BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
3588 Okunma
bakara 70-76

ADİL DÜZEN 357

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 19. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ إِنَّ الْبَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ (70)

 قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا ذَلُولٌ تُثِيرُ الْأَرْضَ وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لَا شِيَةَ فِيهَا قَالُوا الْآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ (71) وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْسًا فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا وَاللَّهُ مُخْرِجٌ مَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ (72) فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِ اللَّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (73)

 

قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ (QavLUv uDGUv LaNAv RabBaKa)  “Şöyle kavlettiler: Rabbine dua et.”

Allah onlardan bir bakarı zebh etmelerini emrediyor; herhangi bir bakarı zebh etmelerini emrediyor. Onlar ‘hangisini keselim’ diyorlar, sormadan zebhetmiyorlar. O’nun rahmetinden yararlanmıyorlar. Allah onlara sığırın özelliklerini saymaktadır; yetinmiyorlar. Rengini söylüyor; ama yine yetinmiyorlar, başka bir şey daha soruyorlar. Bu üçüncü sualleridir. Rab da onları adım adım istediğine götürmektedir. Eğer ilk emirde herhangi bir bakarı zebh etseydiler, onlara mühlet verecek, kalplerindeki hastalıkları zamanla tedavi olur beklentisiyle başka bir şeyi emretmeyecekti. Tedavi olmazlarsa daha ağırını emredecekti. Buna tedrici inkılap diyoruz.

İçki yasağı tedricilik ile gelmiştir. Namazın edası da tedricilik ile emredilmiştir.

يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ  (YuBayYiN LaNAv MA HiYa)  “Bize mahiyetini beyan etsin.”

Yukarıda “Mâ Hiye” demişler, özelliklerini sormuşlardır. Burada yeniden özelliklerini sormaktadırlar. Yine söylenenlerle iktifa etmemektedirler.

İnsanlar bir şeyi yapmak istemeyince bilmediklerini bahane ederler. Bunlar da istenenleri yapmaktan belki kurtuluruz ümidi ile sormakta, zaman kazanmakta, Allah da onlara o zamanı vermektedir.

Burada önemli olan husus, toplulukta bir değişiklik yaparken nasıl hareket etmemiz gerektiği hususunun bize öğretilmesidir. Allah’ın sünnetullahıdır. “Adil Düzen” nasıl gelecektir? İnsanlar nasıl direneceklerdir?

Adil Düzenci olmayanların direnmeleri ayrı, “Adil Düzen”i kabul edenlerin direnmeleri ayrıdır.

Siz bir şey söylersiniz, topluluk baştan nazari olarak kabul eder. Çünkü onun başka bir şey olduğunu anlar. Uygulamaya gelince işte o zaman direniş başlar. Nitekim “Adil Düzen”i kabul eden topluluk Millî Görüşü iktidar etmiş, sonra uygulamalarda direnmeye başlamıştır. Bizzat Millî Görüşçüler direnmeye başlamışlardır.

Allah da sabur sıfatı ile bu direnişi tedrici olarak kırmaktadır.

إِنَّ الْبَقَرَ (EınNa eLBaQaRa)  “Bakara”

Buradaki “Bakara” kelimesinde iki değişik manâ vardır.

Biri, “Bakarate” yerine “Bakara” gelmiştir. “Bakarata” bir tek inektir. “Bakara” ise sığır sürüsüdür. “Bakarata” kelimesi yalnız dişi sığır değildir. Buradaki tekillik erkeklik-dişilikten ziyade tekliği ifade etmektedir. “Bakara” da erkek sığır yerine sığır sürüsünü ifade etmektedir.

İkinci değişiklik de, marife olarak gelmiştir. Marife gelmesi sürünün belli olmasındandır. Sürünün içinden inek belli değildir, ama sürü bellidir. Bu sebeple marife gelmiştir. Yani, İsrail oğulları kesecekleri hayvanın hangi sürüden olacağını bilmektedirler, ama içlerinden hangisinin olduğunu bilmemektedirler. Böylece soru sorarken bütününü sormuyorlar, sadece bilmediklerini soruyorlar. Bu bize içtihatta tecezzinin cevazını ifade eder. Madem ki Allah bunların bu suallerini cevaplamaktadır, öyleyse bunların bu yaptıklarını takrir etmektedir, yani meşru görmektedir. İsrail oğullarının bu hareketleri bizim için de örnek olmaktadır.

Topluluğun yeniliğe karşı geçici olarak direnme hakkı vardır. Konunun anlaşılması ve topluluğa ders olması için buna gerek vardır. Bu direnme olmalıdır ki halk konuyu kavrasın ve yeniliği sindirsin.

“Adil Düzen”e karşı olan direnme de bu kabildendir.

a)      “Adil Düzen”e karşı direneceklerdir ki, Adil Düzenciler “Adil Düzen”i iyi anlasınlar, kavrasınlar ve öyle uygulasınlar. Bu direnme “Adil Düzen”in eğitim aracıdır.

b)      “Adil Düzen”e karşı dirensinler ki, “Adil Düzen”i çıkarları için kabul edenler Adil Düzenden ayrılıp uzaklaşsınlar, gerçek Adil Düzenciler orada kalsın ve onlar devam etsin. Refah Partisi’nin başına gelenler bu sebepledir. AK Parti’nin başına gelecek olanlar da aynı nedenle gelecektir.

c)       “Adil Düzen”e karşı direnme olacaktır ki, arada olanlar bu maçı seyretsinler ve ona göre taraftar olsunlar. Taraflar kazanmak için karşılaşma yapmasalar seyirci bulabilirler mi, stadyumlar dolar mı?

d)      Nihayet, “Adil Düzen”e karşı direnme olacaktır ki, karşı cephe çökmeyi istihkak etsin. Onlara tebliğ edilsin ve rüşt ğayden ayrılsın ki mü’minlerin işi bitsin, onların hesapları Allah’a kalsın.

تَشَابَهَ عَلَيْنَا (TaŞAvBaHa GaLaYNAv)  “Sürü bize teşabüh etti.”

Burada tefaul bâbı getirilmiştir. Teşabüh eden sığır sürüsüdür. Sürünün içinden kesilecek olanını ayırt edememektedirler. “Şebih” benzer demektir, okşar demektir. Misl daha çok benzer. Benzer tarafı galiptir. Şebih ise bir yönüyle benzer demektir. “Teşabüh” ise çoklar arasında ayırt edilmesi mümkün olmayacak bir müşabehettir. Yukarıda sayılan özellikleri taşıyan ve levni safrâ’ olan çok sığır vardır. Ayırt edememektedirler.

Sözleşmeler yapılırken iki yol tutulur:

a)      Kısa ve veciz cümlelerle ifade edilir. Uygulayıcılara yorum imkanı bırakılır. Duruma göre farklı yorumlayarak uygulamak suretiyle daha geniş alanlarda uygulama imkanlarını sağlar. Topluluğa kolaylık ve daha geniş uygulama alanları bulmak için bu metot uygundur. Kur’an bu yolu seçmiştir.

b)      Uzun açıklamalı yol ise her şeyi teferruatı ile ifade eder. Uygulayıcılara kolaylık sağlar. Ne var ki, uygulamada sahayı daraltır ve gerek zaman, gerekse yer bakımından darlık ortaya çıkar. Başka yerlerde ve başka zamanlarda uygulanamaz. Tevrat’ta bu yol seçilmiştir.

İsrail oğulları ve o zaman için çok açık hükümler getirmiştir ama zamanla ve hele değişik ülkelerde uygulanma özelliğini azaltmıştır. İnkılapları yaparken Tevrat usûlünü kabul etmemiz gerekir, ama genel hayat için düzenleme yapıyorsak o zaman da kuralları koyup uygulayıcılara rahatlık sağlanması gerekir.

Tevrat ve Kur’an arasındaki usul farkı bunun için vardır.

Tevrat inkılapçıdır, Kur’an ise kuralcıdır ve inkılapları yapmayı müçtehitlere bırakmıştır.

وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللَّهُ (Va EınNAv EiN ŞAEa elLAvHu)  “Ve biz inşaallah.”

İsrail oğulları baştan uzatmak istemişler ama, bu arada onlarda artık kesmek için azim doğmuştur. Bu son soru ile uzatma yerine gerçekten hangisini keseceklerini öğrenmek için sormaktadırlar. Titizliklerinden ve bir hata yapmamak için sormaktadırlar. Bu sebeple artık kendileri de dua etmekte, inşaallah bize bunu seçmek ve doğrusunu yapmak imkanı hâsıl olur demektedirler. Birincisinde savsaklamak için soru sormaktadırlar. İkincisinde öğrenmek için sormaktadırlar. Üçüncüsünde uygulamak için soru sormaktadırlar. Böylece direne direne hak bulunmakta, insanlar kendileri azimle ona sarılmaktadırlar.

Akevler MİLAD Market çalışmalarında biz de bu durumla karşılaşıyoruz.

İtiraz edilmekte, tartışılmakta, direnilmektedir. Ancak bu yolla doğrusu ne ise o ortaya çıkmakta, sonra itiraz edenler daha çok ona sarılabilmektedirler. Bu tartışmaları ve bu direnmeleri son derece normal görmemiz gerekir. Hattâ böyle bir şey yoksa biz doğru yolda değiliz demektir. Asıl mesele bu tartışmalara ve direnmelere katlanıp cemaati terk etmemedir. Bu uygulamalar bizim yetişmemiz ve pişmemiz için gerekli şeylerdir. Ama sonunda Hakkı gördüğümüzde inşaallah doğruyu buluruz deyip onun mücahidi olmak gerekir.

(70)  لَمُهْتَدُونَ (La MuHtaDUIvNa)  “Muhtedilerden oluruz.”

Hidayet” demek, yol bulmak demek, yahut menzile ulaşmak demektir.

Burada dar manâda inşaallah o sığırı buluruz, hata etmeyiz demektir. Artık İsrail oğulları da öğrenmişlerdir ki, Allah şeriatı bildirir, kuralları bildirir; uygulama ise amelî içtihatlarla olacaktır. Allah doğrudan şu sığırı kesin diye ayniyle bildirmez, kurallarla bildirir. Uygulamayı insanların kendilerine bırakır.

Hazreti Muhammed aleyhisselâm özel sorularda veya davalarda asla özel hükümler vermez, daima kuralları ifade ederdi. Uygulamayı herkes kendi içtihadı ile yapacaktır. Üstler de hep böyle yapmalı, daima kuralları bildirmeli, kararları ise insanların kendilerine bırakmalıdırlar.

Mesela; marketimize konsinye mal bırakan ortakların malları raflarda ayrı yerde olmalıdır. Sadece, ‘temizlik malzemeleri yiyeceklerin yanında olmamalıdır’ gibi kurallar vazedilmelidir. Ama sen şu malı şu rafa koy denmemelidir. Çünkü sorumlu odur, kararları da o verecektir. Kararlara uymayanlar olursa, üstler cezalandıramaz, sorguya bile çekemez; sadece hakemlere gitme yetkileri doğar.

İhtida etmek” demek, içtihat etmek, istişare etmek, ittifak etmek demektir; icma etmek demektir.

Kur’an’da “müçtehit” kelimesi geçmemektedir. Cihat edenlere hidayet edilecektir, onlar da muhtedi olacaklardır. Yani, içtihat yapıp isabet etmiş olacaklardır.

Burada “muhtedilerden oluruz” demek, aynı zamanda ehl-i içtihat ve ehl-i icma oluruz demek olur. Bunun usuldeki fıkhi ıstılahta yeri şudur: Üstler hüküm vermezler, astlara delilleri sunarlar. Delilleri değerlendirip hüküm vermek daima uygulayana aittir. Dünyada ve âhirette o hep kendi içtihadı ile amel edip etmediği ile sual olunacaktır. Adil Düzenciler de öğrenmek için bilenlere soracaklardır. Yani, delilleri ve kuralları öğrenmek için bilenlere soracaklardır ama, uygulamada kararları kendileri vereceklerdir.

***

قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ (QAvLa EinNaHuv YaQUvLu)  “O şöyle dedi. O şöyle diyor.”

