BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2482 Okunma
bakara 62-69

ADİL DÜZEN 355

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 17. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(62)

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمْ الطُّورَ خُذُوا مَا آتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ(63)

ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنتُمْ مِنْ الْخَاسِرِينَ(64)

وَلَقَدْ عَلِمْتُمْ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ(65)

فَجَعَلْنَاهَا نَكَالًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِينَ(66)

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا (EinNa elLaÜIyNa EavMaNUv)  “İman etmiş olan kimseler.”

Yeryüzünde “İslâm” yani “barış ülkeleri” vardır. Buralardaki nizalar ve anlaşmazlıklar hakemler vasıtasıyla çözülür. Taraflar birer hakem seçerler, hakemler de bir baş hakem seçerler. Hakemlerin verdikleri kararlara taraflar rıza gösterirler ve kararlar infaz edilir. Hakemler aleyhine de hakemlere gidilebilir. Ancak, hakemler mahkum olursa dava bozulmaz, hakemlerin âkileleri yani dayanışma ortaklıkları zararı tazmin ederler. Yeryüzünde bir de “harb” yani “savaş ülkeleri” vardır. Bunlar hakemlerin kararlarına uymayan ülkelerdir.

İşte yeryüzünde hakem kararlarına uymayanları tenkil etmek, onları etkisiz hâle getirmek için bir silahlı güce ihtiyaç vardır. Hakem kararlarına uyan silahlı güçleri oluşturanlara “mü’min” denmektedir; güven altına alan anlamındadır. “Müslim” ise barışan demektir.

Kur’an’dan önce bu görev İsrail oğullarına verilmiştir. Daha önce de devletler vardır, ancak bu devletler sadece kendi topraklarında güven sağlarlardı. Uluslararası tüm dünyada güven tesis etme görevi Kur’an’la mü’minlere verilmiştir. Bu güven altına alma nöbetleşme ile başlar.

Ocaklarda kadınlar “temizlik nöbetleri” tutarlar, erkekler “gece bekçiliği nöbetleri” tutarlar. Bekçilik, tehlikeyi haber verme nöbetleridir. Kendileri kendi başlarına savunma yapmazlar.

Bucaklardakoruma nöbetleri” tutulur. Koruma, insanlara karşı değil de, canavarlara ve âfetlere karşı tutulan nöbetlerdir. Mesela, yangına karşı nöbet tutmak, yangını söndürmek korumanın görevidir.

İllerde ise “güvenlik nöbetleri” tutulur. Bu nöbetliler, hakem kararlarını kabul etmeyen kişilere karşı savunma yapar, onları bertaraf ederler. Bugün bu görev jandarma teşkilatı ile yapılmaktadır. İslâmiyet’te bu teşkilat o il halkı tarafından oluşturulur.

Ülkelerde ise “savunma nöbetleri” tutulur. Savunma, hakem kararlarını tanımayan silahlı topluluklara karşı cephe savaşı şeklinde yapılır. Kişiler değil, topluluk hedef alınır.

İşte bu nöbetlere bedenen katılan erkekler ile bunlardan birilerinin velayetini kendi isteğiyle kabul eden kadınlardan oluşan topluluklara “mü’min” denmektedir. Kur’an bunları “iman eden kimseler” diye adlandırmaktadır. Mü’min her dinde vardır, ama “Ellezîne Âmenû” ise yalnız Kur’an ehline hitaptır.

وَالَّذِينَ هَادُوا (Va elLaÜIyNa HAvDUv)  “Ve havd edenler.”

Hadiy” önden giden kılavuzdur. “Havdi” ise hayvanları arkadan süren çoban anlamındadır.  İkisi de yola koyan, yol almaya yardım eden anlamındadır. “Yahudi” kelimesi buradan geldiği gibi, “Hud” kelimesi de buradan gelmektedir.

Mü’minler güven sağlamakla görevlendirilmiş, Yahudiler ise ilimde ve ticarette insanları sürüklemekle görevli kılınmışlardır. Onlar insanlığı sürerek İslâmiyet’e getirmişlerdir. Bir taraftan dinlerine başka insanları almamışlar, ama onlara İslâmiyet’i anlatmışlardır. Bunun sonucu olarak Hıristiyanlık doğmuş ve insanlık Kur’an düzenine varmıştır.

Yahudiler kıyamete kadar ilimde ve ticarette hep etkin olacaklardır. Bu âlimler onlardan yetişecek demek değildir. Âlimler bütün insanlardan yetişecektir. Ancak diğer topluluklar ilme kıymet vermedikleri için bu ilmî buluşlar sonunda Yahudi sermayesi ile insanlığa ulaşacak, Yahudilerin ağzı ile ulaşacaktır. Sermaye elbette yalnız onların olmayacaktır. Ancak ülkeden ülkeye sürüldükleri için uluslararası ticaret onların olacaktır.

Yahudi” kelimesi sürülmüş anlamına da gelebilir. Bu takdirde yeryüzünün her tarafında ticareti ellerinde tutan dağılmış halk oldukları için bunlara “Yahudi” denmiştir. Gerçi sonunda bunlar Filistin’de toplanacaklardır, ama bulundukları halkın dillerini bilecek ve oralarda da mülkleri olacaktır. Nitekim Türkiye’den giden Yahudiler Türkçe’yi bilmekte ve Türkiye’deki varlıkları sürmektedir. Hattâ bunun için ‘çifte vatandaşlık’ kavram ve uygulamasını getirmişlerdir.

وَالنَّصَارَى (Va elNaÖARAy)  “Ve nasara”

Nasara” nâsırın çoğulu olarak alınabilir, yardımcılar demektir. Hazreti İsa “Men Ensarî İlallah?” demiş; “Nahnu Ensarullah” demişlerdir. Hıristiyanların görevi insanlara yardımcı olmaktır. Gerek Yahudilerin gerek iman etmiş olanların insanlığa ulaştırılması görevi Hıristiyanlara verilmiştir.

Hıristiyanların kendi şeriatları ve uygarlıkları olmayacaktır. Ama insanlığa şeriatı ulaştırma görevi Hıristiyanlara verilmiştir. Nitekim Hazreti İsa yeni bir şeriat getirmemiştir. Şimdilik Tevrat’a uyun demiş; sonra yeni peygamber gelecek ve o şeriat getirecektir, ona uyun demiştir.

Şimdiki Hıristiyanların görev olarak; -Tevrat şeriatı eskimiş olduğu için- Kur’an şeriatını dünyaya ulaştırma bakımından Adil Düzencilere yardım edecekler, zaten kendilerine ait olmayan Tevrat şeriatı yerine Kur’an şeriatını destekleyeceklerdir. Tevrat şeriatı ile Kur’an şeriatı arasında sadece güncelleştirme sözkonusudur. Kur’an’ın bin sene önceki yorumlarına nisbetle, çağımızın yorumları olan Adil Düzencilerin yorumları ile yardımcı olacaklardır. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında bunun için sıkı diyaloga ihtiyaç vardır ve bu gerçekleşmektedir. Papalık Müslümanlarla birleşerek ateistleri def etme yolunu tutmuştur.

وَالصَّابِئِينَ (Va elÖAvBiEIyNa)  “Sabiiler”

“Hud” ile “Hidayet” arasında nasıl yakınlık varsa, “Sabiy” ile “Sabi” arasında da böyle fark vardır. “Savab” isabet eden, doğru olan, yerinde olan anlamındadır. Kur’an’da “Hıtta” gibi Arapçada manâsı bilinmeyen ama Arapların kullandığı kelimeler vardır. Kur’an bunları kullanır. “Sabi” isabet eden manâsındadır. “Savab” oku hedefe ulaştırma demektir. “Sabv” ise kendi kendine doğru olan anlamına gelir.

Bu dinler doğu dinleridir. Hazreti İbrahim aleyhisselâmın Katura’dan doğan dört oğlu vardır. İbrahim aleyhisselâm, henüz hayattayken onların miras haklarını vererek, siz doğuya gidin, çünkü buralar İsmail ve İshak’ındır diyor. “Saby etme” uzaklaştırma anlamına da gelmektedir. Ortadoğu’dan çıkarıldıkları için bunlara “Sabiler” denmektedir. Kelimenin kökü “Sebi” kökündendir. “Sabi” ehli rey olmayan kimselerdir.

Kur’an düzeni tesis edilirken Sabiilerin katkıları olmamıştır. Kur’an’ın anlaşılmasında Tevrat ve İncil daha çok anılmaktadır. Bununla beraber Kur’an’ın anlaşılması safha safha olmuştur. İlk uygulaması devlet yönetiminde olmuştur. Hazreti Peygamber ve dört halife bunu yapmıştır. Sonra Fıkıh dönemi gelmiş ve Kur’an Arapçanın incelenmesi ile anlaşılma cihetine gidilmiştir. Türklerin Müslüman olmasından sonra, Yunan felsefesinin etkisiyle Kur’an yeniden yorumlanmış ve kelam ilmi doğmuştur. Daha sonra doğu dinlerinin etkisiyle yorumlanmış ve tasavvuf doğmuştur. Yani; Kur’an Sabiilerden fazla bahsetmez, ancak Sabiilerin Kur’an’ın anlaşılmasında büyük yardımları olmuştur. Bu sebepledir ki Kur’an yalnız mü’minlerin kitabı değildir, bütün dünya dinlerinin son kitabıdır. İnsanlar kitaplardaki bozulmaları ve eksiklikleri Kur’an’ın yardımıyla düzelteceklerdir. Biz nasıl onların dinlerinden yararlanarak Kur’an’ı doğru anlamaya çalıştıksa, onlar da Kur’an’dan yararlanarak kendi dinlerini düzelteceklerdir.

Buda’nın adı Buda değildir, Sakyamun’dur; sakaların adamı demektir. Sabirler, Sibirlerin adıdır. Sibirya’da yaşayan kavimdir. Bu şekilde yorumladığımız zaman, Sabiiler Budistler demektir. Doğuya giden Hazreti İbrahim’in Katura’dan doğan çocukları doğuda Brahmanizmi kurmuşlardır. Brahmanizm Yahudiliğe benzemektedir. Yalnız Hazreti İbrahim’in soyundan gelenlerin dini idi. Onlar İsrail oğulları gibi başka kavimleri kendi aralarına almıyorlardı. Bu gelenek bugünkü Hindistan’da kastlar şeklinde devam etmektedir.

Batıda Hazreti İsa Tevrat’ı nasıl insanlığın şeriatı hâline getirmiş ise, doğuda da Buda yani Sakya adamı sabirli, sabii Brahmanizmi beşeri din yapmış, kastları kaldırmıştır. Ne var ki, Hindistan’ın sınıflı yapısına uymadığı için Hindistan’da değil de, Çin ve diğer doğu ülkelerinde yayılmıştır. Furkan da bunlara inen kitaptır. Burhandan dönüşmüştür.  

مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (MaN EAvMaNa Bi elLAHi Va eLYaVMi eLEAvPiRi)  

“Kim Allah ve âhiret ile güven altına alırsa.”  

Kendilerini ve çevrelerini güven altına alanlar demektir. Yahut Allah ve âhireti güven altına alanlar demektir. Her ikisinde de manâ mecazidir.

Burada “Bi” tekrar edilmemiş, yani “Allah ve âhiret” bir tabir olarak getirilmiştir. Bunun anlamı şudur, Allah’a inanmak âhirete inanmaktır . Çünkü Allah varsa, elbette bizi yaratıp dünya çilesini çektirdikten sonra bırakıp yok etmek, Kâinatı birkaç yıl yaşatıp yok etmek elbette yaraşmaz. Dolayısıyla, Allah varsa âhiret de vardır, âhiret varsa Allah da vardır. Çünkü o âhireti var edecek biri olmadan âhiret olmaz. Âhiret sadece dirilme ve bedenle yaşama demek değildir. Âhiret demek, hesap sorma ve hesap verme demektir.

Âhirete inanmak demek, yaptıklarımın hesabını vereceğim, iyilik yaparsam karşılığını bulacağım, kötülük yaparsam cezamı çekeceğim demektir. Âhiret demek, sorumluluk demek, sorumlu olmak demektir.

Allah’a inanmak demek, sorumluluğu kabul etmek demektir. Allah’a inanmak demek, sorumluluğa inanmak yani âhirete inanmak demektir.

