ADİL DÜZEN 404
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 66. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمْ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ نَصْرَ اللَّهِ قَرِيبٌ(214) يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلْ مَا أَنفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ(215)
أَمْ حَسِبْتُمْ (EaM XaSiBTüM) “Yoksa hesap mı ediyorsunuz?”
“HISBE” bir yeri vurmak için atılan taştır. Oraya vurmak için hesaplarsınız ve ona göre elinizi ayarlayıp taşı atarsınız. Bu kelime bugün sayıların ilmi olmuştur. Hesapta kesinlik vardır ama kelime olarak zannetmek mânâsını da taşır. Türkçede de sanlakma saymak birbirine yakın kelimelerdir.
Burada “hesap etmek” öyle sanmak anlamındadır. İnsanlar düşünerek ve tartışarak karar alırlarsa hesap etmiş olurlar. Düşünüp karar alırlarsa yani tartışmazlarsa zannetmiş olurlar. Hesapta hata olmayacağına göre düşüp tartıştıktan sonra cennete dahil olacağınıza karar mı verdiniz, böyle bir sonuca mı ulaştınız?
أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ (EaN TeDPuLüv eLCanNaTa) “Cennete dahil mi olacaksınız?”
Allah bu dünyayı cenneti kazanmamız için var etmiştir. Cenneti nasıl kazanacağız?
Allah bu kâinattaki işleri meleklere yaptırmaktadır, insanlara ihtiyacı yoktur. Ancak, yeni insanların var edilmesi için hem insanların iş yapmaları gerekir, hem de bunu birlikte yapmalıdırlar. İnsanlar görevlerini yapabilmek için kendi sağlıklarını korumak zorundadırlar. Böylece görevlerini yaparlarsa o zaman öldükten sonra cennete giderler. Yapmazlarsa o zaman cenneti kazanmamış olurlar.
Cenneti kazanmayanlar ne olacak, yok mu edilecekler?
Böyle bir şey olsa bu düzenin dengesini bozar. Allah kitabında bunların cehenneme alınacaklarını ve orada eğitilerek yeniden sağlıklı hayata döndürüleceklerini söylemektedir. Cennete girmek için dünyada imtihanı kazanmak gerekir, yoksa bu dünyaya bedava gelmiş ve boş yere gitmiş oluruz.
Kur’an’ın Allah sözü olduğu ilmen sabittir. Allah’ın yalan söylemesi düşünülemeyeceğine göre bunlar doğrudur. Kur’an’da olmasa bile kâinatı izah edebilen başka bir teori yoktur. Her teoriyi kendisinden daha üstün bir teori ortaya çıkıncıya kadar doğru kabul etmek zorundayız. Demek ki, hem ilmen hem naklen âhiretin varlığı ve insanların cennete ve cehenneme gidecekleri sabit olmaktadır.
“CENNET” ağaçlı bahçe demektir. İnsanlar meyve yiyen varlıklardır. Diğer yiyeceklerini pişirerek yemektedirler. Âhirette de meyve yiyecekler. Onun için âhiret hayatından bahsederken cennet olarak bahseder. Orada bulunmayı da “DUHUL/GİRMEK” olarak ifade etmektedir.
وَلَمَّا يَأْتِكُمْ (LaMMAv YaETiKuM) “Size etyetmeden.”
Cennete girebilmek için daha öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelecektir. Kurallar değişmeyecek, bu dünyanın sıkıntısını çekmeden cennete giremeyeceksiniz. Çünkü bu dünya o sıkıntıları çekenlere cenneti kazandırmak için var edilmiştir.
Tekrar edelim. Bu en makul teoridir. Bundan daha makul bir izah getirilememektedir.
İnsan aklı her şeye tam tatmin edecek açıklamalar getiremez. Böyle yaratılmıştır. İnsan eğer her şeyi tam olarak açıklayabilseydi o zaman imtihan olmazdı. İnsanın iradesi ile karar vermesi sözkonusu olmazdı. İnsanların karar verip iş yapabilmeleri için tahminen karar almaları gerekir. İmanın konularını aklen tam açıklık içinde anlamamız her zaman mümkün olmaz. Bugün zaman dışı ve mekan dışı varlıkların olabileceği matematik ve fizikte sabit olmaktadır. Ancak bizim aklımız bu varlıkları kavrayamamaktadır.
مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ (MaÇaLu alLaÜİyNe PaLaV MiN QaBLiKuM)
“Kablinizden halev etmiş kimselerin meseli başınıza gelmeden
cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz; öyle mi hesap ediyorsunuz?”
Bu âyet şimdi bize nâzil olmaktadır. Bizden öncekiler de İstiklâl Savaşı’nı yapmış atalarımızdır. Adil Düzencilerin yakın ataları ise Nur risaleleri şakirtleri, Süleyman Tunahan’ın talebeleri, Millî Görüşçüler, Akevler Adil Düzencileridir. Onların çektiği sıkıntıları Adil Düzenciler de çekecektir.
Bunlar Allah’a dayanmış ve bildikleri kadar Kur’an düzenini tesis etmeye çalışmışlardır.
Bunlardan başka İstiklâl Savaşı’nı yapanlar, Türkiye devletini Batı uygarlığına götürmek isteyenler, Türk ulusunun varlığını korumaya çalışanlar olmuş, onlar da sıkıntı çekmişledir.
“HALEV” demek, boş bırakıldılar demektir. Hâli olmak, kimsenin olmadığı yerde olmak demektir. Yani, yerlerini boşalttılar demektir. Bu nesilden önce gelen nesil demektir.
Topluluklar doğarlar, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Kur’an bunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Türkiye’yi ele alalım. Anadolu’nun ilk sakinleri olarak Milattan önce 3500 yıllarında Anadolu’da Sümerlerle akraba olan Kafkas ırkı yaşıyordu. Bu ırk ile Orta Asya ırkı arasında yakınlık vardır. Daha sonra Anadolu’ya Hititler geldiler. Onlar Avrupai ırktır. Onlardan sonra Frigler ve Lidyalılar geldiler. Onlar Sami ırkı olmalıdır. Bunlardan sonra Anadolu’ya Bizanslılar hakim oldular.
Sonra Selçuklular… Sonra Osmanlılar... Şimdi de bu topraklarda biz yaşıyoruz...
Bizden öncekiler yerlerini boşaltıp gitti, Türkiye bize kaldı. Biz III. bin yıl uygarlığını kurmakla görevlendirilmiş bulunuyoruz. Başımıza geçmiştekilerin başından geçenler bize de gelecektir. 1900’larda başlayan İslâm uygarlığını kurmak isteyenlere düşmanlık hâlâ devam etmektedir. Mustafa Kemal’in dediği gibi; dahili ve harici bedhahlar olmaktadır. Neden onların başından bunlar geçmiştir? Mü’minler neden iki hattâ üç asırdır ezilmekte, hep yenilgiye gitmektedir? Oysa Kur’an, ‘mü’min iseniz galipsiniz’ diyor.
Demek ki bir veya birkaç eksiğimiz vardır. Şimdi eksiklerimizi kısaca sıralayalım.
Her şeyden önce, biz ilmi birtakım kitapları ezberlemek zannetmiş ve ilmi sadece beyinlerimizde hapsetmişiz. Gerek İslâmî gerekse Batı ilimlerini uygulamıyoruz. Okuduklarımız okulda kalıyor. Bu ilmin hayattan kovulması hastalığı üniversitelerimizde ve okullarımızda hâlâ devam etmektedir. Çünkü biz okul çağındaki çocukları işte çalıştırmıyoruz. Okuduklarının modası geçmiş oluyor. Oysa, Kur’an beşikten mezara kadar okuyunuz diyor ve amelsiz ilmi de merkeplerin kitap taşımasına benzetiyor. Bu hastalığı yenmezsek, atalarımızın başına gelenler bizim de başımıza gelecektir. Yeni bir istiklâl savaşı yapmak zorunda kalabileceğiz.
Biz dini lâikleştirmişiz, dini hayatımızdan kovmuşuz, mabetlerden de hayatımızı kovmuşuz. Camilerde dünya kelâmı konuşulmaz demişiz, cemaatle namazı terk etmişiz. Kıldığımız namaz namazın kendisi değil, namazın karikatürüdür. Diğer ibadetler de bundan farksızdır. Belki en sağlam yaptığımız ibadet oruç ibadetidir. Diğer ibadetlerin değeri onda bire inmiştir, yirmide bire inmiştir. İbadetlerin bu hâliyle bile ne kadar yararlı olduğunu ahlâkımızı korumamızdan anlamaktayız. Bugünkü durumdan 27 kat daha iyi olduğumuzu düşünün, gerçek İslâmiyet işte odur. Allah bize de -elhamdülillah- onun cihadını nasip etti. Bu dünyada yaşayamadığımızı âhirette yaşayacağız. Orada mü’minlerin derecesi müslimlerden 27 kat fazla olacaktır demektir. Ben 27 kat daha faziletlidir hadisine dayanarak bunları söylüyorum. Hadis zayıf olabilir ama Kur’an’da da mü’minlerin derecesinin üstün olacağı bildirilmiştir. Bu rakamı sembolik olarak söylüyorum.
Ekonomi hayatımız tamamen felç olmuştur. Önce bugünkü enflasyonist parayı kullanıyoruz. Bu para faiz parasıdır. Bunun geçerliliği vardır, bununla yapılan peşin muameleler meşrudur. Çünkü bugünkü değeri bellidir. Bir ülkede bir para çalışır. Dolayısıyla Adil Düzen ve Adil Ekonomik Düzen iktidar oluncaya kadar bu parayı kullanacağız ama bu paraya göre borçlanmayacağız. Borçları mal ile ifade edeceğiz. Bankalarda ortak hesaplar açtırıp faizsiz kredileşme sistemini getirmemiz gerekmektedir. Vergi kaçırmasak yaşayamayız, kaçırırsak devlet olmaz. Böyle bir düzende yaşamamız mümkün değildir. Bugünkü Türk ekonomisi İstanbul trafiğinden daha karışıktır. Bu ekonomi düzeni ile yaşamak mümkün değildir. CHP, DP ve ANAP iktidarları bu sebeple gittiler; çökerek gittiler. AK Parti’yi de aynı akıbet bekliyor. Allah bu bozuk düzeni devam ettirmez.
On sene, yirmi sene süren davalar ve mahkemeler, insanları bıktıran bürokratik muameleler, hortumlamalar, terör, rüşvet yolsuzluk, açlık sosyal yapımızın ana karakteridir. Geçmiştekiler bu gibi sebeplerle battılar, şimdikiler de bu sebeple batacaklardır. Adil Düzen Çalışanları sıkıntılar içinde bu gidişe ‘dur’ diyebilmek için çalışıyorlar. “Adil Düzen” gelmeden bunların hiçbirisi düzelemez. Eğer bunları düzelten başka bir şey olsaydı o zaman o ikinci ilâh olurdu. Oysa doğru tektir; iki doğru yoktur. Batı dünyasında işlerin iyi gittiğini iddia edenler vardır, onların ekonomileri çok iyidir diyorlar. Onların sadece paraları iyidir. Orada kazanıp burada yersen değeri vardır. Yoksa orada kazanıp orada yersen, onlar bizden çok daha fakirdirler.
İşte, İslâm âleminin durumu genel olarak bu olduğu için, yani İslâmiyet’ten uzaklaştığımız için başımıza bunlar gelmektedir. Ama insanlar bugün Kur’an’ı mealleri ile okumaya başladılar. Biz de ilk olarak III. bin yıl uygarlığına ışık tutacak bir yorumu yapıyoruz. Elli sene evvel kimse Kur’an mealini okumuyordu. Mealli Kur’an bulamazdınız. Bugün mealsiz Kur’an bulmak zor oluyor. Şimdi Kur’an’ı kimse III. bin yıl uygarlığına göre yorumlamıyor. 30 sene sonra siz okuyucuların yarısı yaşamış olacak. Göreceksiniz ki artık Kur’an’ı herkes günümüzün sorunlarını ele alarak yorumluyor; hem de bizden daha iyi bir şekilde Arapça kurallarına uyarak bunu yapıyor. M. Lütfi Hocaoğlu bu ekolü kurmaktadır. O gün siz de sevineceksiniz.
مَسَّتْهُمْ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ (MasSaTHuMu eLBaESAvEu Va elWarRAEu)
“Be’sâ ve darrâ’ onları messetti.”
“BE’SÂ’” kelimesi “DARRÂ’” kelimesi ile beraber geçmektedir, tek başına geçmemektedir. “DARRÂ’” ise “DARAR” kelimesiyle beraber geçmektedir. Ayrıca “Darar” Min Ba’di”den sonra gelmektedir.