Hazreti Musa aleyhisselâm üç defa muhatap oluyor ve üç defa da “O diyor” diye cevap veriyor.

Buradan şunu öğreniyoruz ki, halk bir şeyi soracaksa doğrudan meclise dilekçe verip sormayacaktır.

Herkes kendi sorununu kendi dayanışma ortaklığı sorumlusuna soracaktır. O da ortağını temsil etmesi görevinden dolayı şûrada meseleyi dillendirecektir. Ama halk yani şûra üyeleri doğrudan şûraya bir soru sormayacaklar, başkanlarına soracaklardır. Başkan istişare ettikten sonra kendisine gelen ilham ile cevap verecektir. Biz “Adil Düzen İnsanlık Anayasası”nda, bucak başkanının başkanlığını şöyle sıralamış bulunuyoruz. Misal olarak, devlet başkanı nerelerin başkanıdır?

a)      Devlet başkanı devleti yöneten aşiretin, kendi aşiretinin başkanıdır.

b)      Devlet başkanı kendi karyesinin, kendi semtinin emiridir.

c)       Devlet başkanı kendi beldesinin belediye başkanıdır.

d)      Devlet başkanı kendi ilinin başkanıdır.

e)       Devlet başkanı kendi bölgesinin emiridir, ordu komutanıdır.

f)       Devlet başkanı kendi devletinin devlet başkanıdır.

1-       Ayrıca; devlet başkanı millet meclisinin oturum başkanıdır, toplantıları o yönetir.

2-       Devlet başkanı ilmî şûranın başkanıdır. Kamu gelirlerini görüşürler ve hükme bağlarlar. İstişare eder ve istişarî kararlar alırlar.

3-       Devlet başkanı dinî şûranın başkanıdır. Bütçe görüşmelerinde kamu harcamaları bütçesini görüşürler ve karara bağlarlar.

4-       Devlet başkanı meslekî şûranın da başkanıdır. Kredi bütçesini görüşür ve karara bağlarlar.

5-       Devlet başkanı siyasî şûranın başkanıdır. Bölüşüm bütçesini görüşürler ve karara bağlarlar.

Görülüyor ki, merkezde sadece bir başkan vardır. Herkes ancak ona muhatap olmaktadır.

Mustafa Kemal’in vahdet-i kuvva ilkesi budur. Yoksa kuvvetler dengesini o da kabul etmiştir. Bu sebepledir ki kanunları da cumhurbaşkanı yayınlar. Bakanlar kurulu kararlarını da cumhurbaşkanı yayınlar. Yargı kararları için de, üniversite kararları için de bu şart getirilmektedir. Vahdet-i kuvva asıldır.

إِنَّهَا بَقَرَةٌ (EinNaHAv BaQaRaTun)  “O bir bakardır.”

Allah yine kuralla cevap vermektedir. İşte o bildiğiniz bakardır demiyor da; “o herhangi bir bakardır” diyor. Belki o özelliği taşıyan tek bakar vardır, dolayısıyla artık marife olmuştur. Ama benzeri olabilirdi. Hüküm ona da şamil olacağı, onlardan herhangi birinin kesilmesi yeterli olacağı için “bakara”yı harf-i tarifle değil, nekire olarak getirmiştir. Hüküm nekire olarak ifade edilmekle umumiliğe riayet edilmiştir. Şeriat ancak kurallarla oluşur ve her iş yaparken kural içinde yapılmalıdır. İçtihat da budur. Kurallar topluluğu oluşturur.

لَا ذَلُولٌ (Lav ÜaLUvLun)  “O zelul değildir.”

Zeyl” etek demektir. “Zelul” uysal demektir. Kendisinden isteneni yapar demektir.

Koşum veya binek hayvanları eğitilir, ondan sonra binilir veya koşulur. Mesela, bunun için ata ‘yorga at’ denir, yani yorulmuş demektir. Öküz için ‘yeke öküz’ derler, yani yüklenebilir, yüke gelen demektir.

İşte bu hayvan böyle bir hayvan değildir. Bâtıl inançlar içinde bazı özellikleri taşıyan hayvanlar uğursuz sayılır, bazı özellikleri taşıyan hayvanlar da uğurlu sayılır. Uğurlu sayılanlar işe çekilmezler, sürünün içinde öylece bırakılırlar, onlara kutsiyet verirler. Allah bu bâtıl inançlarını kaldırmak için ‘onu kesin’ demektedir.

Nitekim Türkiye’de de bir zamanlar fes ve sarık mukaddes sayılmıştır.

Oysa ne fes ne de sarık İslâmî özellikleri olan kıyafetler değildirler. Sarık, çarşaf gibi İranlılardan İslâmiyet’e girmiştir. Fes ise Yunalılardan Osmanlıların baskısıyla Müslümanlarca benimsenmiştir. Bu bâtıl inancı yok etmek için geçici olarak şapka örtülmesi zorunlu kılınmıştır.

Burada, putperestlik geleneğini ortadan kaldırmak için Allah o mukaddes sayılan sığırın kesilmesini istemektedir. Artık açık olarak kesilecek ineğe işaret etmektedir.

تُثِيرُ الْأَرْضَ  (TuSIyRu eLEaRWa)  “Arzı isar etmez.”

“O zelul değildir. Arzı isar etmez.”

İsr” iz demektir. Sapanla tarla sürmeye isar denmektedir.

Buradan anlıyoruz ki, o zamanlar sapan bulunmuş ve tarlalar öküzlerle sürülmektedir. Boyunduruk keşfedilmiştir. Gerçekten de sapanın Hazreti Musa peygamberden çok önceleri bulunduğu tarihen sabittir.

Kur’an’ın ve Tevrat’ın geçmişi bilip bilmediğini bu tür kontrollerle bilebiliriz. Mesela Hazreti Musa zamanında demir henüz bilinmemektedir. Eğer demirden bahsedecek olursa hemen cahilliği ortaya çıkar. Ama Hazreti Davut zamanında demir yaygındır ve Kur’an onun demirciliğinden söz etmektedir.

وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَ (Va Lav TaSQIy eLXaRÇa)  “Harsi de iska etmektedir.”

Bu da çok önemlidir. Tarla sürülmekte ve sulama yapılmaktadır. Dolap beygiri kullanılmaktadır.

Kur’an nâzil olduğu zaman Hicaz’da belki de sulama dolabı yoktur, ama Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarını bilen İsrail oğulları bunu da bilmektedirler. Yelkenli gemiler vardır. Yel değirmenleri vardır. Yel su dolapları olabilir. Hayvan su dolapları da varmış demektir. Bunun üzerinde bir doktora yapılabilir, sapan ve su dolaplarının tarihçesi aydınlatılır.

Saky etmek” sulama demektir. Türkçedeki su kelimesiyle akrabadır. “Mâ” kelimesi bu kökten değildir. İşte dillerde böyle değişmeler olur. Gürcücede “sqva” sulama demektir, “zqali” su demektir.

Demek ki bu dillerin köklerinde birlik vardır. Bütün dünya dilleri arasında akrabalık vardır. Bu da insanların bir tek anne babadan türediklerine delil teşkil eder.

Hars” ekin demektir.

مُسَلَّمَةٌ  (MuSalLaMaTun)  “Selamettedir.”

Sağlamdır. Hastalığı, sakatlığı falan yoktur. Tarla sürmesine veya sulama yapmasına engel bir şey yoktur. “Selamet” sağlık demektir. Araplar barışı da sağlıkla ifade ederler.

Nasıl bedenin sağlığı varsa, topuluğun da sağlığı vardır. Dolayısıyla “İslâm” demek, sadece kişiler arasında savaşın olmaması demek değildir. Her türlü ekonomik ve sosyal krizlerden uzak olma demektir. İslâm düzeni sadece barış düzeni değildir, aynı zamanda refah düzenidir, selâmet düzenidir, saadet düzenidir.

لَا شِيَةَ فِيهَا  (Lav ŞiYaTa FıyHAv)  “Onda şiye yoktur.”

Şiye” şey kelimesi ile akrabadır. Siyah kelimesinden dönüşmüştür. Gürcücede siyaha “şavı” denmektedir. Fransızcada da “şov” şeklindedir. “Şey” karaltı demektir. Varlık bununla ifade edilmiştir. Sonra varlığın istenmesinden meşiet fiili doğmuştur. “Şey” dilenmiş olan demektir. Leke anlamındadır.

Şiye” burada yaşlılık demektir. “Onda yaşlılık da yoktur.” Sağlam olur ama yaşlanmış olur ve iş yapamaz durumda bulunur. Yaşlandıkça insanın cildinde lekeler ortaya çıkar, bundan kinayedir. Lekeler olmasa da o yaşlı değildir demektir. Böylece kesmeleri istenen hayvan çok açık şekilde tanımlanmıştır.

Burada kesmenin illeti anlatılmıştır. Kutsal sayılması kesilmesi için gerekli sayılmıştır. Hazreti Ömer de Kur’an’da geçen biat ağacını kesmiştir. Üfürükçülüğün haram olması da buradan gelmektedir. Büyü gibi uydurma işlerin yasaklanması buradan kaynaklanmaktadır. Büyüklerin resim ve heykelleri bunun için haram kılınmaktadır. İnsanlar bâtıl inançlara daldıkça gerçekleri unutmakta, şeriata ve Allah’a inanmamaktadırlar.

Büyü demek, Allah’ın keyfi hareket etmesi demektir. Şeriat demek, Allah’ın kurallarla fail olması demektir. Onun için sünnetullah zorunlu değildir ama o faildir. O sayede insanlar O’nun ne yapacağını bilmekte ve ona göre davranmaktadırlar.

قَالُوا الْآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ (QAvLUv EaLEAvNa CiETa Bi eLXaqQı)  

“Şöyle kavl ettiler: İşte şimdi hak ile ciet ettin.”

İsrail oğulları anlamadıkları şeylere ‘hak’ dememektedirler. İlletlerini bilmedikleri, hikmetlerini bilmedikleri bir şeye evet demiyorlar. Körü körüne ibadeti kabul etmiyorlar. Sebeplerini öğrenmeye çalışıyorlar.

“Şimdi hak ile geldin” demeleri, şimdi biz de bunun hak olduğunu tasdik ediyoruz, kesilmesi gerekir demektedirler.

İşte inkılap yapanların da, inkılaba tâbi tutulan toplukların da inkılabın illetlerini ve hikmetlerini bilmeleri gerekir. Körü körüne kabul edenler de, körü körüne kabul ettirenler de gaflettedirler.

Osmanlılar iki yüz yıldan fazladır Türkiye’de devrimler yapmaktadırlar. AK Parti döneminde olduğu gibi hurra kanunlar tercüme edilmiş, Avrupa Birliği’ne girilmiştir. Ama bunlar tartışılmamış, anlaşılmamış, Avrupa pazarı ülkeye sokulmuştur.

Oysa, yapılacak iş, İsrail oğulları gibi direneceklerdir. Yöneticilerin de adım adım açıklayarak ve inandırarak ilerlemeleri gerekirdi. Başarısızlığın kaynağı budur. Okunmayan kanunlar ne işe yarar ki.

Millî Görüşçülerin eksiklikleri de budur. “Adil Düzen”i anlamadan, kendileri uygulamadan başkalarına uygulatmaya kalkıştılar, bu nedenle devre dışı bırakıldılar. Adil Düzenciler ise hâlâ çalışmaya devam ediyorlar. İktidara değil de, düzene taliptirler. İki yüz yıldır başarılamayanı “Adil Düzen” başaracaktır.

فَذَبَحُوهَا (Fa ZaBaXUvHAv)  “Onu zebh ettiler.”

Zebh etmek” hayvanı boğazlamak demektir. “Zebh” kelimesi “Sebh” kelimesiyle akrabadır. “Sefh” de kan akıtmaktır. Boğulan hayvanların eti yenmiyor. Çünkü pis kan, karbondioksitli kan orada kalıyor.