Ateizm, insanları sorumsuz hâle getirmek ve sadece insanlardan korkarak yaşamalarını sağlamak içindir. Yani, sermaye veya diktatörler Allah’ı ve âhireti inkâr ettirip kendilerini tanrılaştırmak istemektedir. Allah’a ve âhirete iman birlikte olmaktadır.

Mü’min Kâinatı var edene karşı sorumluluğu yüklenendir. Allah kendi haklarını topluluğa vermiştir. Bizim topluluğa karşı sorumluluğumuz vardır, insanlığa karşı sorumluluğumuz vardır.

وَعَمِلَ صَالِحًا (Va GaMİLa ÖaLıPan)  “Ve salihi amel ederse.”

Kur’an’ın deyimleri vardır. “Amel-i salihi” namaz kılmak, oruç tutmak şeklinde anlamak yanlıştır.

Salih” demek, uygun amel etmek demektir. “Salih amel etme” demek, başta kendi yaptıkların birbirine salih yani uygun olmalıdır. Bugün yaptığını yarın bozmamalısın. Yaptıkların hep üst üste eklenmelidir. Zaman geçtikçe bir oluşu oluşturmalıdır. Bunun için başta şeriat içinde kalmalı, yani kurallara göre hareket etmelisin. Kendi kurallarını kendin koy ama onu olur olmaz değiştirme, ona uy. İkincisi ise bir işe başladığınız zaman ona sebat ediniz. Yapmaya başladığınız işi bırakmayınız. Bunlar birbirini tamamlamalıdır.

Biz yirmi sene evvel Çatalca’daki araziyi aldık, şimdi oraya elektrik getiriyoruz. Ne oldu? İşte bu ameli salih oldu. Süleyman Akdemir eline geçen imkanı buraya ayırdı. Kendi başladığı bir işi yirmi sene sonra kendisi tamamlamaya koyuldu. Bu ameli salihtir. Ameli salihin diğer manâsı da başkalarının yaptıklarını tamamlayıcı o işlere uyan işleri yapmaktır. MİLAD Market’e konsinye mal temin etme işi ameli salihtir. O kendi ticaretini, öbürü de kendi ticaretini düşünebilir ama maksat olarak birbirimizi tamamlamalıyız.

Bunun için standartlar oluşturulur, standartlara göre imalat ameli salihtir.

Bir de genel planlama yapılır. Genel planlamaya uygun işler yapmak da ameli salihtir Allah kendi haklarını topluluğa devrettiği için, Allah ve âhirete iman etmek demek, ameli salih işlemek demektir. Allah ve âhirete iman, bir şeyi yapmaya karar vermektir. Ameli salih de onu uygulamak demektir.

İman” niyet etmedir, “amel” ise o niyete göre davranmak demektir. Buradaki “amel-i salih”, Allah ve âhiret inancına salih amel etmek demektir. Allah ve resul nasıl yargı ise, Allah ve âhiret de dünya hayatında devlettir. İnsanlıktır. İnsanlık içinde barış içinde yaşamaktır. Bedenen katılarak iman etmiş olanla yani ‘mü’min’ olmak vardır, yahut amelen katılarak ‘müslim’ olmak vardır. Dinleri ne olursa olsun, Hak dinlerden olmak üzere, kim amel-i salih işlerse, onlar mü’minler arasına girmektedirler.

Burada dikkat edilmesi gereken nedir?

Yukarıda ‘iman etmiş olan kimseler’ demektedir, burada ‘kim iman ederse’ deniyor. “İman etmiş olan kimseler” özel bir isimdir. “Katip, katiptir” dediğim zaman, adı katip olan gerçekte katiptir demektir. Bu ifade gösteriyor ki, özel isim ile manâsı arasında müştereklik vardır. Müşterek ayrı ayrı manâdır.

فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ (FaLaHUM EaCrAHuM GıNDa RabBiHiM)  

“Onlar için olan ecirleri Rableri indindedir.”

Burada âhiret yevmine iman sözkonusu olduğu için ücret de âhirete aittir. Allah âhirette bu insanların ücretlerini verecektir. Kendi çıkarına iş yapan kimseler, kendi ücretlerini dünyada almış olurlar. Oysa, kendi çıkarları yanında başkalarının çıkarlarını da düşünen ve çıkar paralelliği içinde iş yapan kimselerin ücretleri bu dünyada katlandığı gibi, âhiret için de bir yatırım yapmış olurlar. Rablerinin bankasına koydukları mevduatı kat kat faizlenmiş olarak âhirette çekeceklerdir. “Rablerinin indindedir” demek, bu demektir.

Dünyevi ücret Allah’ın indinde ise, uhrevi ücret de Rablerinin indindedir. Yani, âhiret dünyanın evrimleşmiş bir şeklidir. İnsanları bugünkü ölümlü dünyadan ölümsüz dünyaya yüceltmektir. Cehennem bile sonunda bu dünyadan daha ileri olacaktır. Çünkü orada da ölüm yoktur. Âhiretteki ücretin Rab ile adlandırılması bu sebepledir. Bu dünya bir düzendir. Âhiret ise dünyanın evrimidir.

وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (Va LAv PaVFun GaLaYHiM)  “Onlara havf da yoktur.”

Buradaki çok önemli husus şudur ki, insan olarak kim olursa olsun, ‘Allah ve âhirete iman edip ameli salih işlerse’ denmiş, ‘kötülükler yapmazsa’ denmemiştir. Çünkü haseneler/iyilikler seyyieleri/kötülükleri götürür. Dolayısıyla kötülüklerin işlenmiş olması, eğer haseneler daha çok ise onlar için kurtuluş vardır. Asıl olan niyettir, her zaman iyi işler peşinde koşmaktır. İman da budur.

Bir insan iyilik yapmak istemekte, iyilik yaptığı zaman zevk almakta, kötülük yaptığı zaman üzülmekte ise o mü’mindir. Aksine, iyilik yaptığı zaman zevk almaz, aksine kötülük yaptığı zaman tatmin olup rahatlarsa, bu insan kâfirdir. Mü’min olanlar amel-i salih işlerler, amel-i salih sahibi olanlar da sonunda iman ederler.

“Onlara korku yoktur.” Onlar cennette olacaklar ve orada korku yoktur.

وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(62)  (Va Lav HuM TaPZaNUvNa)  “Onlar mahzun da olmazlar.”

“Korkmak”, gelecek tehlikelerden dolayı duyulan sıkıntıdır. “Hüzün” ise geçmişte olmuş olanlardan dolayı duyulan sıkıntıdır. Yani, onlar ne geleceklerinden endişe içindedirler, ne de hallerinden şikayetçidirler. Sıkıntıları yoktur. Âhiret hayatında da amel-i salih vardır. Ancak bu dünyada salih amel etmeyenler aç kaldıkları halde, âhirette böyle bir şey yoktur. İnsanlar âhirette sadece derecelerini artıracak ve Rablerine daha çok yaklaşacaklardır. Onların günlük ihtiyaçları eksiksiz giderileceği için orada mahzun olma da yoktur.

Bu âyet İsrail oğullarına Kur’an’da gönderilen mesajda zikredilmiştir. Çünkü onlar kendilerinin seçkin kavim olduklarına inanmakta, yalnız kendilerinin cennete gideceklerini ileri sürmektedirler. Gerçi Hıristiyanlar, Budistler ve Müslimler de buna benzer yanlış görüştedirler. Bu dinlerde olanlar, bütün insanlar kendi dinlerine geçerlerse kurtulacaklarını söylüyorlar. İsrail oğulları ise hem tek hak din Yahudiliktir derler, hem de İsrail oğullarından başkası Yahudi olamaz derler! Dolayısıyla diğer insanları insan saymama gibi bir sonuca varırlar!

Kur’an ise din ve ırk farkı gözetmeksizin, Allah ve âhirete iman eden ve ameli salih işleyen herkesin cennete gideceğini bildirmektedir. Bundan önce mu’terize âyetle âhiretten ittika ediniz, yoksa orada ağır ceza vardır demiştir. Burada ise iman edenlerin kurtuluşunu müjdelemektedir. Bundan önceki âyette hitaptan gayba gitmiş ve bu kuralın yalnız Yahudiler için değil, tüm insanlar için olduğunu belirtmiştir.

Buna rağmen, bu açık âyeti tevil etmeye kalkışmış, ‘kim iman ederse’ kelimesini, ‘Kur’an’a kim iman ederse’ şeklinde tevile kalkışmışlardır. Muhammed Yazır bile bunu yapmaktadır. Tevile sebep olarak bu sûrenin başındaki ‘onlar sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler’ denmekte olmasını gösterirler. Oysa, bu tamamen hatalı yorumdur. Çünkü;

a) Orada Kur’an’dan yararlanacaklardan bahsedilmektedir. Orada dünyevi başarılardan bahsedilmektedir. Burada ise yalnız Kur’an’dan değil, bütün ilâhi kitaplardan yararlananlardan bahsetmektedir. Konular farklıdır.

b) Orada akıl ile iman edenlerden ve nakil ile iman edenlerden bahsetmektedir. Bunun anlamı şudur ki, orada yalnız sana ve senden öncekilere iman edenler değil, aynı zamanda akıl yoluyla da iman edenler kurtulacaklardır. Demek ki, sana ve senden öncekilere iman edenlere hasr değildir, kurtuluş.

c) “Ellezî Ünzile” değil, “Mâ Ünzile”dir. İnanılacak şey kitap değil, içinde olanlardır. O da Allah ve âhirete imandır. Demek ki bu âyet oradaki “Mâ”yı açıklamaktadır. O da Allah ve âhirete imandır. Eski kitaplarda da o var, son kitapta da.

d) Orada Kur’an’a inanmayanların cennete gidemeyecekleri mefhumu muhalefetle anlaşılmaktadır. Burada ise mentuktur, hem de ibare ile mentuktur. Nasıl oluyor da tearuz varsa mefhumu muhalefet, ibare ile sabit olana tercih ediliyor?

İnsanlar Kur’an’ı açıklarken o günkü sosyal anlayışın etkisinde kalırlar. Kur’an’ı ona göre yorumlarlar. Zaman geçer, sosyal anlayış değişir, bu sefer Kur’an eskimiş gibi görünür.

Ama; okursunuz, biraz düşünürsünüz, fıkıh usûlünün kurallarını uygularsınız ve görürsünüz ki, eskime Kur’an’da değil, âlimlerin anlayışındadır. Bunu aşmak çok zordur.

ADİL DÜZENCİLER, DAİMA BU NOKTALARA DİKKAT ETMELİ,

BU HUSUSTA ÖZELLİKLE İKİ BAKIMDAN DİKKAT ETMELİDİRLER:

a) Geçmişte yapılan yanlış, o günün anlayışına göre yanlış yorumlanan Kur’an, Kur’an zannedilmemelidir. O anlayışın hangi sosyal anlayışın etkisiyle oluştuğu tesbit edilmelidir. Hıristiyanları cehenneme gönderen anlayışın ‘din savaşları’ olduğunu bilebilirsiniz, bilmelisiniz. Kur’an’ın metinlerine dönüp usûle göre yorumlama ile bu hatadan kurtuluruz.

b) Aynı tehlike bugünkü yorumlar için de geçerlidir. Günün modalarına uydurmak amacı ile Kur’an’da tahribat yapılır. Zamanımızdaki tek evlilik böyledir. Kur’an tahrip edilerek yorumlanmaktadır. Zamanımızdaki işçi hakları edebiyatı, sosyalizm ve kapitalizm düzeninin etkisi altında ifade edilen şeylerdir. Bu hususa da dikkat etmek gerekmektedir. Bu tür hatalardan kurtulmak için çözüm, Kur’an’ı müsbet ilmin verilerine dayanarak Usûlü Fıkıh kuralları içinde yorumlamaktır.

***

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ (Va EiÜ EaPaÜNAv MIyÇAQaKuM)  

“Hani sizden misakınızı ahz etmiş idik.”

Vesika” hayvanların yüklerini birbirine bağlayan iptir. “Misak” miftah vezni üzere ismi âlettir. “Misak” sözlerle bağlanmak demektir. “Sözünüzü almıştık. Bize söz vermiştiniz.” Türkler ‘söz vermek’ şeklinde söylemektedirler. Araplar ‘söz almak’ demektedirler. “Sözünüzü almıştık” deniyor.