“DARRÂ’” darlıktır, kıtlıktır, ekonomik zorluktur. “BE’SÂ’” ise sosyal kötülüktür, bedenî zarardır.
Yani, sosyal ve ekonomik darlıklarla karşılaştılar.
Savaş ve zelzele bedene gelen kötülüktür. Kıtlık ise mâli kötülüktür. “Serra’” refahtır. “Surur” ile “Mesrur” kelimesi bir kökten gelmektedir. Sır, aleniyete karşı kullanılmaktadır. Cehr, hafiye karşı geçmektedir. Sovyetler be’sâ’ içinde kalmışlardır. Birinci ve ikinci cihan savaşları birer be’sâ’ idi. Türkiye’de yapılan darbeler birer be’sâdır. Diğer taraftan enflasyon bir darardır, dış borçlar darardır, işsizlik darardır, açlık bir darardır.
وَزُلْزِلُوا (Va ZuLZiLUv) “Ve zilzal olundular.”
“ZELZELE” sarsılmak demektir. Bildiğimiz zelzeleyi, depremi ifade eden fiildir. “Zelle” ayağın kayması demektir. Zelzele periyodik hareketleri ifade eder.
İleri gidecek topluluklar sıkıntılar içinde ilerleme kaydederler. Çocuk annesinin acıları içinde doğar. O da ağlayarak doğar, gülerek doğmaz. Ölümü da acılar içinde olur. Hayat budur. Toplulukların doğuşu, gelişmesi ve çöküşü de sancılıdır. Geçmişteki topluluklara ne olmuşsa bize de aynı şeyler olacaktır. Doğanın ilâhi kanunları hep işleyecektir. Dünyada herkes sıkıntıdadır. Zenginler arasında intihar edenlerin yüzdesi fakirlerden daha fazladır. O halde Allah bu dünyaya bizi niye getirdi? Sıkıntı çekmemiz için getirdi. Sıkıntı çekeceğiz ve olgunlaşacağız. Cennette lâyık hâle geleceğiz.
Bundan önce onlara darrâ’ ve be’sâ dokundu denmiş. Burada zelzeleye uğradılar diyor.
“Ve” harfi ile atfediyor. O halde zelzeleye uğramak onlardan farklıdır. Be’sâ’ ve darrâ’ dışarıdan gelen tesirlerdir. Zelzele ise topluluğun dağılmaya gitmesi demektir.
Üsküdar’da bir topluluğumuz vardı; zelzeleye uğradı ve dağıldı. İzmir Akevler’de bir kooperatifimiz vardır; o da zelzeleye uğradı ama dağılmadı. İnşaallah bir gün toparlanır. Millî Görüş zelzelelere uğradı, dağılmadı. Risale-i Nur şakirtleri zelzeleye uğradı, dağılmadı. Buradaki sarsılmak ileri geri gitme harekatıdır.
Akevler İstanbul Adil Düzen Çalışmaları devam etmektedir. Ne yapılıyor? İki büyük iş yapılıyor.
Biri, ben yazıyorum, Reşat yayımlanacak hâle getiriyor. Kur’an günümüzün sorunlarını çözecek şekilde yorumlanıyor ve bunlar internette yayımlanıyor. Bunun önemi şudur ki, III. bin yıl bu metot üzerine oturacaktır. Yunanistan’da bu işi Sokrat’ın kurduğu ekol yaptı. İslâm âleminde de bu işi Ebu Hanife’nin kurduğu medrese/ekol yaptı. Çağımızda benzer çalışmaları Bediüzzaman’ın şakirtleri yaptı. Bunlar yazılı eserler verdiler. Şimdi, Yenibosna’daki Akevler Adil Düzen Çalışanları bunu yapıyor.
Yenibosna’da yapılmakta olan en önemli ikinci husus ise M. Lütfi Hocaoğlu’nun yürüttüğü bilgisayar programları çalışmalarıdır. Bir taraftan Adil Düzene göre muhasebe çalışmaları vardır, diğer taraftan Kur’an Arapçası bilgisayarlaştırılmaktadır. Orada da sarsıntılar vardır. Çalışan EHABİR ekibi dağılmıştır. İşte bu zülzilunun tezahürüdür. Ama çalışmalar devam etmektedir. Eşi Emine Hocaoğlu çalışmayı sürdürmektedir. Hasan Özket de çalışmalara katılmaya başlamıştır.
Demek ki, sarsılma var ama dağılma yoktur. Bunların hepsi başımıza gelecektir.
حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ (XatTAy YaQUvLu elRaSUvLu) “Hatta resul diyordu.”
Kur’an’ın dilini iyi öğrenmemiz gerekmektedir. Toplulukların iki çeşit başkanları vardır. Oluşmuş bir topluluğun başına geçenler başkanlardır. Bunlar imamdırlar. Başkanın kendisi hareket eder, diğerleri de ona uyarlar. Bir çeşit başkan tipi daha vardır ki, kendisi topluluğu oluşturur. Bunları da ikiye ayırmak gerekir. Bir kısmı mevcut olan bir gidişe sahip çıkma şeklinde olur. Dört halifenin durumu budur. Biri de gidişi bizzat tesis etmedir. Hazreti Muhammed’in ve Hazreti Musa’nın durumu budur.
Kur’an “RESUL” kelimesini kullandığı zaman bazen en geniş mânâda bütün başkanlar için kullanır, bazen daha dar mânâlarda kullanır. Burada vereceğimiz mânâ bizim durumumuzdur. Akevler İstanbul çalışmaları Akevler İzmir çalışmalarının devamı olmuştur. İstanbul’da yaptığımız katkıları şöyle sıralayabiliriz.
-İstanbul’da ahşap evler teşebbüsü olmuştur. İzmir’de ise apartman inşaatı çalışmaları olmuştur.
-İstanbul’da marketleşme teşebbüsleri olmuştur. İzmir’de ise fabrika ve imalata yönelinmiştir.
-İstanbul’da internette neşriyata başlanmıştır. İzmir’de sadece toplantılar yapılmıştır.
-İstanbul’da bilgisayar muhasebesi ve lugat çalışmaları başlamıştır.
Demek ki, Akevler İstanbul ekibi İzmir Akevler’in bir ilerisinde faaliyetlere geçmiştir. Kur’an’ın çağımız sorunlarını çözme ve Adil Düzen çalışmaları İzmir’de başlamıştır, İstanbul’da devam etmektedir.
Demek ki, Adil Düzen çalışmaları ve çalışanları için de sarsıntılar sözkonusudur.
Peygamberler dahil bütün başkanlar ve topluluklar bunalım devreleri geçirirler. Sabredenler başarıya ulaşırlar. Sabretmeyip bırakanlar ise söner giderler. Sabır yalnız kişilerin sabrı değildir. Cemaatin sabrı önemlidir. Yani, ölenlerin veya ayrılanların yerine başkaları girebiliyorsa, topluluğu devam ettiriyorsa, onlar sabredenlerdir. Ama bir cemaat oluşur da kurucusu gittikten sonra o cemaat eğer devam etmiyorsa, o zaman o topluluk sabırsızdır demektir. Bir topluluğu yaşatan yurtlarıdır, mekanlarıdır.
İzmir Akevler site olarak oluşmuştur. İstanbul’da da yazıhane alınmıştır. Bunun parasını yaymamız gerekir. Mesela, yetmiş ortak biner lira vererek bunu satın almalıdır. Kişinin değil cemaatin olmalıdır. Ancak, asıl topluluk yurtsuz olduğu zaman topluluk olmalıdır. Hazreti Musa peygamber kırk sene İsrail oğullarını yurtsuz bir topluluk olabilmeleri için dolaştırdı. Bu eğitim o kadar büyük bir eğitimdir ki, binlerce sene yurtsuz kalan Yahudiler varlıklarını korudular. Bugün dünyaya hakimdirler. Yurt edinmek için de savaş veriyorlar.
وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ (Va elLaÜIyNa EAvMaNUv MaGaHUv) “Onunla birlikte iman edenler.”
Burada kurucu başkandan ve kuruculardan bahsetmektedir. Bir kimse çıkar ve bir şey yapmak ister. Bu kurucudur. Ancak kimse kendi başına bir şey yapamaz. Ancak ona katılan kimseler başarıya ulaştırırlar. Topluluk ikinci ve üçüncü kişilerle oluşur. Cebrail’den vahyi getirdiği zaman peygamberler resul idiler ve tek başlarına işe başlamışlardır.
Çağımızda artık peygamber yoktur, kimse Allah’tan vahiy almamaktadır. Bu asır cemaat asrıdır. Biri bir görüş ortaya atar, şunu yapalım der, ona biri katılır. Artık o yeni katılan da kurucudur, ilk başlayanla aynı kurculuk vasfına sahiptir. Böylece on kişiye yakın kimse olunca artık aşiret oluşmuştur. İşte bunlar onunla beraber iman eden kimselerdir.
“Va” harfi ile atfedildiği için Kur’an’dan sonra kuruculukta eşittirler.
İstiklâl Savaşımızı yöneten generaller vardır. Bunlar eşit kuruculuk vasfına sahiptirler. Kimse İstiklâl Savaşı’na Mustafa Kemal’in veya Kazım Karabekir’in daha fazla katkısı olduğunu söyleyemez.
AK Parti’nin kuruluşu da böyledir. İçlerinden biri başkan olur, resul olur ama eşittirler.
Burada “Va” gelmiştir; “Fa” veya “Sümme” gelmemiştir. Sonra “MEA” kelimesi de eşitliği ifade eder. Bu sebepledir ki Hazreti Peygamber aleyhisselâmın mütevatir de olsa sözü âyet gibi olmadığı halde, sahabelerin icması âyet gibidir. İcma sünnetten de ileridir.
مَتَى نَصْرُ اللَّهِ (MaTAy NaSRu elLAHı) “Allah’ın nasrı ne gün derler.”
Allah mü’minlere ve Adil Düzencilere nusret vaat etmiştir. Bu nusret ne zaman demişlerdir. Bunalım o dereceye gelir ki, artık va’din zamanı gelmedi mi derler.
“NUSRET” yardımdır, “AVN” da yardımdır. “AVN” işlerine yardımdır, Kendi sıkıntılarını gidermedir. “NUSRET” ise düşmana karşı yardımdır.
1967’de Akevler Kooperatifi’ni kurduk ve resmen Adil Düzen Çalışmaları başladı. Anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk. Ancak zulüm düzeni devam etmektedir. Bir ay önce 22 Şubat 2007’de telefon müracaatı yaptık; yarın bağlarlar dediler. Bugün 31 Mart, hâlâ bağlanmadı! Gelip bağlamadılar! Ondan sonra da iptal edip başkasına vermişler! Sebep nedir biliyor musunuz? Evde bulunmamışız. Belki altı defa veya daha fazla telefon açtım; bulamadıklarımla iki katından fazla aradım ama bağlanmadı! Bunun için İstanbul’da oradan oraya gidip geliyorum. İşte o zaman insan ümitsizliğe kapılıyor ve bu işler düzelmeyecek mi diyoruz.
Ne var ki, Kur’an okuyoruz. Kur’an bize haber veriyor da ümidimiz yeniden doğuyor. Evet, kırk sene “Adil Düzen” için çalışıyorsunuz. Tüm mü’minler bunun mücadelesini veriyor. Anayasa ekseriyeti ile iktidar olunuyor. Ne buluyorsunuz? Bir serap! Çevrenizde yine işsiz insanlar, yine aç insanlar, yine bürokratik çarkların altında ezilenler. İktidarda olanların ne kadar iyi insan olduklarını biliyorsunuz. Onlarla arkadaşsınız. Beraber yürüdük bu yollarda diye şarkı söylüyorlar. Ama birer zavallı durumunda debelenip duruyorlar. Kur’an’ın öğrettikleri olmasa, insanın bütün ümitleri kırılır.Bunlar geçiş dönemidir, “Adil Düzen”e hazırlık dönemidir. İyi insan olmanın yetmediğini kanıtlayan dönemdir. İyi insana değil iyi düzene ihtiyaç olduğunu anlatan durumdur.
أَلَا إِنَّ نَصْرَ اللَّهِ قَرِيبٌ(214) (EaLAv NaÖRa elLAHı QaRIyBun) “Allah’ın nusreti karibdir bilin.”
Evet, büyük müjde gelmiştir. Allah’ın nasrı karibdir. “Adil Düzen” yakında iktidar olacaktır.
“Adil Düzen” nasıl iktidar olacaktır? Önce bizim bilmediğimiz bir kişi ortaya çıkacaktır ve iktidara gelecektir. Kim ve nasıl olacaktır, bilemiyorum. Kur’an bunun haberini vermiştir.
