ADİL DÜZEN 428
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 90. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ وَتَثْبِيتًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ أَصَابَهَا وَابِلٌ فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ فَإِنْ لَمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(265)
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِنْ نَخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاءُ فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ(266)
وَمَثَلُ (VaMaÇaLu) “Ve meseli”
Bundan önce riyaen infak edenler gibi sadakaları menn ve eza ile iptal etmeyin, onun meseli şöyledir demişti. Şimdi ayrı âyette Allah için harcayanı anlatmaktadır. Böylece Allah’ın rızasını ibtiga ederek infak edenlere ayrı yer vermektedir.
“Ve” harfi ile atfederek iki kimsenin meselinin farklı olduğunu belirterek anlatmaktadır.
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ (elLaÜIyNa YuNFıQUvNa EaMVALaHuM) “Mallarını infak edenler.”
Önceki âyette riyaen infak edeni müfret olarak getirdi. “Malını infak eden” dedi. Burada “mallarını infak edenler” deniyor. O gösteriş için infak ediyor; bu Allah rızası için, topluluğun rızası için infak ediyor. Ben, sen, o ayrı ayrı vermiyoruz, ortak bütçe oluşturuyoruz. Herkes oraya katkıda bulunuyor. Harcama da oradan yapılıyor.
Burada mallarımızı birlikte infak edeceğimiz anlatılıyor ama mal da çoğul getiriliyor. Dolayısıyla kişisel katkımız da belirtiliyor.
Yetkili kıldığımız kimseye bir veya birkaç defter veriliyor. Bunu yönetim kurulu üyeleri imzalıyor ve defter karar defterine geçiyor. Yetkili belirtiliyor. O kişi defter alıyor. İnfak edeceklerden istiyor. Verdiklerini deftere yazıyor. Yevmiye defteri ile yazıyor. İsterse kendi gerçek adı ile yazıyor, isterse bir kod ile yazıyor. Bu suretle toplanan paralar internete geçiyor. Herkes kendi ismini veya rumuzunu okuyor. Kayda geçtiğini kontrol edebiliyor. Sonra bunlar harcanıyor. Harcamalar da internete geçiyor. Eser meydana geliyor. İsteyenler eseri gözle görürler. O eserin kaça mâl olduğunu keşfettirirler. Böylece kendi verdiklerini kontrol etmiş olurlar. Yeterince harcanmadığına kanaat getirirlerse hakemlere giderler. Keşif yaptırırlar ve yöneticilerin âkilesine ödetirler. İşte burada kurallı erkek çoğul getirmiş olması bu mekanizmaya bizi zorlamaktadır. Şöyle ki, kişi hem kendi yaptıklarını kontrol edebilmeli hem de beraberce harcamalıdır.
Burada “malları” tâbirini kullanmaktadır. Beşte bir paylar ortaklığın olduğu halde, ödeyinceye kadar onun mülkündedir demektir. Yani topluluk adına mâliktir. Zaten kendisinde kalan da topluluk adınadır. Beşte ikisi yeniden üretime harcasın diye ona bırakılmaktadır. Topluluk adına üretim yapmaktadır. Beşte biri de çocuklarına baksın diye kendisine bırakılmaktadır. Çünkü çocuklara bakma görevi de topluluk adına ona verilmiştir.
ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ (EiBTiĞAEa MeRWATi elLAHi) “Allah’ın merdâtını taleb ederek.”
“Merdât” “rıda/rıza” fiilinin müennes ism-i zaman veya mekân veya masdar-ı mimidir. Allah’ın razı olacağı zamanı veya yeri arayarak veya rızasını isteyerek denmiş olur.
Bu ifade bize birtakım yükümlülükler yüklemektedir.
1- Bir defa biz araştırıp nereye harcamamız gerektiğine karar vereceğiz. Nasıl mal alırken en ucuzunu ararsanız, satarken en pahalı satmaya çalışırsanız, aynı şekilde malları harcarken de nerelerde harcamamız gerektiğini arayıp en uygun yere vermek durumundasınız. Gerçi malınızı ortak fona, başkana veriyorsunuz ama nerelere harcanması gerektiğine de siz karar veriyorsunuz. Ben zekâtımı veriyorum, şuradaki köprü yapılsın diyorsunuz. Yahut şu aç doyurulsun ve giydirilsin diyorsunuz; o yediriliyor ve giydiriliyor. Ama paranız artmış ve başka yerde de kullanılmış olabilir.
2- Harcama zamanı üzerinde durulmalıdır. Yılbaşında elde edilen o gün harcanmamalıdır. Bugün gelen elli haftaya bölünmeli, gelecek haftalara taksim edilmelidir. Böylece her hafta benzer gelire sahip olmuş, harcamalar haftalık periyoda dönüştürülmüş olur. Bu da bizim bugün olduğu gibi yıllık bütçeler değil, haftalık bütçeler yapmamızı gerektirir. O zaman muhasebe olmadığı, ortak ambar olmadığı için öyle yapılması zorunlu idi. Ama şimdi muhasebede çok kolaylıkla hesaplayabilirsiniz Bir ton patates zekât geldi ise elliye böler, her haftaya düşen patatesi kaydedersiniz. Sonra uygun zamanda patatesi paraya çevirdiğinizde bütün haftaların hesabındaki patates YTL’ye çevrilir.
