ADİL DÜZEN 394
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 56. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنْ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمْ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَنْ كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلَا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(185)
وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِي إِذَا دَعَانِي
فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ(186)
شَهْرُ رَمَضَانَ (ŞaHRu RaMaWANa) “Ramazan ayı.”
“ŞEHRU RAMADAN” mukaddem müfreddir. İçinde Kur’an indirilen Ramazan ayıdır. Haber olduğu için nekiredir. Takdim edilmiş olması öneminden dolayıdır. Tahsis için değildir. Tahsis için olması haberin de marife olması hâlindedir. Aralarında “Ve” harfi konmadığı için yukarıda emredilen orucun burada açıklaması yapılmıştır. Ramazan ayı emredilen orucun bedeli değildir. Bedel olsa sonra gelen “Ellezî” nekire gelmiş olur ki bu doğru değildir. Ramazan gayri munsariftir, yani “Nun” esreli geleceğine üstünlü gelmiştir.
“ŞEHR” kamerin hilalden hilale gelmesi döneminin adıdır. Ortaya çıkma anlamındadır. Hilalin görünmesinden başlar.
Ay ülkelerden ülkelere göre değişmez. Bütün yeryüzünde aynı günde başlar. Mekke’deki gün olarak başlar. Uluslararası takvim Mekke saati ile oluşur. Ayın hesabı değişmesi, ay ve güneşin aynı yer ekseninden geçen düzlemin birlikte geçmeleri ile başlar. Bu günün ortasında olur. Her ay değişik ülkenin gününe göre olur.
Bizim Batılılardan farkımız vardır.
a) Batılılar Griniç’e (Greenwich) göre yeni ay hesabı yapmaktadırlar. Biz ise Mekke’deki Kâbe’nin bulunduğu Hacer-i Esved’in olduğu yerden başlatıyoruz.
b) Batılılar gece yarısından sonra başlatmaktadırlar. Biz ise gündüz öğle saatini 44 dakika geçe başlatıyoruz. Bu 44 dakika her gün ayın 29.5 günden fazla gitmesi miktarıdır. Ayı 29 ve 30 gün alıyoruz. Ayrıca bunlardan her iki ayda bir buçuk saatlik bir zaman kazanılmaktadır.
c) Batılılar günü gece yarısından başlatırlar. Biz akşam vakti ile başlatmaktayız.
d) Batılılarca görünme söz konusu olmadığı halde, biz ise Mekke’den hilalin güneş batarken günü bilecek durum olmalıdır. Bunun hesabı bulunmalıdır. Bu “ŞEHR” kelimesinden istidlâl edilmektedir.
Suudi Arabistanlılar; ‘gördük’ diyorlar ama Griniç (Greenwich) takvimi hesaplarını alıyorlar. Ankara ise ‘hesabı yaptım’ diyor ama o da Osmanlıların hesabını yapıyor. İkisi de hatalı olabilir.
“Adil Düzen” iktidar olunca Mekke bağımsız hâle getirilecek, orada fıkhın varsayımları içinde astronomik hesaplar yapılacaktır. Herkesin kolay hesaplayacağı bir formül yeterli olacaktır. Çok ince hesaplara gerek yoktur. Ayın uzunluğu 29.530588’dir. Buna göre aylar eklenerek hesap yapılır. Belki başlangıç noktası bin senede bir yeniden ayarlanır yahut son 88 rakamı bin senede bir yeniden hesaplanır.
“RAMADAN” Rafadan kelimesine akrabadır. Rafd, atık demektir. İnsan bedenindeki birikmiş ve eskimiş besinlerin atıldığı, günahların temizlendiği ay demektir. Fayadan kelimesi ile de akrabadır. Fayadan, çağlayan sudur. Kur’an’ın bu ayda inmesiyle tüm insanlık manevi sularla sulanmıştır.
Ramazan ayı ayrıca zekâtların tahakkuk edip akmaya verildiği aydır. Bolluk ve bereket ayıdır.
الَّذِي أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ (elLaÜIy EuNZiLa FIyHı elQuREANu) “İçinde Kur’an inzâl olunan aydır.”
Kur’an Ramazan ayında inzâl olunmaya başlanmıştır. Ancak burada işaret edilen her ay Kur’an’ın o zamana kadar inen kısmın birden tekrar edilmesidir. Cebrail Hazreti Muhammed’e okuyor, Hazreti Muhammed de cemaate kıraat ediyordu. Sahabeler de her yıl Ramazan ayında Kur’an’ı hatmederlerdi. Kur’an bu amaçla otuz cüze ayrılmıştır. Başlangıçta bugünkü sahifeler şeklinde yazılmıyor, cüzler de sahife ortalarında bitebiliyordu.
Osmanlılar cüzleri yirmişer sahife yaptılar. Cüzler sahife başlarına geldi. Her sahife başı aynı zamanda âyet başı oldu. Bu Kur’an’ın mucizesidir. Burada işaret edilen inzâli teyit etmektedir. Bizim de Kur’an’ı Ramazan ayında meali ile hatmetmemiz gerekecektir. Hattâ buna dayanarak her kavim kendi dilinde Kur’an’ın yeni tercümesini yapmalı, internette yayınlanmalıdır. Her dilden ona yakın değişik tercümeler de yayınlanabilir.
هُدًى لِلنَّاسِ (HuDan Li elNASı) “Nâs için hidayet olmak üzere.”
Burada “Hüden Li’l-Mü’minin” veya “Hüden Li’l-Müslimin” dememektedir.
Bütün insanlara hidayet olarak zikretmektedir. “İnsanlık” bundan nasıl yararlanacaktır?
Kur’an önce dünyanın bütün dillerine çevrilmelidir. Bunun için biz diller vakfının kurulmasını önermekteyiz. Mekke’de kurulacak yüz ilçe tüm dünyadaki ülkeleri ve bölgeleri temsil edecektir. Her ilçede ona yakın bucak bulunacaktır. Her bucağın bir yazı dili olacaktır.
İşte burada oturanlar Arapça öğrenecek ve bunlar Kur’an’ı her yıl kendi dillerine tercüme edeceklerdir.
Dünyada ayrıca dört büyük din vardır. Bunların mezheplerini de ele alırsak on ile yirmi arasında dinler oluşacak ve kendi kitapları olacaktır. Nitekim vardır da. Ne var ki kitapların asılları olmadığı için mezhepler kendilerine göre hiç olmazsa yorumları ve dillerin tercümeleri ile son şeklini verebilirler. Gelecekte bu dört din ve mezhepleri arasında çekişme olmayacak, dayanışma olacaktır.
Her din mensubu kendi kitabını Kur’an’a göre yorumlamak suretiyle Kur’an insanlık için hidayet olur.
Tevrat, İncil ve Burkan (Furkan) da insanlar için hidayettirler. Bütün büyük dinler birbirlerinden yararlanırlar. Bununla beraber Kur’an’ın özellikleri vardır.
a) Kur’an son kitaptır. Diğerlerinde olan bilgiler bunda vardır.
b) Kur’an mucize kitaptır. İlâhi kitap olduğu bugün kanıtlanmaktadır. Bu dinlerin kitaplarını onaylamaktadır. Bu onların da İlâhi kitap olduğunu kanıtlamakta, hepsinin mucizesi olmaktadır.
c) Kur’an değişmeden aslıyla bize kadar ulaşmış bir kitaptır. Diğerleri tercümedir. Kur’an yardımı ile tercümelerin asıllarına ne kadar uyduğu kontrol edilebilir. Kur’an onların aslınla rücu etmede yardımcıdır.
d) Kur’an bir de yorumlama ilmi getirmiş, fıkıh usulünü getirmiştir. Bu gramer gibi lâik bir ilimdir. Onlar da yararlanarak kitaplarını öyle yorumlarlar.
Kur’an böylece tüm insanlığa yol göstermektedir. Mü’minleri ise yola götürmektedir.
وَبَيِّنَاتٍ مِنْ الْهُدَى (VaBayYıNAvTın MıNa eLHuDAy) “Huda’dan beyyinedir.”
Burada “HÜD” kelimesi marife gelmiştir. Kastedilen “HÜD” nedir?
Hazreti Adem’den başlayıp kıyamete kadar sürüp gelen bir savaş vardır. Bu iyilerle kötülerin savaşıdır. Kötülüğü yenmek için ortaya konan şeriat hüdadır. Hüdâ, kitaplarla ve ilimlerle sabit olan yoldur. Kur’an da bunları açıklayan hem aklî hem naklî yolları öğreten bir kitaptır.
BEYYİNÂT nekire gelmiştir, HÜDÂ ise marife gelmiştir.
Buradaki “MİN” izafet minidir. Teb’iz veya tebyin için değildir. Eğer tamlayan ve tamlanan marife ise veya nekire ise izafet harfsiz olur. Eğer biri nekire diğeri marife ise MİN veya Lİ ile gelir. Burada öyle olmuştur.
BEYYİNÂT nekiredir. Çünkü başka beyyineler de vardır. Eski kitaplar da beyyinedir. İlim de beyyinedir. Sünnet, icma ve kıyas da beyyinedir. BEYYİNÂT dişi kurallı çoğuldur. Kur’an sistem içinde beyan etmektedir. Dört muhkem vardır; muhkem, müfesser, nass ve zâhir. Bunlar beyyinâttır. İbare, işaret, delâlet ve iktiza ile delâlet vardır. Bunlar da beyyinâttır. Usûlü fıkhın konuları beyyinâttır. Sekiz yüzlüde bunlar gösterilmiştir. Ayrıca Mürselât Sûresi’nde de izah edilmiştir. Burada cetvel olarak verebiliriz.
ARAPÇA : HAKİKAT, SARİH, KİNAYE, MECAZ
KUR’AN : MUHKEM, MÜFESSER, MÜCMEL, MÜTEŞABİH
BEYYİNAT : HÂS, MÜŞTEREK, CEMİ MÜNKER ÂM
FURKAN : NASS, ZÂHİR, HAFİ, MÜŞKİL
AHKÂM : İBARE, DELALET, İKTİZA, İŞARET
وَالْفُرْقَانِ ( Ve eLFuRQAN) “Ve Furkan’dan beyyinedir.”
Burada Furkan Hüda’ya atfedilmiştir. Kur’an Hüda’yı ve Furkan’ı açıklamaktadır. Hüda ile Furkan karşı karşıya getirilmiştir. Hüda nedir? Furkan nedir? Düşünmemiz gerekir. Hüda, gelecekte olacakları ve olması gerekenleri ele alır ve insanın nereye gittiğini gösterir. Furkan ise geçmişte cereyan eden olaylarda birbirine geçen hakları tesbit eder. Hüda yöneticilere yol gösterir. Furkan ise hakemlere nasıl karar vereceklerini öğretir. Yürütme ile yargı arasındaki farkı ortaya koymaktadır.
“FURKAN”da şu şartlar vardır.
a) Olay geçmişle ilgili olmalıdır. Gelecekte olacaklar hakkında dava açılamaz.
b) Hüküm sadece olaya hasrolmalıdır. Mahkeme kararları kural mahiyetinde değildir. Yasa olamaz.
c) Mahkeme ancak davacının bir davalıyı belirlemesi ve ondan net hakkını talep etmesi şeklinde olmalıdır. Davacısı olmayan biri muhakeme olamayacağı gibi davalısı belirtilmeyen ve talep edilen hak net olarak ifade edilmeyen dava olmaz. Tesbit davaları sadece şahitlerin şehadetini tesbit eder, hüküm vermez.
d) Dördüncü önemli husus mahkemede taraf olmayanlar hakkında karar alınamaz. Kim tarafsa o kişileri o işte ilzam eder. Olaylar benzer olsa da aynı hüküm icra edilmez.
İşte bu özelikleri ile HÜDA FURKAN’dan ayrılmaktadır.
“HÜDA”da da şu şartlar vardır.
a) Gelecekte olması istenen hususlar hakkında beyanda bulunulur.
b) Benzer olayları kapsar. Tek olayı hedeflemez.
c) Hüda’da kişiler belirtilmez, bütün muhatapları içine alır.
d) Hüda’da genellik esastır, aynı şartları taşıyan her insan mükellef olur. Teşmil esastır.
Hüda da Furkan da marife gelmiştir. O halde bunların tarif edilmesi gerekir. Bunu tarif edecek olan müçtehittir. Değişik tarifler değişik mezhepleri doğurur. İttifak varsa icma olur. İcmalar da icmalarla değişebilir. Ama çok zor değişir. İcma zor olur. Çünkü bunda sadece kavlî icma sözkonusudur. Oysa ilk icmalar fiilî olabilir. Oluşması çok daha kolaydır.