Askeri müdahale olmayacaktır. Çünkü artık sömürü sermayesi de askerlere güvenmiyor. Türk ordusu da bu hususta yeterli deneyime sahiptir. Ancak bunalım had safhalara erişince kurtuluş aranacaktır.
Ya bir parti onu başına geçirecek, ya da o bir parti kuracaktır. Biz kuracağız demiyorum.
Bunları denedim ama başaramadım. Demek ki bu bizim işimiz değildir. İktidara gelecek o kişi kim olacaktır, bilemiyorum; ama şunu tavsiye ederim, bu bir asker olmalıdır. Bir parti bunu… … …
***
أَمْ حَسِبْتُمْ (EaM XaSiBTüM) “Yoksa hesap mı ediyorsunuz?”
“HISBE” bir yeri vurmak için atılan taştır. Oraya vurmak için hesaplarsınız ve ona göre elinizi ayarlar ve taşı atarsınız. Bu kelime bugün sayların ilmi olmuştur. Hesapta kesinlik vardır ama kelime olarak zannetmek mânâsını da taşır. Türkçede de sanmak ile saymak birbirine yakın kelimelerdir. Burada hesap etmek, öyle sanmak anlamındadır. İnsanlar düşünerek ve tartışarak karar alırlarsa hesap etmiş olurlar. Düşünüp karar alırlarsa yani tartışırlarsa. İkincisi ise bu muhasebe ile kuracağımız işletmelerde çalıştıracağımız inanmış kimselerin olmasıdır. Şimdi bunun bunalımı içindeyiz. Allah’ın nusreti yakındır. Allah’a bunun için dua etmeliyiz.
يَسْأَلُونَكَ (YaSEaLUvNaKa) “Sana sual ediyorlar.”
Oruç dışında bütün ibadetler topluca yapılır. Ancak topluluk olmadığı zaman kişi kendisi topluluğu temsil ederek tek başına namazını kılar, zekâtını verir ve hacca gidebilir. Kur’an bu durumdaki hükümleri içerir.
Burudaki muhatap kimdir? Yukarda resul geçmişti. Kişiler başkandan bazı belgeler alırlar. Başkan âlimlerle istişare ederek fetvalar verir. Halk o fetvalarla amel eder. İki türlü amel vardır. Biri, kişilerin kendi içtihatlarına göre kendi işlerini yapmalarıdır. Bu hususta fetvayı kendi müçtehitlerinden alırlar ve ona göre amel ederler. Bazı işler toplulukta ayrı ayrı yapılamaz. İsteyen sağdan isteyen soldan yürüyemez. Bu husustaki kararların ortak alınması gerekir. Bunun yolu da başkanın istişare ederek ortak karar alması ile mümkündür.
Zekât konusu da böyledir. Topluluk içinde bir bütçe oluşturulur ve topluluktaki sosyal güvenlik öylece sağlanır. Bu şekilde başkanın istişarî kararlarıyla düzenlenen bir hukuk vardır, bu kamu hukukudur. Her bucağın kendine özgü kamu hukuku vardır. Kişiler kendi içtihatlarına güre değil, başkanın istişarî kararla belirlediği kamu hukukuna göre davranırlar. Beğenmeyenler oradan hicret ederler. İslâmiyet’te ekseriyet demokrasisi yoktur, hicret demokrasisi vardır. Usul olarak “YES’ELÛNEKE” kamu hukukunun konu olduğu yerlerde geçmektedir. Halkın yapacağı ama kamu hukukunu ilgilendiren konularda istişareli fetvalar verilmektedir.
مَاذَا يُنفِقُونَ (MaZAv YuNFiQUvNa)
“İnfak edecekleri nedir?”
Niçin infak ediyorlar ve harcıyorlar? Kendi servetlerinden ayırıp başkana veriyorlar. Yani ortak bütçenin mahiyetini öğrenmek istiyorlar. Demek ki, halkın bütçedeki masraflarını bilmesi gerekiyor.
Bugün bütçeleri meclis yapıyor. Divanı muhasebe ile denetliyor. Kur’an’da bu husus teyit ediliyor. Bugün bütçeleri hükümet yapıyor, meclis değiştirebiliyor ve onaylıyor.
قُلْ(QuL) “Söyle”
Başkanın istişare ile bütçenin esaslarını koyma yetkisi vardır. Meclis o esaslar içinde kararlar alır. Toplu karar alma şekilleri vardır. Topluluk ona göre kararlar alır. Burada başkana verilen yetki bütçenin esaslarını tespit yetkisidir. Ne verileceği değil, nereye sarf edileceği soruluyor ve anlatılıyor.
مَا أَنفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ(MA EaNFaQTüM MiN PaYRin)
“Hayırdan ne infak ederseniz.”
“MAL” evde harcanan para ile alınıp satılan her şeydir. “HAYIR” ise işletmelerde üretmek için kullanılan mallar ve ürünlerdir. Ticaret malları, para, tarım ve sanayi mamulleri hayırdır. Zekât bunlardan verilir.
Toplanan zekât nerelerde harcanacaktır. Burada bu husus ifade edilmektedir.
İslâm düzeninin kurulduğu bir bucakta nasıl bir bütçenin oluşacağı başka âyetlerde bildirilmiştir. Burada ise İslâm bucağının kurulmasından önce oluşmakta olan toplulukların nasıl bir sosyal güvenliği sağlayacaklarını anlatmaktadır.
Bizim Yenibosna’da yaptığımız çalışmalarda böyle bir yardımlaşmaya ihtiyacımız vardır. Böyle bir sosyal dayanışmayı kurarsak, bizim Adil Düzen Çalışmalarımız daha hızlı gelişecektir. Muhasebemizde buna bir hesap açacağız, isteyenler istedikleri miktarı bu fona koyacaklar, biz de Adil Düzen Çalışmalarına bu fonu bölüştüreceğiz. Onların da bu bölüşmede katkıları olacak, bütçeyi onlar yapacaktır. Ortaklar muhtaç olanları tespit edecek, bu yardım edenler yardım ettikleri kadar söz sahibi olacaklardır.
فَلِلْوَالِدَيْنِ (FaLiL VAvLiDaYNi)
“Valideyn içindir.”
Kur’an Adil Düzen Çalışanlarının başlarına nelerin geleceğini haber verdikten sonra, Allah’ın nasrının/yardımının gelmesi için bir yardımlaşma kurumunun kurulması gerektiğini de bildirmektedir.
Eş ve çocuklar için infaktan pay ayrılmıyor. Onlara kendi kazançlarından harcanmaktadır. Kişilerin kazancı yetmezse bile onlara miskinler faslından verilecektir. Çocuk ve eşler zekâttan pay almazlar.
Anne baba ise zekâttan pay almaktadır. Buradan öğreniyoruz ki, anne babanın çocuklarının evinde oturması gerekmiyor. Aşiret içinde anne babalar odası olacaktır. Çocukları olmayan yaşlılar da burada yatacaklardır. On dairelik bir katın içinde yaşayanlar aşiret olacaktır. Dağlarda kuracağımız ahşap ev villalarında da on civarında aileden oluşan aşiretler oluşacaktır. Valideyn ve ekrabin burada yerleştirilecektir.
Bunların burada bakılması ve geçinmesi için pay ayrılmıştır. Burası küçük çapta bir huzur evidir. O aşiretin sakinleri sıra ile onlara hizmet ederler. Ayrıca buraya bucaktan gelen payları da gelir.
Şimdilik bizim bir fon ayırmamız gerekmektedir. On kadar aile olduğumuz zaman iki dairelik mescidimiz olmalıdır. Orada sosyal ve ekonomik faaliyetlerimiz olmalıdır.
Burada anne baba ile akrabalar zikredildi. Mufavada şirketi dediğimiz şirket kurulabilir.
Valideyne neden pay ayrılıyor? Emekli olan kimseler yaşlanınca edindikleri servet üzerinde tasarruf yetkisini kaybederler. Ama malları da taksim edilmez. Mirasçılara kalır; ancak öldüklerinde mirasçılara kalır. Ölünceye kadar bir yakınlısına teslim edilir. Teslim eden kendileri olabilir. İşletir ve kirasını verir. Gelirleri olmayanlar da yararlanırlar. Yaşlanmış anne babanın nafakasını sağlamak erkek çocuklarına, bedeni bakımını yapmak kız çocuklarına aittir. Yaşlı annelere kızları bakar. Yaşlı erkekler ise evlendirilir ve onlara eşleri bakarlar. Ancak bu anne babanın giderlerini karşılayacak bir fon oluşturulmalıdır.
وَالْأَقْرَبِينَ (Va eLaQRABIyNa) “Ve akrabalara”
Burada akrabalar kurallı erkek çoğulla çoğaltılmış, anne babaya da atfedilmiştir.
Biz bu tabiri kollektif ortaklık olarak adlandırıyoruz. Bir aşirette yaşlı olanlar mufavada şirketine girerler. Mufavada şirketine yardım faslından pay ayrılır. Kur’an’da başka yerde “ZİLKURB” müessesesi geçmektedir. Burada ise “EKRABÎN” denmektedir. Orada fasıl ayrılıyor, yakınlarına veriliyor ve onlar bakıyorlar. Burada ise yaşlılar bir ortaklık kuruyorlar ve bu ortaklık içinde gelirleri birlikte harcıyorlar. Ana sermayeleri korunmuştur. “EKRABÎN” ile “ZİLKURB” ayırımını biz şöyle yapıyoruz. “EKRABÎN”de paylarına düşen mufavada ortaklıklarına veriliyor. “ZİLKURB”da ise yakınların kendilerine yani bakanlara veriliyor. “ZİLKURB”ya anne baba girmemektedir. “EKRABÎN”e ise anne baba da dahildir. Kendilerinin tüzel kişilikleri vardır.
Kısaca mufavada şirketini hatırlatalım, Nisa Sûresi’nde anlatılmıştır.
Mufavada şirketinde kişiler gelir getiren bütün paylarını koyarlar; karz-ı hasen olarak konur. Herkes çalışır, kazanç ortaktır. Birlikte harcanır. Çalışana çalışma payı verilse bile bu fondaki payına ilave edilir. Gelirleri ihtiyaca göre pay edilir. Şirketin üyelerinin yakınları artık şirketin yakınlarıdır. Kız yalnız kendi annesine bakmaz, sıra ile bütün annelere bakar. Çocuklar da yalnız kendi anne babalarının ve yakınlarının nafakasını temin etmez, bütün anne baba ve yaşlıların nafakalarını temin ederler. Buradaki ortakların bakmakla mükellef oldukları küçükler varsa, onun nafakasını ortaklık temin eder.
Hâsılı, kişi yerine ortaklık geçer. Ortaklık son ortak ölünceye kadar devam eder. Eğer ortaklık devam edecekse ölenin payı verilir. Ortak iken elde edilen kazanç varsa o da kendisine verilir.
وَالْيَتَامَى (Va eLYaTAyMAv) “Ve yetimlere”
Burada kuralsız çoğul gelmiştir. Yakınları bunlara bakacaktır. Ortak fondan bunlara bakanlara verilecektir. “ZİLKURB” yaşlılık sigortasıdır. “YETÂM” yetimler sigortasıdır. Fonları ayrı ayrıdır. Kendi statüleri içinde bölüştürülür. Aramızda yetim kalanlar varsa, onları kendi çocuklarımız gibi büyütmekle mükellefiz. Bu fondan onlara da ayırmalıyız.
Demek ki, Adil Düzencilerin yapacakları işlerin başında sosyal müesseselerimizi kurma görevi vardır.
Topluluğun karşılaştığı sorunların başında şunlar gelmektedir. Günümüzde sömürü sermayesi karşılıksız para basıyor. Tüm dünyayı haraca bağlamıştır. İşsizlik ve açlık onun eseridir. Biz de bu durumda onlara karşı tedbirler almalıyız. Bunun için mala-mal marketleri, kredileşme müessesesi, selem senetleri ve çek senetleri kullanma durumundayız.
İnsanlar işsizdirler ve işsizlik korkusu onları sinir hastası hâline getirilmiştir. Biz Adil Düzen Kooperatifi olarak her gelene iş vermeliyiz. İşsiz insan kalmamalıdır. Kişi zengin olsa da işi olmalıdır. İş, ekmek kadar muhtaç olduğumuz şeydir. En önemlisi, herkes aş bulmalıdır. Açlık korkusu olmamalıdır. Biz bu kurumları kendi sistemimizi kurmadan kurmalıyız.
Mala-mal marketleri tesis ettiğimiz zaman bu fona pay ayıracağız ve bu fondan topluluk yararlanacaktır.
Mala-mal marketlerini ve selem sistemini getirdiğimizde dolar sömürüsünden kurtulmuş oluruz.
