma aracı olarak kullanmaktadır. Bugün yaşayan hayvanlar arsında dik olan bir memeli yoktur.
“Vucuheküm” hazfedilmiştir, çünkü yüzler bir tarafa çevrilmeyecektir. İsteyen istediği tarafa dönecektir. “TEVLİYE” arkasından gitmek demektir. Yani, yüzünüzü onun yüzüne doğru yöneltirseniz demektir. Burada eğer Allah’ı insanlık olarak alırsanız bu da doğrudur. İnsanlığın merkezi yoktur. Yeryüzüne dağılan insanlara doğru dönmüş oluruz. Çünkü insanlar her tarafta yayılmış bulunmaktadırlar. Şimdi yoğunlukları farklı ise de, ileride yeryüzünün hemen her tarafı eşit yoğunlukta olacaktır. Doğu ile batı arasında fark kalmayacaktır. Çünkü denizler de karalar kadar meskun olacaktır. Kutuplar seyrek olabilecektir.
فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ (FaÇamMa VaCHu elLAHı) “O Allah’ın vechi oradadır.”
Yeryüzünde yaşayan insanlara desek ki, yüzümüzü merkeze doğru çevirelim. Bu mümkün değildir. Çünkü yeryüzünün merkezi yoktur. Nasrettin Hoca’ya ‘dünyanın merkezi neresidir’ diye sormuşlar, o da cevap vermiş; Eşeğimin sağ ayağının bastığı yerdir! Doğrudur, çünkü bir kürede her yer merkezdir.
Yerinden yönetim sisteminde de her yer merkezdir. Topluluk içinde yer almak için bir yere yönelmek yeterlidir. Ama her yön oraya gider. Kuralla hareket edeceksiniz. Ama kuralınızı kendiniz seçebilirsinizin mânâsı budur. Bir dine yani düzene mensup olacaksınız ama, düzeninizi kendiniz seçeceksiniz. Her yerde Allah vardır. O’na dönmeniz gerekir denmemiş; her yön O’nundur, hangi yöne denerseniz O’nu bulursunuz denmiştir.
Allah orada vardır demiyor. Allah’ın vechi orada vardır deniyor.
Allah’ın vechi, O’nun insanlara verdiği mesajlardır. Bu mesajları şöyle tasnif ederiz.
Sünnetullah: O’nun doğal ve sosyal kanunları bize verdiği mesajlardır. Atomun yapısından, DNA’lardan, beynin çalışmasından ve ruhsal algılarımıza kadar hepsi sünnetullahtır.
Hilkatullah: Allah’ın kendi sünnetleri içinde halk ettikleri vardır. Nasıl otomobil fizik kanunları ile vardır ama o kanunlar otomobil yapmaz, o otomobil o kanunların birleştirilmesi ile olur. O şekliyle Allah’ın mahlukatı da O’nun mesajlarını bize iletmektedir.
Seziler: Aklımıza hiç beklenmedik fikirler veya haberler gelmektedir. Bunları bize ilham eden O’dur. Bu da O’nun vechidir.
Dualar: Biz bir şeyi yapmak ister ve büyük bir arzu duyarız. Bir de bakarız ki, beklenmedik yerden bize yardım gelir ve biz o işi yaparız.
Azaplar: Bu da bir başka vechidir. Bir kötülük yaparız, sonra beklenmedik yerden çarpılırız.
Allah’tan gelen kitaplar... Kur’an…
İşte bunların hepsi vechullahtır.
Allah ile diyalog kurar da O’nunla yüzleşirsek, O bizimle yüzleşir.
إِنَّ اللَّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(115) (EinNa elLAHa VaSıGun GaLIyMun) “Allah vâsiun aliymundur.”
Maşrık ve magrib, doğu ve batı da Allah’ındır. “Ne tarafa döndürürseniz orada Allah’ın yüzünü bulursunuz” ifadesinden sonra, Allah’ın vâsi’ olduğunu ve âlim olduğunu ifade etmiştir.
“ALLAH VÂSİ’DİR”, zengindir. Ekonomik ve sosyal bakımından bir sıkıntısı yoktur demektir. Bütün insanların değişik yolları ona ulaşır demektir.
“ALLAH ALÎMDİR”, bilendir demek, kimlerin neye yöneldiğini biliyor demektir.
Gerek mescitler gerekse yönelme hususunu ifade eden bu âyetler çoklu sistemi getirmektedir.
Evet, Yahudiler de bir şey üzerindedirler, Hıristiyanlar da bir şey üzerindedirler.
Değişik yollar sonunda hedefine ulaşır.
İki türlü çoğulculuk vardır.
Dikey çokluluk taşra-merkez ilişkisidir. Ocaklar, bucaklar, iller ve insanlık dikey çoğulculuktur. Taşraların kendi içlerinde bağımsız olması çoklu bir düzen getirmektedir. Bir ülkede 10 000 kadar bucak vardır. Yeryüzünde ise bir milyona yakın bucak olacaktır. Demek ki, bir milyon çeşit farklı yönetim şekli olacaktır demektir. Hepsi de meşru olacaklardır. Bu çoğulculuk mescitlerle ifade edilmiştir.
İkinci çoğulculuk ise kıble çoğulculuğudur, mezhep çoğulculuğudur. Her dinin kıblesi ayrı olacaktır ama hepsi bir tek Allah’a yönelmiş olacaktır. Çoğulculuk asla bölücülük değildir. Tam tersine çoğulculuk birliktir. Herkesin hürriyetini birlik korumuş olacaktır.
“VÂSİ olmak” geniş olmak demektir. Değişik yönetim şekillerini, mezhep ve dinleri kabul eder demektir. “Vâsi” ve “Alim” kelimeleri nekire olarak getirilmiştir. Devlet yönetiminin de vâsi ve alim olması gerektiğini ifade eder. Kamu vâsi olmalı, yani her görüş ve yaşayışı hoşgörü ile karşılamalıdır. Suçlu da olsa cezasını vermeli ama hukukunu korumalıdır. Aynı zamanda alim olmalı, yani genel hizmetlerle herkesin evraklarını, borç ve alacaklarını, demirbaşlarını kaydetmelidir. Kayıtlara giren şeyler aynı zamanda kamunun himayesinde olacaktır.
Kur’an tüm insanlığı bir arada adalet içinde yaşatacak bir düzen getirmiştir. İslâm düzenini, hak düzenini, adil düzeni, şeriat düzenini getirmiştir. Bu düzenin anayasamızda yer alan Batı dilindeki adı demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenidir.
Kur’an her kavim ve dinden mü’min olan herkesin cennete gideceğini, her din salikinin bir şey üzerinde olduğunu belirledikten sonra, gerek dikey gerekse yatay çoğulculuk sistemini ortaya koymuştur.
ADİL DÜZEN 372
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 34. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَقَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَلْ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ(116) بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ(117) وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللَّهُ أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ قَدْ بَيَّنَّا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ(118) إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَا تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ(119)
وَقَالُوا (Va QaLUv) “Ve kavlettiler.”
Buradaki “VE” harfi bu “KÂLÛ”yu bundan önceki “KÂLÛ”ya atfetmektedir. Orada Yahudi veya Nasara’dan başkalarının cennete giremeyeceklerini söylemektedirler. O “KÂLÛ” da ondan önceki “Vedde Min Ehli’l-Kitabi” âyetindeki “VEDDE”ye bağlanmaktadır. O âyetin tefsirinde, burada söyleyenler Hıristiyanlardır demiştik, çünkü Yahudiler Hıristiyanların cennete gideceklerini söylemiyorlar. Buradaki bu atıf ise bizim bu yorumumuzu teyit etmektedir. Çünkü Allah’ın bir velet ittihaz ettiğini söyleyenler Hıristiyanlardır.