Ramazan ayında neler yapıyoruz? Dört şeyi yapmamız gerekiyorsa bunları şöyle belirleyebiliriz.
a) Oruç tutuyoruz.
b) Baştan sonuna kadar Kur’an’ı hatmediyoruz.
c) Hüda olarak zekâtlarımızı veriyoruz. Bütçe oluşturuyoruz. Toplanan zekâtın yıl içinde nerelere harcanacağını belirtiyoruz.
d) Furkan olarak da muhasebe defterlerini kapatıyoruz, herkesin borç ve alacağını belirliyoruz.
فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمْ الشَّهْرَ (Fa MaN ŞaHiDa MiNKuMu elŞaHRa)
“Sizden kim şehre şahit olursa.”
Yukarıda “Kur’an’ın indirildiği ay Ramazan ayıdır” denmiş ve nekire getirilmiştir. Çünkü indirilmemiş Ramazan ayları da vardır. Ama burada “Fa” harfi getirilerek “RAMAZAN” ayı marife getirilmiştir. Kastedilen “RAMAZAN” ayıdır. İstiğrak içindir, cins için değildir. İstiğrak ile cins arasındaki fark burada çok daha açık olarak ortaya çıkar. İstiğrak şimdi hâlen mevcut olanları içine alır, geçmişte olanlarla gelecekte olanları içermez. Cins ise bütün varlıkları, geçmişte olanlarla gelecekte olanları da içermektedir. İstiğrakı saymak mümkündür. Oysa cins sayılamaz varlığı anlatmaktadır. Burada cins için gelmiştir. Çünkü Kur’an nâzil olmadan önceki ayları içermez. Bizim yaşadığımız ayları da içermez.
“Şahit olmak” demek, içine girmek ve orada bulunmak demektir. “Faman Rea’l-Hilâle” denmemektedir. “Faman Şehide’ş-Şehra” denmektedir. Ona şahit olan anlamındadır. Ayın ilk gününe şahit olan kimse üzerine bütün ay oruç tutması farz olur. Bu farz sonuna kadar baliğ olan için de sözkonusudur. Tutamadığı günleri sonra tutar, çünkü aya şahit olmuş ve tüm oruç ona farz olmuştur.
فَلْيَصُمْهُ ( ) “Onu savm etsin.”
Burada zamir müfred gelmiştir. “Fe’l-Yesum” deseydi yetişirdi. O zaman gündüzlerini tutardı. Bazısına yetişmişse bazısını tutardı. Burada ise ayın oruç olarak tutulması istenmektedir. Demek ki geceleri ve gündüzleri tutulacaktır. Akşam yemek yemek ve sahura kalkmak da orucun bir parçasıdır. Herkes orucu ayrı ayrı tutacağı için buradaki emir o tutsun şeklindedir. Kim şehre şahit olursa o orucunu tutsun denmektedir. Çünkü oruç birlikte tutulmaz, ayrı ayrı tutulur.
Böyle bir emir ne namazda, ne zekâtta, ne de hacda vardır. Çünkü onlar birlikte icra edilir.
Başlangıçta ayda üç gün tutulan oruç burada yılda bir aya döndürülmüştür. Bu bir neshtir. Ama bizim için nesh değildir. Çünkü Kur’an’ın ifadesinde nesh yoktur. Yukarıda içtihatla sabit olan ve istihsan ile ayın ortalarında tutulan oruç, burada nassla tavzih edilmiştir. Nass varken istihsana yer verilmeyeceğinden bu bizim için nesh değildir. Bir toplulukta inkılâp yaparken bu şekilde gidilmelidir.
“Adil Düzen” bu ülkeye nasıl gelecektir?
Dünyanın III. bin yılda beklediği en büyük inkılâp, maaşlı görevli yerine, cirodan pay alan hizmetli yer alacaktır. Serbest meslek erbabı bürokrasinin yerine geçecektir.
Bunu başarabilmemiz için tedrici bir sistem uygulayacağız.
a) Önce bütün vatandaşlar sigortalı hâle getirilecektir; aidatsız sigortalı hâle getirilecektir. Memurluğun bir imtiyazı kalmayacaktır.
b) Hakemlik sistemi getirilerek memurların dokunulmazlık sistemi kalkacaktır. Varolan memur imtiyazına son verilecektir.
c) Sonra isteyen memura faizsiz kredi verilerek serbest iş yapmasına izin verilecektir. Memurluk mesaisini azaltıp maaşını da azaltabilecek ve böylece gittikçe işler serbest meslek icraatına döndürülecektir. Memurların serbest iş yapmalarına izin verilecektir. İmtiyaz kalkacak ama imkan genişletilecektir.
d) Kamu hizmetleri seri halden çıkarılıp paralel hâle getirilecektir. Vatandaş tapu hizmeti veren kişilerden istediğine muamelesini yaptıracaktır. Kim hizmet görmüşse ona hizmeti sayısınca veya kişi başına bir prim takdir edilecek ve resmen ödenecektir.
İşte bu geçiş tedbirleri ile bürokrasi zamanla ortadan kalkacaktır.
Orucun farziyeti geçişin nasıl yapılacağını öğretmektedir.
وَمَنْ كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ (Va MaN KAvNa MaRIyWan EV GaLAy SaFaRın)
“Ve kim merid veya seferde olursa.”
Bu cümle aynen yukarıda tekrar edilmiştir. Ne var ki yukarıda “Fa” harfi ile burada “Va” harfi ile tekrar etmiştir. “Fa” tamim içindir. Bu hükümler her zaman geçerlidir demektir. “Va” ile geldiği zaman kıyasla geçerlidir demektir. Önce “Fa” ile tekrar ettikten sonra burada tekrar “Va” ile tekrar etmesi, ikisi arasında bir fark mevcuttur demektir. Yukarıda hükümle istihsan ile sabit idi. İstihsanla sabit olan yerlerde özel hallerde istihsan ile ortaya çıkar, nassla sabit olmuş olur.
İstihsan ile sabit olan yerlerde tahsis ve takyidler de istihsanla sabit olur ve eşit seviyededir. Kıyas yapmaya gerek olmaksızın istihsanen hükümler koyabilirsin. Nasıl istihsanın ilkinde delil aramıyorsan istisnasında da delil aramazsın. Ama eğer bir şey nass ile sabit ise ona istisna koyarken mutlaka kıyas yapman gerekmektedir. Yani örnek istisna bulman gerekecektir. Burada tamamen fıkıh usûlü öğretilmektedir.
Tekrar edelim ki burada başka günler derken fukahanın dediği gibi illet meşakkat değildir. Marazda illet hikmetin sakıt olmasıdır. Yani oruçtan beklenen yarar ortadan kalkmakta ve zarara dönüşmektedir. Onun için oruç tutulması men olunmuştur. Seferde ise orucun aynı zamanda tutulmasında bir yarar kalmamaktadır. Burada hikmet kalktığı için terkine izin verilmektedir. Yine biz usulde şu kaideyi tesbit ettik. Hikmet fiilden sonra ortaya çıkacağı için illet olmaz demiştir. Ama illetin tespitinde hikmetten yararlanılır. Yani bir şey yararlı ise ona illet bulunur. İlletin illeti hikmet olur. Sefer ve marazda bunlar görülüyor. Ve bize şu gösteriliyor ki hikmetin kalkması ile illet illetlikten sakıt olur. Bu tahsis ve takyitte de geçerlidir.
فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ (Fa GıdDaTun MiN EayYAMın EuPaRa)
“Başka sayılı günler vardır.”
“UHARA” kelimesi munsarıf değildir. Onun için esreli olacağına üstünlü olmuş ve tenvin düşmüştür. Fiil vezni üzere sıfat olması onu gayri munsarıf yapmıştır. Kur’an’daki munsarıf olmayan kelimelere tesbit edilip tahlilleri yapılmalıdır. Ehabir grubunun çalışmalarında bu da programlarına alınmalıdır.
يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ (YuRIDu elLAHu BiKuMu eLYuSRa)
“Allah size yüsrü murad eder.”
“İrade etmek” bir şeyin yapılmasını istemek demektir.
Rıza ile irade birbirinden farklıdır. Kumar oynayan iki kişi iradeleri ile diyorlar ki, kim yazıyı atarsa o kazansın. Bu iradeleridir. Buna karar vermişler ve o öyle olmaktadır. Ama bu kişilerin rızaları her birinin kendisinin yazı atmasıdır. Rıza ile irade arasındaki bu fark Allah için de sözkonusudur.
Allah kullarını yaratırken iradesi onların günah işlemlerine izin vermiştir. İşletmektedir. Ama rızası günah işlememeleridir. İrade etmekte emir vardır. Eskiden padişahların emirlerine irade-i seniyye denirdi.
“YUSR” kolaylık demektir. Sol koldur. Yesir keyl demek, az ölçü demektir. Sıkıntılı zorlamalı düzen değil, insanların rahatça bir hayat sürecek şekilde kurallar konmalıdır. Haramların mübah olması için zaruret olmalıdır. Iztırar hâlinde haramlar helal olur. Farzlar ise usr ile düşer.
Kur’an’da iki hâl birbirinden ayrılmıştır. Usr ile bir haram helal olmaz, ancak ıztırar hâlinde haram helal olur. Oysa emirler usr ile sakıt olur.
Şimdi usr ile ıztırarın tarifleri nasıl yapılacaktır?
Faydasız hâle geldiği zaman usr başlamıştır. Zararlı hâle gelmeye başladığı zaman usr başlamıştır demektir. O halde usr ve yusrda kriterimiz yararlı veya zararlı olma durumudur. İnsan çıkar beraberliği içinde kendisine yararlı işler yapacaktır. Kimseye kendisine yararlı olmayan şeyi başkasının yararına yapması yükü yüklenemez. Iztırar ise kendisine zararlıyı daha az zararlı ile def etmek demektir.
Bu hususta fıkıhta kurallar geliştirilmiştir.
a) Zorluk kolaylığı getirir.
b) Defi mazarrat celbi menfaatten evladır. (Kötülüğün uzaklaştırılması iyilik kazanmaktan daha iyidir.)
c) Ehveni şerreyn ihtiyar olunur. (İki şerrin ehveni seçilir.)
d) Zarar ve mukabele bizzarar yoktur.
وَلَا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ (Va LAy YUvRiDu BiKuMu eLGuSRa)
“Sizin için zorluğu murad etmez.”
İbadetler hep insanları eğitmek, onlara bir şeyler öğretmek içindir. Oruç vesilesiyle USR ile YUSR öğretilmektedir. Hastalık ve sefer bunların belirlenmesinde örnek olmaktadır.
“USR” zorluk demektir. “ASİR” Sad ile sıkılan üzümdür. Zorluk demek ezilmek demektir, sıkılmak demektir. Kamu yararına insanlara zorluk çıkaracak olanlara görev verilmez.
Vatandaşlardan nakit olarak vergi almak usrdur. Çünkü elinde para yoktur. Malını ucuz fiyatla satıp onu sana ödeyecektir. Bu durumda kırkta bir değil de belki yarıya kadar zarar edecektir.
Gelir vergisi de usrdur. Çünkü gelir var ama gideri çoksa elinde nakit olmaz. Oysa üretimden pay almak usr değildir. Çünkü ürün elde edilmiştir ve elde edilen bu ürün katkıları nisbetinde üretici ortaklara bölüşülmektedir. Ticaret mallarından mal olarak vergi almak da usr değildir. Çünkü depoda veya mağazada o mal vardır. İslâm şeriatı baştan sonuna kadar hep USR ile YUSR hükümlerine dayanır.
وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ (Va LiTuKMiLUv eLGıdDaTa)
“İddeti ikmal edesiniz diye eyyamı başka günlere ertelemiştir.”
Bir taraftan zorluk içinde olmamanız, diğer taraftan da sayılı günler olan Ramazan ayını tamamlayasınız diye başka günlere erteleme yapmıştır. Aslı “En Tukemmilu’l-İddete”dir. “Nun” harfi bu kelime burada mastar olduğu için düşmüştür. Başına “Lam” getirerek tehiri ta’lil etmiştir. Tehir olmasaydı ikmal olunmazdı.
YÜSR iki şekilde yapılmaktadır. Ya tahfif veya tehir olarak yapılmaktadır. Tahfifte ikmal yoktur. Namaz oturularak kılınacaksa, teyemmümle kılınacaksa, sonra onu ikmal etme sözkonusu değildir. Ama tehirde ikmal vardır, onu kâmilen yapma durumu vardır. Acaba hangisi tercih edilir?
Buradaki “Li” harfi bize gösteriyor ki, eğer tehirde bir zarar yoksa tehir yapılmaktadır. Tahfife tehir mümkün olmazsa gidilmektedir.
Bunlar hayatın kurallarıdır. İnsan ibadetlerde öğrenir. İbadetler için yazılacak kitaplarda bunlar anlatılmalıdır. İnsan oruç tutmayı öğrenirken USR ve YUSR müesseselerini de öğrenmelidir.