وَالْمَسَاكِينِ “Ve miskinlere”
Burada “Ve” harfi ile atfedilenler beş tanedir. Ancak biz anne baba ve akrabaları bir saydığımızdan dört tanesini görüyoruz. Çağımızın sömürücü zulüm çarkı insanları ezmektedir. İş bulamayan, aş bulamayan bir güruh insan ortaya çıkmaktadır. Çağımızda Adil Düzen Çalışanları kentlerde yerleşmektedir. Bunlara katılmak isteyen mü’minler olacaktır. Ancak bunların geçimlerini sağlamak zorundayız. Nasıl Mekkeliler Medinelilere muhacir olunca onları yerleştirdilerse, Medineliler kendi imkanlarını Mekkeli muhacirlere verdilerse; benzer şekilde biz de aşiretimizi kurarken aynı durumda olacağız. Ne var ki, önce bizim işimiz olmalıdır ki biz bunu yapalım, yapabilelim. Aramıza katılmak isteyen olunca ona iş hazırlamamız gerekmektedir.
Kapitalistler işe adam hazırlarlar, çünkü onlar için sermaye önemlidir, işçi bir mal gibi sadece araçtır.
Oysa Adil Düzenciler kişiye iş ayarlarlar, yani onların işi de insanları yaşatmak ve çoğaltmaktır.
Demek ki, bizim herkese iş hazırlamamız gerekmektedir.
Bunu nasıl yapacağız, herkese nasıl iş bulacağız?
Kuracağımız mala-mal marketler zinciri ile herkese iş bulmuş olacağız. Çünkü o marketler zincirinde her çeşit mal satılacaktır. Ham maddeyi ve makineyi vereceğiz, evinde ve işyerinde herkes bir şey üretebilecektir. Anadolu’da da o marketlerin birer mağazası olacaktır. Oradan alınan mallar İstanbul’da pazarlanacak, İstanbul’daki mallar oralarda pazarlanacaktır. Bizim araştırma merkezimiz olacak, o merkez bize yeni katılan kimseye iş hazırlayacaktır.
Meselâ; Dr. Lütfi bir arkadaş getirdi, iş arıyordu. Biz de ona iş çıksın diye Camili Çanta Ortaklığı’nı kurmaya başladık. Hasan Dalkıran’ın katkısı ile biz devam etmekteyiz. İnşaallah başarırız.
Bu çalışmalarımız şimdilik sonuç vermese bile, bize bilgi getirmektedir. Çevreyi ve oluşları öğrenmiş oluyoruz. Çalışmaların topluluğa mâl olması için rapor hâline getirip kooperatife sunmalıyız.
İşte bu kişileri işe yerleştirmeden önce de bunlara destek olmalıyız. Biz bu desteği yapmazsak işe yerleştirmemiş oluruz. Sonra da o bize katkıda bulunacaktır. Büyümenin yolu budur. Kur’an bunun için ilk yardımlaşma fonunda bunlara da pay ayırmaktadır. Aramızda işi olmadığı için darda olan kimseleri destekleyecek bir fon oluşturmalıyız. Bu yardım fonundan onlara da pay ayırmamız gerekmektedir. Marketimizden onlara destek vermeliyiz. Market mallarının son kullanma tarihleri yaklaşınca bunların hesabına yazmalıyız ve ucuz vermeliyiz. Kişi kanaat içinde yaşamlı ama aç kalmamalıdır.
وَابْنِ السَّبِيلِ (VaiBNı elSaBIyLı)
“Ve yol ibnlerine.”
Bunlar misafirlerimizdir. Bizim misafirhanemiz olmalıdır. Bize gelenler bu misafirhanelerde kalabilmelidirler. Bu misafirhanede yemekler çıkmalıdır. Yemeklerden bizden isteyenler de yararlanabilmelidir. Evde artan yemekler vardır. Çoğu zamanla bozulmaktadır. Oysa bu yemekleri buraya getirip buzdolabına koyabiliriz. İsteyenler bu yemeklerden alıp evlerine de götürebilirler. Bunun bize sağlayacağı şeyler vardır. Tanıdık konuklar İstanbul’a gelince bize misafir olmuş olurlar. Böylece bizi ve yaptıklarımızı tanır ve öğrenirler. Öğrenciler bizde kalabilirler. Topluluktan kopmuş öğrenci yurtları İslâmî değildir. Ama bizim her semtimizde böyle misafirhaneler tesis etmemiz gerekmektedir. Bizim semt bakkalı aynı zamanda sosyal merkez olacaktır.
Görülüyor ki, Kur’an bir topluluk henüz oluşmadan önce de sosyal dayanışma müessesesini oluşturmaktadır. Burada yardımlaşma müessesesi olarak dört müessese saymaktadır; akrabalar, yetimler, yoksullar ve konuklar. Oysa İslâm sitesi kurulduktan sonra bunlara fakirler, âmiller ve müellefler (kalbi İslâm’a ısındırılacaklar) de eklenmekte, ayrıca borçlulara ve kölelere pay ayrılmakta, altyapı vakıfları için de pay ayrılmaktadır. Sonra devlet aşamasına gelince bütçe farklı şekilde düzenlenmektedir.
Türkiye’de günümüzde lâik düzen vardır. İslâm şeriatına göre sosyal güvenlik sağlanmamaktadır. Varolan sosyal güvenlik sisteminde başarılı olunamamaktadır. Biz mü’minler, müslimleri de arkamıza alarak bu sosyal güvenlik müesseselerini sağlamalıyız.
İstanbul’da 1951’de İlim Yayma Cemiyeti kurulmuştur. O günden bugüne kadar kayıtlı kayıtsız en az onbinlere varan hayır müesseseleri oluşmuştur. Büyük hizmetler ve başarılar elde etmişlerdir. Ama sorunlar çözülmemiş, aksine daha da artmıştır. Neden? Çünkü bunlar bu hayır işletmelerini Kur’an’a göre kuramadılar. Batı dünyası modeli içinde hayır işleri yaptılar. Onlardan biri açıp da bu âyeti okuyarak kendi hayır müessesesini buna göre yeniden yapılandırıp ayarlamadılar. Adil Düzenciler bunu Kur’an’a göre ayarlayacaklardır.
Kur’an yalnız hayır işlemeyi emretmez, hayrın nasıl işleneceğini de öğretir. Bir hastayı tedavi ederken sadece ilaç vermek yetmez, ilacı nasıl kullanacağını tesbit edip ona göre kullanmalıdır. Yoksa dengesiz kullanılan her şey zararlıdır. Hayır müesseseleri de Kur’an’a göre düzenlenmelidir. Mevcut Batı düzeninde düzenlenen hayır müesseseleri sonunda zararlı olmakta, devlet de korunmak için onlara saldırmaktadır. Bu tezgahı da ülkemizi yıkmak için Batı kurmuştur.
Hayırdan infak için bu âyetler gelmiştir, yani maldan yapılan hayırlar anlatılmıştır. “M” ile getirilmiştir. Kesin miktarlar belli değildir. Kuracağımız hayır müessesesine temsilcilerimiz aracılığı ile ulaşmamız ve buna katılmalarını istememiz gerekir. Ancak yaptığımız harcamalar çok açık bir şekilde hayır yapanlara ulaşmalıdır. Onun için “KUL/SÖYLE” deniyor.
Ben bu hususta şu düzeni öneriyorum.
Hayır kuruluşu kurağız ve her semtte hayır yapacak kimselere ulaşmak amacı ile bir ekip oluşturacağız. Verdikleri yardım deftere kaydedilecek; verenlerin adları veya kodları ile kaydedilecektir. Sonra bu adlar internette yayınlanacaktır. Herkesin kendi verdiği orada görülecektir. Sonra bunların toplamı alınacak ve bu sefer sarf yererli görülecektir. Yardım alan kodlanacaktır. Kişi kodu her zaman öğrenip ondan veya yakınlısından bilgi alacaktır. Böylece “YaSEaLUvNeKe/Sana soruyorlar”daki denetim mekanizması sağlanmış olur.
Adil Düzen Çalışanları Kur’an’ın bu emirlerini göz önüne getirerek fıkıhlarını geliştireceklerdir.
Halk yaptığı hayrı nasıl kontrol edecektir?
Bunun mekanizması geliştirilmeli ve ona göre emniyet içinde yardım yapılmalıdır.
Aksi halde, mesela, Yenibosna’daki mağdurlara yapılacak bir yardım, tam tersine onları ezen güçlere gitmiş olabilir. Biz denetleyemeyeceğimiz yerlere yardım yapmamalıyız. Denetimizi oralara kadar götürmeliyiz.
Kur’an bunun için diyor ki, mağdurları ülkenize kabul edin ve gözünüzün önünde onlara yardım edin. Uzak yerlere yardım edin demiyor. Orada eğer böylece denetlenebilecek bir kuruluş varsa, o zaman elbette kurumdan kuruma yardım olacaktır. Ama orada eğer denetlenebilir bir kurum yoksa, halka doğrudan yardım onları buraya getirmekle sağlanmalıdır. Birçok ulemanın oturup Kur’an’ı çağın sosyal ilimleriyle değerlendirmesi gerekir. Kur’an ne söylüyorsa o doğrudur.
Geçmişte Çeçenistan’ı destekledik. Ne oldu? Orada Ruslar kötü duruma düşünce Çeçenlere saldırdılar. Sömürü sermayesi bundan yararlandı, Irak’ı işgal etti. Ne yaptık? Hem Rusların saldırıp katliam yapmasına, hem de ABD’nin bu bahaneyle Irak’ı kan gölüne dönüştürmesine sebep olduk.
Eskiden hanedan devleti vardı, din devleti vardı. Çeçenler esir idi. Sonra Sovyetler kuruldu ve esaretten kurtuldular. Zulüm yönetimine girdiler. Şimdi Sovyetler yıkıldı. Artık Ruslarla iyi geçinme zamanı değil midir? İçişlerinde serbest olmak için gerekli sözleşmeler yapılır. Biz buna katkıda bulunmalıyız. Olmazsa, o zaman iki milyon Çeçen Türkiye’ye hicret etsin, güçlenelim.
İşte, Kur’an bunu emrediyor. Denetim dışı kalan hayırlarda hayır yoktur.
Biz, Allah için hayır yapıyorsanız, Allah’ın Kitabı’na sorup hayır yapmamız gerekir diyoruz.
وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv TaFGaLu MiN PaYRin)
“Hayırdan ne yaparsanız.”
Yukarıda “hayırdan neyi infak edersiniz” denmiş ve sarf yerleri gösterilmiştir.
Burada “hayırdan ne yaparsanız” denmektedir.
“Hayırdan yapmak” ne demektir? Olanlara tutunmak demektir. Yani, maldan harcarsınız, malınız yoksa zamandan harcarsınız. Topluluk oluşurken derece derece oluşur. Başlangıçta sadece bir araya gelir, birlikte sohbet eder ve bir metin okurlar. Böylece birbirleriyle anlaşan bir aşiret oluştururlar.
Bu durum Hazreti Peygamber aleyhisselâm zamanında 6 yıl sürmüş ve Hazreti Ömer’in Müslüman olması ile son bulmuştur. Bundan sonra artık ikinci dönem başlar. Bu dönemde hayır işleri yapılır. Bir bütçe oluşturulur. Herkes buraya istediği katkıyı yapar. Kimseye ‘sen bunu ver sen bunu ver’ denmez.
Bunun gibi, insanlar zamanlarını da hayır için ayırabilirler. Bazı şeyleri nöbetleşe yapmak zorundayız. Yaşlılara ve hastalara nöbetleşe bakılabileceği gibi, hâlen yapmakta olduğumuz market çalışmasında da nöbetleşilecektir. Biz marketler zincirini ancak bu suretle kurabileceğiz.
Biz Adil Düzen Çalışanları önce neleri nasıl yapacağımızı planlamalıyız. Sonra bunu öğrenmeliyiz. Ondan sonra harekete geçmeliyiz. Biz bunları hayatımızda göreceğiz diye çalışmalıyız. Bizim hayatımızda başlamış olan bir şey yapılmış demektir. Asıl kazanç başlanmış veya başlanacak bir çalışmanın sürdürülmesidir. Bunun için birisi bir şeye başladı mı, onu bırakıp yenisine gitmek yerine onu sürdürmek için çalışmalıyız.
Gerek mâlî gerekse bedenî çalışmalar isteğe bağlıdır. Ancak söz verince onu sürdürmek gerekir. Artık farz olmuştur. Beyanla bu katkıdan vazgeçilebilir. Ama beyan etmeden vazgeçilmesi yanlıştır.