Burada “öldürdüler” denmiyor, “katlettiler” denmiyor da, “zebh ettiler” deniyor. Bu tür hayvanların etleri yenebilir demektir. Çünkü “zebh” hayvanı eti yenecek şekilde usulüne göre kesmedir. Bu tür delâlete “Dâllün bi’l-işareti” denmektedir. Kur’an’da anlatılanların hemen hepsi böyle fıkhî manâlar da taşımaktadır. Fakih olmayanlar bunları duymazlar bile. Fakih olanlar ise öbür taraftan çok bu tarafıyla ilgilenirler.

وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ (71)  (Va Mav KAvDUv YaFGaLUvNa)  “Fi’letmeye keyd etmemektedirler.”

Keyd” birden yapmak demektir. Nâkıs fiil olduğu zaman, bekleyip bekleyip birden yapmak demektir.

Tuzak da budur. Birden düşer. Birden yapmak istemediler. Adım adım ve tedrici olarak gitmeye alıştılar demektir. Emredileni hemen yapmadılar, direndiler demektir.

İsrail oğulları Allah’ın emirlerini hemen yerine getirme yerine, anlayarak ve kanaat getirmeye çalışarak işi yapmak istemişlerdir. Ama ne zaman ki yeter olgunluğa ulaştılar, o zaman onu yapıyorlar.

Mü’minlerin yapacakları şey de budur. Kendilerine bir öneri geldiğinde ilk işleri onu reddetmek olmalıdır. Gerekli bilgiler alınmalı, eğer açıklık kazanırsa o zaman kabul edilmelidir. Alınıncaya kadar da bilgi alınmaya devam edilmelidir. Mü’min ‘yapmıyorum’ demez; onu olgunlaştırır, düzeltir, ondan sonra yapar.

Mü’min ‘Avrupa Birliği’ne girmiyorum’ demez, sorular sorar:

1-      Avrupa Biriliği ne birliğidir? Dinî birlik, ırkî birlik, coğrafî birlik mi, yoksa güven birliği midir?

2-      Dinî birlikse hangi dinin birliğidir? Bu durumda Müslüman Türkleri nasıl alabilirsiniz?

3-      Irkî birlik ise hangi ırkın birliğidir? Bu durumda Türkleri nasıl alacaklar?

4-      Coğrafî birlik ise diğer Avrupalıları neden almıyorsunuz da Avrupa’da sadece bir kulağı olan Türkleri alabiliyorsunuz?

5-      Güven birliği ise nerenin güvenliği, kime karşı güvenlik?

Bu sorulara cevap verebildikleri nisbette onlara yaklaşabiliriz.

Bütün bunlar “Adil Düzen”de çözülmüştür. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda hepsi vardır. Eğer “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı kabul ederlerse, o zaman elbette biz de onlarla beraber olmuş oluruz. Ama onu kabul edinceye kadar onlar sorularımıza cevap vermedikleri için dışarıda kalırız.

İslâm ülkeleri ile de aynı diyalog içinde müzakerelerde bulunuruz; eski Sovyet devletleri ile de...

Hiçbir şeye birden lüp diye atlamamak gerekir. Hiçbir şeyi de birden reddetmemek gerekir.

Bugün İsrail oğullarına ve bize bunlar hatırlatılmaktadır. III. Bin Yıl Uygarlığı’nı oluştururken biz “Adil Düzen”i insanlığa sunuyoruz, hemen kabul etmelerini istemiyoruz. Ama bize sorular yöneltsinler, yeter cevabı aldıktan sonra esaslarda bizimle bir olsunlar. Allah İsrail oğullarına geçmişlerini hatırlatarak onlardan bunu istiyor. Kur’an’da kendilerine nâzil olan âyetlere kuvvetlice sarılsınlar.

***

وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْسًا (Va EıÜ QaTaLTuM NaFSan)  “Hani siz bir nefsi katletmiştiniz.”

Bundan önce Hazreti Musa aleyhisselâmın sığır zebh etme emrine karşı İsrail oğullarının direnişi anlatılmıştı. Burada yeni bir bahis ele alınmakta, faili meçhul cinayetlerde uygulanan kasame anlatılmaktadır. Topluluğun ortak davranışları ele alınmaktadır. Bunlar tarih sırası ile de anlatılmış olabilir. Bunu tahkik etmek için Tevrat’taki sıra ile karşılaştırılmalıdır. Eğer Tevrat’taki sıraya uyuyorsa o zaman bunlar sadece tarihi sıra gereği böyle anlatılmış olmaktadır. Uymuyorsa, o zaman aralarında ilişki vardır demektir. Tevrat tarihi bir sıra ile anlatıldığı için Tevrat’ı tamamlayan Kur’an’ın bu sûreleri de o usulle anlatılmış olabilir. Bunu sizler karşılaştıracak ve böyle olup olmadığını tesbit edeceksiniz. Kur’an olayları tarih sırası ile anlatmaz. Değişik yerlerde değişik şekillerde anlatır. O sebepledir ki biz konular arasında ilişkiler ararız. Burada aramayabiliriz.

“Bir nefsi katletmiştiniz, bir kişiyi katletmiştiniz.” denmektedir.

Nefs”, doğumdan başlayıp ölümüne kadar var olan kişidir. Ademin oğullarının hepsi dahildir.

Katletmek” öldürmek veya yaralamak anlamına gelir. Bir nefis, bir kişi öldürülmüştür. Faili meçhuldür. Bir toplulukta bir ölü bulunduğu zaman onu o topluluktan biri öldürmüştür. Ancak faili meçhul olduğu zaman, hattâ olmadığı zaman bile o topluluk öldürmüş kabul edilmektedir. Çünkü genel güvenliği sağlamak o topraklara sahip olan kimselere aittir. Yeryüzü insanlığındır. İnsanlar yeryüzünü aralarında imar ve ihya ile bölüşmüşlerdir. Mülkiyetin devam etmesi için o toprakların güvenliğini sağlamalıdırlar. Dolayısıyla bir topluluğun topraklarında bir kimse öldürülürse onu o topluluk öldürmüş olur. Eğer diyet ödenecekse o topluluk öder. Demek ki “kateltüm” ifadesi ile dayanışma sorumluluğunu ifade etmiştir.

Dayanışma sorumluluğu iki şekilde olur:

a)      Dayanışma ortaklığı sorumluluğudur. Akdî sorumluluktur. Sözleşme ile sorumluluğu bölüşürler. Başlangıçta bu akrabalığa dayanmakta idi. Hazreti Ömer bunu akdî oluşuma çevirmiştir. Kur’an buna “tevliye” demektedir. Demek ki biatla, bağlanmak suretiyle oluşacaktır. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus açık bir şekilde anlatılmıştır.

b)      Dayanışmanın ikincisi ise yer dayanışmasıdır. Bir yerin mülkiyetini elinde tutanlar, orada olanlar için dayanışma içindedirler. Bu bucak, il ve ülke çapında olur. Faili malum ise öldüren biliniyorsa, o zaman öldürenin akdî dayanışma ortaklığı onu tazmin eder. Eğer faili bilinmiyorsa, o zaman ora halkı onu tazmin eder.

فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا  (Fa elDAvRaETuM FıyHAv)  “Orada der’ ettiniz.”

“Tedare’tüm Fîhâ” anlamındadır. “Dal”dan önce gediği için “Te” “Dal”a dönüşmüş ve idgam olmuştur.

Der’” zırh kelimesine akrabadır. Zırh, gelen okları geri çevirmek demektir. “Tedarü’” suçu birbirine atmak demektir. ‘Ben yapmadım, ben yapmadım’ demektir. Katil burada kendisini gizlemektedir. Bulunamamıştır. Herkes suçlu olmaktadır. O topluluğun failini beyyinelerle yani delillerle ortaya koyması gerekmektedir. Bunun için şahitlik müessesesi getirilmiştir. Soruşturma müessesesi getirilmiştir. Polis ve savcılık müesseseleri ortaya konmuştur. İslâmiyet’te şahitlik müessesesi vardır. Şahitler soruşturmacıdırlar. Polis ve savcılığın yerini şehadet müessesesi almıştır. Soruşturmanın dört kademesi vardır:

a)        Sözlü soruşturma. Soruşturmacı kayıt cihazına, teyp ve kameraya alarak tanıkları, sanıkları, bilirkişileri, halkı dinler. Böylece bilgileri elde eder. Sonra bunları değerlendirerek önemli gördüğü hususları yazılı olarak talep eder. Cevap vermeyenleri zorlayamaz. Cevap vermemesi onun için bir delil oluşturabilir.

b)        Soruları yazılı hâle getirip uygun gördüğü kimselere gönderir. Onlar da yazılı olarak cevap verirler. Cevap vermeyenler zorlanmazlar. Tanık yazılı ifadelere dayanarak kanaate varmışsa soruşturma burada biter.

c)         Eğer kanaat hâsıl olmadı, bazı kimselerin bazı şeyleri gizlediği kanaatine varırsa, duruşmalı soruşturma yapılır. Bunun için bucak başkanının izni gerekmektedir. Sorular açıkta sorulur. Cevap için baskı yapılmaz.

d)        Duruşmalı sorularda da sonuç alınmamışsa fiil faili meçhul hâle dönüşmüş olur. Dayakla suç ortaya çıkarılmaz. Ancak, eğer suç işlemeye devam edilecekse, önlemek için karakol soruşturması yapılır. Dayak atılabilir. Ancak normal dayak diyeti de ödenir.

Faili meçhul cinayetler için kasame müessesesi getirilir. İşte burada tanıkların faili ortaya çıkaramadığı hallerde başvurulan müessesedir. İşkence yasak olduğu için dayakla faili ortaya çıkartmak ancak savaş durumlarında veya olağanüstü hallerde mümkün olmaktadır.

وَاللَّهُ مُخْرِجٌ  (Va elLAHU MuPRiCun)  “Allah muhriçtir, ortaya çıkarıcıdır.”

Ortaya çıkarma nasıl olacaktır? Faili meçhul bir cinayet ortaya nasıl çıkarılacaktır? Allah’ın halifesi olan topluluk onu nasıl ortaya çıkaracaktır? İşte burada kasame uygulaması devreye girer. Bunun için mağdurlara sorulur; bu işi kim yapmış olabilir? Fıkıhta verilen rakama göre 50 kişinin adı alınır. Bu elli kişi nasıl bulunur? Onlu sistemi uygularsak, 10 kişinin ifadesi yeterli değildir. Çünkü 10 kişinin ifadesine zaten şahitler başvuracaktır. Demek ki bir sonraki kademe 100’dür. 100’ün asgarisi 50’dir. Yani, normal olarak 100 kişiye başvurulacaktır. Ama topluluk küçükse 50 kişiye başvurulur, çoksa 200 kişiye başvurulur. Mağdurlar 50 kişiyi dolduramazlarsa, sanıklar beyanları ile şüphelileri ortaya koyarlar. Bunları o bucağın soruşturmacıları soruşturur ve değerlendirirler. Soruşturmacılarını da mağdurlar atarlar. İşte bu soruşturmada Allah’ın faili meçhul cinayeti ortaya çıkaracağı bildirilmektedir. Gerçekten de faili meçhul cinayetlerin çoğu basit soruşturma yoluyla bile ortaya çıkmaktadır. Kolombo dizi filmlerini seyredenler, bu ihraç mekanizmasını oralarda seyretmişlerdir.

َمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ (72)  (Mav KuNTUM TaKTuMUvNa)  “Ketmettiklerinizi ihraç eder.”

Halk kendisine zarar geleceğinden korkar, dostlarından olacağını zanneder, çıkarları için aleyhte olacağını sanır ve bilse de gerçeği söylemek istemez. Böylece topluluk bildiği halde katili ortaya çıkarmaz.

Ancak, fail ortaya çıkmadığı zaman diyetini herkes ödeyeceği için bundan kurtulmak ve topluluğu da kurtarmak için bildiği bir şey varsa mutlaka söyler. Böylece Allah onu ihraç etmiş olur.

***

فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا  (Fa QulNAv ıWrıBUvHu Bi BaGWıHAv)  “Onu bazısı ile darbediniz.”