İddetin ikmali için tehir yapılmaktadır. Tehir olmasaydı iddeti ikmal etmezdik. Hayızlı kadınların oruç tutması bunun için geçersizdir. Çünkü yararı yoktur. Sonra onu ikmal etmelidirler. Ama namazda tehir mümkün olmadığı için ya teyemmümle kılacaklar veya sonra kaza etmeleri sözkonusu olmaz.
وَلِتُكَبِّرُوا اللَّهَ (Va Li TuKabBiRu elLAvHa)
“Allah’ı tekbir edesiniz diye.”
Kur’an’da “Allah’ı tekbir etmek” çokça geçmektedir.
Ehli Sünnet fıkıhçıları bu hususun pek fazla üzeride durmamışlardır.
İnsanların nasıl yemeye, içmeye, uyumaya ihtiyaçları varsa, aynı şekilde müziğe de ihtiyaçları vardır. Müzik sesi insanın bedeninde titreşimler yapar ve kılcal damarlardaki tıkanıklıkları giderir. Değirmenlerde tahıl oluk titreştirilerek akıtılır. İnsanın sinir hücrelerindeki bir metreye varan dendritlerde kopmalar yine titreşimlerle giderilir.
İnsan için en uygun müzik doğanın sesleridir. Ama Allah insan sesini kendisine yarayacak şekilde var etmiştir. O halde kendisinin kendi sesi ile müziklendirmesi doğal ihtiyaçtır. Bu uygulama eğer birlikte yapılırsa titreşimdeki uyum daha kolay sağlanmış olur. Müzik korosundaki kimin sesi ile vücut rezonans ederse ondan yararlanır. O halde koro hâlinde söylenmelidir.
Bu seslerden insana en çok uygun ses N, L ve R harfleridir. Çocukları ninni ile uyuturuz.
“ELLAH/ALLAH” kelimesi işte bunun için en uygun zikir aracıdır.
“Lâilâheillallah”da hep “Le”lerle söylenmektedir.
Kur’an koro hâlinde zikri istemektedir.
a) Her sabah birlikte istiğfar edilmelidir. Namaz içinde yapmayacaksak, namaz kılmadan önce, mesela imam koro hâlinde kişilere estağfirullah veya nestağfirullah çektirmelidir.
b) Namazdan sonra tesbih ve dua sessiz yapılmaktadır. Birlikte koro hâlinde tesbih yapılmalıdır. Sübhanellah, Elhamdülillah ve Allahu Ekber. Ancak bu sabah ve yatsı namazlarında yapılmalı, başka zamanlarda yapılmamalıdır.
c) Ramazan aylarında yatsıdan önce namaz kılınmalı ve birlikte mesela onar defa tekbir getirilmelidir. Halkımız bunu teravihlerde biraz şeriattan uzak bir şekilde yapmaktadır.
d) Nihayet Kurban ve Ramazan bayramlarında da tekbirler yapılacak, Hacda da yapılacaktır.
Ramazan ayında tekbirin getirilmesi gerektiği hususu burada açıkça emredildiği halde, fukaha bu tekbirleri ketmetmektedirler. Kur’an’a dayanmayan hiçbir ibadet yapılmamalıdır. Ama Kur’an’da mevcut olan emirlere de bir uygulama yeri bulunmalıdır.
Aşiret oluşturup cemaatle namaza başlayamadığımız için ben bunlar üzerinde bir değişiklik yapmadan ibadet ediyorum. Ama Kur’an’ın hükümlerine göre ibadetlerimizdeki eksiklikleri tamamlamalı, fazlalıkları da atmalıyız.
عَلَى مَا هَدَاكُمْ (GaLAy MAv HaDAyKuM) “Size hidayet ettiği üzere.”
Buradaki “AL” “Bi” mânâsına gelebilir. “Size hidayet ettiğine karşılık tekbir ediniz” şeklinde olduğu gibi; “Eyyü” mânâsında da olabilir, yani “size nasıl öğretti ise öylece Allah’ı tekbir ediniz” demek olur.
O halde sahurda ezan okunmalıdır, sahura kalkış ezanı okunmalıdır, davulculuktan vazgeçilmelidir. Davul kişileri zamansız olarak rahatsız etmektedir. Davulcular dolaşırken zamanları olmadığı için farklı saatlerde davul çalmaktadırlar. Oysa imsake bir saat kala vitir ezanı okunabilir. Allah bize böyle hidayet etmiştir.
İftar vakti de yine ezanla bildirilmelidir. Diğer bidatler kalkmalıdır.
Beş vakit namazın hoparlörle okunması caiz değildir. Çünkü ezanı duyanın cemaate katılması gerekir. Oysa ses uzağa gittiği için katılamaz. Ama Ramazanlarda vitir ezanı hoparlörle okunabilir. Ramazanda akşam ezanı hoparlörle okunabilir; okunmalıdır. Televizyonlarda da okunmaktadır. Bu vakitler için caizdir.
Namazlarımızda zikri manasıyla getireceğimiz gibi birlikte sesli zikir kısmını da getirmeliyiz. Burada tekbir getirilmelidir, tahmid yapılmalıdır, tesbih yapılmalıdır.
Farz namazlardan sonra sünnetlere geçmeden selam verir vermez istiğfar yapılabilir. Sonra Sübhanellah ve Elhamdülillah, sonra Allahu Ekber koro hâlinde söylenmelidir. Sonra toplu dua yapılmalıdır. Duayı zaten ettehiyatta yapıyoruz.
Namazdan evvel iki sahife Kur’an meali okunmalıdır. Namazdan sonra tesbih çekilmelidir. Namazda ise kıraat kısa olmalıdır.
وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(185) (Va LaGalLaKuM TaŞKuRUvNa) “Şükredersiniz diye.”
Diğerlerini “Li” ile getirdi, şükretmeyi ise hem “LEALLE” ile getirdi hem de başına “Ve” koydu.
Yüsrü murad etti, ikmali ve tekbiri murad etti; bir de şükretmenizi murad etti demektir.
Namazda hamdetmek vardır ama namazda şükretmek yoktur.
“Şükretme” fiilî bir olaydır. Zekât vermek şükretmektir.
Ramazan’da sermaye zekâtı hesaplanarak verilir. Vergiler iki şekilde tahakkuk eder. Biri hasıladan pay verilir. Üreticiler ürettikleri malları ambarlara teslim ederler, kendilerine mal senedi verilir. Teslim ettikleri mal kadar senet verilmez de, vergileri düşüldükten sonra verilir. Vergi kadar da mal senedi yöneticilere verilir. Dolayısıyla üretimden vergi ambara teslim tarihinde gerçekleşir. Sermaye vergisi ise yıl sonunda sermayenin kırkta biri olarak ödenmektedir. İşte bu sene sonu Ramazan ayının sonudur. Ramazan ayında herkes sayımını yapar ve sermayesinin kırkta birini mal ise maldan ambara, para ise paradan kırkta bir kasaya yatırır.
Bunu niçin yapar? Bunu vermekte çıkarı nedir? Bunları şöyle sayabiliriz.
a) Sermaye sahibi beyan edip zekât verdiği kadar kısmını sigortalamış olur. Çalınsa devlet öder.
b) Sermaye sahibi bu miktarda krediyi gelecek sene faizsiz almak durumundadır. Bunun anlamı şudur, %2.5 ile kredi alıyor demektir.
c) Bir tüccarın bir yeri işgal edip orada ticaret yapabilmesi için oraya belli miktardan fazla sermaye koyması gerekir. Yoksa o yerden ayrılmak zorundadır. Dolayısıyla herkes bir yerde kalabilmesi için sermayesini beyan etmek durumundadır.
d) Oluşan bütçenin paylaşımında herkesin katkısı nisbetinde payı vardır.
İşte Ramazan ayında sermayesini beyan edip zekâtını vermek, şükretmektir. Bir de insanların sağlıklarına kavuşması da şükürdür.
“Şükretmek” demek, devenin yediği yemekleri ete çevirmesi ve semirmesi demektir.
İnsan da sağlığına kavuşunca semirmiş olur. İnsan Ramazan ayında kendisini yenilemiş olur.
***
وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي (Va EiÜAv SaEaLaKa GıBADIy GanNIy)
“İbadım beni senden sual ettiğinde.”
İbadım, işçilerim, çalışanlarım beni senden sual edince ifadesinde “İZ” gelmiştir.
Demek ki sual edecekler. Sual edecek bir müessese olmalıdır. Bu da Ramazan ayıdır.
Ramazan ayında ihtiyaçlarını yöneticilere bildirir. Demek ki Ramazan ayı aynı zamanda selem senedinin devreye girdiği aydır. Kişilere sipariş kredileri bu ayda verilir. Kişiler onlara tanınan kredilerle mağazalara gidip sipariş verirler. Mağazalar da tüccarlara sipariş verirler. Tüccarlar fabrikalara sipariş verir, böylece yıllık ihtiyaçlarını yılbaşında sipariş etmiş olurlar.
“İBAD” burada çoğul gelmiş ama kurallı çoğul değil. Herkes aynı zamanda ama ayrı ayrı isteyecektir demektir. Çalışanlar da yıllık anlaşmalarını bu ayda yapar, bayramdan sonra yeni işyerlerinde işbaşı yaparlar. Siparişler ise Kurban Bayramı’nda verilmeye başlanır. Böylece üç aylık ödemeye başlama avantajı vardır.
“Benden sana sual ederler” demek, arz başkana yapılmaktadır ama muhatap topluluktur.
فَإِنِّي قَرِيبٌ (Fa EinNIy QaRIyBun) “Muhakkak ben karibim.”
Allah, halifesi insan olarak yanımızdadır. Her karşılaştığımız insanın diliyle ve gözüyle Allah bize yaklaşmış olur. Bizim yaptığımız her muamele Allah ile yapılan muameledir. Kişiler Allah’ın halifesi olarak ortak hareket etmektedirler. “KARÎBUN”un burada nekire olarak gelmesi bu nedenledir.
أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِي (EaCIyBu DaGVaTa elDAVGIy)
“Dâvet edenin dâvetine icabet ederim.”
Bir kimse sizden bir şey istediği zaman, siz Allah’ın halifesi olduğunuzu unutmayacak ve onun o dâvetine icabet edeceksiniz. Topluluğu oluşturan budur. Bizim anayasamızda kimsenin görüşmeme lüksü yoktur. Görüşmek isteyen herkesle imkân dahilinde görüşülmelidir. Görüşmek isteyen seninle değil Allah’la yani toplulukla görüşmek istiyor demektir.
Allah bu âyette görüşeceğini vaat etmiştir. O halde görüşmek zorundasınız. Namazlara gelmek bunun için gereklidir. Kişi her zaman her yerde rahatsız edilmemelidir. Namaz kılmaya gelince görüşme istekleri yerine getirilmelidir. Ertelenebilir ama reddedilemez. Sürüncemeli erteleme de yoktur. Başkanları topluluğu daha çok temsil ederler. Dolayısıyla görüşmeyi reddedemezler. Dilekçeye cevap verme durumundadırlar.
إِذَا دَعَانِي (EÜAv DaGAyNIy) “Bana dua ettiğinde ederim.”
Görüşme talebi gelişigüzel değil, namaz vakitleri, oruç vakitleri gibi belirli müddetlerle yapılacaktır. Bucak başkanları başka iş yapmazlar, onların mesaisi görüşmelerden ibarettir. Günde 6 (altı) saati görüşmelere ayırırlar. Halk o saatlerde gelip hacetlerini arz eder. Bu saatler ikindiden sonra üç saat görüşme saatidir, yatsıdan evvel üç saat görüşme saatidir. “İZ” ile buna işaret edilmektedir.
“İN” olarak gelebilirdi. O zaman görüşme saatine gerek kalmazdı. Görüşmeler aşiret içinde olmaktadır, yani on kadar aile içinde cereyan etmektedir. Bucak başkanı merkez ocağın üyeleri ile görüşür. Bunlar bucak şura üyeleridir. Halk hacetini kendi dayanışma ortaklık sorumlularına arz eder, onlar da başkana götürürler. Onlar da orada dinlerler. Götürülmez veya yanlış götürülürse dayanışma sorumlusu onu değiştirir.
فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي (Fa eLYaSTaCıYBUv LiYa) “Benden cevap istesinler.”
Dayanışma ortaklık sorumluları başkana halkın hacetini arz ederler. Dayanışma sorumluları sadece arz etmektedirler. Ondan sonra kişiler sonucu dayanışma sorumlularından beklemezler. Başkan görevlilere onu yaptırır. Dolayısıyla benden isteyin, siz dayanışma ortaklık sorumlularından beklemeyin denmektedir.