3- Harcama mekânı da seçilmelidir. Uygun yerlere harcanması gerekir. Kur’an’da belirtilen yerlere harcanacaktır. Kişi fakirler arasında fark gözetmekten ziyade, harcamaların Kur’an hükümlerine uygunluğunu denetleyecektir. Bununla beraber bir fakir özel olarak fazla muhtaç ise farklı işlem de yapılabilir, fondan borç alınabilir.
4- Burada “Allah’ın merdâtı” denilmiştir. “Allah”tan murad O’nun halifesi olan topluluk olacaktır. Topluluğun rızasını arayarak harcama yaparlar. Kişi kişiye verince riya olabilir. Ama kişi ortak hesaba verip de oradan dağılınca, bunun da kira payı olduğu bilindiği takdirde artık menn ve ezaya gerek kalmaz.
5- Sondaki tenis “te”si aynı zamanda çoğul “te”sidir. O zaman bir yere değil de çok yere vermemiz gerekir. Bütün fakirlere bölüştürüyoruz. Çok zaman olması gerekir. Haftalara bölüştürüyoruz. Âyetler nasıl birbirlerini tebyin ediyor, dikkat olunmalıdır.
وَتَثْبِيتًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ (Va TaTBIyTan MıN aNFuSiHiM)
“Ve nefisleri tarafından tesbit ederek harcarlar.”
Bu ifade çok önemli bir ifadedir. Kimi zenginler vardır ki hayır yaparlar, verirler ama verilenlerinin nerede harcandığı üzerinde durmazlar. Kendi mallarına sahip çıktıkları gibi topluluğun mallarına da sahip çıkmazlar. Topluluk için harcayacak ama sonuna kadar takip edecek, heder olmasını önleyeceklerdir.
Biz şunu yapıyoruz. Nerelere harcanacağına zekât verenler karar verecektir. Zekât bir ortaklıktır. Herkes katkıda bulunarak ortaklık kurulmaktadır. Sonra da ortaklar veya onların temsilcileri tarafından yönetilmektedir.
Kendileri tarafından tesbit edilmiş yani başkaları tarafından zorlanarak değil, kendi istekleri ile harcayanlar. Kendi istekleri ile infak edenler anlamına gelir. Yahut “min” izafet “min”i olursa, kendileri tesbit ederek infak edenler anlamına da gelmiş olur.
İslâm düzeninde zorlama yoktur. Herkes kendi isteği ile hareket eder. İyilik yapanlara iyilik olur. Kötülük yapanlar da mahkeme kararı ile mahkum edilir ve herkes kendi isteği ile hakemlerin kararlarına uyar. Hakem kararlarına uymayanlara şu muameleler yapılır.
a) Hakemlerin kararlarına uyanlara sağlanacak iyiliklerden bu kimseler mahrum edilir. Mesela kredi verilmez. Bu onun için caydırıcıdır.
b) Hakemler kararına uymayanlar, borçlarını ödemeyenler, hattâ ödeyemeyenler borçlanma ehliyetini kaybederler. Bu da onlara bir yaptırımdır.
c) Hakem kararlarına uymayanlar bucaktan sürülürler. Böylece o bucak o türlü kimselerden arınmış olur. Başka bucaklar kabul etmezse gezgin olarak dolaşıp dururlar.
d) Nihayet bedenî zarar iras ettikten sonra hakem kararlarına uymayanlar güvenlik kuvvetleri tarafından ortadan kaldırılırlar.
Hukuk düzeninde zorla malını alma, hapsetme, kovalama, yakalama diye bir işlem yoktur. Hukuk düzeni hürler düzenidir.
كَمَثَلِ جَنَّةٍ (Ka MaÇaLı CanNaTin) “Cennetin meseli gibidir.”
Daha önce “Kemeseli Safvanin” demiştir. Burada mukayese edilen cennet ve cehennem değildir. O cennet harfi tarifle gelir; “El-Cennet”tir. Bu ise herhangi bir bahçedir.
“Cennet” bağlık ve meyvelik demektir.
Yukarıda üzerinde toprak bulunan kayalık diye bahsedildi. Burada cennetten söz edilmektedir.
Toprak bitkiler tarafından oluşturulmaktadır. Bitkiler kökleri ile kayaları delerler ve saplanırlar. Yapraklar dökülür ve çürür. Böylece kayalardan aldıkları madenleri iade ederek toprak oluştururlar. Kökler kayalara saplanıp tutunmuş oldukları için yağan yağmur sağanak olsa da etki etmez, sabit kalır. Bitki örtüsü adeta insandaki deri gibidir, toprağın alınıp götürülmesini önler. Bitki örtüsü olmayan topraklar eğer karada iseler, yağmur suları tarafından alınıp denizlere götürülürler. Böylece bir taraftan deniz dolmaya başlar, diğer taraftan karalar topraksız yani hayatsız kalır. Hafifleşen dağlar yeraltı mağmanın kaldırma kuvveti ile yükselmek ister ve bu da zelzeleye sebep olur. Bu sebepledir ki dünyada çok az çıplak kaya vardır, yeryüzü bitki örtüsü ile kaplıdır.