“Onu nefsin bazısı ile darbediniz.” Buradaki “Ha” zamiri nefse gitmektedir.

“Nefsin bazısı ile onu darbediniz.” diyor. Bu ifadedeki müşkül “nefsin bazısı” kelimesidir.

Nefis bedenden ayrıdır. Nefis insanın kişiliğini ifade eder. Ruhu da ifade etmez. Kişilik demek, hak ve görev sahibi olmak demektir. Tek başına ne beden ne de ruh görevli ve sorumlu değildir. Görev ve sorumluluk, hak ve yetki, ruh ve bedenin birleşmesinden doğar. Bazen hükmi şahsiyet de olabilir. Beden olmaz, ruh da olmaz, ama kişilik sürebilir. Toplulukların kişilikleri buna benzerdir. Ölen kimselerin mirası taksim edilmeden önce kişiliği devam eder, oysa burada ne ruh ne de beden vardır. Kişinin mal varlığı ile onu darbediniz.

Buradaki “darb”den kasıt nedir, kolay anlaşılmamaktadır. Çünkü “darb” birçok manâya gelir.

Sopayı vurmak anlamında olduğu gibi; yola çıkmak da darbdır. Bir şeyi bir şeyle çoğaltmak da darbdır. Çarpma bu anlamdadır. Vergi koymak darbdır. Mesel anlatmak yani kıyas yapmak da darbdır.

Bu arada darb kelimesi çözmek anlamındadır. Onu çözünüz. O nedir? Katli çözünüz. Sorunu gideriniz. “Ketmedileni darbediniz” denmiş olmaktadır. Bu genel soruşturma ile olacaktır.

BiBa’dihâ” sözüyle, ölenin yakınları ile parçaları ile çözünüz denmektedir. Ölünün parçaları vârisleridir. İnsanın kişiliği soyu ve sopu ile ortaya çıkar. Kişi zaten ölmüştür. Artık onun kişiliği yakınlarıdır.

Bu ifade ile soruşturulacak kimseleri yakınları tesbit eder. Soruşturmacıları da yakınları tesbit eder demektir. Kasamenin hükümlerini veciz bir şekilde anlatmış olmaktadır.

كَذَلِكَ يُحْيِ اللَّهُ الْمَوْتَى (Ka ÜAvLiKa YUXYı elLAHu elMaVTAy)  

“Allah mevtayı böyle ihya eder.”

Buradaki “ihya” bu dünyadaki ihya mıdır, yoksa âhiretteki ihya mıdır? Bitkilerin ilkbaharda veya sonbaharda yeniden canlanmasına Kur’an ihya demektedir. O halde yerine birinin geçmesi de ihyadır. Ölenin diyeti verilirse, onun yerine onun çocukları veya yakınları yetişir ve onun yerine geçer.

Biz diyetin miktarını bir insanın ömrü boyunca çalışıp kazanacağı miktar olarak tanımlıyoruz. Bu 33 senelik işçilik ücretidir. Eğer kasten işlenmişse 66 senelik ücretidir diyoruz. Bu ortalama değer olup fail veya maktule bağlı olarak değişmez. “Mevtayı ihya etmek”, bir insanın tüm emeklerini ihya etmek demektir.

Hâsılı, buradaki “ihya”dan maksat diyetin ödenmesi demektir. Diyet bu sebepledir ki vârislerine taksim edilmektedir. Çünkü vârisler onun adını sürdüreceklerdir. Bu mirasın taksiminde bazı kısıtlamalar getirilebilir. Mesela, uzakta olanlara buradan pay verilmeyebilir. Anne babadan çocuklara dağıtılmış olabilir.

Bu “ihya” kelimesi üzerinde fazlaca durulması gerekmektedir. Küçük çocukların veya bakıma muhtaç olanların daha fazla hakları olabilir.

وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ  (Va YuRIyKuM AYAvTiHi)  “Size âyetlerini irae eder.”

“Size âyetlerini gösterir.” Acaba buradaki âyetler nelerdir? Suçların meçhul kalmayacağıdır.

Kasame yapılınca mutlaka bir delil yakalanır ve fail ortaya çıkar. Bu açık bir delildir.

Allah hiçbir fiili gizli tutmaz. Mutlaka bir iz bırakır. Bu da onun âyetlerindendir.

İkinci olarak yine O’nun âyetlerindendir ki, bu şekilde maktul olanların çocukları çok daha iyi bir şekilde yetişirler. Babalarını ellerinden alan Allah onlara başka imkanlar verir.

Bu hükmün konması kasdi katilleri de azaltır. Zarar vermek isteyenler iyilik yapmış olurlar. Maktulun ailelerine egemenlik sağlanmalıdır, varlık sahibi kılınmalıdır, geçimleri refaha erdirilmelidir.

Düşünün, bir kimse ömrü boyunca zaten çocuklarını yetiştirmek için çalışır. Öldürülmekle âhiret için ona nimet olur. Çünkü işleyeceği günahları işlememiş olur. İşlemediği sevapları da sevap olarak yine alır, katilin hesabından ödenir. Bu dünyada da kendisine hayır ve iyilik bırakır.

لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (73)  (LaGalLaKUM TaGQıLUuNa)  “Böylece akledersiniz.”

Ukl” devenin bağlandığı kulptur. İnsanlar kasame ile birbirine bağlanmış bulunmaktadırlar. Diyete mahkum edilmeyip taksitlerini ödemek zorunda kalmamaları için herkes katle mani olmaya çalışır. Önce katle sebebiyet verecek imkanları ortadan kaldırırlar. Katle götüren sebepleri iki şekilde mütalaa ederiz.

Bunlardan biri, kişinin haksızlığa uğramasıdır. Devamlı olarak rahatsız edip hakkını yiyen kimse kendisini savunma amacıyla kişiyi öldürmüş olabilir. Bu tür öldürmelerin önüne geçmenin tek ilacı vardır, bu da adaleti tesis etmedir. Diyet de budur. Adalet tesis edilince bizzat ihkak-ı hakka gerek kalmaz. Nasılsa devlet hakkını ihkak etmektedir. Katlin ikinci sebebi de ekonomik krizlerdir. İnsanlar meşru yoldan geçinemeyince gasp ve hırsızlık yollarıyla yaşamak zorunda kalırlar. Bu da tetikçilik yapma gibi zulmü peşinden getirir. Bunun çaresi de ekonomik krizleri ortadan kaldırmaktır. Herkese aş , herkese iş, herkese eş yolları açılmalıdır.

Katlin sebeplerinden biri de topluluğun kötü âdetleridir, baskılardır. Şeriata uyma yerine, örflerin tesiri ile zulüm yapmadır. Çok evlilik yasağı bu sebeplerden biridir. İlkel topluluklarda adam öldürme sebepleri kurallara bağlanmıştır. Ceza kanununun maddeleri gibidir.

Benim büyüdüğüm topluluklarda biri bir kız ister de ona vermezlerse, o kızı başka birisi alsa onu vurmasını gerektirir. Yahut bir kimse bir karış toprağa tecavüz etse, nefsi müdafaa deyip kişiyi öldürür. Bu sadece mal hırsı nedeniyle değildir, topluluğun kuralları gereği böyledir.

Öldürmelerin sebeplerinden biri de kısastır. Haklı sebeplerle öldürmeler olur. Bütün bunların önlenmesi etkin diyet müessesesinin çalışması ile sağlanmaktadır. Buna “âkile” denmektedir.

Laallakum Ta’kılûn” burada uslu olurdunuzdan ziyade, dayanışma içinde olursunuz anlamındadır.

20. yüzyılın kanlı savaşları için de kasame müessesesi çalışmalıdır. Sovyetlerde kırk milyon insan öldü. Bugünkü Irak’ta insanlar ölmektedir. Bu savaşların müsebbipleri kimlerdir? Katil Saddam mıdır? ABD başkanı Bush mudur? Kasame yoluyla bu ortaya çıkabilir. O zaman Amerika veya Iraklılar bunların harp tazminatını itfa ederler. Onu destekleyen İspanya ve İngiltere de bu paylaşmada hisselerini alırlar.

İsrail devletini kuralım diyerek I. ve II. Cihan savaşlarını çıkaran sömürü sermayesi bu savaşlarda uğranılan zararları tazmin etmeye mahkum edilebilir.

Burada kasame kişilerin öldürülmelerinin ötesinde savaşların çıkışına da kıyas yoluyla gidebilir.

Bugün intihar olayları, terör olayları alıp yürümektedir. Bunların önüne ancak kasame yoluyla geçilebilir. Bu müessesenin ve âyetin hükümleri gelecekte daha iyi anlaşılacak ve uygulama imkanlarını bulacaktır. Âyetlerin anlamları daha iyi görülecektir.

ADİL DÜZEN 358

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 20. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنْ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ(74) أَفَتَطْمَعُونَ أَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللَّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ(75) وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ آمَنُوا قَالُوا آمَنَّا وَإِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ قَالُوا أَتُحَدِّثُونَهُمْ بِمَا فَتَحَ اللَّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَاجُّوكُمْ بِهِ عِنْدَ رَبِّكُمْ أَفَلَا تَعْقِلُونَ(76)

 

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ (ÇumMa QaSaT QuLUvBuKuM)  “Sonra kalpleriniz kasvetleşti.”

Summe” atıf harfidir. “Ve”den farkı, iki olay arasında zaman farkı vardır.

Kasvetleşme” kasame olayından sonradır. Yani, kaseme nedeniyle hemen kasvetleşmiyor. Kasame uygulamaları zamanla sıkıntı oluşturmaya başladı. Kaseme diyetleri ağır gelmeye başladı. Çünkü tedhiş olayları o kadar çoğaldı ki, ödenecek diyetler ağır gelmeye başladı. Tedhiş olaylarına insanlar alışmaya başladı. Tedhiş adi vakalar hâline geldi. Topluluklar kasemeyi unutur oldular.

Bugünkü durum da böyle değil midir? Sömürü sermayesinin oluşturduğu mafyanın yaptıklarını önlemek için uygulanması gereken kaseme ortadan kaldırılmıştır. Binlerce kişi öldürse, kentleri yaksa, zehirleyerek bir ülke halkını kırsa bile siz onu idam edemezsiniz, ona işkence edemezsiniz, ayrıca lüks oteller gibi hapishanelerde beslemek zorundasınız. Çünkü dünyayı ateşe veren İsrail oğullarının kalpleri kasvetleşmiştir.

Kısıy” yay demektir. Siz gerersiniz ve bırakırsınız, tekrar eski yerini alır. “Kavse” ise geremezsiniz bile, çünkü serttir. Onda bir türlü değişiklik yapamazsınız. İnadım inat der. Onlar yine eski hallerine döndüler, bu yüzden onları kasameye yanaştıramazsın. Bugünkü dünyanın fesat kaynağı onlardır.

DÜNYADA TERÖRÜN KALKMASI İÇİN YAPILMASI GEREKENLER NELERDİR?

1-       Her bucak kendi hukuk düzenini kuracak, her türlü cinayetleri hukuk düzeni içinde karara bağlayacaktır. Faili meçhul cinayetlere kaseme uygulayacak, faili malum olmuş cinayetlerde de kısas ve diyet hükümlerini uygulayacaktır. Hakemlerden oluşan yargı buna karar verecektir. Kısas kişileri caydırır, kaseme de halkı uyanık yapar.

2-       Hakem kararlarına uyanlara kendi istekleri ile infaz yapılır. Ama hakem kararlarının infazına razı olmayanlar il jandarma teşkilatına havale edilir, onlar cebri infaz yaparlar, daha doğrusu tenkil ederler. Haklarında hüküm verilenler sürülür, yahut öldürülürler. Sürülmüş olan geri gelirse öldürülür. Bunlar hakkındaki cebri infaz kararını yeni hakemler verir.

3-       Eğer birlik olup cephe oluşturmuşlarsa, onların üzerine ordu harekete geçer ve cepheyi çökertir. Böyle cephe saldırısı da yine hakemler kurulu kararı ile alınır.