O halde Adil Düzen Çalışmalarına katılacaklar mâlen ayda ne verebileceklerini belirtmelidirler, hangi zamanlarını ayırabileceklerini belirtmelidirler; bunu yaptıktan sonra da bu sözlerinde durmalıdırlar.
İşte bu safhada gelişme böyle olacaktır.
Medine devrine geçilince artık zekât yüzdeleri vardır, beş vakit namaz vardır. Onlara uyulacak yahut o topluluk terk edilecektir. Adil Düzen sitesinde oturup toplantılara katılmamak olmaz. Sigara içilemez.
Bu kurallara uymayıp başka türlü yaşamak isteyen başka siteye gider.
فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ(215) (Fa EinNA elLAHa BiHi GaLIyMun)
“Allah onu bilir.”
Burada “ALÎM” kelimesi nekire olarak gelmiştir. Topluluğun da bilmesi gerekmektedir.
Yani, hayır yapsanız da hayrı muhasebeye intikal ettirmeniz gerekir. Hayrın işletilmesinde hayır yapanların görevi bitmez, onun içindir ki vakıf kurduğunuzda onun mütevellisini de atamanız gerekir. Yapılan hayır yazıya geçecektir. O hayrın nerelerde sarf edildiği hesaba geçecektir.
Biz İzmir Akevler’de yazmadık. Sonra hayır birikti. Sahipsiz kaldı. Korunması zor oldu. Hayırda katkısı olmayanlar ona sahip çıkmak zorunda kaldılar. Sıkıntılar oluştu. Onun için hayır yaptığınızda hesaba geçirmeniz gerekir. Siz kendinizin adının görünmesini istemezseniz birini görevlendirirsiniz. Hayır yapayım da onu Allah bilir demeyeceksiniz. Öyle olsaydı “el-ALÎM” olurdu.
ADİL DÜZEN 405
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 67. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ(216)
يَسْأَلُونَكَ عَنْ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِنْدَ اللَّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنْ الْقَتْلِ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ إِنْ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(217)
كُتِبَ عَلَيْكُمْ (KuTiBa GaLaYKuM) “Size yazıldı.”
İnsanlık tarihte birçok yönetim şekillerini geçirmiştir. Kabile yönetiminde kabile başkanı bir babanın aileyi idare etmesi gibi kabilesini yönetiyordu. Kabile başkanı herkesi ayrı ayrı tanıyor ve herkese ona göre muamele yapıyordu. Sümerler Fırat ve Dicle kenarlarında barajlar inşa edip de siteleşme başlayınca bu yönetim şekli yeterli gelmemeye başladı. Hazreti Nuh peygamber yazılı metinleri getirdi. İlk yazı Sümerler’de icad edilmiş ve yöneticiler şifahi emirler yerine yazılı emirnameler çıkarmışlardır. Tarih de bu zamandan itibaren başlar. Artık şifahi kuralların yerini yazılı kurallar almıştır.
Kur’an’da da, “Az olsun çok olsun yazmaktan üşenmeyin” denilerek, her türlü sözleşmelerin yazılı olarak yapılması emredilmektedir. Eskiden sözleşme yaparken kişiler el ele tutarlar ve eller tutulu iken söylenen sözler tarafları bağlardı. Fıkıhçılar bunu meclise çevirmişler, bir mecliste otururken söylenen sözler tarafları bağlar demişlerdir. Günümüzde bunların hiçbirisi sağlıklı değildir. Bugün için sağlıklı olan sözleşmelerin yazılması ve taraflar imza attıktan sonra onun yürürlüğe girmiş olmasıdır. Kur’an bir sözleşmedir. Kur’an’ı kabul edenler mü’min olurlar veya müslim olurlar. Orada yazılanlar onların şeriatı olur.
Kur’an burada mü’minlere hitap etmektedir. Mü’minlere savaşmak farz kılınmıştır. “Kütibe aleyküm/ Size yazıldı” sözü ile de bunun görev olarak verildiği ifade edilmektedir.
الْقِتَالُ (eLQıTALu) “Kıtal”
“KITAL” vuruşmak demektir. Vurmak katildir.
Esas olan İslâm’dır, yani barıştır; insanların sorunlarını hakemler yoluyla çözmeleridir.
Ama nasıl vücutta yalnız vücuda ait hücreler bulunmaz, hastalık yapan mikroplar bulunursa, toplulukta da hep barış içine giren ve hakemlerin kararlarını kabul eden kimseler olmayacaktır. Hakem kararlarını dinlemeyen veya hakemlerini seçmeyen kimseler de olacaktır. Bunlar fitneye devam edeceklerdir. İnsanların mallarına, canlarına, işlerine ve ırzlarına saldıracaklardır. Hakem kararlarını dinlemedikleri için onlara hukuk kuralları uygulanamaz. Çünkü hukuk ancak hakem kararlarına uyulduğu zaman uygulanabilir.
Bunlarla savaşma zorunluluğu vardır. İşte bu savaş iki şekilde olur.
Ya kişi karşı gelir ve firar eder. Bunların öldürülmesi için hakem kararı çıkar. İşte onları takip edip öldürmek mü’minlere farzdır. Müslimlere de cizye vermek farzdır. Bu da kıtaldir. Yakalayıp hapsetmek İslâmiyet’te yoktur. Hukuktan kaçan ceza olarak öldürülmektedir. Öldürülünceye kadar pişman olur da teslim olursa o zaman ona hukuk kuralları uygulanır.
Kıtalin ikinci çeşidi ise cephe savaşıdır. Karşı tarafta olanlar sizi öldürüyorlarsa öldürülürler.
Burada “KITAL” kelimesi getirilmiştir. Yani, o sizi öldürüyorsa siz de onu öldürebilirsiniz, yoksa tek taraflı kıtal yoktur. Bu sebepledir ki özel hukuka karşı gelen yani borcunu ödemeyen kimse öldürülmez. Ona bedeni ceza verilemez. O sadece borçlanma ehliyetini kaybeder, hırsızlık yaparsa kolu kesilir. Bunlar hukukîdir. Kişinin eşkıya sayılabilmesi için insanlara saldırmış olması gerekmektedir.
وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ (Va HUva KuRHun LaKUM) “Size kürh olduğu halde.”
“KERH” kelimesi “KARH” kelimesine akrabadır. “KARH” pis kokan yaradır. “KERH” olarak kullanıldığında zorlama anlamına gelir ki, “İKRAH” bu mânâdadır.
“KÜRH” ise sıkıntı anlamına gelir. Annenin hamile kalması için kullanılmaktadır. Sıkıntılıdır ama anne bundan hoşlanmaktadır, bunu isteyerek yapmaktadır. Savaş da böyledir, sıkıntılıdır ama insanlar buna razı olmaktadır. Çünkü zaferin sonunda barış vardır. Galibiyetin verdiği bir zevk vardır. Çocuğu doğan annenin duyduğu zevki duyacaktır. Bu sebepledir ki “KERHEN” değil de “KÜRHÜN” kelimesi getirilmiştir.
Evet, savaş topluluklar için sıkıntıdır. Ancak o sıkıntıdan sonradır ki bağımsızlık zevkini insanlara tattırır. Biz bugün ülkemizde alnı açık gezebiliyorsak, 10 milyon nüfustan 70 milyona ulaşmışsak, bunu dedelerimizin şehit olma yani canları pahasına savaşmalarına borçluyuz. Onlar savaşmasaydılar yine de öleceklerdi ama biz şimdi bu topraklar üzerinde yaşamayacaktık.
وَعَسَى (Va GaSAy) “Umulur, beklenir.”
Arapçada cümlelerin başına kelimeler gelir ve o cümleye değişik anlamlar yükler. İsim cümlelerine gelenler vardır, fiil cümlelerine gelenler vardır, her ikisine gelenler vardır. Bunların bir kısmı fiildir, bir kısmı da nâkıs fiildir. Nakıs fiildir demek, mastarı yoktur. Çekimleri de tam değildir. Bunların bir kısmı fiilin ismidir.
“AS” kelimesi de bu kelimelerdendir. Mastarı yoktur, muzarisi de yoktur. “AS” lazım fiil gibidir. “EN” veya “ENNE” ile gelen cümleyi beklenen hâline sokar, cümleye “öyle olması ümit edilir, öyle olması beklenir” anlamlarını verir.
Gelecekte olan şeylerin hepsi önceden bilinemez. İhtimal dahilinde ise o zaman “AS” gelir. “Asâ en temuta” denemez, çünkü zaten herkes ölecektir. Ama “Asâ en temuta gadan” denebilir, yani “sen yarın ölebilirsin” demektir. “AS” kelimesinin türemesi ise “ET” kelimesinin değişmesi ile olabilir. “ET” gelecek demektir. “ET”da kesinlik mânâsı vardır. “AS”da ise beklenti vardır. Dillerde kelimelerin söylenişi değiştirilerek yeni anlam kazandırılır. Türkçede “bol” ile “böl, “ol” ile “öl”, “gelt” ile “gilt” böyledir. “Gel”in aslı “gelt”tir. “Getir” diyoruz, aslı “geltir”dir, “götür” diyoruz, aslı “göltür”dür.
أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا (EaN TaKRaHUv ŞaYEan) “Bir şeyi kerh ederseniz.”
“KERH” kelimesi müteaddidir. Bir şeyden hoşlanmamak, bir şeyden sıkılmak demektir. İlaç alırsınız, hoşunuza gitmez. Ameliyat ederler, hoşunuza gitmez. Sabah kalkmak hoşunuza gitmez.
Savaş da böyledir, savaşmak hoşunuza gitmez. Zor olur.
Aslında her iyi şey sıkıntılıdır. İmtihana girersiniz, sıkılıp terlersiniz.
Napolyon’u Ruslar savaş açtı diye uyandırmışlar; o da “Ben imtihan var sandım, beni bunun için mi uyandırdınız?” demiş. Ama herkes yine de imtihana giriyor.
Savaşın durumu budur. Hoşumuza gitmez ama sonu saadettir.
وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ (Va HuVa PaYRun LaKuM) “O sizin için hayırlıdır.”
Birçok hoşlanmadığımız şeyler, bize sıkıntı veren şeyler vardır ki, sonu bizim için hayır olmuştur.
Karahanlılar ile Gazneliler anlaşırlar ve Oğuzları batıya sürerler. Onlar bundan hoşlanmazlar ama batıda bunlar hakim olurlar. Sonra Selçuklu İmparatorluğu kurulur ve Osmanlılar doğar. İmparatorlukları o zamanki dünyayı yönetti. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti vardır. Ama şimdi ne Karahanlıların ne de Gaznelilerin torunları bağımsız bir devlete sahip değildirler. Muhacirler Mekke’den kovuldular ama sonra İslâm devletini kurdular. Osmanlı İmparatorluğu dağılmıştır ama Cumhuriyet ortaya çıkmıştır.
Adil Düzen Çalışanları bugün başarısız gibi görünüyorlar ama bu başarısızlıkları onlara “Adil Düzen”i öğretmektedir. Yarın bu başarısızlıkların sonucu insanlığa “Adil Düzen”i getirecektir. Yeter ki sabretsinler ve çalışmalara devam etsinler.
وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا (Va GaSAy EaN TuXibBUv ŞaYEan)
“Umulur ki bir şeyi muhabbet ederseniz”
Türkçede “sevmek” karşılığı “nefret etmek” kullanmaktayız. Arapçada sevmek “muhabbet etmek”, nefret etmek “kürh etmek” olarak kullanılmaktadır. Türkçedeki “hoşlanmak” da hem muhabbet hem de rıza anlamında kullanılır. Bu sebepledir ki dillerden dillere tercüme kolay değildir, hattâ imkansızdır.
Kur’an tercüme edilmeyecektir. Âlimler Kur’an’a dayanarak kendi topluluklarının o günkü sorunlarını çözen kitaplar yazacaklardır. Kur’an üzerinde düşündüreceklerdir. Ama hiçbir zaman bu meal Kur’an’dır denemez. Değişik meallerin okunması gerektiği gibi, her yıl yorumlu mealler yayınlanmalıdır.
وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ (VB aHUVa ŞarRun LaKuM) “O sizin için şer olur.”
Bir şeyden hoşlanırsınız ama sonra o sizin için kötü ve şer olur. Kredi kartı ile alışveriş yaparsınız, sizin hoşunuza gider, ama sonra iflas ederseniz ve intiharı düşünürsünüz.
1950’li yıllarda Demokrat Parti’yi iktidar ettik, hoşumuza gitti ama Türkiye’deki putperestliği o parti getirdi, Türkiye’yi borca o soktu, askeri müdahaleleri o başlattı, lâik-dindar savaşları onlar zamanında başladı.