“KAVL” başkasına söylendiği gibi, kendi kendine de söylenebilir. Yani, kendi nefislerine söylediler anlamı çıkabilir. Yahut çocuklarına söylediler denmiş olabilir. Ya da insanlığı Hıristiyanlığa davet ederken böyle davet ettiler. Şiiler bile bile, hiçbir aklî ve naklî delile dayanmadan onikinci imamın geleceğine öyle inanmaktadırlar ki, oralarda siz bile aksini söyleyemezsiniz! Oysa bunun mantığı var mıdır? Eğer yaşayıp sonra gelmesi söz konusu olsaydı, Hazreti Muhammed aleyhisselâm yaşar, sonra gelirdi. Çünkü son peygamberdir.
Kur’an’da, ‘Sen öleceksin de, onlar mı yaşayacak?’ deniyor.
Hıristiyanların böyle bâtıl itikatları vardır. Bu bâtıl inançlardan biri de Hazreti İsa’nın tanrılığıdır. Oysa bugün Katolik kilisesi çok iyi bilmektedir ki, Hazreti İsa ‘ben Allah’ın oğluyum’ dememiştir. Bu iddia Pavlus’un öğretileri içinde yer alır. Ama bugün yaşayan Hıristiyan mezheplerin hiçbiri bu gerçeği söyleyememektedir.
Papalık bu iddiadan vazgeçmedikçe, küçülmeye ve dağılmaya devam edecektir. Vazgeçerse, o zaman Luther’in bölücü mezhebi yerine gerçek Hıristiyanlık mezhebi ortaya çıkacak ve o Hazreti İsa’nın havarisi olacaktır. Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm hak dinlerdendir. Ancak bu dinler etkin hâle gelmek için müsbet ilmin verilerine göre kitaplarını yorumlayıp kendilerini bâtıl inançlardan kurtarmalıdırlar.
اتَّخَذَ اللَّهُ (itTAPaÖa elLAvHu) “Allah ittihaz etti.”
“AHZE” sopayı avuçlayan eldir. Avuç ve parmaklar dahildir. Cuma, yumruk demektir. Kef, avuç demektir. “AHZE” ise sopayı tutan eldir. İttihaz etmek, iftial bâbındandır. Kendi kendine sarılmak anlamındadır.
Bir şeyi bir şey olarak kullanmaya başlamak demektir. Evi mescit ittihaz etti demek, evi mescit olarak kullanmaya başladı demektir. Onu ona ayırdı demektir.
Onlara göre Allah Hazreti İsa’yı yaratmış, sonra da onu kendisine evlat edinmiştir! Hani çocukları olmayanlar evlat edinirler ya, işte öyle bir şey! Allah’ın misli var edilemeyeceği için evladı olmamıştır, olamaz. Yarattığı insanlardan birini kendisine evlat edinebilir; gerçek evladı değil, hükmi evladı olur diyorlar!
Bunun mantığı yoktur. Evlat, ölümlü insanın yerine bıraktığı vârisidir. Ölenler çoğalırlar. Allah’ın ölümü sözkonusu olmayınca, evlat edinmesi de sözkonusu değildir. Allah insanı kendisine halife ca’letti. Hazreti İbrahim’i de halil ittihaz etti. Halil, aracı demektir. Allah İbrahim’i insanlarla kendisi arasında aracı yaptı deniyor. İnsanlar arasında birliğin sağlanması için Hz. İbrahim’i ondan sonra gelecek peygamberlerin atası yaptı.
وَلَدًا (VaLaDan) “Bir velet ittihaz etti dediler.”
“VELED” anne babasının genlerini taşıyan canlının adıdır.
Bitki topraktan çıkar ama toprağın veledi değildir. Allah’ın bir veledi olması için O’nun genlerini taşımış olması gerekir. Oysa Allah’ın genleri yoktur. Cüzleri de yoktur. Tanrı tektir. İkinci tanrının oluşu muhaldir. Nasıl bir Tanrı’nın varlığı vacip ise, tekliği de vaciptir. Allah ikinci tanrının hâlikı olmaya muktedir değildir. Çünkü Allah mahluk olamaz. O halde Allah’ın veledi olamaz. Yani, yoktur değil, olamaz. Burada evlatlık ve babalık hilafet veya risalet anlamında mecazi olarak yorumlanabilir. O zaman teşbihte hata olmaz deriz. Nitekim rahman ve rahim de böyledir. Bütün sıfatlar mecazidir. Çünkü O’nun benzeri yoktur.
Burada “VELED” kelimesi nekire gelmiştir. Oysa Hıristiyanların veledi marifedir, Hazreti İsa’dır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz.
a) Burada kastedilenler sadece Hıristiyanlar değildir. Eski Mısırlılar, bugünkü Japonlar, Dalaylamacılar, krallarının tanrının oğlu olduğunu iddia ediyorlar. Bu sebeple nekire gelmiştir.
b) Hıristiyanlar Allah’ın bir oğlu olduğunu, başka bir oğlunun bulunmadığını iddia ediyorlar. Burada anlatılan Hazreti İsa’nın evlatlığı değil, oğulun tek olması, bir olmasıdır. Onların bu iddialarıdır. ‘Veleden vahiden’ anlamındadır. Müfessirler bu yorumu çokça yapmaktadırlar. Biz ise burada nekirelik anlamı yitirileceği için bu tür yoruma son olarak baş vururuz. Bununla beraber nekireliği de korumak şartı ile Hıristiyanların yalnız bir evlat edindi anlayışı kurallara uygundur. ‘Bu kimin oğludur?’ diye sorulduğunda, ‘Ahmet’in’ cevabına karşılık; ‘Ahmet’in kaç oğlu var?’ sorusuna, ‘bir oğlu var’ cevabını verirsiniz. Burada bir oğul nekiredir. Ama o oğul bilinmektedir. Ne var ki, soruya cevap verilirken marifelik işe karışmadığı için nekire ile ifade edilmiş olur.
c) Marife olan kelimelerin mecaz olarak gelmesi daha yatkındır. Nekireye mâni karine bulmak daha zordur. Hıristiyanların oğuldan maksat gerçek oğul kastettiklerine işaret etmesi için nekire gelmiş olabilir. Yani, mecaziliği bertaraf etmek için nekire gelmiş olabilir.
d) Veled alem olur. Muhammed’in tenvini gibi marifeliği değil, aleniyeti ifade etmiş olabilir. Bu da çok uzak bir yorum olur.
İnsanlar kendilerini yönetenlere Tanrı’nın oğlu vasfını izafe etmişlerdir. Bu bâtıl inanç burada dile getirilmektedir. Başkanı topluluğun vârisi kabul edenler geneldir. Padişaha zıllullah (Allah’ın gölgesi) denmiştir. Krallar devletin mâliki kabul edilmiştir. Diktatörler kendilerine tanrı dememişlerse de, kendilerine taptırmışlar veya çevresi taptırmıştır. Nitekim Demokrat Parti Mustafa Kemal’in ilkelerini berhava etmiş ama halkı ona taptırmıştır. Bu tapma putperestliği hâlâ sürmektedir. Mustafa Kemal tanrılaştırılmaktadır. Böylece halkın nefretini üzerine çekerek İstiklâl Savaşı küçültülmek istenmektedir. Oysa başkanlar topluluğun oğlu değil, kendileri de değil, sadece O’nun elçisidir. Resuller de Allah’ın elçileridir, oğulları değildir.
İsrail oğulları kendilerini Tanrı’nın oğulları olarak görmektedirler!
Hıristiyanlar ise bunu reddedip O’nun tek oğlu olduğunu iddia ediyorlar!