Kur’an, Genel Hizmet Müesseseleri çalıştıktan sonra daha iyi anlaşılacaktır.
Cevap vermek demek, isteğini mutlaka yerine getirmek demek değildir. Yoksa kişinin keyfine göre hareket etmiş olur. Yani, isteğinin haklı olup olmadığı kendisine bildirilir. Kişiye gizli herhangi bir işlem yapılamaz demektir. İstihbarat vardır ama kişi hakkında ne söylenmişse ona bildirilir.
وَلْيُؤْمِنُوا بِي (VaeLYuEMiNUv BıY) “Benimle güven versinler.”
Yani herkes her işi topluluk adına yapacaktır. Yapılan muamelelerde herkes topluluktan borçlu ve alacaklı olur. Kimse kimsenin minneti altında kalmamış olur. Herkes şeriata göre amel etmek durumunda olur. Görev topluluktan alınır, yetki topluluktan alınır, topluluğa sorumlu olunur ve topluluktan hak istenir.
Allah insanları bir anne babadan yaratmıştır. Onlar çoğaldıkça bölündüler. Avcılık döneminde birbirinden uzaklaşıp ayrı ayrı kabileler oldular. Denizleri aşarak adalara ve diğer kıtalara yerleştiler. Böylece yeryüzünü doldurdular. Sonra Hazreti Nuh aleyhisselâm ile başlayan uygarlaşma dönemi ile insanlık birleştirilmeye başlandı. Kur’an birleşmenin ilkelerini ve temellerini getirdi. Bizim yorumlarımız bu yeni dünyanın oluş biçimidir. Genel Hizmetleri yapacak kuruluşlar oluşmalıdır.
Sermaye kendi hakimiyetinde bir dünya devleti kurmak istiyor. Tarihte de askeri güce dayanarak dünya devleti kurmak isteyenler olmuştur. Bunların başarıya ulaşması mümkün değildir. Çünkü her ikisi insan iradesini yok etmeye yöneliktir. Kur’an insanlığı tek dünya devletine değil dünya birliğine götürüyor. Yeryüzü karalarında yüz civarında devlet bulunacak, bunlar bağımsız olacaktır. İç işlerine karışılmayacak ama bunlar arasında birlik oluşacak, bu birlik de dayanışma ortaklıkları ve yerel yönetimlerin bağımsızlığı ile olacaktır.
لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ(186) (LaGalLaHuM YaRŞuDUvNa)
“Rüşd etsinler diye böyle yapsınlar.”
“RÜŞD” kelimesi “RASADA” kelimesi ile akrabadır. Rüşde eren kimse geleceğini hesaplayarak, görerek hareket eder. İsticabe müessesesi aynı zamanda dayanışma müessesesi, fetva müessesesidir. Çarşıya çıktığınızda adresi orada bulunan kimseye sorarsınız. O da size cevap verir. Ona ücret ödemiyorsunuz ama o size cevap vermek durumundadır. Çünkü siz ona sorduğunuzda ona sormuyorsunuz, Allah’ın halifesi olarak ona soruyorsunuz. O da Allah’ın halifesi olduğu alt bilinci ile cevap veriyor. Böyle olmasaydı önümüzü göremezdik.
Dayanışma ortaklıklarının bir görevi de bilgi vermek, sorulduğu zaman teminatlı fetva almaktır. Gelişmiş dünyada artık insanların her şeyi bilmelerine imkan kalmamıştır. Karşılaştıkları problemleri dayanışma ortaklık sorumlularına sorarlar, onlar da cevap verirler. Kişi onunla hareket edip de bir zarar iras ederse fetva veren dayanışma öder. Gelecekte başka türlü yaşama mümkün olmayacaktır. Kur’an burada ancak bu müesseselerle rüşd bulacağımızı söylüyor. Dayanışma ortaklığı ve selem senedi bu müesseseleri oluşturuyor.
ADİL DÜZEN 395
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 57. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَى نِسَائِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَأَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ عَلِمَ اللَّهُ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَخْتَانُونَ أَنفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْ فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمْ الْخَيْطُ الْأَبْيَضُ مِنْ الْخَيْطِ الْأَسْوَدِ مِنْ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنْتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ(187)
أُحِلَّ لَكُمْ (EuXılLa LaKuM) “Size helal kılındı.”
Buradaki “KÜM/SİZ” kimdir? Kur’an bize bugün nâzil olmuş gibidir. Kur’an’ın bugünkü muhatabı bugün yaşayan insanlardır. Kur’an bize yani bugün yaşayan mü’minlere hitap etmektedir. Kur’an tüm insanlığa hitap eder ve “Ey nâs!” der, bütün Müslümanlara farz olan şeyleri söyler. Bunlar barış ehlidir. Kur’an bir de “Ey iman edenler” diye hitap eder; bunlar mü’minlerdir. Bunlar barışı güven altına almayı taahhüt etmiş kimselerdir.
Kur’an diğer insanlardan, nâstan, müslimlerden iyi insan olmalarını ister. Hacca gitmelerini ister. Cizye vermelerini ister. Ama onlardan namaz kılmalarını, oruç tutmalarını istemez. Onlar bunları yaparlarsa sevap alırlar ama yapmazlarsa cehenneme gitmezler. İyi insan iseler cennete giderler. Onlardan iman etmeleri değil, İslâm olmaları istenir.
Müslim olarak kadın-erkek arasında fark yoktur. İnsan olarak eşittirler.
Mü’min olarak güven altına alma işi kadınların hakkı olarak görülürse de zorunlu mükellef tutulmazlar. Ailede işbölümü vardır. Kadınlar çocuk doğurup büyütürler, erkekler savunma yapıp geçimi temin ederler.
Erkeklerin bu işleri yapabilmeleri için örgütlenmeleri yani askeri birliklerini kurmaları gerekir. İşte bu teşkilatın adı “iman eden kimseler”dir. Kadınlar burada hak olarak dahildirler, görev de yapabilirler ama yapmak zorunda değildirler. Bu sebepledir ki Kur’an muhatap olarak erkekleri alır, kadınları gaip olarak getirir.
Erkekleri kadınların kayyumu/hizmetçisi olarak gördükten sonra, buradaki muhatabın erkek olması kadınları aşağılamak değil, tam tersine onları yüceltmektir. Orduya ‘kralınızı iyi koruyun’ diye emir vermesi; ‘ona iyi hizmet edin’ emrini vermesi gibidir.
Burada kralın yani kadının aşağılanması değil, yüceltilmesi sözkonusudur. Ama siz devleti hizmet eden ve koruyan bir kuruluş olarak değil de, hükmeden bir kuruluş olarak anlarsanız, o zaman aşağılayıcı olur.
“Size helal kılındı” demek, yapabilirsiniz demektir.
“MAHLUL” suda eriyen tuzdur. “HALADA” demek, çözüldü demektir. İnsan eğer bir şeyi hazmediyorsa o ona helaldir demektir. “HAREM” de yabancılara karşı korunmuş çevre demektir. Çadırların çevresi çıtalarla çevrilir, orası harem olurdu. Orada adam öldürülürse ora halkı tazmin ederdi.
“Size helal kılındı” demek, yasaklığı kalktı demektir.
لَيْلَةَ الصِّيَامِ (LaYLaTa elÖıYAMı) “Sıyamın leylinde, oruçların gecesinde.”
“LEYL” akan durgun suda dibe çöken tortudur. Gürcücede “lila” kum demektir. “NEHAR” ise akan suda erimiş denize karışan maddedir. Her ikisi de bol hücreli besinleri taşırlar. Kuşlardan bir kısmı leylde çöken maddeleri karıştırarak geçinirler, kimileri de yüzen canlıları avlayarak geçinirler.
Bu kuşların adları da “leyl” ve “nehar”dır. “Nehar” kelimesinden akan anlamında “nehir” denmiştir. Bir de nehar kuşları gündüz avlanır, leyl kuşları gece avlanırlar. O sebeple leyl ve nehar gece ve gündüz anlamına gelmektedir. Ayrıca leyl madde, nehar enerji anlamına da gelmektedir. Arapçada hayvan isimleri sürülere verilir. “Bakara” derseniz sığır sürüsü anlamına gelir. Eğer “bakaratün” olarak kullanırsanız bir sığır demek olur. Bunun gibi “leyl” gece avlanan kuş sürüsü, “leyletün” de gece avlanan kuşun bir tanesi demek olmuş olur. “Nehar” ve “neharetün” için de aynı şey söylenebilir. Ne var ki böyle bir tabiri Araplar kullanmamaktadırlar.
Bazen isim ile mastarlar, mesela nehar kelimesi nehire yenheru şeklinde mastar olabilir. Nehar ismen mastara dönüşmüş olur. Leyl de lâle yeliylu şeklinde gece avlanmak anlamında bir fiil olarak düşünülebilir.
O zaman buradaki “T” mastar “T”si olur. Mastarların tekilleri ile çoğullarının aynı olmasından dolayı hem “Sıyamun Leyleten”de olduğu gibi tekil hâlinde gelebilir, hem de “Leylete’s-Siyami”de olduğu gibi çoğul anlamında izafet olmuş olur.
“Nehar”ın müennesi olmadığı halde, “leyl”in müennesinin olması ve onu Kur’an’ın getirmiş olması da ilmî hikmete dayanmaktadır. Tabiatta her şeyin iki hızı vardır, kendi hızı ve dalgasının hızı. Bu iki hızın çarpımı sabittir. Buna ışık hızı denir. Cismin Hızı x Dalgasının Hızı = Işık Hızının Karesi. Düşük hızda olanlar leyldir. Çifttir, pozitif ve negatiftir, yani leylesi vardır. Oysa ışık parçacığında iki hız çakışmıştır, artık müsbet ve menfi yükler kaybolmuştur. Onun için neharın müennesi yoktur.
Türkçeye tercüme ederken oruçların gecesinde dememiz gerekir ama fasih Türkçe için oruçların gecelerinde dememiz gerekir. Tabii bu tam tercüme olmaz. Neharın çoğulu eyyamdır.
Kur’an’ın her kelimesi bir doktora konusudur. Adil Düzenciler kendilerine bir kelime seçip ömür boyunca onun üzerinde çalışmalıdırlar. Doktoralarını da onun üzerine vermelidirler.
Harun Özdemir arkadaşımız “Şeriat” kelimesi üzerinde çalışmış ve böyle bir kitap yazmıştır.
الرَّفَثُ (elRaFaÇu) “Rafes”
“RAFESE” doldurulmuş anlamındadır. Bir kaptan başka kaba aktarılmış şeydir, sudur veya sıvıdır. Boşaltma anlamında da kullanılır, doldurma anlamında da kullanılır. “Ramazan” da buna akraba kelimedir.
Sevapların doldurulduğu anlamında veya günahların boşaltıldığı anlamında yorumlarlar. Oysa Kur’an bunu Kur’an’ın insanların beyinlerine doldurulduğu ay olarak açıklamaktadır.
RAFESE, bu anlamıyla erkeğin kadına menisini aktarması anlamına gelmektedir. Bilhassa burada vat’ veya mübaşeret gibi başka kelime kullanmayıp RAFESE kelimesinin kullanılması, en ileri safhadaki ilişkinin kastedilmesi sebebiyledir. Duhul, vat’, mübaşeret ve rafes kelimeleri kullanılmaktadır.
إِلَى نِسَائِكُمْ (ELAy NiSAEiKuM) “Kadınlarınıza”
Araplar bu kelimeyi “Bi” harfi ile kullanırlar ve kadını bir kap olarak deyimlerler. Kur’an ise “İL” diyerek belagat getirmiş, kişiyi muhatap almıştır. Burada havale vardır. Hedef gözetme topluluğundur, Allah’ındır. Taşıdığı rahmim yarısının tasarrufu kendisine aittir. Diğer yarısının tasarrufunu da bir erkekle paylaşmak zorundadır. Nikah, rahimdeki tasarruf yetkisinin erkekle paylaşılması akdidir. Dolayısıyla ortak rahme aktarılmaktadır. Bu rahim kadında olduğu için cihet itibariyle kadın zikredilmiş olmaktadır. “İL” “MİN” gibi sadece hedef gösterir. Etki etmez. Demek ki buradaki “İL” kelimesi bir evlilik müessesesinin hikmetlerini içermektedir.
Değiştirin bakalım bu kelimeyi, değiştirebilirseniz.
Tercüme edin bu kelimeyi bakalım, tercüme edebilecekseniz.
“NİSAİKÜM” kadınlarınıza anlamındadır. Çoğuldur. Çoğul çoğula izafe edildiği zaman her birinin kendisine ait olanı bildirilmiş olur. ‘Evleriniz’ deyince, herkesin kendi evi anlaşılır. Eğer çok kimsenin çok evleri kastedilecekse, o zaman ‘Nisaun Lekum’ olurdu. Bütün kadınlar bütün erkeklerin ortak eşleri olurlardı. Burada Arapçanın açık delâleti ile erkek kendi eşiyle birleşecektir.