4-       Hakemlerden oluşan yargı bütün sosyal kurumların üstündedir; Birleşmiş Milletler’in de üstündedir. Hakemlerin denetiminde olmayan hiçbir sosyal işlem olamaz.

İşte şimdi İsrail oğullarının kalpleri kasvetleşmiş durumdadır. Kaseme kalkmış, unutulmuştur. Kısas kaldırılmış, unutulmuştur. İşkence yok, idam yok, hakemlik yok. Yani, resmen anarşi ve terör desteklenmektedir. İnsanlar içinde savaş ve terörü hiç sıkılmadan uyguluyorlar. İnsanlık da bunların bu oyunlarına boyunlarını eğmiş bir durumda ‘evet’ demektedir! “Adil Düzen”in gelmesi yaklaşmıştır, bunlar çözülecektir. Faiz ve zinanın müşevvikleri boğulup gideceklerdir.

مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ (MiN BaGDi ÜAvLiKa)  “Bunun arkasından.”

Yani, İsrail oğullarına kaseme emredildikten sonra zaman geçince tekrar eski hâle dönüp kasameyi ve diğer hükümleri unuttular. Bugün yeryüzünde kalpleri katılaşmış şekilde insanlık içinde hiçbir merhamet hissi duymadan zulüm yapmaktadırlar. Tarihte de böyle fitneler yapmış, arkasından sürülmüş ve en büyük zulmü görmüşlerdir. Bugün soykırımı iddiasıyla savaş suçlularını yakalayıp yargılıyorlar… Yakında saltanatları yıkılacaktır. Hakemlerden oluşan adil yargı karşısında insanlığa 500 senedir çektirdiklerinin hesabını vermek zorunda bırakılabilirler. O zaman her fitnenin hesabını vereceklerdir. Şansları var ki, “Adil Düzen”de cahiliye devrinde işlenen suçlar sürdürülmüyor; tevbe edilmişse sorulmaz, âhirete bırakılır. Ancak kendilerine yapılan ihtarlara rağmen zulümlerine devam ederlerse, o zaman onları “Adil Düzen”in adaleti de kurtaramaz.

فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً (Fa HiYa Ka eLXıCAvRaTi EaV EaŞadDu QaSVaTen)

“Onlar taş gibi oldu yahut daha da kasvetli oldu.”

Taşı parçalarsın, kırarsın ama onu dövüp yeni şekle sokamazsın. Onlar da böyle olmuşlardır.

Yok edebilirsin, öldürebilirsin ama onların kalplerine merhamet hissini sokamazsın. Onlar sevmeyi ve acımayı unutmuşlardır. İspanya’da insanları boğalara parçalatırken nasıl seyirci hiç üzülmeden seyrediyor idiyse, bunlar da Irak’ta ve Filistin’de akan kanlardan asla üzüntü ve sıkıntı duymazlar.

I. ve II. Cihan Savaşları’nda 100 milyona varan insan ölmüş veya sefil kalmıştır. Onlar bu durum karşısında zerre kadar acıma hissi duymazlar, hattâ taşlar kadar da duymazlar.

وَإِنَّ مِنْ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ (Va EinNa MiNa eLXıCAvRati LaMAv YaTaFacCARu MinHu elENHARu)

“Çünkü hicareden öylesi vardır ki ondan nehirler inficar eder.”

Minhu”daki “Hu” zamiri “”ya gitmektedir. “Mâ” çoğul olsa da zamir tekil olarak gider.

Taşlardan sular inficar eder, yeryüzü soğurken yanardağlardan lavlar çıkar. Bunlar donduğu zaman kayalar oluşur. Fışkıran lavlarda gazlar vardır. Donarken bunlar kayalarda delikler bırakırlar. Dağlarda yağan yağmurlar bu deliklerden altlara iner ve oradaki kumlu yerlerde sular depolanır. Sonra alt tarafındaki deliklerden bu sular ırmaklar hâlinde çıkarlar. Böylece lavların oluşturduğu kayalar birer su deposunu oluşturmak için örtü şeklini alırlar ve dengeli bir şekilde de salarlar. Allah burada yeraltı sularının oluşmasını anlatmaktadır. Kayalar serttir, ama gerekli yerlerde delikler vardır. Onunla su alır ve su salarlar. Oysa İsrail oğullarından bir kısmının kalpleri o kadar katılaşmıştır ki, siz onların kalbine hiçbir suretle giremezsiniz.

وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ (VaEinNa MiNHAv LaMAv YaŞaqQaQu FaYaPRuCu MiNHu FaYaeLMAEa)

“Yine onlardan öyleleri vardır ki inşikak eder ve ondan su çıkar.”

Kayaların bir kısmında daha dağlar oluşurken oluşmuş su kaynakları vardır. Bunun yanında sonradan kayaların yarılması sonucu akan pınarlar vardır. Şimdi bunu anlatmaktadır.

Granit bir taşın üzerine bir zeytin veya incir çekirdeği konur. Kuş pisliği ile gelir. Kök onu eritir ve bir delik açar, sonra o kök çürür. Delik meydana gelir. Deliğe su dolar. Sonra buzlaşınca genişler ve kayayı dinamit patlatmış gibi patlatır. Kayanın dibinde yeraltı su haznesi vardır. Arkasındaki dağın basıncı ile yarılan kayadan fışkırıverir. O halde o sert taştan yararlanma ve onu yola getirme mümkündür de; aradan binlerce sene de geçse, İsrail oğullarını bu taş kalplilikten vazgeçirmek mümkün olmamaktadır. Şüphesiz bu hükümler bütün İsrail oğullarına şamil değildir. Onlar içinde mü’minler ve merhametliler vardır ama onlar kenara itilmişlerdir.

وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ (VaEinNa MİNHAv LaMAv YaHBıOu Min PaŞYaTi elLAHı)  

“Onlardan Allah’ın haşyetinden dolayı hubut edenler vardır.”

Yanardağlardan çıkan lavlarda bulunan su buharı benzeri gazlardan dolayı kalmış olan deliklerde donan buz kayaları parçalar ve aşağıya doğru yuvarlanır. Yahut soğuk ve sıcaktaki büzülmelerde çatlamalar olur, sonra oralara buzlar girer ve parçalanır. Bizzat ağaç kökleri de kama görevi görerek dağları parçalar. Bu sayede kayalıklar zamanla sel sularının sürüklemesi ile toz hâline gelir. Sonra bitkiler onu bugün bizim ekip biçtiğimiz toprağa dönüştürür. Yani, kayaların sertliği İsrail oğullarının beyinlerindeki sertlikten daha azdır.

Burada kayaların nasıl parçalandığını üç ayrı cümle ile anlatıyor. Hepsini taş veya suyun kendisinin yaptığını söylüyor, Allah yapar demiyor. Çünkü Allah onlara o özellikleri vermiştir. Onlar artık sanki kendileri yapıyormuş gibidirler. Çünkü sünnetullah içinde yapıyorlar. Sonunda “Min Haşyetillah” söyleniyor. Bu sadece “hubut” için gelmiş ise de, diğerleri de buna kıyas edilir.

Haşyet” çekinme, saygı duyma demektir. Tabiat kanunlara uyarak bunları yapmaktadır.

İsrail oğullarının yaptıkları da doğa kanunları içindedir. Burada taşların da şuurlu olduğunu ifade eder.

Kelamcılar madenlerin ruhu, nebatın ruhu, hayvanların ruhu ve insanların ruhu diye dört derecede ruhu tasvir ederler. Doğa kanunlarının kurallara uymasını sağlayan görevli melekler vardır. Kendileri bilinçli değildirler ama onları yöneten melekler bilinçlidirler. İnsanda bu bilinç cüz’î iradeye dönüşmüştür. Diğerlerinde sünnetullah şeklindedir. Sonradan sorumluluk yalnız insan için söz konusudur.

وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ(74)   (Va MAv elLAHu Bi ĞaFiLin GamMAv TaGMaLUvNa)

“Allah amel ettiklerinden gafil değildir.”

Yani, kalplerin kasvetleşmesi de Allah’ın bilgisi dahilindedir. Allah öyle yapılmasını istediği için yapmanıza izin vermektedir. Allah istemese bunların hiçbirisini yapamazsınız. Allah Kur’an’da İsrail oğullarının yaptıklarını anlatmaktadır. Seçilmiş kavim neler yapmış, neler? Buzağıya tapmış; ‘Biz savaşmayız, git sen ve Rabbin savaş’ demişler; ‘Allah’ı gözle görelim’ demişler, kalpleri katılaşmış ve merhamet kendilerinden gitmiş. Bunlar seçilmiş kavmin yaptıklarıdır. Kur’an bunları bize İsrail oğullarını örnek vererek anlatmaktadır.

Oluşmakta olan her toplulukta bu tür direnmeler olur. Bunlar toplulukları oluşturmak için gereklidir. İnsanlığın da ileriye doğru adım atması için bu tür davranışlarla karşı karşıya kalması gerekmektedir. Yenibosna’daki iki evlilik üzerine ortaya çıkan tartışma da, İsrail oğullarının böyle toplu direnmesine benzemektedir. Bunlar olmazsa topluluk oluşmaz. Bu tartışmanın İsrail oğulları tefsir edilirken çıkması, bizim Kur’an’ı iyi anlamamız içindir. Allah’ın takdiridir. Böyle olaylar çıkmazsa biz olgunlaşmış olmayız. İsrail oğulları Hazreti Musa’ya hep direnmişler, ama hiçbir zaman ayrılıp gitmemişler, dağılmamışlardır. Biz daha birkaç defa İsrail oğulları gibi acayip direnmelerle karşılaşacağız. Hz. Musa kim olacaktır? Onu da bilmiyoruz. Onu da olaylar ortaya çıkaracaktır. Hz. Musa’nın azmini kimde bulursak o Musa olur. Artık Allah tarafından görevlendirilmeyecek, aramızdaki olaylar onu ortaya çıkaracaktır. Peygambersiz uygarlığı oluşturmak kolay olmayacaktır. Bunu bileceksiniz ve olaylarda sabır göstereceksiniz. Topluluğun direnmesini azminizden vazgeçmeden kıracaksınız. Zamana bırakacaksınız. Zaman imanın lehine sorunları çözer.

***

أَفَتَطْمَعُونَ أَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ (EaFa TaOMaGUvNa EaN YuEMiNUv LaKuM)  

“Yoksa siz onların sizin için iman etmelerini mi tama’ ediyorsunuz?”

Onunla iman etmek, onunla güven altına almak. Onunla eşyayı ve düzeni güven altına alırsınız. Sizin eşyanızı ve düzeninizi onların güvene almalarını mı istiyorsunuz? Yani; siz iman edenler, siz Adil Düzenciler, sizin görevlerinizi onların yapmasını mı istiyorsunuz? Buna mı tama’ ediyor ve diliyorsunuz?

Bir Adil Düzenci çıkar ve şöyle hayal edebilir: İsrail oğulları seçilmiş kavimdir. Tevrat ile Kur’an arasında çelişki yoktur. İsrail oğulları bugün yüksek ilme sahiptirler, büyük servetleri vardır. Onlarla işbirliği yapıp insanlığı bir an önce “Adil Düzen”e kavuşturalım diye tama’ edebiliriz. Allah’ın rahmetine kavuşan Ağrı Milletvekili Melik Özmen vasıtasıyla biz bu görüşlerimizi onlara ilettik. Bu âyet bize bunun olmayacağını haber vermektedir. Bunu yapabilmeleri için İsrail oğulları ne yapacaklar?

a)      Önce faizden vazgeçip ticaretle dünyaya hizmet verecekler. Karşılıksız faiz parası yerine, altın karşılığı çıkarılan altın, toprak, demir ve buğday paralarıyla ticaret yapmalıdırlar. Biz bunları nasıl yapacaklarını da internet ile sorulan bir soru üzerine bildirdik. Gümrükleri ve kotaları kaldıracaklardır. Zekâtlarını vermek suretiyle tekelleşmeyeceklerdir.

b)      Dünyayı zina ve fuhşa teşvik eden basın ve yayınları durduracak, insanları dinsizleştirme faaliyetlerine son vereceklerdir. Müsbet ilmin verilerini tahrif ederek ateizme araç yapmayacak, tam tersine ilmin verdiği sonuçları, gerçek olanları inancın lehine kullanacaklardır.

c)       Katılaşan kalplerini yumuşaklaştıracaklar, artık insanlara zulmederek yönetme yerine, iyilik ederek hizmet yolunu tutacaklardır. Servetlerini insanlığın saadeti ve refahı için kullanacaklardır.

d)      “Adil Düzen”i öğrenecekler ve Adil Düzencilerle birleşerek insanlığı savaş ve terörden kurtaracaklar, zalim düzene karşı savaşacaklardır.