Nekrelerin bir özelliği de kıyasa daha müsait olmalarıdır. Marifeler icaza yani mecaz olmaya daha müsaittirler. Nekreler ise kıyasa daha yatkındırlar. Dolayısıyla diğer putlar da kıyas yoluyla bu ifadenin içine girer. Bilhassa insan tanrıların hepsi rahatlıkla kıyas edilebilir.
سُبْحَانَهُ (SuBXANaHUv) “O’nun subhanı.”
Mastar failine izafe edilebilir. “Kıyamuhu” dendiği zaman, onun kıyamı, onun kalkışı anlamına gelir.
Burada da “SUBHAN” masdarı Allah’a izafe edilmiş, bir tabir ortaya çıkmıştır.
“SEBEHE” uçmak ve yüzmek anlamındadır. Çekim kuvveti suyun kaldırma kuvveti ile yenilir, havanın direnme kuvveti ile yenilir. Bir de merkezkaç kuvveti ile yenilir. Bunların hepsinde hareket vardır.
Hareketle düşme kuvvetini yenmeğe sebh etmek denir. “O’nun subhanı” demek, düşmeyendir demektir. Yani, O hiçbir zaman böyle bir duruma gelemez, O’nun evlat edinme kabiliyeti yoktur. Çünkü O Tanrı’dır, tek Tanrı’dır. O’nun benzeri yoktur ve olamaz. Çünkü tecezzi etmez, temessül edilemez.
Allah’ın şirk üzerinde bu kadar şiddetli bir şekilde uyarısı, insanı insanlıktan çıkaran bir husus olduğu içindir. İnsan irade-i cüz’iyesi ile imtihan olmak üzere var edilmiştir. Dünyaya bunun için gelmiştir. Bunu ortadan kaldırdığınız zaman insanın asıl yaratılış hikmetini yok edersiniz. İnsan kopya çeken öğrenciye döner. Allah’ın halifesi olan insan O’nun dışındakilerin esiri olur ve hilafet görevini yapmamış olur.
Batılı şarlatanlar insanın yalnız Allah’ın kulu olmasını insanı küçülttüğünü söylerler. Maksatları insanın tanrılıktan düştüğünü, başkalarına tapacağına kendisine halife yapıp bağımsız hâle geldiğini ileri sürerler.
Oysa, Kur’an hep insanın izzetini korumak için şirke şiddetle karşı çıkmaktadır.
بَلْ (BaL) “Bel. Doğrusu.”
Allah ehaddır, sameddir. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Kendisinin var ettikleri dışında asla bir şey kullanmaz, çünkü yoktur. Kendisi var eder ve o var ettikleri üzerinde tasarruf yapar. Bu var ettiklerini de şuurlu varlıkları için var etmiştir. Bunlar melek, ruh ve insandır. Bunlar kâinatta O’nun halifeleridir. O’nun adına O’nun var ettiklerinden yararlanarak yaşarlar. Eğer bunlar olmasa, İlâhlığını yapmamış olurdu. Hilkat İlâhlığın ayrılmaz bir vasfıdır. Eskiden Yunanlılar, kâinat sonradan yaratılmış değildir, hep vardır diyorlardı. Çünkü Allah o zaman hâlik olmaz durumda olurdu diyorlar. Oysa Tevrat ve İncil bunu reddediyor. Bugün bu sorun çözülmüştür. Üç boyutlu kâinat bizim için sonradan var edilmiştir. Ama beş boyut içinde dört boyutlu uzay hep vardır.
Sonra Allah’ın bizim arştan başka arşları ve bu arş ve diğer arşlar içinde pek çok semâvât ve zemini olabilir. Dolayısıyla Allah her zaman haliktır. Zaman sonradan var olduğu için zaman dışı olan zaman içindekilere kıyas edilemez.
لَهُ (LaHUv) “O’nundur.”
Yer ve göklerin mülkü O’nundur. Kimse O’nun ortağı değildir, şeriki yoktur. Yer ve gökleri bölüştürmüş, onları kendi halifelerine yani görevlilerine vermiştir. Temlik etmemiştir; vermiştir. O’nun adına onu idare ederler. Yani, onun tâbi olduğu doğal ve sosyal kanunları değiştiremezler, ama o kanunlara göre oraları yönetirler. Bugünkü ilim kesin olarak ispat etmiştir ki, insanlar doğal kanunları değiştiremezler, sadece o doğa kanunlarını kullanarak yararlanırlar. Siz uçak yapabilirsiniz ama yerin çekim kuvvetini yok edemezsiniz. Havanın sürtünme kuvvetini yok edemezsiniz. Uçağın öz titreşimlerini kaldıramazsınız. Çünkü siz kâinatın mâliki değil, Malik’in halifesisiniz, görevlisisiniz. Kamu görevlisi nasıl kamunun koyduğu kurallar içinde görevini yapar, nasıl kural koyamaz veya kuralı değiştiremezse, insan da böyledir.
Tanrı ile mahluk arasındaki fark budur. Tanrı kural koyandır. Pozitif elektrik yükü ile negatif elektrik yükü arasında uzaklığın karesiyle ters orantılı çekme kuvveti koymuştur. Bunu istediği kadar büyük, istediği kadar küçük yapabilirdi. Ama o birini seçmiş, kimse bunu değiştiremez. Çünkü kâinatın mülkü O’nundur.
Ama bundan yararlanarak elektrik motoru ile treni yürütebilir. Biz hiçbir şeye mâlik değiliz. Biz sadece Allah’ın mülkü içinde onun kurallarına uyarak yararlanırız. Devlet içinde halk da böyledir. Memur-halk ayırımı yoktur. Yönetici-yönetilen yoktur. Herkes içtihadına göre amel eder, sonunda hesabını hakemlere verir.
İnsanlık bu ideale yaklaşmaktadır. Çocukluk döneminde nasıl rüşt yoksa, insanlık da yeni rüşte ermektedir. Ama Kur’an insanlığın rüştüne ait hükümleri de içerdiği için biz şimdi o mânâları kolayca anlıyoruz.
مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْض (MAv FIy elSaMAvVAvTı Va eLEaRDı)
“Semâvât ve arzda olanlar O’nundur.”
“Semâvât ve Arz” içinde yaşadığımız kâinatın adıdır. Dört boyutlu uzay yuvarlağının üç boyutlu yüzeyidir. Çapı 13.7 miyar ışık yılı kadardır. Işık hızına yakın hızla genişlemektedir. Öbek öbek yıldız kümeleri vardır. Yıldız kümeleri arası mesafe 2 milyon ışık yılı kadardır. Yıldız yığını hâlinde olan galaksimizin içinde bütün yıldızlar güneş gibidir. Yüz milyarla ifade edilen rakamlar kadar güneşler vardır. Bizim güneşimiz onlardan bir yıldızdır. Bizim gezegenimiz güneşin çevresindeki tek canlı gezgendir. Kâinat ve gezegenimiz yüze yakın elementten oluşmaktadır. Bunların birleşmesinden moleküller oluşur. Dağlar, dereler, göller, kayalar hep bunlardan oluşmuştur. İlk elementlerin dizileri ile canlının bedenine varılır. DNA’lar zincirinden oluşmuştur. Bunlar bitkiler âlemini oluşturur. Ayrıca elektriğin 01 devreleri ile sinir sistemi oluşmuştur. Bizim kullandığımız bilgisayarlar türündendir. Bunlar da hayvanlar âlemini oluşturuyorlar.
İşte bütün bunlar, kâinatın içinde mevcut olanlar “M”ı oluşturur. Galaksilerde, yıldızlarda ve güneşte mevcut sıcak yerlerde cinler, soğuk yerlerde insanlar olmak üzere bunlar üzerinde Allah’ın görevlileri vardır. Bâtın âlemde ise melek ve ruhlar vardır. Bunlar da Allah’ın halifesi olarak bu kâinatta olanları kullanarak yaşamaktadırlar. Böylece Allah’ın hâlıkiyetini ortaya koymaktadırlar.