Allah insanları yaratmış, onların İslâm, yani barış dininde, yani düzeninde olmalarını istemiştir. Barış düzeninin tesisi ve korunması yükümlülüğünü herkese vermemiştir. Bunu önce İsrail oğullarına tevdi etmiştir. Kendi rızaları ile söz vermişlerdir. Söz verdikten sonra artık mükellef olmuşlardır. Onlar ulus olarak söz verdiler, dolayısıyla seçkin kavim oldular. Biz ulus olarak değil, kişiler olarak söz veriyor ve millet oluyoruz. Mü’minler misak verirler ve artık dönmezler. Başka kavme katılırlarsa bu misaktan vazgeçmiş olurlar.

Demek ki, Kur’an’dan sonra teşkilatlanma kavim kavim yani devlet devlet olacaktır. Her devlet kendi iç güvenliğini sağlayacak, ülke içinde hakem kararlarına uymayanları tenkil edecektir. Uluslararası hakem kararlarına uymayanlara karşı ise devletler serbest olacaklardır. Gönüllü birlikleri teşkil edilerek hakem kararlarını dinlemeyen devletlere saldırılabilecek, ülkeleri fethedilebilecek, malları yağmalanabilecektir. “Misak” budur. Hakem kararları olmadan saldırmak eşkıyalıktır, hakem kararlarından sonra saldırmak cihattır.

 

وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمْ الطُّورَ (Va RaFaGNAv FaVQaKuMu elOUvRa)  

“Ve fevkinize Tur’u ref ettik.”

Fevk” üst taraftır. İsrail oğulları Tur’un eteklerinde oturmuşlardı. Dağ onları koruyordu. Fevkten amaç yüksekliktir. Dağ zaten vardı. Onlar için yükselmemişti.

“Üstünüzde Tur’u ref ettik” ne demektir? “Tur’u ref ettik” Tur-i Sina’yı ref ettik anlamına gelmektedir. “Tur” evin saçak çıkıntılarıdır. Bu tür sivri dağlara Tur denmektedir. Tur-i Sina, Sina’daki bu tür dağdır. Allah o dağı bir gün İsrail oğulları buradan geçtiklerinde onun eteğinde barındırsın diye yaratmıştır. O dağın daha önce bir görevi olmayabilir, daha sonra da kalmayabilir, ama bir gün gerekecekse onu halk eder.

Bugün birçok gereksiz manâsını bilmediğimiz varlıklarla karşılaşabiliriz. Onların geçmişte ve gelecekte görevleri olabilir. Bu dağın ne işe yaradığını anlamamız için yerine gidip tetkik etmemiz gerekecektir.

Biz şimdi Filistinlileri orada yerleştirmeyi düşünüyoruz. Çünkü orası kutlanmış bir diyardır ve İsrail oğullarına verilmemiştir. Demek ki oranın sahipleri Filistin’den çıkarılanlar olacaktır. Orası geçici olarak İsrail oğullarının yurdu olmuştur. Allah İslâm ülkelerine bol doğal imkanlar verdi, ama maalesef kullanmıyorlar.

Nil Nehri’nden alınacak bir su kolaylıkla buraya gelir ve buraları dünyanın en mümbit ülkesi hâline getirir. Nil’in sulama alanları daha yukarılarda olduğundan bu Mısır’a da zarar vermez. Burada bu dağın olması buraların imarı için gereklidir ki Allah onu var etmiştir.

 

خُذُوا مَا آتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ (PuÜUv MAv EAvTaYNAvKuM Bi QuvVaTin)  

“Size ita ettiğimizi kuvvetle ahzediniz.”

Kendilerine verilen Tevrat’tır. “Ellezî Âteynâkum” denmiyor da, “Mâ Âteynâkum” deniyor.

Kitaptan bahsederken eğer yazılı mushaf kastediliyorsa, o zaman “Ellezî Âteynâke” denir. Ama içindeki anlam kastediliyorsa, o kişilerden kişilere göre değişeceği için o takdirde nekire kullanılır.

Demek ki, burada “kuvvetle ahzedilen şey” Tevrat’ın kitap olarak mushafı değil de, içini ahzedin demektir. Alınan misak budur. Tevrat’ın hükümlerini uygulayacaklardır.

O zaman verilmiş olan emir bugün de geçerli olduğu için Allah onlara hatırlatmaktadır. Tevrat’ın hükümlerini kuvvetle ele alın, sımsıkı sarılın ve onları uygulayın anlamındadır.

Kuvvet” kavi, sağlam demektir. Bir şeyi elinden kaymayacak şekilde sağlam tutmak gerekmektedir. Bir kitabı kuvvetle tutmak demek, onun tamamını bütünü ile korumaktır. Gelişigüzel bazı âyetleri alıp uygulamak, bazılarına da şimdi uygulanamaz deyip bırakıvermek ne demektir? Sonunda parçalanmış bir şeriat ortaya çıkar ki hiçbir şeye yaramaz. Kitaba taviz vermeden uyacaksınız. Müteşabih olanları tevil etmek veya diğer kitaplardan karışmış olan ifadeleri düzeltmek ayrı şeydir, kimini beğenip kimini beğenmemek ayrı şeydir.

 

وَاذْكُرُوا مَا فِيهِ (VaÖKuRUv MAv FyHi)  

“İşte olanları zikredin.”

Zikretmek” anlamak demektir. İçinde söylenenleri anlayarak amel edin. Size verileni kuvvetle ahzedin, size verilen kitabı ve o kitabı anlatan ilmi ahzedin. Sonra da onun içinde olanları anlamaya çalışın.

Tevrat’ı diliyle, resulün uygulamaları ile muhafaza etmek, sonra da onu anlamak; işte İsrail oğullarından istenen budur.

İslâm fukahası bunu yapmıştır. Kur’an’ı yazmış, sonra onu kıraat etmiş, onun lügatini ve gramerini hazırlamıştır. Dolayısıyla Kur’an kuvvetle ahzedilmiştir. Bu ilimlere dayanılarak içtihat yapılmıştır. Sonra da içtihatlarla Kur’an’ın manâsı zikredilmektedir. Demek ki Tevrat ehline de aynı şeyler emredilmiştir.

 

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ(63)  (LaGalLaKuM TatTaQUvNa)  

“Böylece ittika edersiniz.”

İttika” “vikaye”den gelen bir kelimedir. Korunmak, yani şeriat içinde kalmak demektir. Şeriat dışı davranışlar uçurumdur, helâktir. Allah ve âhirete iman ile amel-i salih içinde olmak ittikadır.

Bu sayede insan kendisini korumaktadır. Allah vardır, ben iyilik yaparsam beni me’cur eder, kötülük yaparsam tecziye eder inancı, amel-i salih ile amel edilmesi ittikadır. Ancak bu amel-i salihin ne olduğu ancak Tevrat’ın anlamıyla kuvvetle tutulması ve içinde olanların tezekkürüdür. Tezekkür namazdır.

Yahudiler günde yedi defa toplanarak Tevrat’ı okumaktadırlar. Bizde vitir ve evvab namazları farz olmaktan çıkarılmıştır. Aslında akşamdan sonra yatsıya gitmeden evvel de bir namaz kılınmalıdır.

İbrani uygarlığı bu Tevrat’ı zikretmekle doğmuştur. Yunan uygarlığı bunların etkisiyle kurulan lâik okullarla (licya ve akademyalarda) oluşmuştur. Roma uygarlığı forumlarda zikredilen Roma hukukunun tedrisi ile oluşmuştur. İslâm uygarlığı da medrese öğretimi ile oluşmuştur.

Kur’an ve İlim Seminerleri” ile “Adil Düzen Dersleri”, Kur’an’ı kuvvetle tutmak ve onu zikretmek dersleridir. Bugünkü Türkiye’de Kur’an anlaşılarak okunmaya başlanmıştır. III. Bin Yıl Uygarlığı yaptığımız “Adil Düzen Dersleri” ile oluşacaktır. Bugünkü F. Gülen’in okulları Risale-i Nur Dersleri ile oluşmuştur.

***

 

ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ (ÇümMa TaValLayTuM MiN BaGDi ÜAvLiKa)  

“Sonra bunun arkasından tevelli ettiniz.”

Sonra yani zaman geçtikten sonra, bu misakın arkasından tevelli ettiniz.

İsrail oğulları daha sonra Tevrat’ı ihmal etmişler, onu anlamaktan vazgeçmişler, dolayısıyla Tevrat’ta tahrifat olmuş ve Tevrat nerede ise kaybolmuştur. Bunun üzerine ceza olarak Babilliler gelmiş, bunları almış ve sürgün olarak götürmüşlerdir. Babil sürgününden önce İbraniler İsrail ve Yahuda devletlerine ayrılmışlardı. Tevrat ayrı devletlerde farklı şekiller almıştı. Babil’e sürüldüklerinde bu iki devlet mensubu İbraniler orada birleşip uzlaşma durumunda olmuşlardır. Bugün elde mevcut olan Tevrat Babil’de telif edilerek yazılmıştır. Bu sebeple bazı tekrarlar vardır. Daha sonra Romalılar tarafından sürülmüşlerdir.

Bugünkü İsrail oğulları Filistin’e gelip yerleşmek istemektedirler. Ellerinde mevcut olan servet ve bu sayede elde ettikleri ilmî imkânlarla dünyayı fesada vererek sömürmektedirler. Bugün de tevelli etmişlerdir.

Günümüzde de şiddetli bir şekilde zulüm yapmaktadırlar. Şimdi de İran’a saldırmaya hazırlanmaktadırlar. Ecellerine susamışlardır. Başarmaları mümkün değildir. İran’ı yenebilirler ama sonra tüm dünya onlara düşman olur. Dünya İran’ı ABD’ye teslim etmez. Baştan Amerikalıları ateşe sokmak için göz yumabilirler, ama sonra ABD’yi yıkarlar. Allah yıkar, içten yıkar.

Artık Hıristiyanlar uyandılar, Amerikan halkı da uyanıyor. Çin ve Rusya zaten uyanmış durumdadır.

 

فَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ (Fa LavLAv FaWLu elLAHi Va RaXMaTuHUv)  

“Allah’ın üzerinizdeki fadlı ve rahmeti olmasaydı.”

Allah İsrail oğullarını görevlendirmiştir. Kıyamete kadar görevlerini yerine getireceklerdir. Bu sebeple onları yenip ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır. Bozuldukları zaman cezalandırılacaklardır, ama yok edilemeyeceklerdir. Çünkü onların üzerine Allah’ın fadlı vardır.

Fadl ve Rahmet”ten bahsedilmektedir. “Fadl” hak ettiklerinden fazlasını vermektir, “Rahmet” ise karşılıksız vermektir. Allah İsrail oğullarına hem fadl etmiş, hem de rahmet etmiştir.

Bundan dolayıdır ki Babil esaretinden kurtulmuşlardır. Babil’e sürülmelerinin sebebi, İsrail oğullarının Babillilerden daha üstün olmaları, onların şeriatlarının Babil’de öğrenilmesinin istenmesinden dolayıdır. Belli zaman sonra Babilliler bunları öğrenmiş, hakimiyet de Asurluların eline geçmiştir. Artık Babil’de kalmalarına gerek kalmadığı için tekrar yurtlarına dönmüşlerdir.

İspanyollar Müslümanlarla birlikte onları da sürmüşler, Osmanlılar ise onları kabul etmiştir. Sonra ne oldu? İspanyollar küçüldüler ve yok olma durumuna geldiler. Osmanlılar ise dünyanın tek süper gücü oldular. Almanlar Yahudileri sürmüşler, Amerikalılar ise kabul etmişler ve bu sefer onlar süper güç olmuşlardır.

Bu sürülmeler onlar için zulüm olmakta, insanlık ise onların sürülmelerinden yararlanmaktadır.

Gelecekte Ortadoğu dünyanın uygarlık merkezi olacaktır. Çünkü orada İsrail oğulları olacaktır. Bu onların Ortadoğu devletlerini kuracakları anlamına gelmez. Esir olacaklar ama uygarlıkta hakim olacaklardır.

Bugün Kur’an’ın getirdiği demokrasi, lâiklik, sosyallik ve liberallik sistemlerine onlar sahip çıkmış, dünyaya tahrif ederek kabul ettirmektedirler. Yani, Kur’an’ın salikleri olan Müslümanlar kendi şeriatlarına sahip çıkmamışlardır. Yahudiler şimdi de kendilerine mâl ederek bizim sistemleri bize zorla kabul ettirmektedirler. Satın alınmış veya saf Müslümanlar da Kur’an’ın getirdiklerine karşı çıkmaktadırlar.