İşte normal düşünen bir beyin onlardan bunu bekler. Ancak iş asla böyle değildir, böyle olmayacaktır. Çünkü Allah onları bunu yapmakla görevlendirmemiştir. Bunları yapmak Adil Düzencilerin işidir.

وَقَدْ كَانَ فَرِيق مِنْهُمٌْ (VaAQaD KAvNa FaRIYQaN MiNHuM)  

“Oysa onlardan bir fırka bulunmaktadır.”

Burada çok önemli bir hususa açıkça işaret etmektedir. İsrail oğullarının hepsi böyle değildir. Sadece onlarda bir fırka vardır, o fırka böyledir. O fırka sömürü sermayesi sahibi bir fırkadır ve tek fırkadır.

Bu fırka faizli ve zinalı sistemle dünyayı sömürmek istemektedir. Onların zararı sadece İsrail oğulları olmayan kimselere değildir. Bütün İsrail oğullarına zulüm yapmaktadırlar.

a)       Önce II. Cihan Savaşı çıkararak tüm dünyadaki Yahudileri zorla İsrail’de toplamışlardır. Bunu sağlamak için onlara savaş yoluyla zulüm yaptırmışlardır. Hitler onların adamıdır. Bir yaptı ise beş göstererek korku sebebiyle dünyanın bütün Yahudilerini İsrail’e hicrete zorlamışlardır. Zaten II. Cihan Savaşı bu sebeple çıkarılmış ve onlara zulüm yapılmıştır. Belki de en büyük zulmü onlar yapmıştır.

b)       Diğer insanları dinsizleştireceğim diye dine cephe almış, bu arada gerçek Yahudilerin Allah’a hulus ile ibadet etmelerini önlemişlerdir. İsrail oğulları da laikleşmiş yani dinsizleşmişlerdir. Bu da onlara yapılan en büyük zulümdür. Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasına nifak sokmuş ve dinler arası diyalogu önlemişlerdir. Papa böyle bir hedefe doğru gidiyor diye bir Türke kurşunlatılmıştır. İsrail oğullarını dünyanın en sevilmeyen ulusu hâline sokan o fırkadır.

c)       İsrail’de o fırka fitne ve düşmanlık sokarak hâlâ İsrail kanlarının akmasını sağlamaktadır. Hamas’ı besleyen de o sermayedir. Gayesi, İsrail Yahudilerinin dünya ile işbirliği yaparak o fırkanın elinden hakimiyeti kapmamasını sağlamaktır. Böylece en büyük zulmü onlar icra etmektedir.

d)       Faizli sömürü sistemi ile dünyada tekel oluşturmuştur, insanlık açlık ve sefalet içindedir. Bunu da o fırkanın sermayesi yapmaktadır. Ortaya çıkan krizler diğer Yahudilere de sirayet etmektedir. Etmese bile, halk onlardan bildiği için onlara karşı dişlerini bilemekte ve fırsat beklemektedir.

Biz bunları bildiğimiz için bir gün Adil Düzenciler İsrail’e girdiklerinde oradaki Yahudileri de zulümden kurtaracak, onlara huzurlu ve adil bir vatan bahşedeceklerdir. Tevrat’ta onlara vaat edilen toprakları onlara güven içinde bırakacaktır. Oradaki Filistinlilere başka yerde, mesela Sina Yarımadası’nda vatan kuracak ve onları orada yerleştirecek, dünyada zulme uğrayan Müslümanları da oraya toplayacaktır.

Bizim muhalefetimiz ne İsrail oğullarınadır, ne de Yahudileredir. Bizim muhalefetimiz burada zikredilen bir fırkayadır. Biz onlara zalimler diyebiliriz, kafirler diyebiliriz, ama isim olarak da kimseye bunlar böyledir demeyiz; böyle yapanlar zalimdirler, kafirdirler. Biz hatalı olarak onları kastederek Yahudiler veya İsrail oğulları diyoruz. Bundan sonra demeyeceğiz. Sömürü sermayesinin zalimleri ve kafirleri diyeceğiz. Eski yazdıklarımızdan da böyle hatalı ifadelerimizi çıkarmalıyız. Tevbe ve istiğfar ediyoruz.

يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللَّهِ (YaSMaGUvNa KeLAMa elLAHi)  “Allah’ın kelamını sem’ ederler.”

Burada bir kısım Yahudileri de yine istisna etmektedir. Onlar Müslümanlara bilmeden düşmanlık yapan İsrail oğullarıdır. Kendilerine Allah’ın kelamı ulaşmamıştır; ulaşmış ise de onun ilâhi kelam olduğunu anlayamamışlardır. Mü’minleri başka türlü tanımakta, o sebeple Adil Düzencilere düşmanlık yapmaktadırlar.

Biz onları da suçlu kabul etmiyoruz. “Adil Düzen” geldiği zaman onlara takıl edecek şekilde anlatmış olacağız. Ondan sonra onlara da diğer mü’min Yahudilere yaptığımız muameleyi yapacağız. Biz o sömürücü fırka ile hesaplaşabiliriz. Onlar tevbe etmez, küfre ve zulme, fıska ve fesada devam ederlerse, hakemlerden oluşan adil yargının kararlarını infaz ederiz. Savaş esirleri olurlarsa, esirlere yaptığımız muameleleri yaparız.

“Adil Düzen” -ne kadar kötü olurlarsa olsunlar,- herkes için bir kurtuluştur.

Burada kastedilen Allah’ın kelamı Kur’an mıdır, yoksa Tevrat’ta yazılan mıdır? Allah’ın kelamı harf ve seslerden oluşmaz, mushaflarda yazılanlar değildir. Arapça veya İbranice de değildir. Allah’ın kelamı Allah’ın indindedir. Cebrail ve melekler onları Arapçaya ve İbraniceye çevirmişlerdir. İnsanlar tercümanları vasıtası ile Allah’ın kelamını anlamaktadır. Böylece buradaki “Allah’ın kelamı” Kur’an’ın veya Tevrat’ın kendisi değil, manâsıdır. Bu da birdir. Yani, ister Arapçadan ister İbraniceden anlamış ol, fark etmez.

ثُمَّ يُحَرِّفُون (ÇümMa YuXarRiFUvNa)  “Sonra tahrif ediyorlar.”

Neyi tahrif ediyorlar? Allah’ın kelamından anladıklarını tahrif ediyorlar.

Allah’ın kelamını tahrif edemezler. Ancak ondan anladıkları manâyı tahrif ediyorlar. Ne yapıyorlar?

a)       İsrail oğulları seçilmiş kavimdir. Sadece onlar sorumlu ve insandır. Diğer insanlar, hayvanlar gibi sorumsuzdurlar. Onlar için sevap ve günah yoktur. Onlar cennete gitmeyeceklerdir.

b)       Mükellef olan İsrail oğullarıdır. Onların haklarına riayet etmemiz yeterli olup, diğer insanlar binekler gibidir. Kessek de, yaşatsak da biz sorumlu olmayız. Dolayısıyla bizim onlara karşı merhametimiz söz konusu değildir. Kalplerin kasvetleşmesi bu anlayıştan gelmektedir.

c)       Diğer insanları yönetebilmemiz için onları ahlaksızlaştırmak, dinsizleştirmek, içki, uyuşturucu, fuhuş ve kumarı onların arasında yaygınlaştırmamızda bir beis yoktur. Tam tersine, savaşsız yönetmek istediğimizden belki de sevaptır.

d)       Biz sayıca çok az kimseyiz, onlara hakim olmak için aralarına fitne sokup onları savaştırmamız, onları birbirine düşürmemiz gerekir. Bu da Tevrat’ın emridir.

İşte onlardan o fırka bunu yapmıştır. Otel odalarında hükümetleri indiren ve çıkartan bu kafir ve zalim zihniyettir. İşte onlar Allah’ın kelamını tahrif ediyorlar.

Evet, İsrail oğullarını Allah seçmiş ve tafdil etmiştir. Ama onlara nur ve hidayet olan Tevrat’ı tahrif etmeden insanlığa ulaştırsınlar, örnek bir yönetim versinler diye yapmıştır.

Bir valiyi atarsınız, ona yetkiler verirsiniz, o vilayeti devlet adına adil bir şekilde yönetsin diye gönderirsiniz. Ama o vali gider de o vilayeti kendi çıkarları ve zulmü için yönetmeye başlarsa ne yaparsınız? Onu asarsınız. Padişahlar böyle yapıyor, yolsuzlukla elde ettikleri altınları boğazlarına astırarak öldürtüyordu.

Bu zalim ve kâfir fırkanın da Allah’tan gelecek cezayı beklemelerinden başka yapacağı bir şey yoktur.

مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ (MiN BaGDi MAv GaQaLUvHUv)  “Onu akletmelerinin arkasından.”

Allah’ın kelamını aklettiler. “Akletmek” demek, doğruluğuna kanaat getirmek demektir. Söylenenleri delilleri ile anlamak demektir. “Ukl” deveyi bağlamak için kullanılan halkadır. Söylenen cümleyi eğer delile bağlarsanız onu akletmiş olursunuz. 5’er liradan 36 tane karpuz 180 ederi çarpma işlemi yaparak akledersiniz.

Allah’ın kelamını işitirler, sonra onun Allah’ın kelamı olduğunu da delilleri ile anlarlar. Ama bu bile onların şüphelerini aklamaz. Demek ki biz mü’minlerin bunda sorumluğu vardır. O nedir? Allah’ın kelamını insanlara kendi dilleri ile ulaştırmak, o kelamın ilâhi kelam olduğunu onlara ispat etmek. Bunu yaptıktan sonra bizim görevimiz biter. Sorumluluk bizden onlara intikal eder. O zamana kadar onlar sorumlu değildirler.

Cebrail gelmeseydi Hazreti Muhammed aleyhisselâm sorumlu olur mu idi? Muhammed aleyhisselâm gelmeseydi sahabeler sorumlu olur mu idi? Dedelerimiz ve babalarımız bize Kur’an’ı ulaştırmasaydı biz sorumlu olur muyduk? Bizim görevimiz, sadece ulaştırmadır.

Firavun Hazreti Musa’yı muhatap aldı, bunun karşılığında yirmi yıl daha iktidarda kaldı.

Oysa şimdiki Firavunlar bizimle görüşmüyorlar. “Adil Düzen”i biz biliyoruz diyor, ne anlatacağımızı dinlemeden reddediyorlar. “Dil Sitesi” önersini anlatmak için görüşmek istedik. Bizim amacımız, dil öğretirken dünyanın bütün insanlarına Allah’ın kelamını ulaştırmaktı. Milletvekili arkadaşımız Gürsoy Erol görüştü ve kabul etmediler. Bekleyin bakalım, bundan sonra Allah ne yapacaktır? Bu âyet bize bunu açıkça anlatmaktadır.

Sonra ne yapıyorlar? Tevil ediyorlar, tahvil ediyorlar, başka anlamlar veriyorlar, işlerine geldiği gibi anlıyorlar. Kur’an işte bunları yapan fırkadan bahsetmektedir.

وَهُمْ يَعْلَمُونَ(75)   (Va HuM HuM YaGLaMUvNa)  “Onlar bunu bile bile yapıyorlar.”