بِرَبْوَةٍ (Bi RaBVaTin) “Rabvette”
“Bi” harfi “Fi” mânâsına gelir. “Ene Fî Bosna” dersem, ben Bosna’nın herhangi bir yerindeyim demektir. “Ene Bi Bosna” dersem, ben Bosna’nın belirli yerindeyim demektir. Yani cennet rabvenin belli yerindedir. Eteğinde değil, tepesindeki düzlüktedir. Yüksek yerdedir.
“Rabve” üstü düz tepe demektir.
Yüksek yerlerin özelliği vardır. Rüzgar doymuş su buharı içerir. Bu rüzgar bir tepeye çarptığı zaman yağmur yağmaz, çise yapar. Dağa çarptığı zaman da yağmur yağar. Yüksek yerlerde temiz hava vardır, çünkü pis hava aşağı yerlere çökmektedir. CO2 yani karbondioksit oksijenden daha ağır olduğu için oksijen yüksek yerlerde daha fazladır. Dolayısıyla hayvanların burada yaşamaları daha kolaydır. İnsanlar da dinlenmek için ya deniz kenarlarına ya da dağlara çekilirler.
“Terbiye” kelimesi buradan gelmektedir. Tepenin yeşilliklerle terbiye edilmesi gibi insan da bedenen veya ruhen eğitilmektedir. Ağaçlar da böyle büyümektedir.
أَصَابَهَا وَابِلٌ (EaÖAvBaHAv VAvBiLun) “Ona vâbil isabet etmiştir.”
“Vâbil” yağmur demektir.
Yağmurlar dört şekildedir.
a) “Tall” çise demektir. Yağmaz ama bitkileri yapraklarından doyurur. Bitkiler köklerinden su aldıkları gibi yapraklarından da alabilirler.
b) “Vâbil”dir. Vâbil yağmur taneleri ihtiva eder. Yavaş yavaş toprağa düştüğü zaman toprak onu emer, içer. İstenen ve makbul olan yağmur budur.
c) “Matar”dır. Bu sağanak hâlindeki yağmurdur. Yağdığı gibi akıp gider, topraklar ve bitkiler ondan yararlanamaz.
d) “Sayyib”dir. Bu da yıldırımlı ve şimşekli yağmurdur.
Bu tepeye ve bu tepedeki bahçeye vâbil yağmıştır, tatlı yağmur yağmıştır Toprak onu emmiştir. Toprak su ile dolmuştur. Sonra bitkiler onu kullanacak ve gelişecektir.
Kur’an bize burada sulama tekniğini de öğretmektedir. Yağmurlama suretiyle sulama yararlıdır. Yağmurlama sistemi havayı ve yaprakları temizler, toprağı sulandırır. Bir de sular oksijenlenmiş olur. Çünkü köklerin de oksijene ihtiyacı vardır.
فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ (FaEAvTaT EuKuLaHAv WıGFaYNı) “Ükülünü dı’feyn vermiştir.”
Demek ki sulanan topraklar iki misli verim verirler. Ne var ki yeraltı suları ile sulanan topraklar çölleşmekte, tuzlanmakta ve verimi azalmaktadır. Ancak yağmur suları ile sulamamız hâlinde topraklarımız uygun hâle gelir. Göller ve göletler yağmur suları ile dolmalıdır. Yağan yağmurlar toprakla değil de bitki örtüsü ile temas etmelidir. Yeryüzünde bitki örtüsü olmayan yer kalmamalıdır. Böylece yağan yağmurlar göllere temiz olarak gelirler. Bu sularla sulanan topraklar da temiz olurlar.
Burada misal olarak tepeyi getirmiştir. Çünkü tepelerde yağan yağmurlar tuzları alıp götürürler. Oysa düz yerlerde tuzlar orada çöker ve kalır. İlkin düz yerler verimlidir. Çoraklaşıncaya kadar orası daha bereketlidir. Ama zamanla düz yerler çoraklaşır. Bundan dolayıdır ki sulama işleri, suni sulama işleri yamaçlarda yapılmalı, düz yerlere gitmeden kanallara alınmalı ve denize gönderilmelidir. Ovalar ise doğal yağmurlarla sulanmalıdır.
Su hayattır.
Su damarlarda akan kandır.
Kanda şeker ve yağ olunca sıkıntılar meydan getirmektedir. Suların devrinde de dengesizlik ortaya konmamalıdır. Sanayi artıkları ile sular ve denizler kirletilmemelidir.
“Ükül” kelimesi Türkçedeki yemiş kelimesine tekabül eder. “Ekletmek” yemek demektir.
“Dı’f” iki kat demektir. “Dı’feyn” ise dört kat anlamındadır. Verim dört misli artar demektir. Gökten inen yağmur saf sudur. İçinde zararlı veya fazla tuzlar yoktur. Köklerden gelen mineralleri de kullanarak bünyeyi dört kata çıkarmaktadır.
فَإِنْ لَمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ (Fa EiN LaM YuÖıBHAv VABiLun) “Vâbil isabet etmezse”
Burada “Fa” harfi ile getirilmiştir. Bu öyle bir tepedir ki, vâbil isabet etmezse çise isabet eder, susuz kalmaz . Çünkü bir yer eğer susuz kalırsa o zaman oradaki bitkiler kururlar. Yeşillik ortadan kalkar. Sonra birden sağanak yağmur alıp götürür.