İşte bütün bunlar Allah’ın İsrail oğullarına fadlı ve rahmetidir. Adil Düzen Çalışanları bunların bu oyunlarına gelmemelidirler. Allah’ın sizin üzerinize fadlı ve rahmeti olmasaydı yok olup giderdiniz.

 

لَكُنتُمْ مِنْ الْخَاسِرِينَ(64)   (La KuNTuM MİN eLPaSiRIyNa)  

“Hüsran içinde olurdunuz.”

Hüsran” ezilip gitme, dağılma, yok olma demektir. Yani, ortadan kalkardınız.

On milyon bile olmayan Yahudiler dünyaya hükmetmektedirler. Hiç kimse onları soykırımına uğratamıyor. İran Cumhurbaşkanının beyanı talihsiz bir beyandır. İsrail işgal edilebilir. Hükmedilebilir ama kimse onları haritadan silemez. Artık onlar için sürgün de yoktur. Refaha ererler, sıkıntılara girerler, insanlar onları lânetler veya severler ama onları haritadan silecek yoktur. Çünkü Allah’ın fadlı ve rahmeti onların üzerindedir. Müslümanlar onları Medine’den sürmüşler ama sonra Kudüs’ü fethettiklerinde onlara orada yer vermişlerdir. Çünkü Hıristiyanlar onları Mescid-i Aksa’ya yanaştırmıyorlardı. Müslümanlar Medine Yahudilerini vatanlarından ettiler ama onları ebedi vatanlarına kavuşturdular.

Günümüze kadar İsrail oğulları Kudüs’te vardılar. Hakları korunuyordu. Bu sebepledir ki, ondan sonra Yahudiler ile Müslümanlar arasında çatışma olmamış, Müslümanlar onları hep himaye etmişlerdir. Ama Yahudiler 20. yüzyılda İslâmiyet’i ortadan kaldırmaya kalkıştılar. Bunu başaramayacaklarını bir türlü anlayamadılar. Hâlâ bu sevdadadırlar ki Irak’tan sonra İran’a saldırmaktadırlar. Böyle bir saldırı Irak halkını İran’ın yanına kaydırır ve ABD Ortadoğu’dan temizlenir. Bunun sonucunda Kudüs İranlılar tarafından fethedilir.

Teslim olurlarsa akıllılık ederler ve bir daha sürgün yaşamazlar. Kur’an’ın işareti böyledir. Çünkü ilk girdikleri gibi denmektedir, Hazreti Ömer barışla girdi, Müslümanlar oraya yine barışla gireceklerdir...

***

 

وَلَقَدْ عَلِمْتُمْ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ (VaLaQaD GaLiMTuMu elLaÜIyNa iGTaDaVu MiNKuM)  

“Sizden sebtte i’tida edenleri bilmektesiniz.”   

İ’tida etme” sınırı aşma demektir. Dâvete düşmanlıktır. Cephe kurup savaşmak demektir. “İ’tida” iftial bâbındandır. Kendi kendisi ile savaşmak demektir. Şeriatın dışına çıkmak i’tidadır. İttikanın karşıtıdır. İttika şeriat içinde kalmak, İ’tida ise şeriat dışına çıkmak demektir. İttika amel-i salihtir, İ’tida ise amel-i fesattır.

İsrail oğulları geçmişte sebt gününün şartlarına riayet etmemişler, haramlara riayet etmez olmuşlardı. Bunu siz biliyorsunuz. Yani, İsrail oğulları sebt gününe riayet etmiyorlardı. Dolayısıyla cezalarını bulmuşlardır.

فِي السَّبْتِ (Fıy elSebti)  

“Cumartesi”

Sebt” kelimesinin aslı “Seb’”dir. Avcılık geceleri yapılır. Bu sebeple avcılık döneminin takvimi gökteki Ay’ın dolunay veya yeni ay olmasına göre ayarlanmıştı. Hayvanlar da bu takvimi izliyor, belli günlerinde otlamaya veya avlanmaya çıkıyorlardı. İnsanlar da ister istemez onların takvimlerine uyuyordu. Ay yaklaşık 28 gün olduğu için senelik ay dört haftaya bölünmüştür. Bugünkü hafta oradan kalmaktadır.

Normal günlerde insanlar kendilerine beslenecekleri hayvanları avlarlardı. Haftanın bir gününde ise ortak olarak canavarları avlarlardı. O günlerde besin hayvanlarını avlamak haramdı. Buna av günü yani seb’ günü demişlerdi. Sonra bu kelime yedi sayısının adı olmuştur.

Dünyanın bütün dillerinde bu günler buna benzer kelimelerle ifade edilir. Arapça ve Batı dillerinde sept ve seb’ zaten açıkça kullanılmaktadır. Ama Türkçedeki ‘yedi’ de ‘svedi’den dönüşmüştür. Yakutlar “Y”yi “S” ile ifade ederler, Kırgızlar “C” ile ifade ederler. “S” “Y”ye dönüşmüş ve yedi olmuştur. Bunun delili Gürcücedeki “Şvidi” kelimesidir. Yedi anlamındadır. Şvidoba, sağlık ve iyilik anlamındadır.

Sebt” yedinci gündür. Yani cumartesi yedinci gündür. Pazartesiden sonra Salı diyoruz. Yani üçüncü gün diyoruz. Yani, Pazar birinci gündür, yedinci gün değildir. Tevrat’taki istirahat etti ifadesi uymamaktadır. Sebt günü o zamandan kalmadır ve şeriatta çalışmak haram kılınmıştır. Çobanlık döneminde de bu avlanma sistemi devam etmiştir. Yani, Cumartesi başka işler yapılmaz, herkes o gün canavarları avlamaya giderdi.

Deniz kenarında olan İsrail kenti sakinleri cumartesi avlanmazlardı. Bunu bilen balıklar o gün kente yaklaşır ve kent artıklarını yerlerdi. Böylece hem deniz kirlenmekten kurtulur, hem de balıklar beslenir, böylece bereket olurdu. Onun dışında balıklar denizde dağılır, bir yerde bulunmazlar, böylece avcılar onları zor avlarlardı. Denizde denge vardı. Denizden yeteri kadar balık alınabiliyordu. Burada balıkların o gün avlanmayacaklarını bildirmiş idi. Bugün de korunmuş alanlar vardır. Hayvanlar orada yuvalanırlar, orada doğar ve orada yumurtlarlar. Yani, balıkların bunu bilecekleri ilmen sabit olmuştur. Bu haftalık tatile riayet etmeyince balıklar artık gelmediler, kent artıklarından yararlanmadılar, bu onların çoğalmalarını önledi, artık denizde de eskisi gibi bereketli balıklar olmadı. Ayrıca denizler kirlenmeye de başladı.

İşte Kur’an bugün bunu İsrail oğullarına hatırlatmaktadır.

Bugünkü İsrail oğulları aile müessesesini kaldırmak, mülkiyeti yok etmek, milliyeti yok etmek ve devleti ortadan kaldırmak suretiyle insanları yönetmek istiyorlar. Tekel sermaye ile dünyaya hakim olmak istiyorlar. İnsanlığı doğum kontrolü ile azaltmak istiyorlar. Dünyada insan kalmayınca kimleri sömüreceklerdir. Kendi kuyularını kendileri kazıyorlar. Oysa faizi haram eder, zinayı yasaklarlarsa insanlık gelişir, onların ticaret alanları artar, dünyayı sömüremezler ama daha çok kâr ederler. Kur’an’da onlara işte bu hatırlatılmaktadır.

 

Yeryüzü dardır, dünya küçüktür, insanlara yetmez gibi iddialar ise artık itibarını kaybetmiştir.

a)       Henüz yeryüzünün karalarının dörtte birinden bile yararlanılmamaktadır. Demek ki 40 milyar insan nüfusunu sadece karalar besler.

b)       Henüz denizlerde tarım yapılmamaktadır. Oralarda kentler kurulmamıştır. Oysa, Kur’an karaları ve denizleri birlikte zikretmektedir. Demek ki, yeryüzü 100 milyar insanı besler.

c)       Henüz gökyüzüne çıkılmamıştır. Kur’an, ‘göklerde sizin rızkınız var’ diyor. Yarın Ay’da, gezegenlerde, hatta Güneş etrafındaki suni uydularda üretim yapılacak, hem de doğal üretim yapılacaktır. Artık buralardaki imkanlar milyar insanlarla ifade edilmez, bizim için sonsuzdur.

d)       Uzaya açılabiliriz. Çünkü uzay boşluğunda hidrojen vardır. Hidrojen enerjisinden bugün yararlanamıyoruz. Yarın teknik gelişecek, Güneş’te olan hidrojenin helyuma dönüşmesi cihazlarda olacaktır. Elde ettiğimiz ışığı güneş ışığına çevirebileceğiz. Basit bir gaz karışımı bunu sağlar. Onunla bitkilerimizi yetiştireceğiz. Güneş ışığına ihtiyacımız kalmayacaktır. Bu sayede de Güneş’ten uzak boşluklarda yaşama imkanımız varolacaktır. O halde doğum kontrolü cinayettir.

Balık hikâyesi İsrail oğullarına ders olmalı ve bu kötü davranışlarından vazgeçmelidirler.

فَقُلْنَا لَهُمْ (Fa QuLNAv LaHuM)  

“Onlara söyledik.”

Allah bir şeye ‘ol’ der, o da olur. Demek onlara söyledi, onlar da öyle oldular.

Onlar böylece dünyada cezalandırıldılar. Kur’an’da iki defa bu tâbir geçmekte, ayrıca biz onlardan kırade, hanazir ve tağuta ibadet edenler yaptık deniyor. İnsanların dünyada cezalanmaları maddi bakımdan olmaktadır. Bir de sosyal bakımdan olmaktadır. Toplulukların hayvanlaşması anlamına gelmektedir.

Bu husustaki tam bilgiye sahip olmak için domuz ve maymun toplulukları ile insan toplulukları arasındaki farkları bilmemiz gerekmektedir. Bu âyetlerin manâlarını o hususlardaki ilmimiz genişledikçe anlayacağız.

كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ(65)   (KUvNUv QıRaDatan PAvSiEIyNa)

“Husu etmiş kırdlar olunuz./ Sinmiş maymunlar olunuz.”

Husu etmek” sinmek, ses çıkarmadan çekilip kalmak demektir.

Baygın maymunlar olunuz anlamına gelmiş olur.

Balıklar gelip deniz kenarlarını temizlemeyince, bu arada kent artıkları denizleri kirletince, oraya gelen kirlenmiş balıkları yemek zorunda kalmışlardır. Bu da onlara dokunmuş ve bayıltmıştır. Yüzlerine baktığınız zaman maymunlaşmış hâle gelmişlerdir. Birkaç gün öyle yaşadıktan sonra helâk olup gitmişlerdir.

Bugün buna benzer olaylar balına sürülerine olmaktadır. Bazen sürüler hâlinde karaya vurup ölmektedirler. Demek ki onlar da bu durumlara düştüklerinde böyle bir zararlı besinle beslenmektedirler.

Kümes hayvanlarının ve arı kovanlarının da böylece birden tamamen kırıldıkları görülmektedir.

Çevre kirliliği sonunda insanları bekleyen akıbet de işte budur.

Bu takdirde “maymun olunuz” tabiri gerçektir.

Bunlar sinmiş hareketsiz maymun oldular.

Bunun biyolojik izahı şudur: İnsanlar ve maymunlar aynı atadan gelmişlerdir. Ortak genler taşımaktadırlar. Melekler, ortak yanın üzerinde farklı değişiklik yaptılar, maymun oluşturdular. Maymun mükemmel bir hayvan oldu. Farklı değişiklik yaptılar, insan oldu. O daha da mükemmel oldu. Ortak ata da mükemmeldir.

Şimdi, eğer insan genleri üzerinde oynarsanız, ortak ata olamaz, çünkü onların bazı genleri ortadan kalkmıştır. İnsan bozuk maymun olur. Maymun ile insan genleri arasında en büyük fark bacaklar üzerinde yapılmıştır. Maymunlar sıçrama kabiliyetinde yaratılmış, insanlar dik yürüme kabiliyetinde yaratılmıştır. Eğer insandaki dik yürüme kabiliyetini alırsanız, sıçrayamayan ve yürüyemeyen bir maymun elde edersiniz.

Bu âyet evrim nazariyesini teyit etmektedir.

Demek ki, maymun insana en yakın bir mahluk imiş ki ona dönüşmektedir.