Yani, tahrif ettiklerini de biliyorlar. Bilmeden şuursuzca tahrif etmiyorlar. Bugün ilimler o kadar gelişmiştir ki, tahrif edilmiş bir metnin aslını bulmak dahi mümkündür. Tahrifi nasıl yapılır?

a) Usûlü Fıkıh kurallarına uymazsanız tahrif olur, “asıl” zikredilip “fer’” kıyasa bırakılır, siz kıyası reddedersiniz. Bu bile bile tahriftir. Çünkü işinize geldiği yerde kıyas yapar, işinize gelmediği yerde terk edersiniz.

b) “Âm” olan bir lafzı “tahsis” edersiniz. Kur’an’da ‘kim iman eder ve amel-i sâlih amel işlerse cennete gider’ dendiği halde; siz Yahudilerden veya Hıristiyanlardan veya Müslümanlardan kim iman ederse derseniz, bile bile tahrif edersiniz. Tüm insanlar Adem oğlu insan iken, sonra insan olma vasfını sadece İsrail oğullarına hasrederseniz, bu tahriftir; bile bile tahriftir. Faiz herkese karşı haram iken, yalnız Yahudiler için kendi aralarında haramdır, İsrail oğullarından olmayanlara helaldir derseniz, bu âmı7Umumi olanı tahsis etmektir.

c) Muhatap insan iken, onu sadece belli bir zümreye tahsis ederseniz, bu da tahriftir. Allah bütün insanlara peygamber göndermiştir. Eğer sadece kendi peygamberinizi ve sadece kendi kitabınızı kabul eder, diğerlerini reddederseniz, bu da tahriftir.

d) Darvin’in evrim nazariyesi Tevrat ve Kur’an’ın anlattığı var ediciyi ispat etmekte iken, yaratma ile evrimle yaratmayı karşı karşıya getirip ‘var eden yoktur’ demek tahriftir. Bugün hâlâ böyle bâtıl iddialarla insanları dalalete götürüyorlar. Maalesef Harun Yahya bile bu tuzağa düşmektedir.

Kur’an ve Tevrat Kâinatın bir var edici tarafından var edildiğini ileri sürmekte, sonradan yaratıldığını ve evrimleşmekte olduğunu söylemektedir. Allah hâlik olduğu kadar da Rab’dir. Evrim nazariyesi O’nun Rab’liğini ispat etmektedir; kendiliğinden olmayı, dehriliği değil. Ama bile bile bunları tahrif edip akılsız din adamlarına bunları yutturmaktadırlar.

وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ آمَنُوا (Va EiÜAv LaQUv elLaÜıyNa EavMAvNUv)  

“İman etmiş olanlarla lika ettiklerinde.”

Bakara Sûresi’nde önce insanlığa hitap ettikten sonra, İsrail oğullarına hitap etmeye başlamış, daha sonra Kur’an’ın kendilerine indiği iman etmiş olanlara hitap etmiştir. İsrail oğulları ile iman etmiş olanlar karşılaştırılarak anlatılmaktadır. Tevrat ehli ile Kur’an ehli karşılaştırılmaktadır. İncil ve Furkan gibi diğer ilâhi kitaplar da vardır. Ancak ahkâmı ve düzeni içeren yalnız iki kitap vardır; Tevrat ve Kur’an.

Kur’an Tevrat’tan sonra inmiştir. Tevrat’ta bugün halkın kullandığı anlamda din kısmı yoktu, şeriat kısmı vardı. Bunu İncil tamamladı. İncil’de de şeriat kısmı yoktu. Kur’an din kısmını içermekle beraber, esas olarak şeriat kısmını içermektedir. Bu sebepledir ki Hazreti Muhammed Hazreti Musa’ya benzetilmiştir.

İsrail oğullarının dünyaya örnek bir şeriat düzeni getirmeleri istenmiştir. Kurdukları topluluk 4000 sene sonra hâlâ varlığını sürdürmektedir. İsrail oğullarının Tevrat’a dayanarak oluşturduğu şeriat düzenini Kur’an beşerileştirdi ve tüm insanların yönetim şekli hâline getirdi. Bunu uygulama görevini İsrail oğullarına değil, iman etmiş olanlara verdi. Kur’an ehli dünyanın yönetimini İncil ehli ile paylaşacaklar, tedvin kısmını ise Tevrat ehli ile paylaşacaklardır. Onlarla diyalog hâlinde olacaklardır. Bunlar görünürde Kur’an ehli ile diyalog kuracaklar ama daima farklı davranacaklardır.

قَالُوا آمَنَّا (QAvLUv EaManNAv)  “İman ettik diyecekler.”

Bugün güçlüdürler. Dinsizliği dünyaya zorla dayatmaktadırlar. Yakında mağlup olacaklardır. Medine’de olduğu gibi Kur’an ehli ile anlaşacaklar, “Adil Düzen”i kabul edecekler. Dünyaya ilim adına küfrü dayatanlar yarın gerçeklere teslim olmak zorunda kalacaklardır. Tarihte hep böyle olmuştur.

a) Tarihte Yunan felsefesinin benimsediği kıdem nazariyesi müsbet ilimle tamamen ortadan kalkıp hudus yani hulkat sabit olunca, hemen ilim adamlarını uyarıp bu bizim aleyhimizedir, insanlığı dinsizleştiremeyiz dediler ve hemen yeni uydurmalar icat ettiler. Evrimin kendiliğinden olduğunu ileriye sürmeye başladılar. Lamark, canlılar öyle yaratılmıştır ki değişik zaman ve mekana intibak edebilmektedirler demiştir. Onlar ise bunun kendiliğinden olduğunu iddia etmişlerdir. Bizim lehimizde olan delili aleyhimizde kullanmışlardır. Darvin, Allah canlıları değişik özelliklere göre yaratmış, zaman ve çevreye göre seçilirler ve bu sayede çevreye uyarlar ve gelişirler demiş; onlar Allah kelimesini çıkararak kendiliğinden buna göre var olduklarını ileri sürmüşlerdir. DNA’ların keşfi ile bir türün ihtimaliyat ile oluşmasının mümkün olmadığı açıkça ortaya çıkmış olmasına rağmen, ilim adamlarını sermayeleri ile baskı altına alıp gerçekleri söyletmemektedirler. Yahudi alimler söylemeyince de diğer alimler söyleyememektedirler. Çünkü diğer topluluklar alim düşmanlığı yapmaktadır. Bir doktor kanser ilacını buldu diye doktorlar onu linç edeceklerdi. Bunu zalimlerin sermayesi yaptırmakta, ilaç piyasasını tekellerinde tutmak için kendilerinden başkasının bir buluş yapmasına izin vermemektedirler.

b) Mezopotamya’da ve Mısır’da ortaya çıkan sonuçlar hep Kur’an ve Tevrat’ı onayladığı halde, bunları tahrif etmektedirler. Mezopotamyalıların yani peygamberlerin hakka dayalı medeniyet kurduğu diyarlardaki insanların Mısırlılara yani Firavuna hocalık yaptığını hepsi biliyor ama söyleyemiyor,  itiraf etmiyorlar. İnsanlar baştan beri tek Tanrı’ya inanmıştır. Şirk sonradan gerçek inançtan sapma dolayısıyla olmuştur. Tablet ve kalıntıları hep bile bile tahrif edip ilk insanları dinsiz ve çok tanrılı göstererek tek Tanrı’nın sonradan oluştuğunu yutturmaya çalışmaktadırlar. Oysa;

1- İnsanlar tek Tanrı’yı yazının olmadığı zaman bir şeyle resmetmek istemişler ve O’nun heykelini yapmışlardır. Mesela, güneş tek Tanrı’yı temsil eder. Kur’an’da da Allah nurdur denir. Tanrı da ışık demektir. Bir de yaratıcı anlamında olmak üzere kadın ile resmetmişlerdir. Nitekim Kur’an’da da Allah Rahman ve Rahim sıfatları ile tavsif etmektedir. Tanrı’nın resimle gösterilen sıfatları, ayrı tanrı imiş gibi görerek şirke gidilmiştir.

2- İnsanlar birbirlerinden ayrılıp ayrı diller konuşmaya başlayınca her kavim tek Tanrı’ya ayrı isim vermiştir. Sonra insanlar kentlerde bir araya gelince her kabile sadece kendi ad verdiği Tanrı’ya inanmış, diğerlerinin bâtıl şeylere taptığını iddia etmiştir. Uzlaşınca da herkesin kelimesini ayrı Tanrı olarak birleştirmişler ve çok tanrıcılık oluşmuştur.

3- Allah hiçbir şeyi doğrudan kendisi için yapmaz, kulları için yapar. Değişik hizmetleri gören melekler vardır. Yaz meleği, kış meleği, yel meleği, fırtına meleği gibi görevliler vardır. Kimi topluluklar melekleri tanrılaştırmış ve Allah’a şirk etmişlerdir. Şimdi melekler tanrı olarak tercüme edilmekte, böylece şirke dayanak aranmaktadır.

4- Peygamberlerden sonra yönetim krallara ve firavunlara geçmiş, Leninler, Stalinler, Maolar, Hitlerler gibi diktatörler ortaya çıkmış, kahramanlar tanrılaştırılmış, onlara tapılmıştır. İşte müsbet ilim bu suretle tek Tanrı’nın ilk günden beri insanların inandığı bir inanç olduğunu ortaya koyduğu halde, zalim faizli sermaye bu gerçekleri çarpıtarak sanki insanlık hep şirk içinde yaşamıştır gibi takdim etmektedir. Türkiye’de Atatürkçülük din hâline getirilmiş, insanlar zorla ona taptırılmaktadır. Ama Türk milleti elbette tek Tanrı’ya inanmaktadır. Tarihte hep böyle olmuştur.

Bütün bunların böyle olduğunu bu malum fırka bilmektedir ama yine de fitne yapmaya devam ediyor.

c) Kapitalizm ve sosyalizmin bâtıl düzen olduğunu bu zalim fırka mensupları çok iyi bilmektedirler. Bunu zaten birbirlerini kötületmek suretiyle ortaya koymakta, ancak sonunda şunu söylemektedirler: “Ne yapalım, sosyalizm kötüdür ama kapitalizmden iyidir.” Öbürlerine de; “Evet kapitalizm kötüdür ama sosyalizmden iyidir.” Adil Düzen, şeriat düzeni, hak düzen, İslâm düzenini anlatmak yasaklatılmaktadır. Çünkü biliyorlar ki “Adil Düzen” ortaya çıktığı zaman ışık yanacak ve karanlıklarda gizlenenler boy göstereceklerdir. Oysa Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler hoşlanmasa da.

وَإِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ (Va EiÜAy PaLAv BaGWuHuM EiLAy BaGWın)  

“Bazısı bazısı ile halvet edince.”

Bunların sistematik halvet sistemleri vardır. Askeri bir hiyerarşi ile en başta fırkanın baş yöneticileri vardır. Bunlar kaç kişidir? Yedi-sekiz kişidir. Tüm gizli kararları bunlar alır. Sonrakiler bu zalim fırkanın sermaye patronları olan 200 ailenin başlarıdır. Ondan sonra tüm dünya Yahudilerinin başkanlarıdır. Daha sonrakiler de dünya masonlarının başlarıdır. Masonların 33 dereceli olanları vardır. Tüm üst toplantılar alt toplantıya gizlidir.

Halvet düzenini böyle kurmuşlardır. İşte bu hiyerarşik halvet içinde karar alıp uygulatmaktadırlar. Bir üst kuruluşta alınan karar alt kademeye gizlidir. Alınan karar sorulmadan uygulanır. CIA ve ondan sonraki bütün gizli istihbarat kuruluşları eksiksiz onların emirlerinde olurlar. Türkiye’deki siyasi ve ekonomik müdahale kararları hep böyle alındı ve uygulandı. Bunlar başaramazsa silahlı mafya teşkilatı harekete geçer ve insanlar öldürülür, terör çıkarılır.

İşte bunlar böylece halvet teşkilatını kurmuşlardır.

İslâmiyet’te ise gizli ve kapalı toplantılar zaruri haller dışında yasaklanmıştır. Kararlar yine yetkili merkezlerde alınmakta, ancak bu kararların alındığı meclisler, bu meclislerdeki tüm görüşmeler bütün insanlara açıktır.