Bu âyetlerin iyi anlaşılması için köylerde büyümüş olmak gerekir, bunları yani bu tabiat olaylarını bizzat yaşamış olmak gerekir.
Eskiden Araplar çocuklarını süt annelerine verip büyütürlerdi; çöl ve çadır hayatını görsünler diye. Biz de şimdi dinlenme evlerini öneriyoruz. Kentte oturan herkesin kent dışındaki kırlarda en az bir dönüm yerinin olması gerekir, orada ahşap evinin olması gerekir. Çocuklar hiç olmazsa tatil günlerinde oralarda yaşamalı, oraları görmelidirler. Çisenin soğuk ve temiz havasını solumalıdırlar.
Şehirde büyüyüp doğayı göremeyen insanların beyinlerinde boşluk var demektir.
Bunun dışında bugün köyler boşalmaktadır. Tarım unutulmaktadır. Şehir çocukları yarın oraları, o arazileri, tarım topraklarını işletemez hâle gelmektedir.
Yapılacak iş; artık halkımızı köylerde sabit tutmak, oraları canlı hâle getirmektir.
Bu nasıl olacaktır?
Teknoloji köylere götürülmelidir. Oralara kredi verilmelidir. Tarım ürünleri sübvanse edilmelidir. Şöyle ki, selem senedi ile sipariş alan köylü, selem senedini kredilendirmelidir; faizsiz kredilendirmelidir, sanayi kredisi verilmelidir. O zaman sanayinin rantını tarıma aktarmış oluruz.
فَطَلٌّ (Fa ĞalLun) “Talleder”
“Tall” ıslak topraktır. Islatan çiğe de “tall” denir. Çise olarak gelmiş olmaktadır. Yağmur yağmıyor ama esen rüzgar nem bırakıyor, toprağı kurutmuyor. Yapraklar da nemli hava geldiği için çok su harcamıyor. İki misli verim vermiyor ama normal olarak daima yeşildir ve meyvelidir.
İşte, gönül rızası ile infak edip menn ve ezaya tâbi tutmayanların durumu budur.
Zekât ne yapıyor?
Ekonomide denge vardır. İşçiler işyerlerinde çalışır ve ücret alırlar. Onunla mağazalara gidip kendi ürettikleri malları alırlar. Mağazalar tüccarlardan, tüccarlar da işyerlerinden malları satın alırlar. İşçiler yeniden çalışırlar. Böylece döngü devam eder.
Ne var ki bazen bu döngü kesilir. İşçiler işsiz kalır. Ellerine para geçmez. Mağazalardan mal alamazlar. Mağazalar da tüccarlardan mal alamazlar. Tüccarlar da fabrikalardan mal alamazlar. İşçiler de işsiz kalmış olurlar. Böylece tüccarlar da mal alıp satamaz, dolayısıyla kriz olur.
İşte, burada zenginlere düşen bir iş vardır; kriz zamanında da zekâtlarını vermek. Böylece mallarının kırkta biri eksilecektir. Ama bu sayede halkın eline geçen paralarla mağazalardan malları alacaklar; onlar da tüccarlardan alacaklar; onlar da fabrikalardan alacaklar ve fabrikalar işçileri çalıştırıp iş vereceklerdir. Böylece döngü başlayacaktır. Tüccar o verdiği kırkta biri ikinci döngüde kâr olarak elde edecektir.
İşte ekonomideki çise bu zekâttır. Yağmur ücret ise, çise de zekâttır. Çise sayesinde dağdaki yeşillik sürer gider. Yeşillik yağmuru çeker, yağmur sel yapmaz.
Zekât vermezseniz tepe çıplak kalır, erozyon olur, toprak denizlere akıp gider.
Burada bir taraftan doğadaki canlılığın oluşması anlatılmakta ve toprak anlatılırken diğer taraftan da ekonomik döngü ve tıkanmalar anlatılmaktadır.
وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(265) (Va elLAHu BiMAv TAGMaLUvNa BaÖIyRun)
“Allah amel ettiklerinizi basîrdir.”
“Basîr” kelimesi burada nekre gelmiştir. O halde Allah’tan başka da basîr vardır.
“Mâ” genellik mâsıdır. O halde ne yaparsak kamu onu bilecektir. Tüm yapılanlar ve hayırlar kaydedilecektir. İnternete girdi mi orada kimin ne verdiği bilinecektir. Adını kullanmak istemeyen rumuzla girmiş olur.
İnsanlar gelecekte sabahleyin kalkıp işe başladıkları zaman yaptıkları işleri kaydedeceklerdir. Akşam üstü yatsı namazına geldikleri zaman o günkü tutanaklarını muhasiplerine verecekler, muhasipler de kayda geçireceklerdir. Böylece ne amel yapılmış ise hepsi yazılmış olacaktır. Buradaki bu ifade bunu göstermektedir; nekreliği bunu göstermektedir. İleride zaten başka türlü hayat olmayacaktır. Çünkü insanlar tamamlayıcı bir üretim yapamayacaklar, mutlaka parça parça işlemlerle ürün elde edilecektir. Mesela, bir mal bir yerden bir yere taşınacak. Siz onun yerini bilgisayara girer ve teşhir edersiniz. Nakliyecilerden boş olanlar gelip onu alır ve götürürler. Size haber bile vermezler. Onlar o malın kime ait olduğunu da bilmezler. ‘Ben şu malı şuradan aldım ve şuraya götürdüm. Eşyada o yazılı idi. İnternette de ilanı vardı.’ O kadar; işini yapar ve ücretini alır.