Hacda iken kadınla ilişki kurmak haramdır. Haccı iptal eder. Hacda nikâhlanan erkek henüz ihramdan çıkmadan önce vefat etse ve bu kadın sekiz ay sonra çocuk doğursa, bu çocuk onun vârisi olur mu? Olmaz. Çünkü hacda duhul caiz değildir.
İşte Ramazan’da da eğer geceleyin duhul haram olsaydı böyle bir durumla karşı karşıya kalınırdı. Çoğul sigası ile kullanılmasının sebebi, siz bugünlerde duhulü meşru sayacaksanız ve ona göre hükmedeceksiniz demektir. Olay sosyal olaydır. Rahim topluluğa ait olduğu için topluluğun bilgisi ve izni ile yani şeriatın izni ile kullanılacaktır ve dolayısıyla hükümler de topluluğa aittir. Kişiler burada topluluğun halifesi olarak hareket etmektedirler.
هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ (HunNa LiBaSun LaKuM) “Onlar size libastır.”
Allah kadını ve erkeği birbirini tamamlayacak şekilde farklı yaratmıştır. Kadın çocuk doğuracak ve büyütecek şekilde yaratılmıştır. Erkek çocuk doğuramaz, çocuğa süt veremez. Ayrıca erkeğin zavallılığı burada bitmiyor. Erkek kendi temizliğini yapamaz, evi perişan ve pejmürdelik içinde sefil hayat yaşamak zorunda kalır. Üstüne ve başına dikkat edemez. Yemeklerini doğru dürüst pişiremez, hele bulaşıklarını hiç yıkayamaz. Çamaşırlarını yıkamak bir yana, çamaşırları makinesine bile doğru dürüst koymaktan acizdir.
Erkeğin kendi özel hayatındaki bu dağınıklıkları toplulukta da kendisini gösterir ve orada başarısız olur, hattâ zararlı olmaya başlar. İşte kadın kocasının, anne oğlunun, bacı kardeşinin bir libasıdır. Onları bu dağınıklıktan korurlar. Onlara yemek pişirir ve yedirirler, çamaşırlarını yıkarlar, onların temiz giyinmelerini ve pejmürde bir şekilde dolaşmamalarını sağlarlar. Eve geldiklerinde kendilerine temiz ev ortamı bulurlar, sıcak çorbalarını hazırlarlar. Kadınların libas olması bundan ibaret değildir.
Kadınlar erkeklerin adeta kıyafetidir. Ev hayatı, ev hayatının düzeni, gelen misafirleri karşılama tarzları ve samimiyeti erkekler için bir kıyafet mahiyetindedir. İnsanlar aile durumları ile takdir görürler. Sefahate düşmüş devirlerde evdeki mobilya ile libas sağlanıyor. Yani lüks eşya alanlar bunu sağladıklarını zannediyorlar.
Kur’an bunu evdeki hanımın durumu ile ifade etmektedir. Kur’an kadınlardan ne istiyor?
a) Birincisi, kocalarının topluluktaki konumlarını yüksek tutmadır. Bu da koca eve misafir getirdiği zaman ona yüzünü asmamasıdır. Bazı kadınlar kendileri yeteri kadar ikramperver görünemeyeceklerini zannederek misafir istemezler. Oysa gelenler hiçbir şey istemezler, sadece güler yüz bile yeterlidir. Konuk Allah’ın halifesidir, konuk eve gelince Allah gelmiş olur. Onu saygı ile karşılamak tüm ikramların çok çok ötesindedir. Oturması, rahat sohbet etmesi, tuvalete gitmesi, su içmesi yeter de artar bile. Burası önemli olduğu için biraz daha açmak isterim. Bir gün Hazreti Peygamberi birisi evine misafir olarak davet etmiştir. Hazreti Peygamber iki şartla davetine icabet etmiştir. Bir, demiştir, evde benim için fazla bir şey yapmayacaksınız. Her gün ne yiyorsanız bana da onu yedireceksiniz. İkincisi, demiştir, soframıza herkes katılacak, çocukları ayırmayacaksınız. Şunu herkes iyi bilsin ki, böyle misafirlikler erkekler için libastır. Koca bu sayede çevresini ailece genişletir. Çevre aileleri birleştirir, aynı zamanda denetler. Eğer çocuğunuz tanınmış çevrede dolaşıyorsa başında bekçi var demektir. Karı koca da hep birbirine gözcü koyuyorlar demektir. Bunu bilen aile fertleri kendilerini korumak zorunda kalırlar. Aile facialarına sebep olan şüphelenmeler böylece ortadan kalkar.
b) Kadın kocası iş yaparak kazanırken, onu müşkül duruma düşürecek bir baskı altına almamalıdır. Evdeki masrafları dengelemelidir. Kocasının çok para kazandığından değil, helal para kazandığından gurur duymalıdır. Kadın evindeki yorganın yamalı olmasından dolayı değil, yorgandaki haram katkıdan rahatsız olmalıdır. Kendisi servetle değil iffetle öğünmelidir. Koca da bunu bildiği için dışarıda ona göre helalinden kazanmaya gayret eder. Demek ki kadın kocasının helal para kazanması bakımından da libastır.
c) Kadın kocasının başarısını kendi başarısından daha üstün tutar. Örnek olarak ele alalım. Tansu Çiller başbakan olmuştur. Elbette bu başarı onu mesut etmiştir. Ama Semra hanımın kocası Turgut Özal başbakan olduğu zamanki saadeti bulamamıştır. Çünkü kadın öyle yaratılmıştır ki, kendi başarısından çok kocasının başarısını istemektedir. Bundan zevk almaktadır. Dolayısıyla onun başarısına yardımcı olmaktadır. Başarı nedir? Başarı cumhurbaşkanı olmak, başbakan olmak, general olmak mıdır? Hayır. Başarı zengin olmak mıdır? Hayır. Bunlar başarı değildir. Bir anne için başarı, doğurduğu ve büyüttüğü çocuk sayısı ile ölçülür. Anne bir de bu çocukların ahlâklı yetişmelerinden sorumludur. Bir koca için başarı ise çocukların yetiştirilmesi için gerekli ihtiyaçları temin etmektir. Bu da ailenin nafakasını sağlamakla ve korumakla ölçülür. Çocuklara bir ev ve geçinebilecekleri bir iş temin etmekle yükümlüdür. Başarılı koca budur. Burada da kadın baş rolü oynar. Doğmayan çocuğun yetiştirilmesi sözkonusu olamaz.
d) Demek ki “kadın erkeğin libasıdır” demek, libasın fonksiyonlarını görür demektir. Erkek çıplaktır, kadın onun açık yerlerini kapatır. Bedeni sıcaktan, soğuktan ve zararlı etkilerden korur. “Libasıdır” demek, onun kıyafetidir demek, kişiyi topluluğa karşı tanıtır, kim olduğunu gösterir demektir. “Libasıdır” demek, çalışılan yere göre elbisedir demektir.
وَأَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ (Va EaNTuM LiBaSun LaHUnNa) “Siz de onlara libassınız.”
Bu sefer de kadınlar başka yönleriyle erkeğin yanında zavallı yaratılmışlardır.
Gerçi kadınlar erkekler kadar zavallı değildirler. İyi kötü erkeklerin yaptıkları her şeyi kadınlar da yapabilirler ama erkekler kadar yapamazlar, ayrıca yapmaya da zamanları yoktur.
a) Her şeyden önce, kadınlar erkekler kadar güçlü olmadıkları için üretimin bazı sahalarında erkekler kadar olamazlar. Kadınlar erkeklerle boks yapamazlar, erkeklerle güreşemezler.
b) Bu zafiyetleri hem üretimde etkili olmakta hem de savunmada. Dolayısıyla savunmada erkeklere muhtaçtırlar. Onlara libastırlar. Geçimi temin etmede onlara libastırlar.
c) Kadınlar merhametlidirler, acımasız değildirler. Bazı yerlerde merhamet maraz doğurur. Kadınların bu merhameti çocukların eğitiminde etkisini gösterir. Çocukların sapmasına sebep olur. Cinsel tacizde bile kadının şefkati kendisini savunmada zorluklar çıkarır. Bu sebepledir ki onların iffetlerini koruma hususunda erkeklere libas olma görevi yüklenmiştir. Birisinin eşine, annesine, kızına, kardeşine yan gözle bakan kimse olursa, erkek hemen savunma refleksine geçer. Kur’an bu sebepledir ki erkeklere de kadınlara verilen cezayı vermektedir. Hattâ onların cezasını bize göre hadım yapma gibi daha ağır tutmaktadır. Irzını savunma meşru müdafaa içine alınmıştır. Benim bucağımda bir kız veya kadın kandırılmışsa, kız veya kadına dayaktan başka ceza verilmez. Ama bunu yapan erkek töreye göre öldürülür. İşte kadının iffetini koruma görevi bu şekliyle erkeklere verilmiştir.
d) Bir insanın neyi olursa o insan iyi demektir? İlmi mi, malı mı, ahlâkı mı, yoksa mevkii mi? Bunların her birisi yararlı olmaktan ziyade zararlı da olabilir. Kötü cemiyette bunların hepsi zararlıdır, yararlı değildir. İyi cemiyette ise bunlar olmasa da topluluk tarafından tamamlanır. O halde insan için en önemli görev iyi topluluk kurmaktır. İşte bu topluluğu kurma görevi erkeklere verilmiştir. Askerlik hizmeti bunun için bunlar tarafından yapılmaktadır. Böylece erkekler kadınlara libas olmaktadır.
Burada iki hususa işaret etmek gerekir.
Çoğul sigası kullanılmıştır. Her kadın kendi kocasına, her koca kendi karısına libastır. Ama “LİBAS” kelimesi hem nekire olarak kullanılmış, hem de tekil olarak kullanılmıştır. Yani, erkeklerin kadınlara libaslığı başkadır, kadınların erkeklere libaslığı başkadır. Bunları yukarıda açıkladık. Sigalar çoğul kullanıldığı halde, “LİBAS” kelimesi müfret kullanılmıştır. Burada işaret edilen hüküm karı koca için konmuştur ama dayanışma içinde bu libaslık tüm erkeklerin ve tüm kadınların genişleyerek sorumluluk alanına girmektedir.
İbadetlerin karı koca arasındaki bağları kuvvetlendiren önemli etkileri vardır. İnsan acıktığında iştahlı olarak yer, insanlar uzak kalınca biraz daha birbirlerini severler. Karı koca arasındaki cinsi ilişkiler de dengeli olursa aralarında sürekli sevgi kaynağı olur. Aybaşları bu sevgiyi pekiştirmektedir. Yıkanma külfeti de insanları uzak tutmaktadır. Oruçlu iken gündüzleri ilişkide bulunmama karı kocayı birbirine yaklaştırmaktadır. İtikafta geceleri de ilişki yasaklanmaktadır. Böylece şeriata uygun olarak hareket edenler arasında şeriat onları birbirine bağlı kılmaktadır. Bugün fizikte keşfedilen bir kanun vardır. Pozitif elektrik negatif elektriği çeker ama çok yaklaşırsa iter. Dolayısıyla karı koca arasında fazla yakın olmak da itmeye sebep olur. Şeriat fazla yaklaşmama kurallarını koymuş bulunmaktadır.
عَلِمَ اللَّهُ (GaLiMa AlLAHu) “Allah bilmektedir.”
“ALEM” sivri dağdır. Çöldekiler onunla nerede olduklarını bilirler.
“BİLMEK” kelimesi ise bulmaktan gelmektedir. Onun için Türkçede bildi deyince öğrenme mânâsı çıkar. Oysa Arapçada “İLMETTİ” dediğimiz zaman onda o bilgi var demektir. Sonradan öğrenilmesi gerekmez.
Arapçadaki mâzi ve muzari sigaları Türkçeden farklıdır. “Kebure Maktan” dediğimiz zaman, Türkçede önce değil de sonra büyük olmuş mânâsı ortaya çıkar. Halbuki Arapçada baştan beri böyledir anlamı da çıkabilir. KÂNE fiilinde çok açık görünür. KÂNE ‘oldu’ anlamına geldiği gibi ‘-dir’ mânâsına da gelir.
Türkçedeki biliyor, bilmektedir sigaları yoktur. Biliyor yerine “YA’LEMU”, bilmektedir yerine de “ALİME” yani bildi sözü ile ifade edilir. Tercümelerde bu hususlara dikkat edilmelidir. Bilmektedir kelimesini bildi diye tercüme ederseniz hatalı anlayış ortaya çıkar.