Burada sorulacak bir sual vardır. “Mâ Fi’s-Semâvâti” demiş de, “Mâ Fi’s-Semâvâti Ve’l-Erdi Ve Men Fîhimâ” dememiş. Yani, insanları, melekleri, cinleri ve ruhları katmamış. Sadece “M” ile yetinmiş.
Bunun iki şekilde yorumu yapılabilir.
Biri, “M” “MEN”leri de içerir. Ama “MEN” “M”ları içermez. Yani “M” aklı olmayan varlıkları anlatır, “MEN” akıllı olan varlıkları anlatır. Ancak, eğer ikisi birden ifade edilecekse, “MEN” değil “M” kullanılır. O halde buradaki “M” insanları, cinleri, melekleri ve ruhları da içermektedir. Kur’an’ın başka yerlerinde bu nedenle Allah’tan bahsederken “MEN” yerine “M” ile de ifade etmektedir. “Vessemâi Ve Mâ Benahâ”daki “Mâ “MEN” anlamındadır. Allah ne “MEN”dir, ne de “M”dır. Allah bunların dışında bir şeydir. Dolayısıyla “MEN” ile de “M” ile de ifade edilebilmektedir. Mecazi ifadedir.
İkinci anlamı da; melek, ruh, insan ve cin memluk değildir. Yani, Allah’ın mülkü içinde değildir. Mâliki de değildir; halifesidir. Diğer yandan da ibadıdır. Abd eşya değildir. Kişiliği vardır. Dolaysıyla mülk yalnız Allah’ındır. Ama Allah’ın memluk dışında ibadı vardır. Onlardan burada bahsetmemektedir. Mülk sadece Allah’ın olunca ibadın da mülkü olmamış olur. Hazreti İsa mâlik değildir ki veled olsun. Veled olmak için vâris olmak gerekir.
ِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ(116) (KulLun LaHUv QAvNıTUvNa) “Hepsi O’nun için kânıttırlar.”
Buradaki “KÜLLÜN” kelimesi artık yalnız akıllı olmayan varlıkları içermez. Çünkü bundan sonra akıllı varlıklar için gelen erkek kurallı cem gelmiştir. “Küllün” kelimesinin sonundaki “NUN” hazfedilmiş bir kelimenin yerine geçmiştir. Yani, “M” ile kastedilen tümü anlamına gelir. O halde yukarıdaki “M” kelimesi insanları, melekleri ve ruhları da içermektedir. Onlar da Allah mülkünün içindedirler. Yahut zımnen akıllılar da akılsızlar da anlamındadır. “Küllün Min Gayri Zi Ukul Ve Zi Ukul” demek olur. O zaman “M” insanları ve diğerlerini içermez.
“LEHU”nun iki mânâsı vardır, O’na demek olur. Yani, kâinatta ne varsa, akıllı olmayanlar veya akıllı olanlar ve olmayanlar hepsi O’na kunut etmektedir. Yüzünüzü konuşana doğru çevirip onu dikkatlice dinlemek, kulak kesilmek demektir. Bu anlamıyla kâinatta mevcut her şey O’nun kanunları içinde hareket eder, kimse onların tâbi olduğu kuralları değiştiremez demektir. Doğa kanunlarını, sosyal kanunları kimse değiştiremez. Sadece onlardan yararlanılarak işler yapılır.
Bu şekilde anladığımız zaman insanlar ve eşyalar “M” içinde toplanmıştır. Ama çoğul yapılırken şuurlu varlıklar galip getirilmiştir. Şuursuz varlıklar, şuurlu varlıklar aracılığı ile emir alır ve hareket ederler.
Topluluk içinde düşündüğümüzde halk kamuya ait görevlerini devlet görevlilerinden öğrenir. Böylece devlet görevlilerinin emretme yetkileri yoktur, ama insanlara görevlerini hatırlatma görevleri vardır.
Polis ‘kırmızı ışıkta geçme’ der, ama geçenin geçmesine mâni olmaz, silahını ve copunu kullanmaz. O kimse kırmızıda geçer. Cezası ne ise onu kendi arzusu ile öder. Ödemezse, yargı önünde hesap verir.
Demek ki, bizdeki trafik şöyle çalışacak. Trafik işaretleri olacak. Trafik polisi bulunacak. Ama trafik işaretleri gibi trafik polisi de sürücüye müdahale edemeyecek, cezayı yazıp tebliğ etmeyecektir. Kırmızıda geçen kişi gidecek ve trafik vakfına cezası ne ise yatıracaktır. Yatırmazsa, polis bunu mahkemede ispat ederse, sürücüye ağır ceza verilebilir. Çünkü herkes kamuya hesap vermekle yükümlüdür, görevliye değil.
Kamu da hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargıdır.
“Adil Düzen”in bel kemiği budur. Her Adil Düzen Çalışanı bunu iyi kavramalıdır.
Allah Kur’an’da, bir taraftan kendisinin kâinatı nasıl tedvir ettiğini öğretmekte, diğer taraftan da kıyas yoluyla bizim devleti nasıl yönetmemiz gerektiğini öğretmektedir. Hazreti Peygamber’in bu konuda bize sözü rivayet edilir: Allah’ın hilkati ile tahalluk ediniz. Biz her söze kulak verdiğimiz gibi hadislere de kulak veririz. Kur’an’la uyuşanı alırız, uyuşmayanı reddederiz. Hazreti Peygamber’in bunu emreden hadisi vardır.
***
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (BaDIyGu elSaMAvTı Va eL ErWı) “Semâvât ve arzın bedîidir.”
“Allah bir veled ittihaz etti” dedikten sonra, Allah’ın sıfatlarını saymaktadır. Önce sübhandır denmiş. Semâvât ve arzın mülkü O’nundur denmiş. Herkesin O’na kunut ettiğini belirtmiş.
Şimdi de “Semâvât ve arzın bedîidir” denmiştir.
Bunlar arasına “Va” harfi koymamıştır. Cümleler nekire olduğundan Allah’ın sıfatları olmazlar. Bunların hepsi hâl olabilirken, Allah böyle birisi iken, “Allah bir veled ittihaz etti” denmiş olur.
Yahut, bunlar haberdir. Mübtedaları mahzuftur. Hangisini kabul edersek edelim, doğrudur.
Allah böyle birisidir anlamı çıktığı gibi; Allah böyle iken onlar ‘veled ittihaz etti’ diyorlar!
“BEDEA” “BEDEE” ile akrabadır, “BEDEE” de “BEDEYE” ile akrabadır. “BADİYE” ucu görünmeyen düzlük, ova veya çöl demektir. “BED” demek, çöl göründü, ortaya çıktı demektir. “BEDİR” kelimesi de buradan oluşmuştur. “BED’ET” çölün başladığı yer demektir. Bir şeye başlamak anlamında mastardır. “BEDEA” ise bir şeyi yeniden icad etmek demektir.
Allah kâinatı yoktan var etmiştir. Kâinatı var ederken başka malzeme kullanmamıştır anlamı çıkar. Semâvât ve arz için bu söylenmektedir. Bununla beraber, malzeme kullansanız da, eğer mekanizması yeni ise o da bidattır. İcadın Kur’an’daki adı bidattır.
Kâinatın yaratılışı çok büyük bir olaydır. Allah önce dört çeşit madde var etmiştir. Pozitif ve negatif yüklü pozitif madde, pozitif ve negatif yüklü negatif madde. Birincisi bizim zahiri âlemi, insan ve cinlerin yaşadığı âlemi; ikincisi melek v e ruhların yaşadığı bâtıni âlemi oluşturur. Elektromanyetik çekme, itme, atalet ve hızların oluşturduğu kuvvetler konmuştur. Birkaç kanun ile kâinatı oluşturmuştur.