Geleceğin dünyasında hayat hep böyle akıp gidecektir.
Bir işte başarıya ulaşmak için işi yapan kimsenin kendisini vererek çalışması gerekir. Bunu sağlamanın yolu herkesin müteşebbis olması, elde ettiği malın kendisinde kalmasıdır. Kişilerin müteşebbis hâle gelebilmesi için ona imkânlar verilmelidir. Zarar etse bile korkulmamalıdır. Bir müteşebbis on defa zarar etse ve bir defa kazansa bile, o kazanç geçmişteki on zararı telafi eder.
Bir devletin veya bir bucağın sağlam para çıkarıp faizsiz kredi olarak dağıtması menn ve ezaya tâbi tutulmayan infaktır. Toplanıyoruz ve birisine diyoruz ki; ‘Sen çalış, zarar edersen biz sana kefiliz. Borcunu biz ödeyeceğiz.’ İşte bu kişi üretime geçer. Yüzde seksen başarır; yüzde yirmi de batabilir. Ne var ki bir işletmenin batması ülke ekonomisine zarar getirmez. Millî ekonomide eksilme olmaz. Biri kaybederse diğeri kazanır. Millî sermaye sabit kalır. Önemli olan âtıl kalmayıp sürekli hareket hâlinde olmaktır. Ne de güzel söylemişler; ‘Nerede hareket, orada bereket.’
***
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ (Ea YaVadDu EaXaDuKuM) “Biriniz meveddet eder mi?”
Vadide sular meylederek akar gider. İnsan da eğer bir şeyin peşine takılır giderse, onun peşine koşarsa, arzularsa, ona “meveddet” denir.
Burada “Biriniz ister mi?” sorusunu soruyor; yani hiçbiriniz böyle bir şeyi istemezsiniz.
Burada hitap edilen kimdir?
Burada hitap edilen “ey iman edenler”dir, yani “mü’minler”dir. Siz menn ve eza ile yaptığınız iyiliği çürütmeyin, iyiliği menn ve ezaya tâbi tutmadan yapınız. Eğer siz zekât müessesesini sonunda menn ve ezaya çevirirseniz, o zaman biriktirdiklerinizi yangına vermiş olursunuz.
Burada işaret edilen başka bir husus, vergi halka zor gelmemelidir, eziyet olmamalıdır. Halk ödemekle yükümlü olacağı vergileri kolaylıkla ödemelidir. Bunun için şu kurallar getirilmiştir.
a) Vergi kişilerden değil, işletmelerden alınmalıdır. Kişi kazanmıyorsa vergi ödememelidir. Haraç memnudur.
b) Vergiyi zengin ödemelidir. Fakir ve yoksul vergi ödememelidir.
c) Vergi maldan ödenmelidir. Paradan vergi ödenme zorunluluğu kalkmalıdır, çünkü o zaman mükellef vergi ödeyebilmek için malını yok pahasına satar.
d) Vergi borcu kişinin beyanına dayanmalıdır. Aksi sabit oluncaya kadar beyanı esas alınmalıdır. Memurun re’sen tarhı zulümdür. Genel hukuk kurallarına aykırı olarak mükellefe kazanamadığını ispat külfeti yüklemek zulümdür.
Menn ve ezadan oluşan zulmün sonu aşağıdaki sonuçlardır. Ne olur? Vergi ödeyemeyen işletmeler batar. Sonra hiç vergi alamazsınız. İşte ateşin bahçeyi yakması budur.
أَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ (EaN TaKUvNa LaHUv CanNaTun) “Onun cenneti olsun.”
Tarımda iki çeşit üretim vardır. Biri buğday gibi her yıl ekmedir. Bu usul toprağı aşındırmakta, doğal oluşu önlemektedir. Bu sebepledir ki Kur’an’da tarım olarak hep meyveliklerden bahsedilmektedir. Toprağı ağaçlandırdığınızda bu ormanın gördüğü görevi görür. Diğer taraftan da meyve vermektedir. Zaten insan meyvecil bir varlık olarak yaratılmıştır.
Bugün yeryüzünde çöl yerler vardır. Buralarda bitki örtüsü bile yoktur. Buralar sulansa buğday ambarları hâline gelir. Tahıl ana gıdadır. Bunlar üretilmelidir. Bataklıklarda pirinç yetiştirilmelidir. Ama diğer alanlarda hep meyvelikler oluşturulmalıdır. Meyve ağaçları hem meyve verir, hem de ormanın gördüğü görevi görürler. Burada da bu cennetten bahsetmektedir.
مِنْ نَخِيلٍ (MiN NaPıLın) “Hurmalıklardan bahçesi olsa.”
Bir bahçe var, o bahçe içinde “hurma ağaçları” var.
Bahçede ayrıca diğer ağaçlar var. O bahçe içinde üzüm bağaları var. Diğer çilek gibi meyveler var. Aynı cennetin içinde var. Kışın yaprak döken meyveler var, kışın yaprak dökmeyen meyveler var.
وَأَعْنَابٍ (Va EaGNABın) “Üzümden bağlar vardır.”