Allah insanların ibadetlerinde nefislerine ihanet ettiklerini bilmektedir. Çoraba mesh edildiği halde etmemektedirler, namazlarda gerektiğinde cem caiz olduğu halde cem etmemektedirler. Sünnetler ve tesbihler farz hâline getirilmiştir. Erkeklerin çok evliliği de böyledir. Muta nikahı da meşru iken gayrimeşru hâle getirilmiştir. Birçok yerlerde insanlar kendilerine helal olanları haram yapıp ihanet etmektedirler.
أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَخْتَانُونَ أَنفُسَكُمْ(EanNaKuM KuNTuM TaPTAvNUvNa EaNFuSaKuM)
“Siz nefislerinizi ihtinan ediyordunuz.”
“HEVN” gevşek demektir, direniş göstermeyen demektir. “HUN” da önem verilmeyen anlamındadır. “Hıyanet etmek” emanete gerekli ihtimamı göstermemek demektir. Korumakla mükellef olduğun malı kendi malın imiş gibi titizlikle korumamak demektir.
“İHTİNAN” iftial babındandır. Kendi kendine hıyanet etmek, kendi malını da gereği gibi kullanmamak, titizlik göstermemek demektir. Allah şeriatında sınırlar koymuştur. Bunlar helal ve haramları gösterir. İnsanlar eğer haramları helal yaparlarsa Allah’a yani topluluğa ihanet etmiş olurlar, helalleri de haram yaparlarsa nefislerine hıyanet etmiş olurlar.
Allah Ramazan’da gündüzleri eşleri ile birleşmeyi yasaklamıştır. Ama insanlar takva kesilmişler, kendi kendilerine geceleri de yatmadan önce oruca niyet eder, ondan sonra artık ne yer ne de cinsi ilişkide bulunmazlardı. Böylece kendilerine helal olan şeyi haram yaptıklarından dolayı nefislerine ihanet ediyorlardı.
Bu âyete ait tefsirdeki rivayetlerde bazı kimselerin dayanamayıp oruca ihanet ettiklerini, onun üzerine bu âyetin nâzil olduğunu rivayet ederler. Nüzul sebebi o olsa bile, bize nassın ifade ettiği mânâyı esas alırız. Nassa muvafık olmayan nuzül sebepleri bizi ilgilendirmez. Burada “Tahtanunellahe” denseydi, o zaman o mânâyı verirdik ama “ENFUSEKUM” dendiğine göre o tür mânâ vermek anlamsızdır. O gün üç-beş kişi dayanamadı diye kıyamete kadar olan hükümleri değiştirmek makul görülmüyor.
Burada be’s yoktur, teyid vardır. Helalin haram kılınmasını yasaklayan emirdir bu emir.
فَتَابَ عَلَيْكُمْ (Fa TavBa GaLaYKuM) “Size tevbe etti.”
Ev ve yuva kelimelerinden türemiş iva, iyab ve tevbe kelimeleri asla dönmek anlamındadır.
“Allah’ın tevbe etmesi” demek, ilgilenmesi demektir. Aşırı hareketlerin önlenmesi ve yeniden düzenlemesi demektir. Allah bu aşırı haramcılığın üzerinde durmanın gerektiğini, tekrar yardıma ve bize yol göstermeye döndüğünü söylemektedir.
Buradaki “AL” isti’lâ içindir. Üzerinde durma tabirini biz de kullanırız.
وَعَفَا عَنْكُمْ (Va GaFAy GaNKuM) “Ve sizden afvetmiştir.”
Yani, aşırı takvanız günah sayılmamış ve ondan dolayı size bir ceza tahakkuk etmemiştir.
Kendi sıkıntınız kendinize kalmıştır.
İçtihatsız ameli salih bir mükâfatı getirmez. İçtihattaki hata ise mükâfatı durdurmaz.
Delilsiz hiçbir helâli haram yapmayacaksınız, delilsiz hiçbir haramı da helal yapmayacaksınız.
İçtihatsız ameliniz zararsızsa boşuna yorulmuş olursunuz, zararlı ise günahkâr olursunuz.
İçtihatlı amel zararlı olsa da sevabı olacaktır.
فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ (Fa eLEAvNa BavŞıRUvHunNa)
“Şimdi onlarla mübaşeret ediniz.”
Şimdi yani oruç gecelerinde mübaşeret ediniz.
“EL’ÂN”daki harfi tarif leylete’s-sıyam olmaktadır. Yukarıda rafes helal edildi diyor, burada “mübaşeret ediniz” diyor. “MÜBAŞERET” müjdeleşme demektir. Bir fiil işlediğiniz zaman onun olmasını da müjdelemiş olursunuz. Ayrıca mübaşeret sevişmek demektir. Ramazan’da bunun yapılmasını istemektedir.
Burada iki hikmet aranır. İnsanlar sıkıldıkları zaman sıkıntılarını paylaşacak yakınlısını arar, sevindikleri zaman da sevinçlerini paylaşmak için yine yakınlısını arar. Sabahtan beri oruçlu ve sıkıntılı bir gün geçirmişler, iftar yapmışlar ve namazlarını kılmışlar; şimdi yataktadırlar. Bir taraftan gündüzün sıkıntısını, diğer taraftan akşamın sevincini paylaşacaklar. Kur’an işte buna “mübaşeret” diyor.
Bu durum karı koca arasını biraz daha birbirine bağlar ve hayatın sıkıntılarına karşı birlikte daha kolay göğüs gererler, aralarındaki sıkıntıları da daha kolay giderirler. Onun için bu mübaşeret ânını, birbirini sevme ânını zayi etmeyin, harcamayın, orucun yararını düşürmeyin demektedir, Allah.
وَابْتَغُوا (Va BTaĞv) “İbtiğa edin, arayın.”
Buradan şu anlam çıkıyor ki, kadınların sağlıklı hamile kalması Ramazan ayında daha çok muhtemeldir.
Gerçekten canlılarda özellik vardır. Tehlike ne kadar büyük olursa çoğalma kabiliyeti de o oranda artar.
Köylerde ve geri kalmış yerlerde doğurganlık daha çoktur. Ağacı budadığınız zaman meyve verir. Ağaçlar seyrekse meyve verir, sıksa gerek yok diye doğurganlık durur. Köylerde bazı ceviz ağaçları büyür ama bir türlü meyve vermez. Onun meyve vermesini sağlamak için bıçakla gövdesinde yara açarlar. Ağaç ölüm korkusundan meyve vermeye başlar.
Oruç da açlığı getirmektedir. İnsan vücudu kendisini tehlikede gördüğü için kendi savunmasını bırakır da neslini sürdürmeye yönelir. Bundan dolayı da çocuk olma ihtimali Ramazan’da artar. İşte Kur’an burada buna işaret ediyor. Tıbbi istatistiklerle bu ispat edilebilir. Sağlığımızı da buna dayandırma durumundayız. Aslında aşı da bu değil midir? Çocukları olmayan eşlere tavsiye edilecek perhiz, oruç tutmaları ve meşakkatli işler yapmalarıdır. Kur’an burada bize işte bunları öğretmektedir.
مَا كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ (MAv KaTaBa elLAvHu LaKuM)
“Allah size neyi kitabet etmişse.”
“Allah’ın size kitabet ettiği” şey, farz kıldığı şeydir; o da evlenmedir; o da çocuk yapmadır. Bu farzdır. Bu hem kul hakkı olarak farzdır, hem topluluk hakkı olarak farzdır.
Her kadının bir erkek üzerinde hakkı vardır. Kendisine emanet edilen rahmi erkeksiz kullanamıyor. Bir erkek ona ortak olmazsa görevini yerine getirmemiş olur. Ayrıca, kadın olsun erkek olsun, topluluğa borçları vardır. Topluluktan birileri onları doğurup büyütmüşlerdir. Onlar borçlarını ödediler. Şimdi siz evlenmeyince borcunuzu ödemiyorsunuz, Allah’ın farz ettiklerini yapmıyorsunuz demektir.
“Allah’ın kitabet ettiği”ni Allah’ın kaderi şeklinde anlayanlar vardır. Kur’an bunu bu anlamda değil de, farz anlamında söyler.
وَكُلُوا وَاشْرَبُوا (Va KuLUv Va İşRABUv) “Eklediniz şurbediniz.”
Kur’an’da “EKL” ile “ŞURB” birlikte söylenir. Bununla taam ediniz anlamı verilir. Sadece ekl denseydi herhangi bir tüketim ekl anlamındadır. Mesela çorbayı içme de ekldir.
Bunun dışında insan dışarıdan dört çeşit madde alır. Madde alır, bu yapı elemanıdır. Hava alır, bu yakıcı elemandır. Şeker ve yağ benzeri maddeler alır, bunlar enerji kaynağıdır. Su ise bunların dışında bir maddedir, ortamı oluşturan maddedir. Dolayısıyla su ile madde farklıdır. Her iki ihtiyaca işaret etmektedir. Hava alıp vermek serbest olduğu gibi ısınmak da serbesttir.
Burada cinsi ilişkiyi emrediyor, yeyip içmeyi de emrediyor. Emrediyor.
Gerçi Arapçada bir yasaktan sonra emir gelirse ibahayı/mübahlığı gösterir. Farz olmuş olmuyor ama sevap sayıp yememek veya cinsi ilişkide bulunmamak helâli haram yaptığı için günah olur. Ama arzu duyulmadığı için yapmamak ise elbette bir haramı getirmez.
حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمْ (XatTAy YaTaBayYaNa LaKuM) “Size tebeyyün edinceye dek.”
Burada yeme, içme ve arzu duyulduğu takdirde cinsi ilişkide bulunma, orucun bir rüknü olarak emrediliyor. Dolayısıyla bir kimse bir gece hiç iftar etmeden oruca kalksa, o iki gün değil bir gün sayılır, sonra bir gününü kaza etmelidir. Çünkü orucu akşamdan başlatmıştır.
الْخَيْطُ الْأَبْيَضُ مِنْ الْخَيْطِ الْأَسْوَدِ (elPaYOu eLEaBYaWu MiNa eLPaYOı eLESVADı)
“Haytı ebyed haytı esvedden”
Burada “HAYTI EBYAD” veya “HAYTI ESVED” zâhir mânâda alınırsa, siyah ip alacağız, sonra beyaz ip olacağız ve bakacağız, eğer bunları ayırt edersek o zaman orucu durduracağız demektir. Oysa dolunaylarda ay ışığında da bunu ayırabiliriz. Halbuki bulutlu gönlerde güneş doğuncaya kadar ayırmamız mümkün olmaz. O halde bunun mecazi mânâsının olması daha uygundur.
Gökyüzüne baktığımız zaman eğer sabahın aydınlığı gecenin karanlığından farklı olarak görülüyorsa, o takdirde oruç imsak edilecektir. Güneş ışığını yansıtan bir tabakadır bu. Bu yer yarıçapının yirmide biri uzaklıkta bir tabakadır. Yaklaşık 300 kilometre uzaklığındadır. Yağmurlu tabakadan 30 kat ötededir. Hava tabakasının iki kat ötesindedir. Bu da iyonosfer tabakasının yoğunlaştığı yerdir. Derece olarak 18 derece etmektedir. Bu da 180 derecenin onda biridir.
Allah’ın onlu sisteme uygun olarak nasıl bir kâinatı yarattığı burada ortaya çıkmaktadır. Gökteki aydınlanma daha önceleri başlar. Bu dikine aydınlık olur, yalnız beyaz iplik vardır. Burada kırılma olayı olduğu için bunun bilinen bir saatten ziyade gelişigüzel olan ve çok erkenleri başlayan bir aydınlanmadır. İşte 18 derecede ekvatorda ve gece gündüz eşit iken 72 dakika etmektedir. Bu kısa sabah ve akşam vakitleridir. Atmosferin aydınlığı ufukta yayılmaya başlar ve bu vakitte iki iple ortaya çıkar. Aydınlık gök, karanlık yer. İşte buna “HAYT” denmektedir. Bu aynı zamanda uzayda yansıtma çizgisidir. Ondan önce olan gökte güneş ışığını yansıtır. Ondan öncekiler şeffaf olup yansıtmaz.
مِنْ الْفَجْرِ (MiNa ElFaCRı) “Fecrden”
Âyetin bundan önceki kısmı daha önce nâzil olmuştur. Bunun üzerine beyaz ipliği siyah iplikle karşılaştırıp oruçlarını tutmaya başladılar. Bir zaman sonra bu kelimeler indi. Levhanın sonuna eklediler.
Bu kayıtla anladılar ki beyaz iplik siyah iplik değilmiş, kastedilen ufka yayılan aydınlıkmış.
Arada başka âyetler de gelmiş olabilirdi. Onları kendi yerlerine eklerdi.