Halk Partisi geldi, hoşlanmadığımız inkılâplar yaptı ama sonra o inkılâplar bizi güçlü cumhuriyete ulaştırdı. Biz hem Batı’yı hem de İslâmiyet’i o inkılâplar sayesinde öğrendik. Çünkü eskiden okuyanlar Arapça okuyup Arapça söylerlerdi ama söyleyenler de ne söylediklerini bilmezlerdi. Bugün bütün İslâmî eserler tercüme yoluyla Türkçeleşmiştir. Biz İslâmiyet’i Latin harfleri sayesinde öğrenmeye başladık.
وَاللَّهُ يَعْلَمُ (Va elLAHu YaGLaMu) “Allah ilmediyor”
Fiil burada muzari getirilmiştir. Sanki sonradan öğrenmiş gibi ifade edilmiştir. Allah için zaman sözkonusu olmadığı için fiili mazi de söylense tam ifade etmemiş olur, fiili muzari de söylense tam ifade edilmemiş olur. Bu sebepledir ki bazen “ALİME” bazen “YA’LAMU” demektedir. “YA’LAMU” deyince daha çok genel olayları içerir. “ALİME” ise belli olayı içerir. Yani “YA’LAMU” istiğrak için, “ALİME” marife için daha çok kullanılır.
وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ(216) (VaEaNTuM LAv TAGLaMUvNa) “Ve siz bilmezsiniz.”
İnsanın aklı birçok yerlerde sorunları çözer ama kâinatın doğal ve sosyal kanunlarını tam bilmediği için Marks gibi saçmalar. Marks zamanında genetik bilinmiyordu. DNA’lar henüz bulunmamıştı. Akraba evliliğinin zararları anlaşılamamıştı. O sebeple Marks evlilik müessesesinin gereksiz olduğu, hayvanlar gibi serbest cinsi ilişkide bulunulması gerektiği görüşünü savundu. Oysa bu durum akraba ilişkilerini ortaya çıkaracak ve insanlık dejenere olacaktı. O halde Kur’an’ın söylediklerini yapmamız gerekmektedir.
Bugün domuz eti hakkında da fazla bilgimiz yoktur ama domuz eti Tevrat’ta da haramdır, Kur’an’da da.
***
يَسْأَلُونَكَ عَنْ الشَّهْرِ الْحَرَامِ (YeSELuNaKe ) “Sana haram şehrden sual ediyorlar.”
Savaştan evvel infaktan bahsedilmiştir. Daha önce de be’s ve darradan bahsedilmiştir.
Daha önce insanların tek ümmet oldukları, sonradan ihtilaf ettikleri anlatılmıştır.
Bütün bunlar arasında ne ilişkiler vardır?
Diğer canlılar kendi aralarında savaşmadıkları halde, insanlar en güçlü yaratıklar oldukları için denge kendi aralarındaki savaşlarla sağlanmıştır. Bu sebeple insanlar ayrı ayrı devletler hâlinde organize olmuşlardır.
Sömürü sermayesinin tek devlet anlayışı bu bakımdan gerçekleşmeyecek saçma bir anlayıştır.
Bu dünya ölümlüdür. Canlılar belli ömürleri yaşadıktan sonra öleceklerdir. Ölünceye kadar geçen dönemde birbirlerini yiyerek geçinmektedirler. Hayvanların hepsi bitkileri yiyerek geçinirler. İnsanlar da hayvanları ve bitkileri yiyerek geçinirler. Savaş olmazsa topluluklar yaşlanır, sosyal çürüme ve koku ortaya çıkar. Adalet bu dünyada değil âhirette sağlanacaktır. Bu dünya geçicidir, âhiret ise bakidir.
İnsanlar toplu olarak yaratılmıştır ama herkes kendisi için çalışır. Sosyal dayanışma ile varlıklarını ve topluluklarını sürdürürler. Devlet aşamasından önce de insanlar savaşıyorlardı.
Devlet yani sosyal yapı iki şeye dayanır. Bunlar da savunma ve geçinme, yani çalışma ve yaşamadır.
Bu âyetlerde insanlığın sosyal yapısı anlatılmaktadır.
“Sana soruyorlar, soracaklar. Haram ayından soruyorlar, haram mekandan soruyorlar.”
İnsanlar savaşırlar ama savaşın da kendi kuralları vardır, ona uyarlar. Bugün atom bombasının kullanılmasını meşru görmüyorlar, biyolojik silahların kullanılmasını meşru görmüyorlar, kimyasal silahların kullanılmasını meşru görmüyorlar, bir de soykırımı meşru görmüyorlar.
Dört haram ay vardır. O aylarda savaşlar meşru görülmüyor. Çünkü sürekli savaş her iki tarafı çökertir.
Evet, savaş olmalıdır ama yenen ve yenilen belli olsun diye savaş olmalıdır. Kitlesel soykırımlar olmamalıdır. Bunun için savaşmanın meşru olmadığı yerler olmalıdır. Oraya sığınanlar savaştan kendilerini kurtarmalıdırlar. Avrupalılar bunun için İsviçre’yi seçmişlerdir. Kur’an da Mekke’yi seçmiştir.
Bize göre her kıtada bir haram il olmalı ve orada savaş meşru olmamalıdır. Oraya gidip sığınanlar kendilerini emniyette bulmalıdır. Bir de haram aylarda savaş olmamalıdır. Bu aylar hac ayları ile Recep ayıdır.
Yani, sene ikiye ayrılmıştır. Yarısında savaş haklı nedenlerle meşrudur. Sonraki altı ayın ilk ayında savaşmak haramdır. Ondan sonra da son üç ayda savaşmak haramdır. Meşru da olsa o aylarda savaş yapılmaz. Yani, bir ülke aleyhine hakemler karar aldılar, bu ülke ile savaşılır dendi. Komşu devletlerden bazılarında veya uzak devletlerden bazılarında askeri birlik oluşturuldu. Artık o ülke ile savaş meşrudur. Ama haram aylardadır. Savaşamazsınız, beklersiniz. Haram aylar geçtikten sonra iki veya altı ay gibi bir zamanı var, o aylar içinde savaşı kazanmanız gerekir. Yoksa geri çekilirsiniz. Mesela Irak’ı ele alalım. Savaş altı ayda veya iki ayda bitti ise bitti, bitmedi ise yenemediniz demektir. Geri çekileceksiniz ve bekleyeceksiniz. Haram aylar geçince saldırabilirsiniz. Haram aylarda savaşı devam ettiremezsiniz. Kişiler savaş meydanını bırakıp haram kentlere gittilerse, artık orada onları takip edemezsiniz.
Buna benzer kurallar cahiliye Araplarında vardı ve bunu Kur’an teyit etti. Ne var ki savaş tek taraflı bırakılamaz. Karşı taraf saldırmaya devam ediyorsa, siz elinizi kolunuzu bağlayıp teslim olamazsınız.
İşte “senden bunu sual edeceklerdir” deniyor.
Buradaki “sen” zamiri kimdir?
Uluslararası başkan olan Mekke imamıdır. Kurallar koyar, o kurallara mü’minler uyarlar. Bir de devlet başkanlarıdır. Başkanlar da kurallar koyar, ülke dışı savaşlara o kurallar içinde gidilir. İl başkanı da kurallar koyar, eşkıya öyle takip edilir. Haram aylarda takip durur.
Burada “sual etmek” izin almak demektir.
Demek ki, son savaş kararını insanlık başkanı verir, devlet başkanı verir. İl başkanı takip kararını verir. Hakemlerin karar almaları yeterli değildir. Son izin ondan çıkacaktır.
Demek ki, Irak’a gitmek için bugün ne yapılacak? ABD önce hakemlere gidecekti, hakemlerden karar almalı idi. Birleşmiş Milletler’in ekseriyet kararı yetmez. Savaşmak için bu yeterli değildi. BM Genel Sekreteri’nden izin çıkmalı idi. Savaş ancak o şartlarla başlayabilir, Irak’a öyle saldırılabilirdi. Sonra, haram aylarına kadar sonuç alınmamışsa, haram aylarda geri çekilmeli idi. Saddam devrildikten sonra Irak’ta demokratik meşru hükümet kurulmalı idi. Bu hükümet ile ABD anlaşma yapıp çekilmeli idi. Harp tazminatını alabilirdi. Mesela, şu kadar varil ham petrolü Irak borçlanabilirdi. Ama savaş böyle yıllarca devam edemez.
قِتَالٍ فِيهِ (QıTALun FİyHi) “Onda savaşı soruyorlar.”
Tekrar edelim ki, hakem kararı olmadan savaşmak haramdır. Kur’an’da ve uluslararası sözleşmelerde meşru görülen hallerde savaş meşrudur. Yani, başkalarının ülkesine saldırırsınız, işgal edersiniz, mallarını ve ülkelerini ganimet yapabilirsiniz. Savaşacak elebaşlarını da öldürebilirsiniz. Ama bütün bunlar hakemlerin kararı ve insanlık başkanının izni ile olacaktır. Haram aylarda ise bu savaş başlayamaz. Ama karşı taraf saldırırsa, o zaman siz de savunma durumdasınız, yani savunma savaşı her zaman meşrudur.
قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ (QuL QıTaLun FIyHi KaBİyRun) “Söyle, orada kıtal kebirdir.”
Yani, o ayda savaşmak, haram ayında savaşmak büyük günahlardandır.
Burada haram ayı cinstir. “FÎHİ”deki zamir o sebeple müfrettir. Her ay ayrı haram ayı olarak görülecektir. Dolayısıyla Recep ayı müfret olarak haram ayıdır. Haram ayları dörttür. Üçünün hac ayı olduğu başka yerde belirtilmiştir. Bir ayın da ayrı olduğu burada belirtilmiş oluyor. Çünkü haram ayı olarak zikretti.
Şimdi bu ayın hangi ay olması içtihadına gerek vardır. Senenin son yarısını ilk ay olarak seçmemizde isabet vardır. Böylece senenin yarısında galip aylar haram ayları olur. Diğer altı ay ise savaş ayı olarak kalır. Sünnetin uygulaması budur. Bunda da icma vardır. Zaten isim olarak haram aylar Arapçada bu ayların adıdır.
Bu aylar gökteki aylardır. Çünkü şehr bedir demektir. Gök aylarının ismidir. Kıyas da buna uygundur. Böylece savaş ve barış ayları mevsimlere göre dolaşır ve dengesizliğe sebep olmaz.
Günahlar iki türlüdür. Büyük günahlar ve küçük günahlar.
Büyük günahlar olarak şunlar sayılmıştır.
a) Yönetime isyan etmek en büyük günahtır.
b) Anne babaya eziyet etmek,
c) Zina yapmak,
d) Hırsızlık yapmak,
e) Yalandan şahitlik yapmak,
f) Zina iftirasını yapmak,
g) Haksız yere insanı öldürmek,
h) Savaşta firar etmek büyük günahtır.
i) Burada haram aylarında kıtal etmek,
j) Faizli muameleleri meşru görmek büyük günahtır.
Kur’an haram aylarda savaşmayı meşru görmemektedir. Büyük günah saymaktadır. Haram yerlerde de savaşı kıyas yoluyla büyük günah sayarız. Böylece İslâmiyet’in ne kadar barışçı din olduğu ortaya çıkmaktadır.
Savaşların meşruiyetinde ne kadar zorluklar bulunduğunu öğreniyoruz. Bir savaş altı ayda bitmelidir. İnsanlığı devamlı olarak çarpışır hâle koymak gerçekten büyük sıkıntılar yaratmaktadır.
Bu kural Filistin için de geçerlidir.
Eşkıya altı ay bastırılmalıdır. Bastırılamıyorsa, bir aylık bir ara verilmelidir. Sonra iki ay bastırılmalıdır. Bastırılamıyorsa, sonra dört aylık bir ara verilmelidir. O topluluk böylece yaşamak için gerekli hazırlıklar yapar. Soykırımına uğramazlar. Oysa bugünkü savaşlar soykırımına götürmektedir.
وَصَدٌّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ (VaÖadDun GaN SaBIyLı elLAHi) “Allah’ın sebilinden saddetti.”
Haram aylarda kıtal, ama “Allah’ın yolu”ndan saptırmak için kıtal, hakem kararlarına uymamak ve saptırmak için kıtal.
“Allah’ın yolu” topluluğun yoludur, yani herkesin gelip geçtiği ve serbestçe dolaştığı yoldur. Genel olarak şeriat topluluğun yoludur. Topluluğa ait olup herkesin yararlanmasına ayrılmış olup bir yerinden saptırmak, uzaklaştırmak, bu amaçla savaş yapmak, meşru olmayan yol için savaş yapmak.