Onların görüşmeleri gizliliğe dayanmaktadır. Birbirlerine karşı gizlemektedirler. Sınıf oluşturmakta, üst sınıf alt sınıftan işlerini gizli yürütmektedir. Merkezi yönetimin sonucu budur.

Askeri düzende bu yöntem doğru olabilir. Hukuk düzeninde bu kesinlikle olamaz. Hukuk düzeninde her türlü beyanlar alenidir. Esas olan hukuk düzenidir. Uluslararası savaşta gizlilik vardır. Barışta sözleşmeler esastır. Topluluklar arasında gizli anlaşmalar olamaz. Geçersizdir.

قَالُوا  (QAvLUv)  

“Dediler.”

Yani, baş başa kalınca birbirlerine dediler, aralarında konuştular, necva yaptılar.

Kuvvete dayanan kimselerin bütün işi savaştır, saldırmadır, üstlerin altları ezmesidir. Bu sebeple baş başa bir araya gelince ne yapacaklarına, en önemlisi dışarıda ne söyleyeceklerine karar verirler. Bu nifaktır.

Mü’minler dışarıda söyleyemeyecekleri şeyleri baş başa kalınca da söylemezler. Ehl-i Sünnete göre takiyye yoktur. Muaviye’nin halifeliğini baskı altında kabul edince artık onu meşru başkan tanımış ve itaat etmişlerdir. 1920’ye kadar Müslümanlar bu ilkeye itaat ettiler. Cumhuriyetle esasta bu sistem kalktı.

Demokratik düzen gelmediği için hâlâ takiyye yapmayı meşru sayanlar vardır.

أَتُحَدِّثُونَهُمْ بِمَا فَتَحَ اللَّهُ عَلَيْكُمْ (Ea TuXadDiÇUvNaHuM BiMAV FaTaXa elLAHu GaLaYKuM)  

“Allah’ın size fethettiğini onlara tahdis mi ediyorsunuz?”

Allah’ın size fethettiklerini onlara mı anlatıyorsunuz? Nedir bu feth, Allah onlara neleri fethediyor?

Haçlı Seferleri sonunda Avrupa tarım döneminden çıkmış, önce ticaretle gelişmeye başlamıştır. Amerikanın fethi bunda en büyük rolü oynamıştır. Ticarette de İsrail oğulları mahir olduklarından Avrupa’da üst sınıf hâline geldiler. Dünyadan ham maddeleri alıyor, Avrupa’da mamul madde hâline getiriyor, dünyaya satıyorlardı.

Avrupalıların el sanatları olmadığı için Müslümanlardan öğrendikleri müsbet ilmi teknolojiye uygulamak zorunda kaldılar. Böylece Avrupa’da makine sanayisi gelişti. Makineleşme müsbet ilmin de gelişmesine neden oldu.

Allah İsrail oğullarına müsbet ilmin kapılarını açtı. Sermayelerini müsbet ilme ayırdılar.

Bu arada dünyayı sömürmek ve geri bırakmak için kiliseyi tutucu kalacak şekilde finanse ettiler. Dünyayı geri ve tutucu yapmak için ateist yapmaya başladılar. Din ile ilim arasında çatışma olduğunu varsayım olarak ortaya koydular. Dindarları “gerici”, ateistleri ve ahlaksızları “ilerici” diye dünyaya lanse ettiler. Yunanistan’dan gelen kıdem felsefesini tanrısızlığa dayanak yaptılar. Ne var ki, alimlerin vardıkları sonuçlar peygamberleri, Tevrat’ı ve Kur’an’ı onaylayacak şekilde sonuçlandı. Bunlara kısaca işaret edelim.

1-       Kâinatta hakim olan kanunlar birbirini tamamlayan tek elden çıkmış bir düzeni içermektedir. Zıtlıklar zahiridir. Yoksa her şey birbirlerini tamamlar şekildedir. Mikroplar yaşlıları ve sakatları ortadan kaldırmakla görevlidirler. Kâinatta gereksiz bir şey yoktur, fazla ve eksiz bir şey de yoktur. Tanrı’nın, tek Tanrı’nın eseri olduğunu ispatlamıştır. Müsbet ilmin karşısında şirk ortadan kalkmıştır.

2-       Kâinatın bundan 13.7 milyar yıl önce yaratıldığı ilmen sabit olmuştur. Sebepsiz sonuç olmayacağına göre, Kâinatı yaratan bir varlığın olduğu kesin olarak ispatlanmıştır. Böylece dehrilik de tarih olmuştur.

3-       Gerek yer küresinin düzenlenmesi, gerekse canlıların DNA sıralamasının şuurlu varlıkların amelleri ile oluşacağı da kesin olarak ispatlanmıştır. Bu sayede insanlar gibi görünmeyen şuurlu varlıkların olduğu da sabit olmuştur. Böylece melekler de ilmen ispatlanmıştır.

4-       Dört boyutlu uzayın varlığı âhireti imkan dahiline sokmuştur. Ölümün daha üstün varlığın oluşması için olduğu ilmen sabit olmuştur. Ağaçlar sonbaharda yapraklarını dökerler, ilkbaharda gelecek daha taze yapraklara yer açsınlar diye. O halde Kâinatın ölümü mukadder olduğuna göre, daha üstün bir hayat için olmalıdır. Bunlar âhiretin varlığını ispatlamıştır.

5-       Kur’an ve Tevrat’ın anlattıkları kıssaların gerçekliği her kazı sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu da bu kitapların her şeyi bilen tarafından gönderildiğini ortaya koymuştur.

6-       Tevrat ve İncil’in getirdiği hükümlerin tabii ve sosyal kanunların gereği olduğu zamanla anlaşılmaktadır. Haramlara uymayanlar AİDS ve sakatlıklarla karşı karşıya gelmektedirler.

7-       Kur’an ve Tevrat gelecek hakkında haberler vermiş ve haberler bir bir gerçekleşmektedir. Sosyalizmin çöküşü ve yeryüzüne tekrar dinin hükümran olmağa başlaması bunlardan biridir.

8-       Tarihteki uygarlıkları filozoflar değil, peygamberler kurmuşlardır. Mısır Mezopotamya’nın bozulmuş şeklidir. Yunan uygarlığı İbrani uygarlığının bozulmuş şeklidir. Hıristiyanlık zaten İsevilikten oluşmuştur. Bugünkü Avrupa uygarlığı İslâm uygarlığının bozulmuş şeklidir.

Bütün bunları bildikleri halde; gizli otel odalarında kararlar alıyor, bu ilmî sonuçları insanlığa başka türlü aksettiriyorlar. 20. yüzyılın müsbet ilmi Tevrat’ı ve Kur’an’ı ilâhi kitap yapmıştır. Bunu itiraf edeceklerine, göz göre göre ilmî sonuçları tahrif ediyorlar. Hâlâ Mısır’ı Mezopotamya’nın önünde yazıyorlar. Hâlâ kendiliğinden oluş nazariyesini biyoloji kitaplarında ezberletiyorlar. İşte bu ilmî sonuçları gizlemektedirler. Yalan söyleyerek dünyayı sömürmeye devam etmek istiyorlar. Oysa yalancının mumu yatsıya kadar yanar.

لِيُحَاجُّوكُمْ بِهِ عِنْدَ رَبِّكُمْ (Lı YuXacCUvKuM BiHIy GıNDa RabBiKuM)  

“Rabbinizin yanında bizimle huccetleşmezler mi?”

Bu zalim fırkanın anladığı manâda meseleyi ele alırsak, insanlara doğruyu anlatmak suç oluşturuyor. Çünkü Allah onları kendilerine göre insanları sömürmeleri için yaratmıştır. İnsanlar gerçekleri öğrenirlerse, o zaman onları yönetmek zor olur. Allah da o zaman bize sorar; niye sırları verdiniz de sonra isyanlarına sebep oldunuz denir. Buradaki “Küm” Türkçedeki siz değil de, biz olarak tercüme edilir. Çünkü Kur’an dilinde ben ve sen “siz” olarak değil de, “biz” diye ifade edilir.

أَفَلَا تَعْقِلُونَ(76) (Ea Fa LAv TaGQıLUVNa)  “Akletmiyor musunuz?”

Yunanistan’da Tevrat’a aykırı yirmi kadar felsefe varsayımı vardır. Gazali’nin Tehafüt’ünde bunlar ele alınmıştır. Yirmisini de reddeder. Bunların başında kıdem nazariyesi gelir.

Yunanistan’da İyonya felsefesi gelmeden önce çok tanrıcılığa inanılıyordu. Sokrat, Eflatun ve Aristo tek tanrıcılığı getirdi. Ancak Tevrat’ın hudus nazariyesini reddedip kıdem nazariyesini ileri sürdüler. Tanrı yaratmadan önce boş mu oturuyordu? Tanrı her zaman haliktır, o halde her zaman mahluk mahluktur. Kelamcılar bunu reddettiler, zamanın ve mekanın da sonradan yaratıldığı varsayımını kabul ederek hudus nazariyesini felsefileştirdiler. 20. yüzyılda kelamcıların zaman ve mekanın da sonradan var edildiği fizikte ispatlandı. Bundan 13.7 milyar yıl önce Kâinat yoktu. Zaman da yoktu, mekan da yoktu. Büyük patlama ile var edildi. Böylece Yunanistan’ın kıdem nazariyesi ortadan kalktı.

20. yüzyıl ilimleri hep kelamcıları haklı çıkardı. Böylece Tevrat ve Kur’an’ın hak kitaplar olduğu sabit oldu.

Ama İsrail oğullarından o zalim fırka, sermaye zoru ile ilim adamlarına bu gerçeği söyletmiyor, okullarda okutulmuyor, yayın organlarında, basın organlarında ele alınmıyor. Tekniğin dışında ilim kullanılmıyor.

Felsefe de bunun için itilmiş, sadece 2500 yıl önceki safsataların tarihi okutuluyor.

“Adil Düzen” tüm büyük dinleri uyandırarak bu gizlemeleri sona erdirecektir.

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3448 Okunma
2-bakara11-20
2466 Okunma
3-bakara21-30
2602 Okunma
4-bakara30-37
2325 Okunma
5-bakara37-48
2584 Okunma
6-bakara 49-57
3189 Okunma
7-bakara 59-61
3187 Okunma
8-bakara 62-69
2555 Okunma
9-bakara 70-76
3588 Okunma
10-bakara 77-83
2826 Okunma
11-bakara 84-88
2366 Okunma
12-bakara 89-93
2493 Okunma
13-bakara 94-101
2692 Okunma
14-bakara 102-105
3564 Okunma
15-bakara 106-112
2737 Okunma
16-bakara 113-119
2816 Okunma
17-bakara 120-123
2707 Okunma
18-bakara 124-130
2389 Okunma
19-bakara 132-138
2256 Okunma
20-bakara 139-143
2175 Okunma
21-bakara 144-149
2654 Okunma
22-bakara 150-158
2553 Okunma
23-bakara 159-165
2153 Okunma
24-bakara 166-173
2564 Okunma
25-bakara 174-177
2666 Okunma
26-bakara 178-182
2400 Okunma
27-bakara 185-187
6461 Okunma
28-bakara 188-194
2541 Okunma
29-bakara 195-198
2914 Okunma
30-bakara 199-206
2443 Okunma
31-bakara 207-213
2848 Okunma
32-bakara 215-217
2279 Okunma
33-bakara 218-221
2778 Okunma
34-bakara 222-228
3087 Okunma
35-bakara 229-232
3682 Okunma
36-bakara 233-235
2357 Okunma
37-bakara 236-242
2566 Okunma
38-bakara 243-246
2690 Okunma
39-bakara 247-248
2934 Okunma
40-bakara 249-252
3235 Okunma
41-BAKARA 253-256
2774 Okunma
42-BAKARA 257-259
2617 Okunma
43-BAKARA 260-264
3180 Okunma
44-BAKARA 265-269
2360 Okunma
45-BAKARA 270-274
2710 Okunma
46-BAKARA 275-277
2417 Okunma
47-BAKARA 278-281
2446 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2874 Okunma
49-BAKARA 283-284
2583 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3799 Okunma

© 2024 - Akevler