Kur’an’ı nüzul sırasına göre yazmak isteyen gafiller kendilerini kandırabiliyorlar mı?
ثُمَّ (ÇümMa) “Sonra”
Burada;
a) Hiç atıf harfi gelmeyebilirdi. O zaman oruç yemek içmek ve cinsi ilişkide bulunmak anlamında olurdu. Yani oruç marifeli yeme içme şeklinde ortaya çıkabilirdi.
b) “Sümme” yerine “Ve” gelebilirdi. O takdirde gece savma dahil olmaz, oruç ile yeme içme birbirinden ayrılırdı. Oysa oruç önce yemek, sonra aç kalmaktır.
c) “Fa” gelebilirdi. O takdirde gece orucun dışında kalırdı. Oysa oruç gece yemek gündüz ise yememektir.
d) “Sümme” gelmiştir. “Sümme” burada itmamın terahisidir, yoksa savmın terahisi değildir. Yemek içmek ve cinsi ilişki bitiyor, imsak başlıyor. İmsaktan sonra oruç tamamlanıyor.
Tamamlama sonra oluyor. Başlama ise niyet olarak, vücub olarak gün batımından başlıyor, imsak olarak fecirde başlıyor. İtmamı ise ertesi günde gün batımı oluyor.
Bunların anlamı şudur. Buradan birçok hükümler ortaya çıkar.
1) Gün, gün batımı ile başlar. Ertesi gün gün batımına kadar sürer. Batılıların yaptığı gibi gece yarısında başlamaz. Yahut bizim varsayımımızla sabahla başlamaz. Bunun sağladığı yarar, insanların yarın yapacaklarını bu akşamdan hesaplamaları, kararlaştırmaları ve ertesi gün yola koyulmalarıdır. Gelecekte herkes yarın yapacağı işini akşamdan internette bilgisayarda kararlaştıracaktır. Anlaşmalar akşamdan bitecektir. Satılan satılacak, alınan alınacak, iş anlaşmaları yapılmış olacaktır. Hizmetler sona erecektir. Mesela, yarın 3 kilo patatese ihtiyacın varsa markete sipariş vermiş ve parasını hesaba geçirmiş olacaksın. Ertesi gün ya senin evine gelecek ya da sen gidip alacaksın. Bir şey satmak mı istiyorsun, elektronik pazara koyacak ve müşteriler seninle gece anlaşmış olacaklardır. Akşamdan yatsıya kadar sözleşme zamanıdır. Hattâ bu süre sabaha kadar sürer. Güneş doğumundan sonrası ise anlaşmaların uygulama zamanıdır. Hesaplar gün batımında kapanır, yeni hesap günü başlar.
Saatlerin değişik olması sebebiyle saat başlangıcı yine gece yarısı olarak adlandırılabilir. Bugün olduğu gibi bölgeler aynı saat dilimini kullanırlar. Ama her ilçenin saati aynı olur. İlçe içi anlaşmalar öyle yapılır. Aynı bölgede ilçeler arası saatler saat farkları dakika olarak ifade edilmiş olur. Bölgeler arası anlaşmalarda saatlerle fark ifade edilir. İller ve ülkeler ekonomik faaliyetlere karışmadığı ve serbest iş hayatı olduğu için bu düzenlemelere karışmazlar.
2) Yani ayın başlangıcı da gün batımı ile başlar. Gün olarak Mekke günü ayın başlangıcı olur ama günün başlangıcı olarak her yer kendi gününü başlatır. Böylece tarihlemelerde birlik sağlanır, uygulamalarda farklılıklar olur.
3) Hac Mekke gününde akşamdan başlar. Akşama kadar sürer. Yani, eyyamı değil de gece gündüzü birleştirir ve arefe akşamından başlayıp bayramın dördüncü günü biter.
4) Sözleşmelerde günün başlama tarihi sözleşmedeki vakitlerin son saatleri akşam saatleridir. Kiralar ve ücretler böyle hesaplanır.
İşte buradaki “SÜMME” bütün bu hükümleri içermektedir. Gecenin ortasında günü başlatabilirsiniz ama sonra bilgisayar dünyası geldiğinde bunu tatil edersiniz. Sizin aklınızla yaptığınız yatsıya kadar sürer. Sosyalistler bunu kolhozlarda uygulamışlar, yani ertesi gün yapılacak işleri akşamları kararlaştırmışlardır.
أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ (EaTimMuv elÖıYAMa EiLa elLaYLı) “Sonra siyamı leyle kadar itmam edin.”
Burada “LEYLE” marife ve müfred gelmiştir. Cins içindir. Çoğula zarf olabilir. “SAVM” çoğul gelmiştir, bütün ayı içersin diye. “LEYLE” tekil gelmiştir. Günlerin parçalanması için.
İnsan sağlığı ve sosyal yararları için orucun birlikte tutulması gerekmektedir. Burada emir çoğuldur. Bunun anlamı şudur. Gerek imsak, gerekse iftar topluca yapılacaktır. Her bucak kendisi duyuracaktır. Bucaklarda kablolu televizyonlar olacaktır. Kabloya kimse giremeyecektir. Televizyonlar daima bucak televizyonuna açık olacaktır. Herkes iftarı burada okunacak ezanla Cuma müezzininin canlı sesi ile açacaktır. Sahur vakti bucağın Cuma müezzininin ezanı ile kalkılacak ve onunla imsak edilecektir. Bu görevler Cuma imamlarına verilmiş bulunmaktadır. “Ey iman edenler” diye başlamasının hikmeti budur. Bunun anlamı bir beldede mesai saatleri aynı zamanda başlar ve aynı zamanda biter. Valiler belirler. Her ilçe için ayrı saatler seçilebilir. Bucak başkanları bucaklarında uygularlar.
Görülüyor ki ibadetler demek hayat damarları, kan damarları, sinir damarları demektir.
İnsanlar günümüzde bu düzenlemelere sırtlarını çevirmişler ama ondan sonra İstanbul trafiğini halletmek için yaşama yasaklarını getirme yani vize getirme ihtiyaçlarını duymuşlardır. Yerinden yönetimi getirin, Cuma beldelerini bağımsız siteler yapın, bakınız göreceksiniz ne trafik ne de terör kalacaktır. Allah’ın adil nizamını beğenmiyor musunuz; o zaman cehennem azabını dünyada çekin.
وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ (Va Lav TuBaŞıRUvHUnNa) “Onlarla mübaşeret etmeyin.”
“BÜŞR” güzel ve sevimli yüz, güler yüz demektir. “MÜBAŞERET” mufaale bâbından sevişmek demektir. İtikaf da sevişme de yasaklanmış, yani yalnız gündüz değil artık gece de kedisini kadınlarla birleşmekten alıkoymaktadır. Kur’an’da teşri edildiği halde emredilmemiş ibadettir.
İtikaf bu âyetle teşri edilmiştir. Hacda refes yoktur, fusuk yoktur, cidal yoktur ve mübaşeret yoktur. Emrin burada uygulanmasıdır. Orada da ukuf vardır, burada da ukuf vardır.
وَأَنْتُمْ عَاكِفُونَ (Va EaNTuM GAKiFUNa) “Siz âkif iken”
“UKUF”u burada kurallı erkek çoğulu ile kullanmıştır.
Demek ki itikafa girenler kendilerine bir imam seçecekler ve o imama tâbi olarak itikaf yapacaklardır.
Buradan öğreniyoruz ki, geçici imamların çevresinde toplanmış olan cemaat de aşiret olmasa da tüzel kişiliği olan bir cemaattir. İmamları vardır. İmamların istişare ile koyacakları kurallara uyacaklar yahut ayrılacaklardır. Gerektiğinde hemen ortak bütçe oluşturacaklardır. Mesela harcamalar ortak keseden yapılacak ve sonunda bölüşeceklerdir. Baştan avanslar toplanır. Kurallara uymayanlara karşı başkanın yetkilerini kullanma yetkisi vardır.
“Âkif iken” sadece zaruri ihtiyaçlar görülür. Gerektiği kadar başka işlerle meşgul olunur. Kalan vakit hep mescitte veya mescit için ayrılır. Orada sevişme yok, tartışma yok, şeriat hükümleri dışına çıkma yok, günah işleme yok. Mesela, birini dövme yoktur, içki içme yoktur, kumar oynama yoktur, Kur’an’da fusuk olarak sayılan günahları işleme yoktur. İşlenirse itikaf da biter.
Bu ibadetin ve diğer ibadetlerin mânâsını anlayabilmemiz için insan beynini ele alalım. İnsan beyni bir bilgisayar gibidir. İnternet bağlantıları vardır. Önce kendi ruhu ile devamlı bağlantı hâlindedir. Uykuda bu bağlantı kesilmektedir. Konuştuğu kimsenin ruhu ile de irtibattadır. Bakıştığı kimsenin ruhu ile de irtibattadır. Hattâ aynı yerde otursalar ve hiç birbirleri ile konuşmasalar bile ruhlar yine irtibat kurarlar. Cemaat budur.
Bizde bir deyim vardır. Birisi bir şey söyleyecek olur, karşı taraf onu ondan önce söyler; ‘Babana rahmet, ben de şimdi onu söyleyecektim!’ der.
İnsan ruhu beyne dışarıdan giren şeytanın vesvesesi ile de onlarla irtibattadır. Melekler de insanlara ilham edebilirler. İnsan doğrudan Rabbi ile karşı karşıya gelir, O’ndan ilhamlar almaya başlar. Bunu sağlıklı olarak başarmak için itikaf gereklidir. İtikafta namazda yapılanlar yapılır. Namazın dışında gelişigüzel duruma göre yapılır. Kıraat yapılır, tesbih yapılır, huşu yapılır, dua yapılır. Sohbet de caizdir. Ama cidal yoktur.
Kimse kimseye ‘seninki yanlıştır’ demez. Herkes kendi bildiği doğruyu karşı tarafı tekzip etmeden söyler. Biri ‘Muhammed resuldür’ dese, diğeri ‘nebidir’ der. Biri ‘Resul hata etmez’ dese, diğeri ‘Allah affetmiştir’ der. Biri ‘dört kere dört onbeştir’ dese, diğeri ‘bir fazlasıyla doğrudur’ der. Yani, karşı tarafın yanlışını ortaya çıkarmaz, onu tamamlayarak doğruya varır. Bu tür sohbet de meşrudur. İbadettir.
Burada itikafı oruç içinde tarif etti ve “Va” harfi ile atfetti. “Va” harfi kıyası caiz kılan bir atıftır. Dolayısıyla itikafta oruç şarttır. Ama Ramazan orucu olması gerekmez. İtikafın en kısası bir gün ve gecedir. Akşamdan başlar, ertesi gün akşam namazında biter. Vitirle en az yedi vakit kılınır. Efdal olanı “Ve Leyalin Aşrin” işareti ile on gündür. İki aydan fazlası meşru değildir. Dört aydan fazlası haramdır.
Bir kuru’ müddeti içinde kesmek şartı ile eşinden izin alması gerekmez. Erkek on günden fazla kalacaksa eşlerinden izin almakla yükümlüdür. Birden fazla eşi olmayanın karısı da on günden fazlası için kocasından izin almakla yükümlüdür. Başka eşi varsa izin almak durumunda değildir. Ancak koca gecelerini bölüşmedeki hakkını istediği eşte kullanır.
فِي الْمَسَاجِدِ (FIy eLMaSACıDı) “Mescitlerde”
Burada evdeki itikafta mübaşeret caizdir demek olur. Bu ise itikafın zımnen olmayacağını ifade eder.
Burada “Fi’l-Mesacidi” tafsili zarf değil tavsifi zarftır. Yani itikaf yalnız mescitte olur demektir. Marifeli geldiği için yalnız Cuma mescitlerinde olabilir demektir. Mescid-i Haram’da da olacağından, zikretmekle büyük mescitlerde itikaf efdaldir demektir. İtikafın aynı zamanda misafir olarak mescitlerde yatılabildiğini ifade etmektedir. Ancak itikaf adabına uyulacaktır. Mescitlerin yan hücreleri bunun için ayrılır. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerde yatarlar. Yemek yiyebilirler. Uyuyabilirler.