Bu kadar basit ilkelerle işte bu karmakarışık kâinat oluşmuştur.
Bunların hepsi matematik kanunlarına uygun olarak çoğalmış, mantık içinde çoğalmıştır. Elinizde kaç bilinmeyen varsa, o kadar da denkleminiz varsa, bütün bilinmeyenleri çözersiniz. Çözümler sayılıdır.
Kâinatın her atomu için bir denklem yazılmıştır. Zaman değişkeni konmuştur. Zerreler kanunlara tâbidir. Ama o kanunlarla birbirine bağlanan zerreler, tek çözümlü sonuçlar vermektedir. Yani, zerre kadar da denklem vardır. İstenen kâinat bu denklemlerin zamanla çözümü ile oluşmaktadır. İşte zerre kadar matematik denklemi yazıp kaderi çizdikten sonra, zerreleri var edip düğmeye basması ile kâinat çarkı dönmektedir. Biz bugün ancak bir bilinmeyenli üçüncü ve dördüncü dereceye kadar denklemleri çözebiliyoruz. Kuantum sayısı kadar, belki de o kadar derecede bir denklemler takımını yazmak, sonra da onları fizikman realize etmek.
İşte Allah’ın matematiksel tanımı.
Bunları yapanın oğula ihtiyacı yoktur. Hele insan gibi basit bir varlık O’na nasıl evlatlık yapacaktır?
Biz hayatımızda küsûrları atarak hesap yaparız. Mesela doktorlar yüzde birden küçük olanları yok sayarlar. Mühendisler de binde birden daha ileri gitmezler. Daha ince hesap yapabilsek bile onu gerçekleştiremeyiz. Zerre sayısınca denklemlere ayrı çözümlere varabilmek için belki de zerre kadar küsûrlara gitmemiz gerekir. Bunun başka ifadesi sonsuz kavramıdır. Üç beşe eşit değildir. Ama sonsuzun yanında bunların hepsi sıfır olur, dolayısıyla eşitleşir. Allah sayıların yanında sonsuz demektir. Hiçbir sayı sonsuzla kıyaslanamaz.
Sonsuz + İstediğin Sayı = Sonsuzdur. Sonsuz * İstediğin Sayı = Sonsuzdur.
Sonsuza sayı ekledim deseniz neyi ifade eder? Allah’a oğul izafe etmek, sonsuza sayı eklemektir.
وَإِذَا قَضَى أَمْرًا (Va EiÜAv QaWAy EaMRan) “Bir emri kaza ettiğinde.”
Yukarıda subhan, mülkiyet, kunut, bedî’ olmak üzere dört hâl veya vasıf haber olarak bildirilmiştir. Aralarında “VE” harfi yoktur. Şimdi “VE” harfi ile atfetti. “İZ” getirdi. Yukarıda anlatılanlar hep kaderdi, proje idi. Kader yani proje şimdi yürümektedir. Projenin uygulaması yapılmaktadır. İşte bu nasıl olmaktadır?
Kader film şeridi gibidir. Tüm senaryolar filme çekilmiş durumdadır. Filimden farklıdır. Film iki boyutludur, yüzeyseldir. Kâinatın filmi ise hacimseldir. Üç boyutludur. Bu filim ekrana aksettirilmemektedir. İnsanlar filme doğrudan gözleri ile bakmaktadırlar. Seyretmenin yerini onu yaşama almıştır.
Başka bir özelliği de, filimler alternatifsizdir. Tek düze oynanır. Oysa kâinat filmi alternatiflidir. İnsan istediği varyantı seyreder.
Burada önemli bir husus ortaya çıkmıştır. O da 20. yüzyılda ispatlanan zamanın da kuantumlu yani parçacıklardan oluştuğudur. Yani, kâinat yanıp sönmektedir. Tıpkı film gibi atlaya atlaya gidilmektedir. Sürekli değildir. Parçalanmaz cüzlerden oluşur. Her zaman içine girme bir oluştur. Yani, kâinat saniyenin milyonda biri kadar zaman içinde yok olup var olmaktadır. Başka bir ifade ile, biz bir sahneden ikinci sahneye geçmekteyiz. İşte bu geçişlerden her biri için Allah emir vermektedir. Geç diyor, geç diyor. Yani, filmi elle çevirdiğimizi düşünün, Allah kâinatın filmini kendisi çevirmektedir. Zaman geçen film sayısı ile ölçüldüğü için yavaş veya hızlı çevirmesi bize etki etmez.
“Emri kaza etmesi” demek, senaryosu ve filmi hazır kâinatın her filmine geçerken O’nun emri gerekmektedir. 20. yüzyılın matematiği, geometrisi ve fiziği bunun böyle olduğunu ispatlamıştır. Teknik uygulamalar da bunun böyle olduğunu kolay açıklamaktadır.
Biz bu açıklamaları “kaza” kelimesine dayanarak yapıyoruz. Kader projedir, kaza da uygulamadır. Kader dört ve beş boyutlu uzayı düzenleme, yani kâinatımızın senaryosunu yazıp filmini çekmedir. Kaza ise o filmin oynaması, seyredilmesidir. Kâinat için yaşanmasıdır. İnsanın duyma araçları ile onları idrak etmesidir.
فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ (Fa EinNa MAv YaQUvLu La HUv KuN) “Ona sadece kün diye kavleder.”
Filmin kolunu oynatır. Bir filmi atlatarak gösterir. İnsanlar için, cinler için, melekler için ve ruhlar için yeni filmin karesi gelir ve kâinatta değişmeler olmuş olur. Ne var ki, Allah bunu kol kuvveti ile yapmamaktadır. Çünkü O’nun buna ihtiyacı yoktur. Sadece otomatik sesten anlayan filim makinesi gibi biri başına geçse, ‘dön, dön’ komutları verse ve o da dönse. Allah da bu kâinata işte bu komutları vermektedir.
Buradaki “KÜN” sözü, o filmin çarkının anlayacağı dildir. Arapça olması gerekmez. Rakamsal da olabilir. Bizim bilmediğimiz bir anlaşma aracı olabilir.
فَيَكُونُ(117) (FaYyKUuNu) “Olur.”
Emir hep böyle gerçekleşir. Burada insan iradesi de sözkonusudur. İnsan iradesi nasıl devreye girer?
İnsan cüzi iradesi ile alternatif filmlerden istediğine işaret eder. Planda belirsiz bırakılmış alternatifler belirli hâle getirilmiştir. Bunu başka şekilde şöyle ifade ederiz. Allah’ın kaderi hazırdır. İnsan, cin, melek ve ruh müdahale etmezse o plan geçerlidir ve her seferinde Allah’ın “kün” emriyle yeni kâinat var olmaktadır. Ama eğer insan, melek, cin ve ruhların bir isteği olursa, Allah da onu dilerse, kaderde yani planda değişiklik yapılır. Allah o yeni plana “kün” der ve o da “feyekûn/olur”. Burada “emr”in nekire olması her “kün”den sonra başka bir oluş olacağındandır. Yahut alternatif planlardan birisinin uygulanması nedeniyledir.
Eskiden savaşlar cephe savaşları ve günlük savaşlar şeklinde olurdu. O anda komutanın aklına ne gelirse onu emreder, ordu da onu yapardı. Şimdiki savaşlar ise planlı-projeli yapılmaktadır. Ne var ki, düşman eğer planı bilirse savunma planını hazırlar. Savunma da saldırıdan daha kolay olduğu için başarı şansını yok eder. Gizlenme de mümkün değildir. Onun için alternatif planlar hazırlanır ve komutanın onayı ile arşivlenir. Savaşa girişileceği zaman komutan o planlardan birini seçer. Dolayısıyla düşmanın tedbir almasına imkan vermez. Böylece savaş planlı-projeli ama alternatifli yapılmaktadır.