Buna şöyle itiraz edilmektedir. Burada bu dönüşme hakiki değildir, mecazidir. Mecazi olduğuna delâlet eden en önemli delil “Hâsiîn”in çoğulunun erkek kurallı çoğul olmasıdır. Onlar gerçekten maymuna dönüşmüş olsaydı “Hâsiîn” değil de, “Hâsiet” olarak zikredilmesi gerekirdi. Çünkü akıllı olmayan çoğullar için bu çoğul gelmez. Onların içinde maymunlar, hınzırlar ve putlara tapanlar vardır âyetinde de “Hum” zamiri yalnız akıllı olanlara gider. Demek ki orada da maymun ve hınzırdan kasıt, ‘onlar en’âm/hayvanlar gibidirler’ âyetinde olduğu gibi mecazidir diyorlar. Bu yorum da doğrudur. Çünkü hakiki manâ vermeye mâni karine vardır.

Her ne suretle olursa olsun; insanlar, maymunlar ve hınzırlar akraba kılınmıştır. Ortak özellik bu üç türün de meyvecil olmasıdır. Genetik bakımdan akraba olmasalar bile, besin bakımından akrabadırlar. Domuzun ve ona benzer hayvanların etlerinin haram edilmesi bu illetten dolayıdır. Besin zincirinde domuzdan daha yukarıda olan hayvanların etleri haram kılınmıştır. Domuz maymundan daha az insana benzer. Onun için örnek hayvan olarak maymun değil de domuz seçilmiştir. Maymun evleviyetle haram olmuş olur.

***

 

فَجَعَلْنَاهَا (Fa CaGaLNAvHAv)  “Biz onları yaptık.”

Burada “Biz onları yaptık”, maymunları hasiîn maymunları yaptık denmektedir.

Eğer “Hu” zamiri getirilseydi, maymunlara dönüşme olarak anlardık. İbret olsun diye onları hasiîn maymunlara dönüştürdük denmiş olur. “Biz maymunları nekâl yaptık” manâsında şu ifade yer almaktadır. Yani, onları hasiîn kırade (sinik maymun) yapmakla, çevre kirliliğine sebebiyet verenleri yok ettik anlamına gelir.

Tenkil etmek” kırıp ortadan kaldırmak demektir. Yani, onların soyunu ortadan kaldırdık demek olur.

Bazı tefsirciler, onlardan oluşan maymun türünün hâlen mevcut olduğunu söylemektedirler. Bu ifade onlara cevap olmaktadır. Yani, biz onların soyunu kuruttuk anlamına gelir.

” zamirinin gelmesi, zamirin maymunlara gitmesi nedeniyledir. “Hasiîn” ifadesi ile tearuz etmektedir. Yani, bu sefer onlar zî ukûl kabul edilmektedir. Bu karineden şunu anlıyoruz ki, burada işaret edilen genel olarak maymundur. O takdirde “Nekâl” caydırma anlamına gelmektedir. Yani, insan geninin mutasyona uğrayarak sinik maymun olma özelliği insanları çevre kirliliğine karşı caydırmak içindir.

Çevre kirliliği olarak havanın, suyun, toprağın ve canlının kirlenmesidir. Burada en korkunç kirlilikten bahsedilmektedir ki, o da canlıların kirlenmesidir. Canlı türleri arasında doğal denge vardır. Onlardan bir türü kaldırırsanız doğal denge bozulur, canlı kirliliği başlar ve yalnız insanlar değil, tüm canlılar yok olur.

نَكَالًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا (NaKaLan LiMAv BaYNa YaDaYHAv)  “Onların önünde olanlar için.”

“Nekâl yaptık.” Gelecek insanlara ibret olsun, bir daha gelişigüzel avlanmasınlar, haramlara riayet etsinler, doğanın canlılık dengesini bozmasınlar diye böyle yaptık.

İslâmiyet’teki haram aylar ve haram yerler de bunun için vardır. Bugün birçok yerlerde ve birçok sahalarda avlanmalar yasaklanmıştır. Gelişigüzel kafadan atma yasaklar da aynı sonucu doğurmaktadır. Biyoloji ve doğal denge ilimleri geliştikçe bu yasaklamalar gerçekçiliğe dönüşmelidir.

وَمَا خَلْفَهَا (Va MAv PaLFaHAv)  “Ve halflerinde nekal olsun diye yaptık.”

Yani, geçmişte işledikleri suçun tenkili olsun diye yaptık. Ama daha çok gelecekteki insanlara ibret olsun diye böyle yaptık anlamına gelmektedir. İsrail oğulları bunları gördüler ve yaşadılar.

Biz ise bugün müsbet ilimlerin verileri içinde çevre kirliliğinin ne sonuçlar getireceğini biliyoruz. Bugün çevreyi yok eden kapitalist büyük sanayi insanlığı korkutmaktadır. Bu sorun insanlık için en azgın sorun olmaktadır. “Adil Düzen” buna çareler üretmektedir. Bunun için şu yollar önerilmektedir.

a)      Büyük sanayi yerine dağınık küçük parça sanayiine gidilmelidir. Böylece doğanın kendi kendisini arıtmasına izin verilmelidir.

b)      Sanayi artıklarının ham madde olarak kullanılıp değerlendirilmesi gerekir. Atıklar vakıflar tarafından satın alınarak, daha ucuz bir değerle sanayiciye satılmalıdır. Yani, eskileri ve atıkları değerlendiren sanayi desteklenmelidir.

c)       Çevre kirliliğini her sanayicinin kendisinin önlemesi yerine, çevre kirliliğini önleme vakıfları oluşturulmalı, bu vakıflara üretimden pay verilmeli, çevre kirliliği bu şekilde önlenmelidir.

d)      Gerek üretimde, gerek yaşamada, gerek avlanmada zaman ve mekan içinde yasaklar getirilmelidir. Bu yasaklar dengede tutulmalıdır ki, halk doğadan en çok ve en verimli şekilde yararlanabilsin. Hiç yararlandırmama, yağmalamadan daha kötüdür. Çünkü doğa insanlar içindir. Ormanları koruyalım diye insanları ormana sokmamak en büyük cinayettir.

وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِينَ(66) (Va MaVGıJaTan LiLMutTaQIyNa)  

“Ve muttakilere mev’ize olsun diyedir.”

Sözden anlayanlara vaaz yapılacak, ders verilecek, zararları anlatılacak ve bunun sonucunda onlar zaten şeriata uyacaklarından bir sorun olmayacaktır. Ama eğer muttaki değilseler, onlar tenkil edileceklerdir.

Doğa kanunları ile tenkil edildikleri gibi sosyal cezalar da verilir.

Çevre kirliliğini önlemek için ne gerekiyorsa o yapılacak,ayni en ağır cezalar verilecektir.

Ceza hukukunda temel olan prensip, kişinin suç işlemesi sonunda ona ceza vermesidir. Ön tedbirler hukuk düzeninde alınmaz. Ama bunun istisnaları vardır. Mesela, çocuklara ceza verilmez, tenkil yapılır. Komutanlar tenkil yaparlar, öğretmenler tenkil yaparlar. Kötü yola düşeceklerinden korkulan kadınların tenkiline mahkeme karar verebilir. Bir de çevreyi korumak için onu tahrip edecek kimseler tenkil edilebilirler. Çünkü çevrenin bilhassa biyolojik kirlilik olduktan sonra temizlenmesi hemen hemen imkânsızdır.

 

ADİL DÜZEN 356

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 18. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً قَالُوا أَتَتَّخِذُنَا هُزُوًا قَالَ أَعُوذُ بِاللَّهِ أَنْ أَكُونَ مِنْ الْجَاهِلِينَ(67) قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا فَارِضٌ وَلَا بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُوا مَا تُؤْمَرُونَ(68) قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاءُ فَاقِعٌ لَوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ(69)

 

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ (Va EiÜ QAvLa MUvSAv Li QaVMiHİy)  “Musa kavmine demişti.”  

Bundan önce de bu tâbir geçmişti. Kur’an tasnifleri yaparken iade eder. Orada ıclı ittihaz etmeleri ile zulmettiklerini anlatmıştır. Burada da o bakarı kesmeyi emretmektedir. Yani, icle tapmamayı emretmiş, bunu kabul etmişler ama huylarından vazgeçmemişlerdi. Bu sebeple Allah o bakarı kesmeyi emretmiştir. Arada zaman geçmiş olduğundan sonra bu emri verdiği için diğer olaylardan sonra bu emri vermiştir. Ama emir eski ıclı ittihaz ile alakadar olduğu için “Ve İz Kâle Mûsa” tâbirini iade etmiştir.

Kavim ile başkan arasında ikili dengenin olduğunu orada anlatmıştık. Başkan kamu hukukunu temsil eder, şûra üyeleri ise halkın hak ve hürriyetlerini temsil eder. Bunlar arasındaki denge korunur. Hükümet icra kuvvetidir. Her bakan bir taraftan meclise karşı, diğer taraftan da başkana karşı sorumludur. Her ikisi de bakan hakkında hakemler nezdinde dava açabilmektedir.

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً (EinNa elLAvHa YaEMuRuKuM EaN TaZBuXUv BaQaRaTan)  

“Allah size bir bakarayı kesmeyi emretmiştir.”

Burada “Bakara” kelimesi nekiredir. Allah’ın emrettiği herhangi bir inektir. Çünkü insanlar şeytanın vesvesesine her zaman kapılırlar. Allah’ın yerine O’nun yarattıklarını kutsallaştırırlar. Şimdi de kutsal haftayı icat ettiler. Oysa İslâmiyet’te sadece Hazreti İsa’nın doğumu mucizedir, o yılbaşı olarak kutlanabilir. Başka hiçbir peygamberin doğuşu kutlanmaz.

İstanbul fethedilene kadar Hazreti Muhammed’in doğumunu kutlamak yoktur. İstanbul fethedilince Hıristiyanlara nazire olsun diye mevlit yazılmıştır. O zamanki ulema bunu tasvip etmemiştir. Sonra Kur’an ve mevlitler okunmaya başlandı. Oysa İslâmiyet’te yalnız Ramazan ayı mübarektir. Kurban Bayramı günü mübarektir. Birinde Kur’an inmeye başladı, diğerinde Kur’an tamamlandı. Ama şimdi putçuluk yapılıyor. Kutlu hafta icat edildi.

Danimarka’daki karikatür meselesinin manâsını anlamamıştım. Doğum ve ölüm günlerini yaygınlaştırmak için hazırlık yapılmıştır. Allah İsrail oğullarının bâtıl inanışlarını yıkmak için onların ineği kesmelerini istemiş; herhangi bir ineğin kesilmesini istemiştir. Hindistan’da hâlâ inekler sokakları pisletir ama kimse dokunamaz. Urfa’da da balıklara dokunamazsınız. İnkılâplarda böyle davranmak gerekir.

Mustafa Kemal Türk inkılâplarını gerçekleştirirken aksini uygulamıştır. İçtihadı diriltmeyi başarmak için Batı’nın kanunlarını aynen tercüme etmiştir. Kıyafet serbestisini getirebilmek için şapka örtmeye zorlamıştır. Latin harflerini kabul ettirmek için Arap harflerinin kullanılmasını yasaklamıştır. Bunların hepsi dengeyi sağlamak içindir. 1933 yılında ‘Artık elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir’ demiş ve aşırılıklara son vermek istemiş, ancak başarılamamış, sadece ülke ikiye ayrılmakla kalmıştır. Mesela, biz iktidara gelsek, bir üç veya altı ay herkesin çarşaf giymesine zorlarız, sonra serbest bırakırız. Biraz daha fazla bırakırsan yobazlaşma o cihetten olur. İsrail oğullarına onlardaki ıcl aşkını söndürmek için bakarı zebh etmeyi emretmektedir.

قَالُوا أَتَتَّخِذُنَا هُزُوًا (QAvLUv Ea TatTaPıÜuNA HuZuVan)  “Bizi eğlence mi ediniyorsun?”

İsrail oğulları henüz kurban kesmeyi ibadet kabul etmemiş oluyorlar. Kurban çobanlık döneminin vergi sistemidir. Kamu yararına olmak üzere herkes belli zamanlarda kurbanını keser, başkanın emrine verir, başkan onları dağıtır. İki türlü kurban vardır. Biri kesilir ve oradaki ateşte pişirilir ve orada yenir. Buna mahruka kurbanı diyorlar. Diğeri de bölüşülür, herkes eti evine götürür ve pişirir. Henüz kente yerleşmemiş olan İsrail oğulları için kurban emredilmiş oluyor. Bir taraftan putperestliği ortadan kaldırıyor, diğer taraftan da kurban müessesesini tesis ediyordu. İsrail oğulları şaşırmış ve manâsını anlayamamışlardır.