Cuma camilerinde bunların yatıp uyumalarına mâni olunmaz. Cuma mescitleri 24 saat herkese açık olacaktır. Buna ‘izn-i âm’ denir. Böyle olmayan mescitlerde Cuma kılınmaz. Demek ki Fatih Camii’nde bile Cuma namazı geçerli değildir. Garaj mescitleri bile belli saatlerde açık tutulmaktadır. Kılınan cumalar namazdır ama Cuma namazı değildir. Osmanlı uleması bunu bildiği için on rekat ilave namaz kıldırmaya başlamışlardır. Cumhuriyet uleması bu uydurmadır diye kaldırmış ama “Faman Ezlemu Mimmen Manaa Mesacidellahi” âyeti okunmaz olmuştur! Cehennem cahiller tarafından değil, din görevlileriyle dolacaktır. Çünkü onlar sadece işlerine gelen âyetleri okuyorlar. Bırakın da bu mescitleri biz yaptık, biz kullanalım; cami vakfımıza ve derneğimize dokunmayın. Diyanet İşleri Başkanlığı şimdi de mescitlerin mülkiyetini Diyanet Vakfı’na aktarıyor! Hangi hakla yapıyor?!. Rıza olmadan başkalarının mallarını ekl ediyorsunuz. Sizde imandan eser yok mudur? Siz tanrı mısınız ki şeriatlar koyuyorsunuz. Hacıları soydunuz, yetmedi; şimdi de mescitleri gasp ediyorsunuz.
تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ (TiLKa XuDUvDu elLAHi) “Bunlar Allah’ın hudutlarıdır.”
Bunlar yani oruç ve itikaf Allah’ın hudutlarıdır. Emirler yukarıda anlatılmış ve bunlar Allah’ın hudutlarıdır diyor. Mü’minler için Allah’ın çizdiği hudutlardır. Onlara takarrub etmeyin.
Hudutlar hükümlerin dışındadır. Yani serbest bırakılmışsa hudutlara yaklaşılmaz. Aksine yasaklar konmuşsa bu sefer de yine yaklaşılmaz. Yollar ve sınırlar ortak olacaktır. “Ona yaklaşmayın”ın anlamı budur. Şeriatın çizdiği, topluluğun çizdiği sınırlar aşılmayacaktır.
Oruçlarda bile bu sınırlar çizilmiş, diğer sınırlar hayda hayda bu hükümlere tâbidir.
MİN, İLÂ, HATTÂ gibi sınır gösteren kelimeler, harfler veya başka şekilde hudutlar belirtilmişse, burada bir boşluk olacaktır. Bu topluluğa ait olacaktır. Usulde bu hususta uzun uzun tartışma vardır. “Takarrub etmeyin” hususu izah edilmiştir. Mesela, dirseklere kadar yıkayın denince, dirseklerin yıkanma dışında kalması gerekir. Ancak kollarınızı yıkayın dedikten sonra İLÂ getirildiği için yıkanmakta, kollarınıza kadar yıkamayın anlamındadır demişlerdir. Ben burada bu tartışmalara girmeyeceğim. Sadece Kur’an’ın bununla ilgili hükmü usul bakımından burada izah ettiğine işaret edeceğim.
فَلَا تَقْرَبُوهَا (Fa LAv TaQRaBUvHAv) “Onlara yaklaşmayın.”
Burada “Fa” harfi ile gelmiştir. Hudutlar hükmün dışındadır. Her yerde ve her zaman.
Demek ki eğer bir arazi parsellenecekse arada bir şerit bırakılacaktır. Taraflar o şeride yanaşmayacaklardır. Bitişik nizamda ve katlarda mülkiyet yoktur, kullanım paylaşımı vardır. Daireler, merdiven, su tesisleri, tavan ve döşemede kişilerin sadece kullanım hakları vardır. Apartmanın ortak geliri olacaktır. Tüm arızalar o gelir ile giderilecektir. Apartmanın vakıfnamesinde yazılı yükümlülükleri yerine getirmeyen ortak kata mâlik olmadığı için rızasına bakılmaksızın elinden alınır. Cari değer kendisine verilebilir.
Bir apartmanın dairelerinde oturanlar onun sözleşmesinde yazılı yükümlülükleri yerine getirmelidirler. Yoksa haklarını yani ortaklık paylarını alıp gitmelidirler. Çünkü henüz kendilerinin malı olmamıştır. Her mülkün ve ortaklık hissesinin resmi değeri olacaktır. Devlet o değeri ile mülkü alıp satacaktır. Giderlerine dayanamayan ortak payını kamuya satabilmeli, aynı değerle başkası alabilmelidir. Kimse ‘pahalıdır’ diyemez; ‘öyleyse sat’ dersin. Kimse ‘ucuzdur’ diyemez; ‘öyleyse al’ denir. Kişi oturmaya devam ederse, devletçe onun masrafı kadar payı alınır. Alan olursa satılır. Satın alan olursa artık o kısmın kirasını ödeme durumundadır. Alan olmazsa devlet kira almaz. Diğer taraftan ayrı apartmanlar arasında bir duvar payı kadar boşluk olmalıdır. Apartmanlar birbirine dayandırılmamalıdır. Bu zelzele için de geçerlidir.
Aşiretler arası sınırlarda yollar veya boş yerler bırakılmalıdır. Bu yerin mülkiyeti bucağın olmalıdır. Bucaklar arası alanlarda yollar ve boş ağaçlık yerler bırakılmalıdır. Buralar da ilin mülkiyetinde olmalıdır. İl sınırları arasında da yollar ve boş savunma alanları bırakılmalıdır. Buranın mülkiyeti devletin olacaktır. Ülkeler arası sınırlarda da böyle tarafsız yol ve alanlar bırakılmalı ve buranın mülkiyeti insanlığın olmalıdır.
Buralarda Birleşmiş Milletlerin askerleri bulunmaz ama rasat yerleri bulunur. Saldırının kimden başladığını tesbit etmek bugünkü gelişmiş dünyada çok kolay hâle gelir.
Demek ki buradaki bu ifade bize önemli kurallar getirecektir. Yasaklar arası bir sınır olmalıdır. Oruçtaki sınırlar için benzer hükümler konur. Aslında gece yatsıdan başlar ama gün batımı sınırdır. Ona yaklaşılmamalıdır. Gündüz güneş doğumu ile başlar, fecir sınırdır. O halde ona yaklaşılmamalıdır.
Yani, akşam geceye, sabah gündüze dahildir. Sonra fecre kadar yeyin, mübaşeret edin dendiğine ve bu sınırlar da ezan ile belirlendiğine göre, kişi ezan sesini duyar duymaz artık ağzına bir şey sokmaz. Ama ağzında olanı çiğneyip yutabilir çünkü ağız iç organdır. Öyle olmasaydı tükürük yutmakla oruç bozulurdu. Cinsi ilişkide de aynı kıyas yapılır. Ezandan sonra idhal orucu bozar. Bekletmek ve boşaltmak bozmaz.
Burada cünüplüğün yani cünüp olarak sabahlamanın veya gündüzün cünüp olmanın da orucu bozmadığı sabit olmaktadır. Çünkü gusül için bir zaman kalmamıştır.
Sabah ve akşam vakitleri için de tartışma vardır. Tulu’ güneşin doğmuş olması mı, yoksa doğmaya başlaması mı, hangisi? “Kable” dediğine göre başlamadan önce yani doğmaya başlamadan önce ve batmaya başlamadan önce denmiş olmaktadır. Güneş doğmaya başladıktan sonra artık sabah namazına başlanmaz.
Ama namaza başlanmışsa devam edilebilir mi? Hanefiler edemez diyorlar. İkindide güneş batmaya başladıktan sonra başlansa devam edilebilir mi? Hanefilere göre edilir. Bize göre başlanmışsa, doğma bitinceye kadar devam edilir. Tam güneş doğunca otobüs beklemez, hareket eder. Yani sabah namazı güneş doğmadan kılınır, güneş doğduktan sonra yola çıkılır. İşyerlerine gidilir. Akşam da öyledir. Eve gidilir.
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ (Ka ÜavLiKa YuBayYıNu elLAHu EAyYATiHi LinNASı)
“Allah âyetlerini böylece nâs için beyan eder.”
Başta “Ey iman edenler” demiş ve oruç hükümleri ile sınırlarla ilgili hükümleri koymuştur.
Ama hükmü kapatırken “Nâs için beyan olunmuştur” denmektedir. O halde bu hükümler mü’minlere de müslimlere de emredilmiştir. Ancak bunları uygulama şartlarını hazırlama işi ise mü’minlere aittir. Yani; vakitleri tayin etmek, ezan okumak, zekât toplamak, mabetler hazırlamak müslimlerin değil mü’minlerin görevleridir. Bir de eğer insanlar arasında hükmedilecekse buna göre hükmedilecektir, adil olan budur. Sonra mülkiyet hudutlarını belirlemek de topluluğun mü’minlerine yani nöbetlilerine aittir. Yani, parselasyon yapma, sözleşme hükümlerini vazetme kamuya aittir. O sözleşmelerden yararlanarak mâlik olma insana aittir.
Bir bucak içinde iş ve mesken siteleri oluşur. Bu siteler bucak planlamasına göre yapılır. Dolayısıyla bucak şurasının kararı gerekir. Bucak şurası bunları istişarî kararlarla alır ve genel imarı çıkarır. Sonra kendi sitelerinin imarları ortakları tarafından alınır. Bütün bunlar sonunda bucak şurasının istişarî kararlarıyla kesinleşir. Hakemlerce denetlenir. Sonra da kimse bozamaz. Bucak şurası ilmî ve siyasî şuralardan oluşur. Ayrı ayrı şuralarda görüşülür, başkan karar alır. Şura üyelerinin itiraz yetkileri vardır. İşte bu kısım imanla ilgilidir. Ama sonra site ortaklık senetleri çıkarılır. Onlardan yararlanmak ve mâlik olmak ise her müslimin hakkıdır. Ada ortakları müslim iseler sözleşmeyi birlikte hazırlarlar. Şura sadece onaylama durumundadır. Onaylasa da hakemlere gidilebilir, onaylamasa da hakemlere gidilebilir. Hakemler son sözü söylerler.
İşte görüyorsunuz, orucun başlama hükmü bize ne gibi hükümleri getirmektedir. İlk bakışta yuvarlak söz olarak, ne derin hükümler içermektedir deriz. Bütün bunlar İslâm ile imanın arasını tefrik etmemizden doğan hükümlerdir. Fakihler âyetten bunları çıkaramamışlardır. Ama sünnet ve istihsan ile söylediklerimize yakın hükümler bulmuşlardır. Biz şimdi onların geliştirdikleri Usûlü Fıkıh yardımı ile Kur’an’da onların istihsan ve sünnetlerine delil bulmuş oluyoruz. İhtilaf ettikleri hususlardaki ihtilaflarını çözmüş oluyoruz.
Bir de sınırlarda boşluk bırakma gibi yeni hükümleri de Kur’an’dan çıkarıyoruz. Nassa dayalı icmalarda onlardan asla ayrılmıyoruz. Nassa dayanmayan icmaların çoğunu biz de benimsiyoruz. İhtilaf ettikleri kısımlardan yüzde sekseni de onların çözümlerinden birisini tercih etmek şeklinde ortaya çıkıyor. Yeni çözümler ancak yüzde yirmisinde olmaktadır. Demek ki İslâm’ın genetiği korunmaktadır. Ama aynı zamanda uygarlaşma da meydana gelmektedir. Bu benzerliği biz usulümüzden vazgeçerek yapmıyoruz, usul içinde yapıyoruz. Bu da hem fukahanın hem de bizim ne kadar doğru yolda olduğumuzu gösterir.
لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ(187) (LaGalLaHuM YatTaQUVNa) “Böylece ittika ederler.”
“TATTAKÛN” dememiş de “YATTAKÛN” demiş, yani mü’minler ittika ederler diye nâs için sizin aracılığınızla beyan ettik deniyor. Çok net ve açık olarak anlaşılıyor ki, Kur’an’ı okumak, yaşamak, uygulamak ve isterlerse hükmetmek görevi mü’minlere verilmiştir. Nâs ise bu çalışmalardan yararlanarak yaşayacak ve ittika edecektir. Mü’min olup olmama da kişilerin elindedir.
Siz Adil Düzen Çalışanları! Evet sizler, artık sadece İslâm’da kalmayıp imana talip oldunuz.
Sabredin, devam edin. Kur’an’ı bugünkü müsbet ilmin verileri ile yorumlayarak anlamaya, yaşamaya, anlatmaya ve onlar arasında adaletle hükmetmeye devam edin.
Yeryüzünün yönetim kapıları size açılacak ve siz üstün olacaksınız.
Kâfirler yani sizin güveninize girmeyip cizye vermeyenler mağlup olup gideceklerdir.
Bugünkü zulüm bitecektir; Allah bitirecek, sizin elinizle “Adil Düzen”i getirecektir.
Mekke mü’minleri önlerinde bir misal olmadığı halde tereddüt etmediler ve sonuçlarını aldılar; oysa sizin geçmişinizde bin yıllık deneyiminiz vardır. Hâlâ tereddüt içinde misiniz? Artık Allah’ın sizi yücelttiği bu “Adil Düzen” mertebesinde sebat ediniz, sabrediniz. Göreceksiniz ki subh/sabah yakındır.