Allah da her şeyi takdir etmiştir. Kullar da bunları bilebilmektedir. Ancak günü geldiğinde halefleri hangi planı seçeceğini insanlar ve cinler, melekler ve ruhlar bilmedikleri için kader ile kaza bizim için ayrılmaktadır. Allah için gelecek olmadığından O her şeyi bilmektedir.
***
وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ (Va QAvLa elLaÜIyNa LA YaGLaMUvNa) “Bilmeyen kimseler kavlettiler.”
Burada harfi tarif gelmiştir. Oysa bundan önceki haberler hep harfi tarifsiz gelmişti. Sadece “Subhanehu”nun sonuna “Bel” getirilmiştir.
Kur’an’ı yorumlamada karşılaşılan sorunların başında harfi tariflerin neleri belirlediğidir. İki üç âyet önce aynı deyim geçmişti. Bilmeyen kimseler de böyle söylemişlerdi. Yani, Yahudiler bir şey üzerinde değildir, yahut Hıristiyanlar bir şey üzerinde değildir. Onların söylediklerine benzer sözler söylediler denmişti.
Şimdi de aynı ifade tekrar kullanılıyor. Demek ki bu “VE” harfi bu cümleyi oraya atfetmektedir. Söyleyenler aynı kimselerdir. Burada ellezîne âmenû, ellezîne keferû, ellezîne eşrakû gibi bir gruptan daha bahsetmektedir ki; onlar da “ELLEZÎNE LÂ YA’LEMÛNE”dir. Yani, mü’min insanlar vardır, kâfir insanlar vardır, müşrik insanlar vardır; bir de “bilmeyen insanlar” vardır.
Burada dikkat edilecek husus, diğerleri hakkında fiili mâzi kullanmış olduğu halde, burada fiili muzari kullanmıştır. Bu aynı zamanda istitaa mânâsını taşır. Bilmeyenler değil de, bilemeyenler böyle söylediler mânâsındadır. Muzari kullanılması buna işarettir.
Diğerleri müsbet fiillerle tanımlandığı halde, bunlar menfi fiillerle tanımlanmaktadır. Bunlar kendilerine mukni delil ulaşmamış kimselerdir. Mukni delillerle karşılaşmadıkları için bilememekte olan kimseler böyle söylerler diyor. “ELLEZÎNE” ile geldiği için bunlar da kişilikleri olan cemaatlerdir. Buradaki harf-i tarif ahd için değil de, cins için gelmiştir. Bu tip insanlar böyle demektedirler.
“KÂLE” mâzi fiil ise de, Kur’an şimdi de yeniden nâzil olmakta olduğu için bundan önce diyen kimselerin hepsini içermektedir. Bunların ortak özellikleri nedir? Başta orada onların içinde ümmiler vardır, kitabı ilmetmezler diyor. İnsan ne kadar cahil olursa o kadar kendisini dünyanın en akıllı insanı zanneder. İlmi arttıkça, kendisinin çözemediği problemleri başkalarının çözdüğünü gördükçe, başkalarını küçümsemez, onlar bir şey değildir demez. Başkalarının bir şey üzerinde olmadığını iddia edenler, bilmeyen kimselerdir.
Kendimiz böyle bir hastalığa düşmemeliyiz. Bilmeliyiz ki, her ilim sahibinin üstünde bir alim vardır. Bizim böyle bir enenin küfrü içine düşmememiz için bize muhalif olan, bizimle tartışan kimselerle tartışmayı büyük ibadet sayıyoruz. Hattâ bize hakaret etseler bile biz tahammül ediyoruz. Tartışmada hemen kendilerini methedip bizi zemme kalkışıyorlar. Biz zaten iyi insan olduğumuzu iddia etmiyoruz. Hattâ fikirlerimizin doğru olduğunu da iddia etmiyoruz. Biz böyle sanıyoruz. Sizinle tartışarak hatamızı düzeltmek istiyoruz. İyi insan değiliz ama iyi insan olmak için çabalıyoruz. Tartışanlar meseleyi kişiliğe döküyor, benim kötü olmamla fikirlerimin yanlış olduğu meselesini birlikte götürüyorlar. İşte böylelerinin düşünceleri ehli kitap olmayanların düşünceleridir.
لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللَّهُ (LaV YuKalLiMuNav elLAHu) “Allah bizimle tekellüm etmeliydi.”
İbranilere kitap geldi, Araplara kitap geldi de, bize niye gelmedi derler.
Bir defa Allah geçmişte bütün topluluklara peygamberler gönderdi. Göktürk kitabelerini okuduğunuz zaman onları Tevrat’tan daha çok Kur’an’a yakın görürsünüz. Şamanizm inanışını tetkik edin, hemen orada da Allah’ın vahyini görürsünüz. Kitapların tekleştirilmesi ise insanların bir inanış etrafında toplanıp tek millet olmaları içindir. Hazreti İbrahim ilmi lâikleştirdi. Hazreti Musa şeriatı lâikleştirdi. Hazreti Davut ekonomiyi lâikleştirdi. Hazreti İsa peygamber ise dini lâikleştirdi. Lâikleştirdi demek, vahiysiz yani vahiy almadan, eski vahye dayanan kitaplarla işleri yapabilme demektir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm ise bunların dördünü bir araya getirdi ve hepsini bir düzen olarak sundu. Yani, Allah ne İsrail oğullarına, ne de Araplara iltimas etmedi. Sadece görev birisine verileceği için onları görevlendirdi.
Herkes ‘ben neden cumhurbaşkanı değilim’ diyemez ve bu mantıkla devlete itaatten kaçınamaz. Herkes imam olamaz. Cemaatten biri imam olmalıdır. Allah herkesle ayrı ayrı tekellüm etseydi, o zaman ona söylenen her söz “Kün” olurdu ve kişinin iradesi kalmaksızın “Fe Yekünü” olurdu. Biz Allah bunu niçin böyle yaptı deyip sorgulayamayız, O’nun avukatlığını yapamayız. Allah böyle istedi, böyle yaptı diyeceğiz. Biz ne yaptığını ve ne yapmak istediğini öğrenme durumundayız. Biz tanrı değiliz ki O’nunla tartışalım. Sen bizi niye var ettin de diyebiliriz. Ama bunu da söyleyecek yetkimiz yoktur. O fe’aalun limâ yüriddir.
Sovyetler’de tanrısızlığa inandırmak için her çareye başvurmuşlar, madem görmüyoruz o halde tanrı yoktur demişlerdir. Bir odaya birkaç örenci toplamışlar. Öbür odadan filanı çağırın denmiş, çocuk cevap vermiş. Sonra filanı çağırın denmiş, o da cevap vermiş. Böylece olanların isimlerini saydırmış, hepsi cevap vermiş. Sonra olmayanları çağırtmışlar, cevap verilmemiş. Niçin? Çünkü yok idiler. Şimdi de tanrıyı çağırın denmiş, cevap yok! O halde tanrı da yoktur diye ispat etmişler! Allah’a dua edin de ekmek göndersin demişler; ekmek gelmemiş. Lenin’e dua edin dendiğinde ekmekler yağmış! Bunların hepsi hokkabazlıktır.
Devlet cevap veriyor mu? Ama vardır. Yirmi yaşına gelen delikanlıyı askere çağırırlar, itirazsız gider. Kim çağırıyor? Cumhurbaşkanı mı? Hayır. Falan mı? Hayır. Kim çağırıyor? Devlet çağırıyor. Bir düzen var, o düzen çağırıyor. Hakim idam kararını verir. Kişi idam edilir. İdam eden kim? Cellat mı? Elbette değil.