Burada şu sonuç çıkar. Haram aylarda hakem kararları olsa da savaşılmaz, haramdır. Ama saldıranlara karşı savaşılır. Akla şu soru gelir; haram ayda bir devlet haklı olarak saldırırsa onunla savaşılır mı? Hayır, onunla savaşılmaz, çünkü orada Allah’ın yolundan saddetme yoktur. Günahtır ama savaşan olursa da suçlu değildir.
وَكُفْرٌ بِهِ (Va KufRun BiHIy) “ve O’na küfürdür.”
Buradaki zamir nereye gitmektedir? Buradaki zamir Allah’a mı gitmektedir? Bundan sonra Mescidi Haram’a atfedildiği için bu zamir Allah’a değil sebile gitmektedir. Sebil, ağ şebekesi demektir, yollar demektir.
Ondan yani yoldan sapıyorlar ve sapıtıyorlar. Kamu alanlarında insanların dolaşmalarını önlüyorlar. Baş örtülüsün diye okula almıyorlar. Oysa orası -adı üstünde- kimsenin şahsi alanı değil, kamu alanıdır, kimse kimsenin oraya girmesine mâni olamaz. Kamu alanında suç işlenirse cezası vardır, kanunda yazılı cezalar verilir.
Kur’an’da oraya girme yasağı konmuşsa ve adam girerse onun da cezası vardır, mahkeme kararı ile cezası verilir. Hukuk düzeninde polis kamu alanına girmek isteyen kimseye mâni olamaz.
وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ (Va eLMasCiDi eLXaRAMı) “ve mescidi harama”
Şimdi burada yollara ve mabetlere küfretmekten bahsedilmektedir.
Yollara nasıl küfredilir? Mescidi Haram’a nasıl küfredilir?
Bir kimsenin birini yoldan geçirmemesi ve ona zulmetmesi cinayettir. Kişi isterse affeder, isterse kısas uygular, isterse de diyet alır. Bu hususta kamu yetkisini kullanma hakkı mağdura verilmiştir. Yani affederken kendisi affetmektedir. Kamu adına affetmektedir. Ama bir kimse kamu alanını, yolu ve mescidi ‘burası benim malımdır’ diyerek halkı buradan geçirmeyip de sahiplenmeye kalkışırsa, bu küfürdür. O zaman onunla savaş meşru olur. Buradan şu sonuç çıkar. Nefsi müdafa haram aylarda da meşrudur. Bir kimsenin malına, canına, işine veya ırzına dokunulursa kişi kendisini savunur ve onu def eder. Savunurken zarar verirse diyetini öder ama kısas yapılmaz. Oysa saldıran kimse zarar verirse kısasa tâbi olur. Madem ki yoldan geçirmeme kıtal sebebidir, o halde evleviyetle savunma sebebidir. Kamu alanından bile geçirmemesi kıtalı gerektiriyorsa, kişinin özel alanına girerseniz elbette savunma hakkı doğar.
Biz istihsan ile “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bunları yazdık.
Bir kimse malını, canını, işini ve ırzını korumak için savunmaya geçer ve karşı tarafı öldürebilir de. Burada bu istihsanımızı âyet teyit etmektedir.
وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ (VaEiPRACu EHLiHi MiNHu) “Ve ehlini Mescidi Haram’dan çıkarmak”
Burada zamir Mescidi Haram’a gitmektedir. Mescidi Haram’dan maksat tüm Mekke’dir, çünkü muhacirler oradan çıkarılmışlardır, mescitten değil. Bu da bizim mikat hakkındaki içtihadımızı teyit etmektedir.
Mescidi Haram deyince tüm Mekke’dir. Harem alanlardan insanları çıkarmak kıtalden daha büyük bir günahtır. Burada önemli olan husus “EV” değil de “VE” harfi ile atfedilmiştir.
Kur’an burada şunu anlatmaktadır. Bunları ayrı yapmak kıtal için sebep değildir, ama sistematik olarak fiiller işlenirse, o zaman artık onun hakkında haram aylarında da olsa onunla kıtal meşru hâle gelir. Kur’an burada bize bir şeyi öğretmektedir. Suçlar vardır ve onların cezası da kanunlarda yazılıdır, o ceza verilir. Suçlar sistematik işlenirse ve artık ona verilen cezalar onu durduramıyorsa, o zaman o kimse ile savaş meşru hâle gelir.
Suçlu olanın sürülmesi ayrı şeydir, suçsuz kimseleri tehcir etmek ayrı şeydir. Burada sayılanlar sistematik suçtur, odak hâline gelmedir. Zina yapmak başka bir şeydir, zina müessesesini işletmek başka şeydir. Bunlara karşı yapılacak uygun şey sürmedir. Orada da pisliğe devam ederlerse savaştır.
أَكْبَرُ عِنْدَ اللَّهِ “Allah indinde ekberdir.”
Yani katilden ekberdir. “Mine’l-katl” hazfolunmuştur.
Buradan şunu öğreniyoruz ki, büyük günahların da dereceleri vardır. İdamı gerektiren suçtan daha büyük suç vardır. Kişiyi mürtet kabul edilerek mallarını müsadere ederek öldürme, İslâm mezarlığına gömmeme ve namazını kılmamadır.
وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنْ الْقَتْلِ (VaelFiTNaTü EaŞadDu MiNa elQATLı) “Fitne katilden eşeddir.”
Fitne ile savaş arasında ne fark vardır? Savaşta karşılıklı cephe kurar, birbirinizi öldürmeye başlarsınız. Birkaç ay içinde savaş biter. Ölenler ölür, yenilenler yenilir, kalanlar hayatlarına devam ederler. Bu “kıtal”dir.
“Fitne” ise terör olaylarıdır. Nerede, ne zaman, nasıl bir şekilde ve kimlerin öldürüleceği bilinmeyen bir olaydır. İnsanların mallarının, canlarının, işlerinin ve ırzlarının emniyette olmasıdır. Cephe kurulmamıştır. Kimin dost kimin düşman olduğu bilinmiyor. Fitne galip gelse bile bir sonuç elde edilemez.
Bugün PKK’lıları kullanıyorlar. Yarın olmayacak olanı farz etsek, Türk ordusu yenilmiş ve çekilmiştir diye kabul etsek; o zaman oraya huzur mu gelecektir, sükunet mi gelecektir? Bilakis fitne daha da artacak, birbirini kırma ve öldürme daha çok büyüyecektir. Örgütlenmemiş topluluklar düzen sağlayamazlar. Bunun en açık örneği Türkiye ve Afganistan’dır. Türkiye İstiklâl Savaşı yaptı ve meclisini de kurup devleti oluşturdu. Savaş kazanılınca hemen Osmanlılardan daha güçlü devlet ortaya çıktı. Oysa Afganistan’da da savaş kazanıldı ama bir başkanın ve meclisin çevresinde örgütlenmedikleri için sonunda ne oldu? Daha kötü duruma düştüler. Şimdi Rusları arıyorlar. Ruslar çekildi, Amerikalılar çekilmiyorlar.
O halde diktatörler zulüm yapsalar da itaat edilecektir. Fitne katilden daha eşeddir. Hicret edilecektir.
وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ (Va LAy YaZAvLUNaKuM YuQAvTiLUNaKuM)
“Sizinle mukateleden zeval etmezler. Sizinle savaşmaktan vazgeçmezler.”
Kâfirlerin bu mücadeleleri nedir? Acaba niçin savaşırlar?
Mü’minler iktidarda iken dinde zorlama yapmazlar, baskı altına almazlar, adaleti uygularlar.
O halde onların savaşları nedendir? Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz.
a) Onlar Allah’a inanmamaktadırlar. Tüm çevreyi insanları kendilerine düşman zannediyorlar. Herkes onlara düşman olunca onlar da herkese düşmandırlar. Birbirlerine de düşmandırlar. Ancak en güçlü olarak sizi gördüklerinden size en çok düşmandırlar.
b) Onlar iktidarda olsalar size nefes aldırmayacaklar, yalnız dininize değil her şeyinize saldıracaklardır. İçlerinden hep bunun hasretini çekiyorlar. Siz de iktidarda olsanız sizin de onlar gibi onlara muamele edeceğinizi zannediyorlar. Bundan dolayı size düşmandırlar.
c) Onlar zulümden zevk alırlar. Mü’minler nasıl iyilikten zevk alırlarsa, onlar da başkalarına eziyetten ve muzırlıktan zevk alırlar. Ruhları kasvetleşmiştir.
d) Nihayet onların görevi odur. Nasıl Allah mikropları yarattıysa, onları da mü’minlere saldırsınlar diye yarattı, vazifeleri odur. Neden böyle yarattı, Allah onlara neden dolayı bu görevi verdi?
1- Mü’minlerin içindeki münafıklar zoru gördüklerinde kaçsınlar, gerçek mü’minler ile sözde mü’minler birbirlerinden ayrılsınlar diye böyle yaptırmaktadır.
2- Mü’minleri kutlu görevi görecek şekilde yetiştirmek için onları böylece eğitsinler, Allah’ın yeryüzündeki hilafet makamına sahip olsunlar diye onlara bu görevleri vermiştir.
3- Mü’minlere hatalarını göstersinler, onlar da onların yaptıkları zulümlerden ders alsınlar ve kendi eksikliklerini düzeltsinler diye onları görevlendirmiştir. Bir musibet bin nasihatten daha etkilidir.
4- Yaşlanmış, bozulmuş ve artık görev yapamaz hâle gelmiş olan kuruluşlar ortadan kalksın da yenilerine yol açılsınlar diye Allah onlara o görevleri vermiştir.
حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ (XatTAy YarudDuKuM GaN DİyNiKuM)
“Hatta sizi dininizden reddedene dek sizinle savaşmaktan vazgeçmezler.”
Onlar sizin kendi dinlerine girmenizi istemezler, onlar sizi sizin dininizden ayırmak isterler.
Sermaye Türkiye’yi Yahudi yapmak istemiyor, Hıristiyan olmasını istemiyor, dinsiz olsun istiyor.
Dininden vazgeçeceksin, bir dinin olmayacak, bir düzenin olmayacaktır.
Bu sebepledir ki Ayasofya kilise yapılmıyor, müze yapılıyor. Bu sebepledir ki imam hatip liseleri ve Kur’an kursları yasaklanıyor. Bu sebepledir ki Hıristiyanlık propagandasına da karşıdırlar.
Oysa mü’minler Hıristiyanlığı da kendi dinleri kadar severler. Severler ve Hıristiyanlıktaki yanlış inanışları düzeltmeye çalışırlar ama Hıristiyanlığı reddetmez, Hıristiyanlara düşman olmazlar.
إِنْ اسْتَطَاعُوا (EiN EiSTAOAvGUv) “İstitaa ederlerse.”
“TAV’” gücü yetmek demektir. Olgunlaşmış meyve ele geldiği için tav’ denmektedir.
Burada “neye güçleri yeterse” demektedir. İki anlamı vardır.
Güçleri yetse savaştan geri durmazlar. Güçleri yetmediği için savaşmıyorlar.
Lâikçiler mü’minleri yok etmek için 1920’lerden beri faaliyettedirler. Ama hiç bir zaman güçleri yetmemiştir. Yaptıkları her hareket sonunda aleyhlerine olmuştur. Türk ekonomisini çökertmek için elli yıldır faaliyettedirler. Ha başarıyoruz, ha başardık dedikleri zaman bile Türkiye ekonomi bakımından güçlenmektedir. Türkiye’ye 1950 yıllarında saldırdılar. Önce kredi verip altyapıyı yaptıracak, sonra Türkiye’yi işgal edeceklerdi. Baktılar ki olmadı, 1950’lerde kredileri kestiler. DP eldeki altınları sattı ve yatırıma devam etti. Altınlar bitti, enflasyonla yatırıma devam etti ve on yıl içinde Türkiye tarım döneminden sanayi dönemine geçti. Darbe yaptılar, başbakanı astılar ama Türkiye yatırımlara devam etti ve sanayi dönemine geçti. Onu da indirdiler. Türkiye sanayileşmeyi Anadolu’ya taşıdı. Tekrar darbe yaptılar ama Türkiye özel sektörü geliştirdi. Tekrar darbe yaptılar, Türkiye bu sefer de sermayesini dışarıya açtı. AK Parti zamanında ne oluyor? Halk ekonomisi gelişiyor.
Güçleri yetmediği için sizinle savaşmıyorlar.
Irak’la savaştıramadılar, İran’la savaştıramadılar, Bulgaristan’la savaştıramadılar.
Güçlerinin yetmediği ikinci konu da, sizi dininizden vazgeçiremiyorlar.