“Üzüm” kısa boylu asma tipi meyvelerdendir ama o da birkaç yıl yaşar. Her yıl yeniden yetiştirilmez. Kur’an insanların bu tür meyvelikler yapmasını, ağaçlar dikmesini istemektedir. Çünkü bunlar erozyona sebep olmazlar. Her ailenin böyle hurma ve üzüm karışımı tarlasının olması gerekir. Bir dönümlük yerde bunlar bulunmalıdır. Çünkü bunlar her türlü kriz zamanında insanın yaşaması için gerekli olan besinleri sağlar. Canlılar arası dayanışma vardır. Canlılara gerekli olan bütün maddeleri bir canlı üretmez. Üretim konusunda tüm canlılar arasında işbölümü vardır. Her canlı başka bir maddeyi üretir. Besin olarak birbirlerini yiyen canlılar, sonunda birinin ürettiğinden hepsi yararlanır. İnsan meyve yiyecek şekilde yaratılmıştır. Ancak insan sadece bir meyveyi değil, değişik meyveleri yemelidir. Dolayısıyla bir dönümlük bahçede değişik meyveleri yetiştirmek gerekmektedir.
Şunu belirtmeliyiz ki, burada hurmadan söz edildi, biz de bahçemizde hurma yetiştireceğiz. Diğer ağaçlar da onun yerini alacaktır. Hurma örnek olarak zikredilmiştir. Üzüm de öyledir, örnektir. Bununla beraber genetik araştırmalar yapmalıyız, belki Sibirya’da da yetişen hurma ağaçları vardır. Bunu bilmek için gen analizlerini yapmamız gerekmektedir. Aynı şeyi üzüm için de söyleyebiliriz. Üzüm daha yaygın şekilde yetiştirilmektedir. Hurma ise şimdilik çok dar sahanın meyvesidir. Bu bakımdan da bir sınıflama yapabiliriz. İki çeşit meyve vardır. Biri her iklimde yetişir, diğeri ise ancak özel iklimlerde yetişir. Ama hepsinin bir alternatifi vardır. Kur’an’da hurma ve üzüm çifti bu sebeple bahis konusu olabilir. Bununla beraber hurmanın her yerde yetiştirilmesi için denemeler yapılmalıdır.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (TaCRIyMın TaXTıHav eLEaNHARu)
“Tahtında nehirler cereyan eden bahçe vardır.”
Cennet bir tanedir ama tahtında iki nehir değil nehirler cereyan etmektedir. Bu cennet âhiret cenneti değildir. Bu cennet dünya cennetidir. Bu nasıl olacaktır?
Bugünkü sulama sistemi yanlıştır. Meyveliklerin içi künklerle döşenmelidir. Bunlar toprağın altına gömülecektir. Onun için “tahtında” denmektedir. Mesela bir metrede bir döşenecektir. Künkün içinden sular akacaktır. Meyve ağaçlarının kökleri künkü saracak ve ondan suyunu ve mineralleri emecektir. İşte onun için “tahtihâ/altında” diyor da “fîhâ” demiyor ve onun için “enhâr”ı çoğul olarak getirmiştir. İnsanlık bu sulama tekniğini henüz kullanmamaktadır. Âhiretteki cennette de bu sulama tekniği vardır. Demek ki kapalı borularda akan sulara da “enhâr” denmektedir.
Buradan diğer âyetin yorumuna gideceğiz. Sudan, baldan, sütten ve hamrdan nehirlerden bahsedilmektedir. Bu nehirler boru şebekeleridir. Çeşmeden süt akacak, çeşmeden bal akacak, çeşmeden su akacak ve çeşmeden meyve suları akacak bir dünyaya doğru gidiyoruz demektir. Kur’an üzerinde çalıştıkça birçok şeyleri öğrenmiş oluruz. Bir cennet ve enhâr/nehirler bize bunları öğretti.
لَهُ فِيهَا (LaHUv FIyHA) “Orada onun için vardır.”
Burada önemle temas edeceğimiz husus, orası firdevs cennetidir. Başkasının ortaklığı yoktur. Oradaki meyveler de satılmak için değildir. Ailenin kendisi için bu meyvelik vardır. Elde ettikleri meyveler buzluklarda saklanır ve bütün yıl boyunca yenir. Ağaçlar farklı zamanda yetişirler. Meyveler alınır, saklanır; yahut pekmez yapılır, reçel yapılır; herkes kendisi yapar. Böylece tarımdaki birikim unutulmaz. Savaş ve âfet zamanlarında da aile yaşamaya devam eder.
Burada “lehu”yu başa alıp sonra “fîhâ” demesinin hikmeti, cennetin kendisine mahsus olduğunu ifade etmek içindir.
Çatalca Bahşayış köyündeki yerimize otuz-kırk aile sığabilir. Birer oda yaparız. Sonra meyvelik hâline getiririz. Hepimiz Kur’an’ın bize tanımladığı cennete sahip oluruz.
مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ (Min KulLi elÇaMaRAvTi) “Her semerattan vardır.”
“Semerât” burada marife gelmiştir. “Semereti” denseydi her çeşit meyve olurdu. Oysa burada her çeşit meyve değildir, belli çeşitlerden birer tane vardır demektir. Burada kurallı dişi çoğul gelmiştir, birbirini tamamlayan meyveler demektir.