Her adımımızı attığımızda bizi zorlayan bir kuvvet vardır. Bu kuvvet bizim her yaptığımızı görmektedir. Ama bizim o kuvveti görmemiz mümkün değildir. Direkt onunla konuşmamız da mümkün değildir. Ama biz onunla konuşuyoruz. Savcı ifade alırken o alıyor, hakim soru sorarken o soruyor, karar alırken o alıyor. Devlet her yerde vardır ama hiçbir yerde doğrudan bizimle konuşmaz. Allah devlet gibi bir güçtür.
Kendilerine kitap verilmeyenlere de kitap gelmiştir. Kur’an bütün insanlığa gönderilmiştir. Diğer dört dinin kitaplarını da Kur’an teyit edip beşerileştirmiştir. Böylece hiçbir kavim bize kitap gelmedi diyemez.
Biz Adil Düzencilere düşen bu kitabı dünyanın bütün dillerine ulaştırmadır. Yeryüzünde iki bine yakın dil tesbit edilmiştir. Bunların çoğu aynı dildir. Biz bin dil varsayıyoruz.
On aile bir dili rahatlıkla yaşatır. On hane on aile demektir. Demek ki, on bin evlik bir site dünyanın bütün dillerini bir araya getirir ve öğretir. Buraya gelenlere işyerlerini de kurmalıyız. Gelenler burada Kur’an’ı mânâsıyla öğrenecek ve tefsir edecek seviyeye yükselecekler. Sonra birer meslek de edinmiş, hattâ sermayelerini de biriktirmiş olarak memleketlerine döneceklerdir. İşte onların kendi dillerine çevrilmiş Kur’an mealleri onlara Allah’ın gönderdiği kitap olacak, onlarla böyle konuşmuş olacaktır.
أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ (EaV TaETIyNAv AYaTun) “Veya bize bir âyet ita edilmeli idi.”
Kur’an’ın Allah sözü olduğu ve kâinatın bir tek var edicisinin eseri bulunduğu, yaratıcının her şeyi eksiksiz yarattığı, bizim O’na karşı sorumlu olduğumuz, insanın ve dolayısıyla topluluğun Allah’ın halifesi olduğu gibi hususlar, bugün iki yoldan bilinmektedir. Ya gelen peygamberler mucize göstererek söylediklerine inandırdılar veya müsbet ilmin verileri ile bunlar tesbit edilmiş bulunuyor.
Onların ‘Allah bizimle konuşmalı’ veya “Allah bize Musa’ya verilen mucize gibi mucize vermeli’ deme hakları vardır. Çünkü bilmiyorlar. Ama ister nakil ister akıl yoluyla olsun, bilen ilim sahiplerinin böyle bir söz söyleme hakları yoktur. Onlar ilimlerinin gereği olarak inanacaklar ve ona göre amel edecekler, bilmeyen cemaatlere bildirecekler ve öğreteceklerdir.
Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım. 33 kilo patates aldınız; kilosu 17 liradan. Siz çarpmayı biliyorsanız, çarparsınız; 561 lira eder. Onu ödersiniz. Sizin buna itiraz etmenize imkan yoktur. Ama çarpmayı bilmiyorsanız, ne yaparsınız? Ya itimat ettiğiniz bir kimseye başvurursunuz, o size kaç lira vereceğinizi söyler, ona inanırsınız. Bu tekellümdür. Ya da her kilo için ayrı ayrı 17’şer lira ödersiniz, sonra onları sayarsınız ve onun da 561 lira olduğunu görürsünüz. Bu ikinci yol âyettir, kanıttır. Ama onun anlayacağı türden bir kanıttır.
Bu âyet bize şunu bildirmektedir. Bilmeyen kimselerin ya Allah’ın kelamı ile karşı karşıya gelme, ya da kanıt isteme yetkileri vardır. Bilememek mazerettir. Bilmemek mazeret değildir. Bu sebepledir ki peygamberler tebliğlerini namazla yani toplanıp öğrenmekle işe başlamışlardır. Biz de hep şunu iddia ediyoruz. Kimse bizim sözlerimizi kabul etmek zorunda, hatta yetkisinde değildir. Bir araya geleceğiz, birbirimize hakkı tavsiye edeceğiz. Birbirimize sabrı tavsiye edeceğiz. İşte o toplantılarda Allah hem insanlarla konuşmuş olur, hem de onlara âyetini gösterecektir. Çünkü ilim onların yerine geçecektir. Kur’an’dan sonra ne vahiy vardır, ne de mucize. Kur’an’dan sonra bunların yerini ilim almıştır. Bunları biz değil, Kur’an söylemektedir.
كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ (KaÜAvLiKa QAvLa elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM)
“Onlardan öncekiler de böyle dediler.”
Kur’an gelmeden önce de peygamberler geldiler. İnsanlar onlara ‘Allah bizimle konuşsun’ yani vahiy bize gelsin demişler, ya da mucize istemişler. Bunu istemek insanların doğal haklarıdır. Mucize görmeden onların inanmasını istemek elbette doğru olmaz. Kur’an’dan sonra artık vahyin ve mucizenin yerini ilim almıştır.
“Adil Düzen”in görevi “Adil Düzen” ile insanlığa Allah’ın mucizesini göstermektir. İnsanlığın saplandığı çıkmazdan insanlık çıktığı zaman Kur’an’ın İlâhi bir kitap olduğunu herkes görmüş olacaktır. Sorunları çözen düzen “Adil Düzen”dir. “Adil Düzende İnsanlık Anayasası”nı okuyanlar âyeti orada görecekler, Allah’ın sözlerinin aktarımlarını orada bulacaklar. Kur’an hem Allah’ın kelamıdır, hem de O’nun âyetidir.
مِثْلَ قَوْلِهِمْ (MiÇLa QAVLiHiM) “Kavillerinin mislini kavlettiler.”
İnsanın yaradılışı budur. Bir şeye inanması için aklî veya naklî delil ister. İnsanlar delilsiz ikna olmazlar. İnsanlık büyük zulümatın içindedir, karanlıklarda nereye gideceğini bilmiyor.
Madem ki Allah Kur’an’ı bize nasip etti, madem ki Kur’an’ı asrımızın ilimleri ile yorumlamayı bize öğretti; bizim bunları insanlığa sunmamız ve onları bilmeyenler güruhundan çıkarmamız gerekir. Biz çıkarmayacağız, Allah çıkaracaktır. Biz görevimizi yapmazsak, o başka görevliler atar. Olan bize olur.
تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُم (TaŞABaHaT QuLUvBuHuM)
“Kalbleri teşabuh etti. Beyinleri birbirine benzedi.”
İnsanın fıtrî yaratılışı vardır. İnsanın bu yapısını değiştiremezsiniz. İnsanın beyni aynı genleri taşımaktadır. Olanı olduğu gibi kabul etmek gerekir. Kur’an bize sosyoloji dersi vermektedir.
Allah’tan bize yeni kitap nâzil olmamaktadır. Elimizde mucize de yoktur. O halde tek silahımız kalmıştır, o da ilimdir. İlmin gerçek ilim olduğunu kanıtlayan da uygulamadır.
Önce Adil Düzen apartmanını oluşturacaksınız. Orada şeriat hükümlerini uygulayacaksınız. Şeriat hükümlerine uymak istemeyenler apartmandan ayrılıp gitmelidir. Onun maddi hakkı sizde kalmamalıdır. Giden de memnun kalan da memnun olmalıdır. Burada oluşturacağınız düzenden yararlanarak sonra bin hanelik bir site kurmalısınız. Orada Adil Düzenin hükümleri uygulanmalıdır. Örnek bir site olacaktır. İnsanlığın dört dörtlük âfetlerine karşı tedbirler alınmış olacaktır. Adil Düzen Çalışanları bundan sonra on bin hanelik dil siteleri kuracaklardır. İşte burada ilim her kavme kendi dilleri ile öğretilecektir. Yoksa insanın beyni aynı beyindir.