Lozan’da inkılâpları Türkiye’yi dinsizleştirmek için dayattılar. Dinsizleştirmek için neler yaptılar?
a) Saltanatı kaldırdılar. b) Hilafeti kaldırdılar. c) Tarikatları kapattılar. d) Medreseleri kapattılar. e) Yazıyı değiştirdiler. f) Cuma tatilini Pazara aldılar. g) Dini neşriyatı yasakladılar. h) Okulları, basını, yayını dinsizleştirme ve ahlâksızlaştırma için kullandılar. ı) Takvimi ve saati değiştirdiler. j) Hacca gitmeyi yasakladılar. k) Kurban derileri, zekât ve fitrelere el koydular. l) Camileri müze yaptılar. m) Ezanı zorla Türkçe okuttular. Bunlar planlı bir şekilde Türkiye’yi dinsizleştirmeyi hedeflemiştir. Ama ne oldu?
Bütün bunlar tersine döndü, Türkiye bugün Müslümandır. Anayasa ekseriyeti ile mü’minler iktidardadır. Hâlâ da onlar bu hırslarından ve planlarından vazgeçmemişlerdir.
Elbette Allah’ı yenmek mümkün olmaz. Sosyalistler daha beterini yaptılar ama tarihe gömüldüler.
Türkiye ise bütün bunları Batı’yı oyalayarak atlattı, şerleri hayırlara çevirdi.
Bizim yapacağımız nedir? İslâm âlemi bugün mağlup bir şekilde perişan durumdadır. Müslümanların yapmaları gerekenler nelerdir? İslâm âleminin bugünkü durumda olmasının sebepleri nelerdir?
a) İslâm uygarlığı bin yıllık ömrünü doldurdu ve yaşlandı. Yerini II. Kur’an uygarlığına bırakmak durumundadır, bundan dolayı bugünkü vaziyettedir. Bunu bilerek sabır gösterip yeni İslâm uygarlığını kurmak için çalışmalıyız.
b) Bundan bin sene önceki içtihatlar ve oluşmuş fıkıh bugün artık günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Yeniden içtihat yapıp II. Kur’an uygarlığını kuralım diye Allah bizi mağlup etmiş ve bizi uyarmıştır.
c) I. Kur’an uygarlığı tesis edilirken bugünkü imkânlar yoktu. Kur’an’ın istedikleri o zaman yerine getirilemezdi. Bu sebepledir ki 30 yıl sonra hilafet saltanata dönüşmüştür. Bugün bizim bugünkü Batı uygarlığının üstünde bir uygarlık kurmamız gerekmektedir. Bu da Kur’an’ın yeniden anlaşılması ile mümkün olacaktır. Kur’an mucizesini ortaya koyalım diye Allah bize mağlubiyeti tattırmıştır.
d) Bugün yalnız İslâm âlemi perişan durumda değildir. Bütün dünya perişandır. Batı teknikte ve ekonomide çok ileri gitmiş durumdadır ama hukukta ve yönetimde gerçekte bizden de geridir, bizim bin sene önceki durumumuzdan da geridir. Dünyaya kurtuluşu getirmemiz için bizi böylece mağlup etmelerine Allah izin vermiştir. Haçlılar Kudüs’ü aldılar, ikiyüz yıl Kudüs’ü onlar yönettiler ama sonra İslâm uygarlığını kabul etmek zorunda kaldılar. İşte bugünkü mağlubiyetimiz “Adil Düzen”i insanlığa getirmemiz için Allah’ın uyarısından başka bir şey değildir. Biz “Adil Düzen”le üstün olacağız. Böylece “Adil Düzen”in İlâhi düzen olduğu ortaya çıkacaktır.
وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ (Va MaN YaRTaDDiD MiNKuM GaN DİyNiHi)
“Sizden dininden kim irtidat ederse.”
Burada hem irtidattan hem de dinden irtidattan bahsetmektedir.
Dinler ve dindarlar derece derecedir; müşrikler, kâfirler, müslimler ve mü’minler vardır.
Müşrikler dinsiz kimselerdir, yani onların düzenleri yoktur. Her topluluğun tanrısı vardır. Onlara göre toplulukların tanrıları savaştadır, onlar da o sözde tanrılarının askerleridirler. Bu anlayışın bâtıl bir anlayış olduğu bugün bütün ilimler tarafından kesin olarak ispatlanmıştır. Kâinat tek gücün eseridir, kendi içinde tutarlı ve düzenlidir. Matematikle ifade edilir durumdadır.
Kâfirlerin ise kendilerinin dinleri vardır. Hakem kararlarına uymaktadırlar. Ancak mü’minlere cizye verip genel güvenliğe kendileri bedenleriyle katılmamaktadırlar. Biz onlara saldırmayız, ama onların güvenliklerini de korumayız. Bunların irtidadı müşrik olmaktır, yani hakem kararlarını kabul etmemektir.
Müslimler ise savaşa katılmazlar ama hakem kararlarını kabul ettikleri gibi savaşmama karşılığı bedel verirler, cizye verirler. Bunların hukukunu biz koruruz. Bunların insan hakları bakımından mü’minlerden farkı yoktur. Bunların irtidadı da şirk kabul edilir, yani onlara artık kâfir değil müşrik muamelesini yaparız. Müşriklerle savaşmak meşrudur. Kâfirler saldırmazlarsa onlara saldırılamaz. Yani, ancak hakem kararlarını kabul etmeyenlerle savaşılabilir. Bugün buna yargı üstünlüğü diyorlar.
Mü’minlere gelinirse, bunlar mâlen ve bedenen cihada katılanlardır. Bunların irtidadı da küfür kabul edilir, o devletin içinde kalma hakları kalmaz.
فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ (Fa YaMuT VaHUVa KaFiRun) “İrtidad eden kâfir olduğu halde ölür.”
Burada “Fa” getirilmiştir, fa-i takibiyedir. Kim ki kâfir olarak ölür, aynı hükme tâbidir demektir. Yani kâfir olanla sonradan kâfir olan arasında fark yoktur ama dininden irtidat eden kâfir olur demektir.
Burada “FA YUKTAL” denmemekte, “FA YAMUT” denmektedir. Demek ki irtidat eden katl olunmayacaktır. Kâfir iken mevt ederse onun hükmünü söylemektedir.
Yahudilik İlahî dindir. Hıristiyanlık da İlahî dindir. Hıristiyanlar Yahudiliğe dönemezler. Çünkü daha eski dindir. Onlar zaten Hazreti Musa’ya inandıkları için Yahudidirler. Onların Yahudi olmaları demek, Hazreti İsa’yı inkâr etmeleridir. O da dinden dönmedir. Ama Yahudiler Hıristiyan olurlarsa dinden dönmüş olmazlar, çünkü Hazreti Musa’ya inanmaya devam ediyorlar demektir.
Tabii Kur’an mü’minleri için de durum böyledir. Kur’an müminleri Hıristiyan olamazlar, çünkü zaten Hıristiyandırlar. Hıristiyan olmak demek, Kur’an’ı inkâr etmek demektir.
Burada “MİNKÜM” kelimesi bunu anlatmak için getirilmiştir. Yani onların mü’min olmalarında irtidat yoktur. O kâfir iken ölürse demiş oluyor. Kur’an’ı ve Hazreti Muhammed’in elçiliğini tasdik etmiş olduğu halde Hıristiyanlarla yaşadığı için onların mabetlerine gitse insan irtidat etmiş olmaz.
فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ (Fa EuLAvEiKa XaBIOaT EaGMAvLuKuM)
“İşte onlar amelleri hubut etmiş olanlardır.”
Bir işe başlarsınız, uğraşırsınız, sona ulaşılmakta iken bakarsınız ki boşa gider, yaptıklarınız bir işe yaramaz olur. Buna “hubut etme” denmektedir. “Habt etmek” bir şeyin bozulup dağılması anlamındadır. Bozulmuş, dağılmış, parçalanmış, yaramaz hâle gelmiş demektir.
Sonuç itibariyle kâfir olarak ölenlerin eski yaptıkları işler işe yaramaz hâle gelmiştir. Sonunda yapılan iyilikler de eski kötülükleri silip süpürür. Son durum esas alınmıştır. Çünkü hak bulunduktan sonra bâtıla gitmek affedilemez. Hak bulununcaya kadar insan mazur olabilir.
فِي الدُّنْيَا (FIy elDuNYAv) “Dünyada”
“Adil Düzen”e sahip olduktan sonra onu terk etmek, dünyayı ve âhireti kaybetmektir.
Adil Düzen Çalışanları olarak bu hususu iyi bilmeniz gerekmektedir.
Henüz “Adil Düzen” üzerinde çalışma onlara nasip değilken, onların sorumlulukları daha azdır. Ama “Adil Düzen”i öğrendikten ve kabul ettikten sonra onu terk etmek dünyada da başarısızlığın kaynağı olur.
Cizye verenlerin savaşma mecburiyeti yoktur ama nöbetliliği kabul ettikten sonra artık ondan cizye kabul olunmaz. O ülkede yaşama hakkı kalmaz. Allah da “Adil Düzen”i bırakanların bütün çalışmalarını boşa çıkarır. Erbakan bunun şuurunda olarak son yıllarda “Adil Düzen ve Milli Görüş sempozyumları” yapmıştır ama ne yazık ki yerli ve yabancı kimseler bu sempozyumlarda “Adil Düzen”den bahsetmemişlerdir.
وَالْآخِرَةِ (VaeLEAPıRat) “Ve âhirette de.”
Allah kullarını seçer ve onlara görev verir.
Eğer “Adil Düzen”e ulaşmış iseniz, Allah’ın seçilmiş kullarısınız demektir. Artık bunun şükrünü eda etmeniz gerekir. Bu makama ulaştığınız için hamd etmelisiniz. Ama geri dönmenin de tehlikeli olduğunu bilmelisiniz. ‘Allah beni niye seçti?’ diyemezsiniz. Bu, ‘Allah beni niye yarattı?’ demek olur. Allah bizi yaratırken bize sormadı, bizi böyle yarattı. Allah da bu şerefli görevi bize verdi. ‘Niye verdi?’ diyemeyiz.
Babam hoca olmasaydı, bucak müdürlüğünden ayrılmasaydı, ders okutması yasaklanmasaydı, belki de ben şimdi bunları yazamazdım. Hayatımın takdirleri bana şimdi bunları yazdırıyor.
Buna hamdediyorum.
Nasılsa öleceğim. Beni hiçbir zaman aç bırakmadı, arkadaşlarıma sevdirdi, beni desteklediler. Onların sayesinde denemeler yaptım. En küçük gevşemeden korkuyorum. Ama hepimiz O’na teslim olarak dua etmeliyiz. Allah bizi kendi yolunda cihattan ayırmasın. Bu dünyada ve âhirette malımız hubut etmesin. (Amin)
وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ (VeEuLAEiKa EaÖXABu elNARı) “İşte onlar nâr ashabıdırlar.”
“SAHABE” kelimesi “SAHAFE” kelimesine akrabadır. Nasıl bir defterin sahifeleri birbirine yakın ise, karşı karşıya ise; arkadaş olan kimseler de birliktedirler, birbirlerini tamamlarlar.
İnsanların birbirine arkadaş olmaları böyle ifade edildiği gibi, “ASHÂBI NÂR” demek, cehennemde birbirleri ile arkadaştırlar demektir. “EHLİ NÂR” dediğimizde, onlar cehennemin yerlileridir demektir.
“ASHAB”da arkadaşlık vardır, “EHL”de ise malikiyet vardır. Onlar ateşte arkadaştırlar, yani cennete değil cehenneme gideceklerdir.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(217) (Hum FIyHAv PaLiDUNa)
“Onlar orada haliddirler.”
“Onlar orada süresiz kalıcıdırlar.”
Kur’an’da geçen bu ifadeler kâfirlerin hep cehennemde kalacaklarını ifade etmektedir.
Bu ifade ile “Allah kimseyi kötülüklerinden fazlası ile cezalandırmaz” ifadesi arasında çelişki vardır. Sınırlı olan hayatta işlenen suçlar da sınırlıdır. Sonsuz hayat, nasıl olur da sınırlı ceza karşılığı tutulur?
Bunun tevilleri şöyle yapılır.
a) Cehennem halkı cezalarını çektikten sonra cehenneme alışırlar ve ora halkı olurlar. Böylece cehennemde kalma hep azab çekme demek değildir.
b) Kâinatın nasıl ömrü varsa, cehennemin de ömrü vardır. Cehennemin ömrü bitinceye kadar orada kalırlar, sonra oradan başka bir âleme geçerler. Belki de bu yer araf olur.
Hangimiz en küçük bir sıkıntıya bile rızamızla dayanırız?
O halde biz âhiretimizi cennet yapmak için bu âyeti aklımızdan çıkarmamalıyız.