Önce Çatalca Bahşayış köyünde ne yetişiyorsa o meyvelerden dikmeliyiz. Bu bakımdan belirleme vardır. Sonra her çeşit meyveden dikilmelidir; orada yetişen meyvelerden her çeşit dikilmelidir. Sonra her mevsimde tazesi olacak şekilde meyveler dikilmelidir.
Artvin’in Camili bucağında ilk armut Nisan ayında ortaya çıkar, değişik çeşitleri ile Aralık ayına kadar devam eder. Üç dört ay da ambarlarda saklanır. Böylece meyvesiz zamanlar olmaz. Meyve toplayıcılık döneminin yaşanabildiği bir yerdir.
Çatalca Bahşayış köyü arazisinde neler dikmeliyiz? Meyve gruplarını şöyle sıralayabiliriz.
a) Erik tipi meyveler. Bunların tohumu değil, tohumun etrafını çeviren et kısmı yenir. Hurma, elma, armut, ayva gibi meyvelerden uygun olanları tesbit etmemiz gerekir: Ziraat müdürlüğüne gidip oralarda nelerin yetişeceğini tesbit etmeliyiz. Yetişme zamanlarını da belirlemeli ve onları dikmeliyiz. Anadolu ve Trakya’daki çeşitlerinden yararlanmalıyız.
b) Ceviz, fındık, badem, fıstık gibi meyvelerin ise içleri yenir.
c) Üzüm, böğürtlen, çilek gibi meyvelere de yer vermeliyiz.
d) Kavun, karpuz, yer elması benzeri meyveler için de bir kenarımız olmalıdır.
İşte, bir dönümlük bir yere neler sığdırabilirsek sığdırmalıyız. Semerât bahçesini yapmalıyız. “Semerât”ın dişi kurallı çoğul gelmesi bize bunu anlatmaktadır.
Bakınız, biz ne yapıyoruz? Bir bahçe yaparken bile Kur’an’a danışıyoruz. Kur’an bize ne tavsiye ediyorsa onu yapmaya çalışıyoruz. Her şeyde ve her hareketimizde Kur’an esas olmalıdır. Her şeyi Kur’an’a danışmalıyız. O zaman biz başarıya ulaşmış oluruz. Böyle bir misal getirirken Kur’an aynı zamanda bize yaşamamız için gerekli şeylerin dersini de veriyor.
İnsanlık günümüzde çıkmazdadır. Sorunlarını çözemiyor. Kentleşme çarpıktır. İnsanlar oksijensiz yerlerde ömürlerini tüketiyor. Akevler ise bunlara çareler arıyor. Biz harekete geçtiğimizde O bize yardım edecektir.
وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ (Va EÖAvBaHUv elKiBaRu) “Ona yaşlılık isabet etmiştir.”
“İsabet” nedir? Ok attığınız zaman hedefine ulaşmışsa isabet etmiştir demektir. Daha çok muhtemel olan olaylar için söylenir. Burada isabet kelimesini kullanmaktadır.
Kişi yaşlanmayacağını sanmaktadır. İnsan yaşlanır ama sağlığı yerinde, gücü yerinde ise yaşlılığını hissetmez, ölümü de görmez. Ama bir de bakar ki birden yaşlılık gelmiştir. Artık bir iş yapamaz durumdadır. O zaman küçük çocukları varsa onları düşünür, onlara ne bıraktığını hesap eder.
Kur’an “yaşlılık isabet etmiştir, çarpmıştır” demektedir. Gerçekten yaşlılık yavaş yavaş gelir ama ortaya birden çıkar. İşte burada o birden bire ortaya çıkış yaşlı insanın hâlini anlatmak için “isabet” kelimesini kullanmaktadır.
Yaşlılığı “kiber/büyüklük” kelimesi ile ifade etmektedir. Buradan şu anlaşılıyor ki, yaşlanmak büyümek demektir, akıllanmak demektir. Rütbe olarak ilim ve yaşlılık esas alınır. Hazreti Peygamber de birine “a’lemukum” demiş, diğerine “ekberukum” demiştir. Yaşlı olmayı başkan olmak için etkili kabul etmiştir.
Bu âyetten şunu öğreniyoruz ki, yaşlanmak emekli olmak için sebep değildir. Yaşlılığın isabet etmesi gerekmektedir: Bu sebeple biz herkes kendi emeklilik yaşını kendisi seçsin diyoruz. Erken emekli olanlar az maaş alırlar, çalışma kredisini almazlar. Oysa geç emekli olanlar bir taraftan çalışma kredisini almaya devam ederler, diğer taraftan emeklilik oranı yükselir.
وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاءُ (VaLaHUv ÜurRiYaTun WuGaFAvEu) “Onun zayıf zürriyeti vardır.”
Burada “zayıf çocukları vardır” demiyor da “zayıf zürriyeti vardır” diyor, yani torunları da hesaba katıyor. Bu da fıkıhtaki önemli kuralı ortaya koyuyor. Dede babanın yerine geçer ve bütün hakları ve görevleri yüklenir. Buradaki bu ifadedir ki baba önce ölmüşse payı olan altıda bir kime kalır? Yoksa kalmaz mı? Baba babası varsa ona kalır, çünkü dede babanın yerine geçer. Fıkıhçılar bu hususta ittifaktadırlar. Ama Kur’an’daki delil işte burada ortaya çıkmaktadır
Bunun başka mânâsı; çocuklar babalarına bakmakla yükümlü oldukları gibi dedelerine de bakmakla yükümlüdürler. Bu böyle devam etmektedir.