Topluluklar belli şeylere düşünmeden inanırlar ve aksini söyleyeni linç etmeye kalkışırlar. Çünkü onun yalan olduğunu bilmektedirler. Türkiye’de Mustafa Kemal’e perestiş de böyledir. Mustafa Kemal’in yaptıklarını, İstiklâl Savaşı’nı yapıp Türkiye Cumhuriyeti kurmadaki başarıyı kimse inkâr edemez. Ne var ki bunu o yapmadı, o sadece başkanlık etti. Bunun yanında yaptığı hatalı işler yok mudur? Hattâ beşerî zaafları yok mudur? Bunu söyleyemezsiniz. Çünkü bu topluluk şartlandırılmıştır; Mustafa Kemal ya deccaldır, ya da tanrıdır! Oysa Mustafa Kemal normal bir insandır. Yaptıklarının çoğunda isabet etmiştir, takdir edilir. Hataları vardır, tashih edilir. Bu husus peygamberler için de doğrudur. Tek mabut Allah’tır, başka mabud yoktur. Ama şimdi de Hazreti Muhammed’i tanrılaştırma denemeleri vardır. Hitler, Mao, Lenin zaten çoktan tanrı olmuş, göklerde kavga ediyorlar. Kur’an insanlığın bu saplantısını düzelten yegâne kitaptır. Allah’a inanmayanların tanrılar icad etmesi kadar tabiî olan ne vardır? Mustafa Kemal’e taptıramayınca şimdi Hz. Muhammed’e taptırıyorlar.

قَالَ أَعُوذُ بِاللَّهِ (QAvLa EaGUvÜu Bi elLAHi)  “Allah’a ıyaz ederim diye kavlet.”

Avz”, “Avd” kelimesine akrabadır. “Avdet etmek” gerisin geriye dönmek demektir. ““Avz etmek” de, kötü şeyden kaçıp birisinin korumasına baş vurmak demektir. Sığınmak anlamındadır. İltica anlamına gelir.

Burada başkanın kavmi ile alay etmesi büyük günahtır. Başkan kavmi ile fikren müzakere eder. Fiillerini tashihe çalışır ama halkı asla küçük görmez, onların üzerine kendisini hükümdar yapamaz. O başkanlığı halkın desteği ile almıştır. Onun gücü halkın onu kendiliğinden dinlemeleridir.

Peygamberlerin özel korumaları ve sarayları olmamıştır. Halk içinde halkla beraber yaşarlar. Özel koruma birliği yoktur. Onun bucağı ve onun ocağı onu koruyacaktır. Bir bucakta bir tek görevli vardır, o da başkandır. Diğerleri içinde cizye verenler yönetimde görev alamazlar. Nöbet tutan herkes kamu görevini yüklenebilir. Geçici bir iş için ehil olanlardan birini görevlendirir. Başkan aynı topluluğa sığınır, çünkü bütün cemaat onu korumakla yükümlüdürler.

أَنْ أَكُونَ مِنْ الْجَاهِلِينَ(67)   (EaN EaKUvNa MiNa eLCAvHIYNa)  

“Cahillerden olurum diye Allah’a sığınırım.”

Cahil” bilmeyen demek değildir; bilmek istemeyendir. Kafasındaki yanlışı deliller geldiği halde düzeltmek istemeyen kimseler vardır. Bunlar cahildir. Öğrenmek isteyip de öğrenemeyen cahil değil, bilmeyendir. Sosyal baskı vardır. Herkes aksini düşündüğü halde aksini düşündüklerini birbirlerine söyleyemeyen kimseler, hep inanmadıkları bâtılı savunurlar, ona göre davranırlar. İnsanlar arasındaki rekabeti o bâtıl inançlarla sürdürmek isterler.

Mustafa Kemal insanlar arasındaki birliği cumhuriyet ve istiklâl ideali olarak belirlemiştir. Yegane vazifen Türk istiklâlini ve cumhuriyetini muhafaza ve müdafaa etmektir demektedir. Bu ne demektir? Biz bu memlekette hür ve bağımsız olarak yaşayacağız. Esir olmamak için bu vatanı koruyacak, bu devleti yaşatacağız.

Bu anlayış İslâm devlet anlayışıdır. İslâm devletinde her ırk ve dinden insanlar yaşayacak, bunlar istedikleri gibi yaşayacaktır. Bunun için dayanışarak devlet kurmuşlardır; kendi görüşlerini başkalarına zorla kabul ettirmek için değil. Mustafa Kemal din ayırımı yapmış, ülkedeki gayrimüslimleri ülke dışına çıkarmıştır. Ama bu Hazreti Muhammed aleyhisselâmın Yahudileri Medine’den sürmesi benzeridir. İhanetleri sebebiyle sürülmüşlerdir. Birlikte yaşamayı bilemediklerinden dolayıdır. Mustafa Kemal’den sonra önce lâiklik devletin üstünde bir kurum hâline getirildi. Adeta devlet lâiklik için vardı. Lâiklik dinsizlik şeklinde anlaşıldı, milliyetsiz şeklinde anlaşıldı. Böyle olunca da halkı devlete bağlayan bir şey kalmamıştır. Bu arada Batı devreye girmiş, siz Mustafa Kemal’e tapın demiş ve Kemalizmi ayak altına almışlar, ama onun şahsına taptırmağa başlamışlardır.

İşte Hazreti Musa bunun gibi bir bâtıl inanışı düzeltmek için kavmini harekete geçirmek istemiş, onlar ise bizimle alay ediyorsunuz demişlerdir. Hazreti Musa da “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırız” demiştir.

Adil Düzenciler iktidar olduğunda Mustafa Kemal’in heykellerini kıracak, resimlerini yırtacak, mezarını ziyaret etmeyi yasaklayacaklardır. Böylece Mustafa Kemalin ayaklar altına alınan Kemalizm ilkeleri yeniden diriltilecektir. Müsbet ilmin meş’alesi ışığında amel etmeyen kalmayacaktır.

Bizim ihtiyacımız Mustafa Kemal’in heykelleri, resimleri, mezarı değildir; bizim Mustafa Kemal’e olan ihtiyacımız onun fikirleridir, onun müsbet ilmin ışığı altında batı ile doğuyu sentez eden görüşleridir, Türkiye Cumhuriyeti ve istiklâlinin yaşatılmasıdır. Onun heykellerini kırarken biz ona hakaret etmemekteyiz, aksine onu tanrılaştırıp ona taptıranlar, ona hakaret etmektedirler. Tanrı olmayan birine ‘tanrı’ dersen elbette ona hakarettir. Mustafa Kemal Türkiye’yi yaratmamıştır, Türkiye onu yetiştirmiştir. Savaşı Mustafa Kemal değil, onun başkanlığında Türk Milleti kazanmıştır.

***

قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ (QAvLUv uDGUv LaNAv RabBaKa)  “Rabbine bizim için dua et.”

“Rabbena/Rabbimize” demiyorlar, “Rabbeke/Rabbine” diyorlar. Hazreti Musa Rabbine dua edecektir. “Rabbimiz” deseydiler, dua edelim demeleri gerekir. Başkan Rabbin görevlisidir.

Artık topluluğu başkan temsil eder, halk toplulukla başkan aracılığı ile talepte bulunur. Ekseriyet sisteminde halk oyunun manâsı yoktur. Halk isteklerini dayanışma ortaklıkları başkanları ile başkana ulaştıracaktır. Başkanlar ilgili şûralarla istişare ederler ve istişare esnasında gelen ilham Rabbin ilhamı, ulusun ilhamı olur ve o uygulanır. Topluluklar halklardan oluşur. Ancak toplulukların özelliklerinin toplamı ulusu oluşturmaz. Ulus bunların toplamı değil, bileşkesidir. Dolayısıyla topluluk ayrı kişiliğe sahiptir. Yani, kişilerin ayrı ayrı kişilikleri vardır. Bunların ortak istekleri de vardır. Ama birinde topluluk vardır. Bu halkların toplamından ibaret değildir. O topluluğun geçmişte yaşayıp gidenleri de dahildir, gelecekte gelecekler de dahildir. İşte başkan bunun sözcüsüdür. Bunu temsil etmektedir. Burada halk ayrı ayrı bu ulusu temsil etmez.

“Rabbine” deyince; geçmişiyle, geleceğiyle topluluğunuzu korumak isteyen ve seni bunun için özel olarak yetiştiren Rabbine dua et diyorlar.

يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ (YuBayYiNu LaNAv MAv HiYa)  “Bize mahiyetini beyan etsin.”

Göster de biz de onu keselim, mahiyetini beyan etsin diyorlar. Başkan sadece tebliğ eder, onların bir şeyi yapmalarına zorlamaz. Kişiler başkanın bildirdiklerine göre amel ederler. Hesabı başkana değil, doğrudan doğruya Rablerine yani yargıya verirler. Hakemlerden oluşan yargı başkanın da üstündedir. Bugün yargı üstünlüğü diye bir şey söylerler, ama kendi atadıkları hakimlerin üstünlüğünü yani kendilerini savunurlar. Oysa Kur’an hakemler sistemini getirmiştir. Hakemlerden oluşan yargı gerçekten herkesten üstündür. Bunun için “bize irae et” demiyorlar, “mahiyetini göster” diyorlar. Şeriatın yapısını biliyorlar. Burada yaptıkları hata şudur.

Müşkül olmayan ifadelerde soru sorulmaz, yapılır, hesap da Allah’a verilir. Yani, yargıya verilir. Bunlar hemen hemen hiçbir tereddüt göstermeden içtihat yapacaklar ve bakarı keseceklerdi. Burada halka emredilen bir bakarın kesilmesidir. Peki, kesecek olanlar kimlerdir? Meslekî şûra başkanları aralarında istişare ederek başkanın emrini yerine getireceklerdir. Çünkü devleti, yahut bucağı temsil eden başkan olduğu gibi, halkı temsil eden de dayanışma ortaklıkları başkanlarıdır. Bu başkanlar aynı zamanda şûra üyeleridirler.

قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ (QAvLa EinNaHUv YaQUvLu EınNaHAv BaQaRaTun)  

“Şöyle dedi: ‘O şöyle diyor. O bir bakardır.’”

Herhangi bir bakaradır. Yani, yine Hazreti Musa bakarayı doğrudan göstermeyip kavmin içtihadına bırakmaktadır. Uygulayıcıların sorularına yetkileri dahilinde ise cevap vermemesi gerekir. İçtihat bir serbestliktir. İmkân ve ihtiyaçlarına göre içtihat yapmaları gerekir. Eğer siz merkezden belirlerseniz, yapılan uygulamlar hatalı olur. Mahallî şart ve imkânlar değerlendirilmemiş olur.

Oysa biz şimdi birisi bir şey sordu mu, bilsek de bilmesek de cevap veriyor, uygulayıcıların içtihadına kısıtlamalar getiriyoruz. Bu özel hayat uygulamalarımızda böyle olduğu gibi, devlet yönetiminde de böyledir. Sorumluluk uygulayıcıda, yetkiler ise merkeze verilmiş. Bu da devletin hantallaşmasını sağlamaktadır.

لَا فَارِضٌ وَلَا بِكْرٌ (Lav FaRıWun Va LAv BiKRun)  

“Ne farid, ne bikr olsun.”

Fard” kelimesi burada geçmektedir. “Farz” bölünmüş, parçalanmış demektir. Genç olmayacak, bir de kart olmayacaktır. Allah burada bir şeyi öğretmektedir.

‘Bana kalem al’ dendiği zaman, acaba nasıl bir kalem alınacaktır? Kalite bakımından çok değerli kalem olabilir, çok değersiz olabilir. Sözleşmede geçen kalem hangisidir? Nasıl tesbit olunacaktır?

Genç olmayacaktır. Yaşlı olmayacaktır. Acaba genç ve yaşlı nasıl belirlenecektir? Önce baktığınız zaman onda küçüklük veya yaşlılık hissedilmektedir. Burada yaşlılıktan çok sakatlık olarak anlayabiliriz. Hangi hayvan kurban olmaz? Olgunlaşmamış hayvan kurban olmaz, sakat olan kurban olmaz. Bu genel kural içinde İsrail oğullarının içtihatla bunu bilmeleri gerekirken, soru sormuşlardır. Allah da onlara içtihadın sonucunu değil, içtihadın nasıl yapılacağını anlatmaktadır. Genç olmayacak, sakat olmayacak demektedir.

عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ (GaVAvNun BaYNa ÜavLiKa)  “Bunun arasında olmalıdır.”

Gavan” “Gayn” kelimesi ile akrabadır. İnsan bir baktı mı o eğer normal hayvan dışında görülüyorsa, o hayvan kurban olmaz. Bu görünüş genç olması dolayısıyla olabilir, yahut görünürde bir eksikliği olur.

Gavn” kelimesi aynı zamanda yardım anlamındadır. Fonksiyonu ifa etmelidir. Mesela süt vermelidir. Yavru doğurmalıdır. Kendi kendine merada yayılıp otlayabilmelidir. Böylece avn kelimesi ile her eşyanın toplulukta ondan beklenen fonksiyonları ifa etmelidir şeklinde anlıyoruz. Gelecekte ifa edecekse o geçerli değildir. Geçmişte o fonksiyona sahip olması da yeterli değildir.

Allah burada aynı zamanda kelimelerde anlaşılacak manâları da hatırlatmış olmaktadır. Şu soru sorulabilir: Peki, koyun dediğimiz zaman kuzuları veya sakatları içermez mi? Evet, bu sorunun cevabı şudur. Koyun kelimesi bazen küçük ve sakatları da içine alır. Bazen de yalnız koyunluk işini yapabilenlerdir.

Genel kural şudur. İstihkakta geniş manâdaki koyunları ele alır. Yem istihkakı bakımından hepsini içerir. Bu sebepledir ki merada yayılan hayvanlar zekat için sayılırken küçük ve sakat diye ele alınarak sayılır, onun kırkta birinin zekâtı verilir. Çünkü mera kirasıdır. Ama ödenirken “Avânun Beyne Zâlike” olması gerekir. Çünkü ondan fonksiyonu ifa etmesi gerekir.

Demek ki, bu ifade bize birçok fıkıh hükümlerinin istinbat şeklini öğretmektedir. İçtihatsız hayat olmaz. Çünkü her adım attığımızda “avan”ın ne olduğunu belirlememiz gerekir. Yani, hangisi işe yarar demek olur.

فَافْعَلُوا مَا تُؤْمَرُونَ(68)  (Fa iFGaLUv MAv TuEMaRUvNa)  “Emr olunduğunuzu fi’ledin.”

Burada emrolunan içtihad yaparak kesmedir. İçtihad yapın ve uygulayın denmektedir. Halk kesmek istememekte, ille ne olduğunu öğrenmek istemektedir. Burada “emrolunduğunuzu siz fi’ledin” demekle sizin iradenizle fi’ledin anlamı çıkar. İnsan bir makine parçası değildir. Kendisine emrolunanı içtihad ederek yapacaktır. Burada şu sorulabilir. Eski şeraitlerde da içtihat var mı idi? İçtihat Kur’an’la tedvin edilmedi mi? Bunu kolayca anlayabilmemiz için içtihadın çeşitlerini bilmemiz gerekir.

İçtihat iki türlüdür. Şer’î  ve amelî içtihatlar vardır. Şer’î içtihat, benzer durumlarda benzer kuralların uygulanmasıdır. Bu içtihat ile şeriat ortaya çıkar. Toplulukta halkın hangi durumlarda hangi davranışlarda bulunacağı belirtilir. Bunlarda genel kurallar şunlardır.

1) Aynı şartlarda oluşan olaylara farklı hükümler konamaz. Benzer olayların hükümleri de benzer olmalıdır. Değişik zamanlarda olması değişik hükümleri getirmez.

2) Mekânın değişmesi ile hükümler değişmez.

3) Faillerin değişmesi ile hüküm değişmez. Tüm katiller aynı cezayı alırlar.

4) Tüm mef’uller aynı hükme tâbidirler. Maktul çocuk veya büyük olsa ceza değişmez.

Görülüyor ki, buradaki kurallar doğadaki sünnetullah kanunlarına benzer bir şeydir. Şeriat bu tür kurallarla oluşur. Oysa amelî içtihatlarda tam tersinedir. Sadece o olayı içermektedir.

1) Tam benzer olay olsa bile amelî içtihat uygulanırken içtihat yapılır. Bu olay için yapılan içtihada başka olay uygulanamaz.

2) Herkes sadece kendisi içtihat yapar, kimse başkasının içtihadı ile amel edemez. Bilmiyorsa sorar ama, yine son karar kendisinindir.

3) Kişi içtihadında hata edebilir, bu hata mafuv değildir. Ameldeki hatanın cezası yoktur, ama zarar giderilir. Dayanışma ortaklığı bunun için vardır. Oysa şer’î içtihatlarda afv vardır.

4) Amelî içtihadın sorumlusu kişinin kendisidir. Oysa şer’î içtihattaki hatanın sorumlusu dayanışma ortaklığıdır.

İşte Kur’an’dan önceki dinlerde şer’î içtihat yoktu. Allah tarafından gönderilen peygamberler vahiy ile bunları koyuyorlardı. Ama amelî içtihat her zaman vardır. İnsan her zaman iradeye sahiptir. Bunu kullandığı için sorumludur ve mükâfatlanmaktadır.

***

قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ (QAvLUv uDGUv LaNAv RabBaKa)  “Rabbine bizim için dua et.”

Arapçada “Kâle, Kâle” peş peşe gelince, eğer “Va” harfi kullanmazsa karşılıklı konuşmaları ifade eder. Diyenler farklı kimseler olur. Burada zaten farklı kimseler olduğu “Kâle” ve “Kâlû” demelerinden anlaşılmaktadır. “Va” harfi gelirse aynı kişi konuşmaya devam etmiş olur. “Rabbine dua et” diyorlar, ama bizim için dua et. Neden kendileri dua etmiyor da, başkanlarına bizim için dua et diyorlar?

Topluluk adına bir kişi dua eder. Bir kişi konuşur. Topluluk adına herkes konuşmaz. Vekâleten biri konuşur, diğerleri dinlerler. Konuşma bittikten sonra itirazı olanlar katılmadıkları hususları beyan ederler. Bir karar yazılırken de böyle yazılır. Başkan istişare ettikten sonra metni kaleme alır. Bir defa daha istişare ederek itirazları dinler ve son şeklini verir. Ondan sonra itiraz edenler, itiraz ettikleri hususların müsveddesini kaleme alır. O da istişare eder, metne son şeklini verir. O da tutanağa geçer. “Bizim için” demekle, başkanlarına vekâlet vermiş olurlar. İstişarî kararlar da böyle alınır. İtiraz edenler hakemlere gidebilirler.

يُبَيِّنْ لَنَا مَا لَوْنُهَا (YüBayYiN LaNAv MAv LaVNuHav)  “Levni nedir beyan etsin.”

Daha önce mahiyetini sormuşlardı. Kur’an onlara ne küçük ne de sakat olmayan birinin kesilmesi gerektiğini beyan etmiş, onlara içtihadın yolunu öğretmiştir. Biz o ifadeden kelimelerin iki çeşit manâsı olduğunu, biri eksiksiz iş gören şeklini belirleyen manâsı, diğeri de geçmişte olmuş veya gelecekte olan bilkuvve yetenek olarak o özelliği taşıyanları da içine alan manâsını bildirmiştir. Onlar yine anlamamış ve yine sormaya devam etmişlerdir. Aslında içtihatla bilmeleri gerekirken soruyorlar. Allah sormayın demiyor, izah ediyor.

Bu bize usulcülerin temel kurallarını söylüyor. İçtihadın dört mertebesi vardır.

a)       Nass: Araştırma yaptınız, bütün delilleri değerlendirdiniz, bir sonuca vardınız. Bundan fazla yapılacak bir şey yok dediniz. Buna “nass” denmektedir. Bu bir tür amelî değil de şer’î araştırmadır, artık sizin için kuraldır. Bir daha aynı durumla karşılaştığınızda yeniden içtihat yapmanıza gerek kalmaz, eldeki içtihadınızla amel edersiniz. Eğer yeni delil gelirse onu değerlendirmek durumunda olursunuz. Burada gecikme mazeret değildir. Sorulması caiz değildir. Sorulduğunda yetkili cevap vermez.

b)       Zâhir: Henüz araştırmayı tamamlayamadınız ama, sizde bir kanaat doğdu. Vakit kaybetmeden onunla amel edersiniz. Ancak daha sonra aynı durumla karşılaşırsanız, zahirle elde ettiğiniz içtihatla amel edemezsiniz, yeniden içtihat yapmanız gerekir. Nass mertebesine yükselinceye kadar içtihada devam etmek zorundasınız. Burada da geciktirme caiz değildir. Sorulan cevap vermez.

c)       Hafi: Bir konuda içtihat yapacak durumdasınız, ama henüz yapmamışsanız, o takdirde içtihat yapacak ve ondan sonra amel edeceksiniz. Burada uygulamanın geciktirilmesine bu özürdür. İçtihat edip hafilik ortadan kalkıncaya kadar amel etmez. Hafi genel olarak nass seviyesine dönüşür. Çarpmadan önce beş kilo patatesin 23 lira edeceğini bilemeyiz, ama çarptıktan sonra artık eminiz. Zâhir mertebesine dönüşse bile onunla amele edilir.

d)       Müşkülde ise kişi bilip bilemeyeceğini yani sorunu çözüp çözemeyeceğini bilmez. İşte bu durumda kişi isterse içtihad yapar, zâhir de olsa amel eder, hatadan sorumlu değildir. Çünkü geciktirme daha büyük zarar doğurur. İsterse bilene veya yetkiliye sorar. İşte böyle bir soru ile karşılaşan yetkili, sorunu çözmez, sorunu çözmeyi öğretir; yani çarpmayı öğretir.

İşte bu âyetler bize bunları anlatmaktadır. Soru soran anlayamamışsa, öğrenmemişse bir daha sorabilir. O takdirde de sorulan yine öğretici cevaplar verir, çözmeyi ona bırakır. Burada aktif eğitim de öğretilmiş oluyor.

قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ (QAvLa EinNaHUv YaQUvLu)  “O şöyle diyor dedi.”

Yani, Musa aleyhisselâm kavmine şöyle dedi. Burada Musa aleyhisselâm kendi içtihadını söylemiyor, Allah’ın dediğini söylüyor. Başkan, gelen sorunlara içtihatla çözüp cevap vermez. Bu tür sorular, şeriata dayanmalıdır. Soranın bilmediği kuralı başkan biliyorsa o kuralı aktaracaktır. Yoksa ‘bu böyledir’ deme yetkisine sahip değildir. Eğer kendisi de bunu çözecek kuralı bilmiyorsa, istişareye başvuracak, kuralı ortaya koyacaklardır. Öyle kuralı koyacaklar ki o sorun çözülsün.

Son Resul de verdiği hükümlerde daima filan mahkumdur demez, kural koyardı. Böyle yapana böyle yapılır derdi. Ondan sonrası taraflara veya sorana bırakılırdı. Osmanlılarda da fetva müessesesinde “Zeyd Amr’a şöyle yapsa hükmü nedir?” diye sorarlar, davalı ve davacının adını yazmazlardı. Müftü de böyle cevap verirdi. Çünkü amelî içtihat yalnız amel edenin içtihadı ile olacaktır. Çünkü sorumlu odur. Diğerleri tamamen danışmanıdır. Son kararı mükellef verecektir. Ehil değilse velisi verecektir. Sorumluluk da ona ait olur.

Allah insanlara ayrı ayrı muhatap olurdu. Ama öyle yapmıyor, resulleri, başkanları ortaya koyuyor. Bir toplulukta iseniz, o topluluğun başkanına itaat topluluğa itaattir, yani Allah’a itaattir. İtaat etmeyecekseniz o topluluktan ayrılacaksınız. O toplulukta kalıp başkana itaat etmemek topluluğa yani Allah’a isyandır.

إِنَّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاءُ فَاقِعٌ (EinNAHAv BaQaRaTun ÖaFRAEun FaQıGun)  

“O fakı safra bir bakardır.”