III. bin yıl uygarlığına bunları yapan kanallardan gidilecektir.
ْ قَدْ بَيَّنَّا الْآيَاتِ(QaD BayYaNa eLEAvYATı) “Âyetleri beyan etmekteyiz.”
“QAD” maziyi hâle kadar getirir. Sadece “Beyyennâ el-Âyâti” demiş olsaydı, geçmişte beyan ettik mânâsı çıkar. “Qad” başa gelince, geçmişte âyetleri beyan ettik, şimdi de etmeye devam ediyoruz anlamı çıkar.
Türkler hâli geleceğin başlangıcı olarak gösterirler. Araplar ise geçmişin hâlen sürmekte olduğu ile ifade ederler. Kur’an âyetleri Kur’an nâzil olduğu zaman beyan edilmemiştir. Oysa şimdi Kur’an ayetleri dağlar kadar ilmi eserlerle yorumlanmış bulunmaktadır. Son yorum ise Akevler ekolünün yorumudur, “Adil Düzen” yorumudur. İlim sahipleri bunu kolayca bilebilmektedir.
Görülüyor ki, Kur’an bilmeyenlerin sözlerine bir azaptan bahsetmemektedir. Âyetlerini beyan ettiğini bildirmektedir. İşte âyetlerin beyanı Adil Düzencilerin anlatmasıdır. Birkaç sene sonra insanlık “Adil Düzen”i anlayacak ve bunun savaşını vermeye başlayacaktır. Dinleri topluluk dışına bırakan Batı anlayışı lâikliğin yerini, dini baskıyı kaldırıp dinleri uzlaştıran bir lâikliği insanlık benimseyecektir. Ekseriyet demokrasisinin yerini hicret demokrasisi alacaktır. Aidatlı sigortanın yerine zarara iştirakli dayanışma güvenliği gelecektir. İlim ise sermayenin veya siyasetin emrinde olmayacak, ilim bütün bunların yollarını aydınlatacaktır.
لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ(118) (Lı QaVMin YUvQıNUNa) “Ikan eden bir kavme beyan etmekteyiz.”
Burada kavim nekiredir. Yakın getiren kavme ıkan ediyoruz.
Bir problemin çözümünü isterseniz o problemi çözersiniz, ama o problemi çözmeye çalışmazsanız hiçbir problem kendiliğinden çözülmez. Kur’an’ın âyetlerini anlayabilmek için bir cemaatin bunun üzerinde çalışması gerekmektedir. Bir kavmin bine yakın rasihi olacaktır. Bu rasih cemaatin her şeyden önce problemin çözüleceğine inanması gerekir. Sonra da madem ki ben varım, benimle beraber problemler de gelecektir. Ama beni var eden bu problemlerin çözümünü de var etmiştir. Sorun onu okuyup öğrenmedir. İşte yakın getiren topluluğa Allah âyetlerini açıklatır; İslâm deyip padişahlara tapan, İslâm deyip şeyhlere tapan topluluklara değil.
Yakın getiren kavim için âyetlerimizi açıklamış oluyoruz. Yakın getiren topluluk önce hakkın var olduğuna inanmakta, hakkın ne olduğunu aramaktadır.
Yer altında maden var bilirsiniz, ama nerede olduğunu bilmezsiniz, onu ararsınız. Hakkın var olduğunu kabul edip o hakkı arayan kavme âyetlerimizi açıklıyoruz denmektedir.
Başka bir tesbitte her kavim için âyetler farklı açıklanmıştır. Âyetler marifedir ama kavim nekiredir.
***
إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ (EinNAv EaRSaLNAvKa BiLXaqQı) “Seni hak ile irsal ettik.”
Burada irsal olunan başta Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Ondan sonra o hakkı tebliğ ile yükümlü olan bütün mü’minlerdir; nebilerin vârisi olan âlimlerdir; resulün vârisi başkanlardır. Beyanla mükellef olan Adil Düzen Çalışanlarıdır. Diğer İslâm cemaatleridir.
Buradaki “HAK” nedir? Hak, Kur’an’dır ve onun beyanıdır. Yani, müsbet ilmin verileridir. Gerek hak olsun, gerek müsbet ilim olsun, icma ile kesinlik kazanır. Kur’an’ın kati beyanları ile ilmin kati sonuçları arasında tearuz yoktur. Yani, Kur’an’ın bildirdiği hak ile müsbet ilmin bildirdiği hak arasında ayrılık yoktur. Ortak taraflarını anlatırlar. Hakkın bazı taraflarını Kur’an anlatır, müsbet ilimde bulamayız. Hakkın bazı taraflarını müsbet ilim anlatır, biz onu Kur’an’dan anlamamış oluruz. Kur’an’da her şey vardır.
بَشِيرًا وَنَذِيرًا (BaŞOIyRan Va NaZIyRan) “Beşir ve nezir olarak irsal ettik.”
İyilikler yaparsanız karşılığını bulursunuz. Kötülükler yaparsanız yine karşılığını bulursunuz.
Sadece haber vericidir. İyilik veya kötülük yapacak olan Allah’tır. İnsan kendi elleri ile yaptığının cezasın çeker. Peki, başkanların cezalandırma yetkileri yok mudur? Kol kesmiyor mu?
Bu anlayış ilkel anlayıştır. Bugün cumhurbaşkanı gardiyanlık yapmakta mıdır, hakimlik yapmakta mıdır? Ne başkanın ne de alimin ceza uygulama yetkisi yoktur. Ceza hakemlerden oluşan yargı tarafından verilmekte, infaz dayanışma birliklerinin oluşturduğu akileler tarafından yapılmaktadır. Askeri güç infazı yerine getirmektedir. Kaldı ki, iktidar olmadan önce görevin tamamı beşir ve nezir olmaktan ibarettir.
Kur’an’daki bu âyetlerin nesh olduğunu ileri süren, bunların Mekke emirleri olduğunu söyleyenler vardır. Oysa, işte size Medine’de inmiş sûredeki ifadesi bu. Dinde ikrah yoktur, sadece dine şamil değildir. Düzende ikrah yoktur. Nefsi müdafaa vardır. Kısas hükümleri vardır. Bu konuda dayanışma vardır. Yoksa hakem kararları olmadan insanların diğer insanlara hükmetmeleri yoktur. Sadece uyarma ve sevindirme vardır.
وَلَا تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ(119) (Va Lav TuSEaLu GaN EaÖXABı elCaXIyMı)
“Cehim ashabından sen sual olunmayacaksın. Onlardan sen sorumlu değilsin.”
“ASHAB-I CEHİM” kimlerdir? Ashab-ı cehennem değil, Ashab-ı nâr denmeyip “ASHAB-I el-CEHİM” deniyor. “Cehennem” de fırındır, “CEHİM” de fırındır. Birinde ekmek pişirilir, ona tandır diyoruz. Diğerinde madenler paslarından ayrılır. Bu kelimelerin kökleri de birbirine yakındır. Cehim, tabandır demektir.
Bunlar bir cehennemin adıdır. Yoksa ayrı ayrı cehennemdir.
Kur’an’daki bu kelimeler ele alınmalı ve kimler için hangisi kullanılmıştır, karşılaştırılmalıdır.
Nâr, Cehennem, Cehim, Sa’îr adları aynı yerin değişik özellikleri midir, yoksa değişik yerler midir? Bu bir doktora tezi olabilir. Ama sizlere bunları araştırmada vakit kaybetmenizi tavsiye etmem. Oralara gitmeyi aklınızdan bile geçirmeyin. Ne yapın edin, kendinizi cennetin kapısının eşiğinden içeri atmaya çalışın.