Safr” içi boş kap demektir. Sıfır buradan gelir. 0 işareti de buradan oluşmuştur. Alaca olmayan, tek renk olan, siyah veya beyaz olmayan renge de “esfer” denir. Özel olarak sarı renk için de kullanılır. Sarı renk için “Fâkı’” kelimesi değil “Kalih” kelimesi kullanılır. Buradan anlıyoruz ki buradaki “Safrâ’” sarı renk değildir. Ayrıca “Safrâ’” çoğuldur. Oysa tavsif edilen ise bir bakardır. “

Fâkı’” kelimesi, curuf yani üste çıkan anlamındadır. “Safrâ’” herhangi bir özelliği olmayan demektir. Boş, sıradan manâsındadır. Yahut hamile olmayan manâsına gelir. Bu takdirde gebe hayvanların kesilmemesi gerekir. Gebe olmayan demek olur. “F’akı’” ise gebeliğin vasfı olarak alınabilir. Yani, ortaya çıkmış, gebeliği belli olmuş hayvan demek olur. Baktığınız zaman gebe olduğu anlaşılan hayvan kurban edilmez, veya kesilmesi emredilmez anlamını taşır. Bu hususun daha iyi anlaşılması için Yahudilerin kurbanla ilgili sünnetlerine bakmak gerekir. Bundan çıkaracağımız bir manâ, ekili arazilerin mahsulü ekene aittir. Gebe hayvanın yavrusu satıcıya aittir. Sözleşmeye dahil edilmemişse satın alan el koyamaz. Yahut icrada ise ancak ekin kalkınca veya doğurduktan sonra el konur. Mesela, bir adam araba ile yolculuk yaparken arabayı satsa, alıcı yolculuk bitinceye kadar teslimini isteyemez. Görülüyor ki şu ahırdaki ineği kesin demiyor, sadece kuralı bildiriyor.

لَوْنُهَا (LaVNuHAv)  “Levni”

“Safrâ’” kelimesinin bedeli olarak düşünülürse, o zaman safrâ’ renk anlamındadır. Ama haberden sonra haberde “Ve harfinin gelmemesi hâlinde haberlerde kemal-i ittisal veya kemal-i infisal olabilir. Bu sebeple onun bedeli olmayabilir.

Levn” renk demektir. Ama güzel görünümde yani estetik anlamında olabilir. Çünkü Kur’an’da “Elsine” ve “Elvan” birbirine eş olarak kullanılmıştır. “Lisan” nasıl ağzımızdaki dil değil de konuşma ise “Elvan” da vücudumuzdaki renk değil de güzel sanattır. Burada da “Levn” deyince sadece siyah-beyaz değil, bütün biçimiyle, heyetiyle estetiği anlamındadır. Nitekim bundan sonraki ifade de bunu göstermektedir.

Hayvana baktığınız zaman cılız, zayıf, hasta durumunda olan hayvanlar vardır. Bir de canlı ve sağlam görünen hayvanlar vardır. İşte kurban edilecek hayvanlar da böyle hayvan olmalıdır.

Burada ‘hayvanı kesin’ emri, o zamanki zekâttır. Şimdi de zekât olarak verilecek mallar hakkında aynı şeyler yapılmalıdır. Kırk inekte bir inek veya kırk koyunda bir koyun zekât olarak verilecektir. Dükkanda mevcut olan mallardan da kullanma tarihi bitmiş mal verilebilir. Bunun için şu sistem geliştirilmiştir.

Zekâtı veren kimse mallarını nisaba göre ayırır. En iyilerini bir yerde, en kötülerini bir yerde, ortalarda olanları da ayrı yerlerde küme yapar. Küçük ve sakat hayvanların içine en zayıflardan zekât olunacak kadar gelişmişleri katar. Zekâtı toplayan kimse bunların içinden en canlısını seçer. Bu sistem bölüşmede de kullanılır.

Camili bucağında kardeşler mallarını bölüşecekleri zaman en büyük kardeş malları hisselere ayırır. Beğenmeyen kendisi ayırır. Diğer kardeşler ise onlardan istediklerini sıra ile seçerler. Bu bölüşmenin bir rüknüdür. Eğer ortak iseler en çok sehim (yani pay) sahibi bölüştürür. Küçük sehim sahibi bunlardan birini tutar. En küçüğün payı esas ayrılarak pay yapılır.

Zekât bir ortaklık payıdır. Ortaklar ortak mallarını nasıl bölüştürürlerse, zekât toplayan da zekât verene aynı bölüşmeyi yapar. Kur’an burada İsrail oğullarına, dolayısıyla tüm insanlara bölüşmeyi öğretmektedir. Niçin İsrail oğullarını muhatap alıp bunları anlatmaktadır? Çünkü ticarette ve ortaklıklarda, kıyamete kadar İsrail oğulları insanlığa örnek olacaklardır. Siz şimdi gidin ve istediğiniz kadar kaliteli ve estetik mal üretip piyasaya sürün, onu kimse almaz. Eğer Yahudi onu almaya, satmaya veya kullanmaya başlarsa, bakarsınız ki herkes o mala rağbet eder. Bu durum onların ticarette daima üstün olmalarını sağlar. Bu durum yalnız mallarda değildir.

İstediğiniz kadar güzel ve orijinal kitap yazın, buluş yapın, hiç kıymeti yoktur! En yakın kimseler bile onu okumaz. Bir gün İsrail uleması onu kendi buluşları imiş gibi benimser. O onun eseri imiş gibi piyasaya çıkar ve sonra çocuklarımız hep büyük âlimlerin İsrail oğullarından çıktığını okurlar. Allah insanların ruhi yapılarına böyle bir meyil vermiştir. Nasıl Kabe’yi şimdi artist ve leydiler de gidip ziyaret ediyorlarsa, insanlara oraya gitme meylini vermişse; nasıl mü’minlere insanlığa adaleti dağıtma görevi vermiş ve insanlar da buna rıza gösterirlerse; moda ve ilimde de İsrail oğullarına bu üstünlüğü vermiştir.

Kırgızistan’da SSCB sonrasında ilk devlet kurulmuş, dairelere gidiyorduk. Çoğu memurlar Rus idi. Ama ‘Ben Türküm’ dediğimizde hemen kolaylık gösterirlerdi. Osmanlının çocuklarına saygı yalnız Müslümanlarda değil, Müslüman olmayanlarda yani Ruslarda da devam ediyordu.

Allah her kavme böyle ihsanlarda bulunur. Bakarsınız ki bir malda bir topluluk markalaşır. İnsanları bu oluşa götüren sanattır, levndir. Diğerlerinden tek üstünlüğü markadır. Türkler dünyaya kendilerine verilen markalarla çıkmalıdırlar. Bu da askerlik ve adalettir. Kendi silahlarını kendileri üretip adalet için savaşmayı ihraç etmelidirler. Başka ülkelerin markalarının peşinde koşmak hatadır. Aynı şey İsrail oğulları için de geçerlidir. Allah kendilerine ilimde ve ticarette markalaşma imtiyazı vermiştir. Onların tekelleşmeden, ilimleri para ile pazarlamadan bu markaları insanlığın hizmetinde kullanmalıdırlar. İnsanlar da bu konularda onlarla yarışmamalıdırlar. Allah kendilerine hangi sahalarda markalaşma vermişse oralarda yarışmalıdırlar.

Bunun gibi; Allah Batılılara ekonomide ve sanayide markalaşma imkanını vermiştir. Biz o sahalarda onları geçmeye uğraşmamalıyız. Çünkü onları geçemeyiz.

Müslümanlara da hukukta ve yönetimde markalaşma imkanını vermiştir. Biz bur alanda gayret gösterip insanlığın hizmetine sunmalıyız. “Adil Düzen” bunu yapmaktadır. Bugün Adil Düzene göre süper marketleri biz kuruyoruz. Bunun muhasebesini biz oluşturacağız, bunların genel hizmetlerini biz yapacağız. Ama bu marketlerden yararlananlar yine Batılılar ve hassaten İsrail oğulları olacaktır. Bizim görevimiz onların dünyayı sömürmelerini önlemektir. Yoksa onların elinden mesleklerin almak gibi bir hedefimiz olmayacaktır.

تَسُرُّ النَّاظِرِينَ(69) (TaSurRu elNaJıRIyNa)  “Nazırları mesrur eder.”

Serir” serdi demektir. Evde koltuklar ve mobilyalar derhal gözü çarpar. Eve girdiğiniz zaman onun döşemesi sizi mesrur eder. Çünkü insanda estetik algı vardır. Onun için her aile mobilyanın peşine koşmaktadır. Evleneceği zaman ev almaz, mobilya alır. Sonra da ölünceye kadar onun borçlarını ödemekle meşgul olur.

“Mesrur olan” kelimesi mobilyadan türemiştir. Ayrıca odalarda görünmesini istemediğimiz şeyleri sedir altına koyarız. Bu sebeple sir olanlarda yine serende türetilmiştir.

Burada “Nâzirîn” kelimesi kurallı erkek çoğul olarak getirilmiştir. Yani, güzellik sosyaldir. Topluluk onu estetik görüyorsa o estetiktir. Bu sebepledir ki nasıl diller farklı ise estetik anlayışı da topluluklara göre farklıdır. Bu topluluğa çok güzel olarak gelen bir müzik, öbürleri için bir gürültüden başka bir şey değildir.

Yabancı dilin kelimeleri nasıl dili bozarsa, yabancı sanatın etkileri o sanatı bozar. Yabancı kelimeler topluluğun fikrî yapısını bozar. Sanat da topluluğun ortak duygularını bozar, millî birlik yok olur. Cumhuriyet döneminde bize yabancı olan Arap ve Fars dillerinin ve sanatının etkisi kaldırılmak istenmiş, yerine Türk dil ve sanatı geliştirilmek istenmiştir, ancak başarılamamıştır. Dolayısıyla ne büyük bir fikir adamını yetiştirdik, ne de büyük bir sanat adamını yetiştirdik.

İşte bu nedenle “Nazar edenler” kurallı erek çoğul olarak getirilmiştir. Çünkü sanat soysaldır.

Nâzirîn” kullanılmıştır. Sanat göze ve kulağa hitap eder. Fikirler daha çok kulağa hitap eder, hisler ise daha çok göze hitap eder. Kıyas yoluyla sese de şamil olur.

Kur’an’daki her tâbir evrensel kurallar içerir. Kıyası da ele aldığınız zaman Kur’an’da yok yoktur.

 

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3355 Okunma
2-bakara11-20
2383 Okunma
3-bakara21-30
2532 Okunma
4-bakara30-37
2264 Okunma
5-bakara37-48
2495 Okunma
6-bakara 49-57
3114 Okunma
7-bakara 59-61
3131 Okunma
8-bakara 62-69
2482 Okunma
9-bakara 70-76
3474 Okunma
10-bakara 77-83
2757 Okunma
11-bakara 84-88
2318 Okunma
12-bakara 89-93
2443 Okunma
13-bakara 94-101
2636 Okunma
14-bakara 102-105
3487 Okunma
15-bakara 106-112
2678 Okunma
16-bakara 113-119
2741 Okunma
17-bakara 120-123
2637 Okunma
18-bakara 124-130
2334 Okunma
19-bakara 132-138
2206 Okunma
20-bakara 139-143
2115 Okunma
21-bakara 144-149
2578 Okunma
22-bakara 150-158
2497 Okunma
23-bakara 159-165
2091 Okunma
24-bakara 166-173
2490 Okunma
25-bakara 174-177
2608 Okunma
26-bakara 178-182
2327 Okunma
27-bakara 185-187
6389 Okunma
28-bakara 188-194
2484 Okunma
29-bakara 195-198
2843 Okunma
30-bakara 199-206
2382 Okunma
31-bakara 207-213
2784 Okunma
32-bakara 215-217
2226 Okunma
33-bakara 218-221
2711 Okunma
34-bakara 222-228
3010 Okunma
35-bakara 229-232
3574 Okunma
36-bakara 233-235
2285 Okunma
37-bakara 236-242
2496 Okunma
38-bakara 243-246
2615 Okunma
39-bakara 247-248
2853 Okunma
40-bakara 249-252
3153 Okunma
41-BAKARA 253-256
2703 Okunma
42-BAKARA 257-259
2525 Okunma
43-BAKARA 260-264
3090 Okunma
44-BAKARA 265-269
2261 Okunma
45-BAKARA 270-274
2643 Okunma
46-BAKARA 275-277
2362 Okunma
47-BAKARA 278-281
2393 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2800 Okunma
49-BAKARA 283-284
2499 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3719 Okunma

© 2024 - Akevler