Burada “sugarau” denmemiş de “duafau” denmiştir. Hasta veya sakat olanlar da dahildir. Baba çocuğuna 15 yaşına kadar bakmakla yükümlüdür. Ondan sonra darda olursa topluluğa yüktür. Ama zayıf olursa tekrar ona yük olmaya başlar. Fakir ise fakirlik payını alır.
Kişi yaşlanmıştır. Kendisinden sonra çocuklara bir şeyler bırakmakta olduğu için rahattır. Sıkıntısı yoktur. Yaşlılık gelmiş ama geçim sıkıntısı sözkonusu değildir. Yahut bugün emekli maaşı var, bu maaş çocuklarına kalacaktır.
فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ (Fa EaÖAvBaHAv EıGÖAvRun) “Ona ı’sâr isabet etmiştir.”
“Asr” ikindi vaktidir. Üzüm sıkma zamanıdır.
“Iğsâr” ikindi vakti gelen fırtınadır. Üzüm devşirilmiş ama henüz sıkılmamıştır. Yağmur gelir ve berbat eder. Karadeniz’de bu tür olaylarla çok karşılaşılır. Otu biçersiniz, kuruması için bırakmak zorundasınız. İkindi vakti toplarsınız. Bir bakarsınız yağmur gelir ve ıslatır gider.
“Iğsâr” buna kıyasla sonbaharda kuruluk varken birden yıldırımlı yağmur düşer ve ormanı yakıp bitirir. Sonbahar ikindiye benzetilmiştir. İlkbaharda yağmurlar ne kadar yararlı ise, devşirme zamanı da o kadar zararlıdır. O zararlı hâli tasvir etmektedir.
فِيهِ نَارٌ (FIyHIy NAvRun) “İçinde ateş vardır.”
“İçinde ateş olmak” yıldırım veya şimşektir. Bol yağmurdan sonra gelen yıldırım yangın çıkarmaz. Çünkü her taraf ıslaktır, çevre kendini korumaktadır. Ama yeni başlayan yağmurlar eğer yıldırım içeriyorsa çok tehlikeli olur, ağaçlar henüz ıslanmadığı için yanmaya başlar ve bir defa yanmaya başlayınca da artık onu durdurmak mümkün olmaz.
فَاحْتَرَقَتْ (Fa ıXTaRaQaT) “Yanmıştır.”
Yanmıştır, bahçe kül olmuştur. Artık çocuklarına bırakacak bir şeyleri kalmamıştır.
Onun durumu ne olur? Çocukları ne olur?
İşte bu duruma karşı alınan tedbir zekâttır, feydir. Çünkü orada yetimlerin payı vardır, fakirlerin payı vardır, yoksulların payı vardır. O çocuklar babaları sağmış gibi yetiştirilecektir. İşte zekât budur. Nitekim bugün inanmış kimselerin çoğu zekâtlarını vermektedir. Kendi tanıdıkları ve yakınları gözetilmektedir. Böylece yaşama imkânına sahibiz ama bu eksiktir.
Bu eksikliği gidermek için vakıf kurmalıyız; yetimler vakfı. Herkes bu yetimler vakfına hayat sigortasına aidat öder gibi işletmedeki cirodan pay verecektir. Mesela yüzde bir pay verilebilir. Bu paylar toplanıp şimdi bu durumda olanlara bölüşülecektir. İleride bizim başımıza da benzer olay gelirse o zaman verenlerin payları bölüşülecektir. İşte İslâmî sigorta budur.
Kur’an infak edin, bunlara infak edin diyor. Kur’an ne yapıyor? Bize zekât felsefesini yapıyor. İnsanlar bir defa inandı mı ondan sonra artık işler kolaylaşır.
Burada kısaca yine dayanışma ortaklığına temas edelim. Biz bir ortaklık kuruyoruz. Kim hasta olursa ona hepimiz katkıda bulunup tedavi ettirelim. Ben hasta olmazsam bir şey almıyorum ama hasta olmadığımdan dolayı şükrediyorum. Ödemelerimi yapıyorum. Hasta olursam artık ödemiyorum ve onlar bana masraflar yapıyorlar. İşte buna “dayanışma ortaklığı” diyoruz.
Baştan verilen aidat infaktır. Bu karzı hasen sigortadır Ama kişiden aidat alırsan ve aidata karşılık onu sigorta edersen; o menn ve ezaya tâbi bir sigortadır ve o çeşit sigorta haramdır. Ancak İslâmî sigorta ortaya konuncaya kadar ona katılmak zorunda olduğumu çok sonra anladım. Suphi Koral arkadaşım bana sormuştu; ‘Hani sen sigorta haramdır diyordun, şimdi alıyor musun?’ Alıyorum, çünkü benden zorla aldılar. Alıyorum, çünkü Akevler’de adil sigorta kuramadık.
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ الْآيَاتِ (KaÜAvLıKa YuBayYıNU elLAHu LaKum EaYAvTıHIv)
“Allah size âyetlerini böylece beyan ediyor.”
“Âyet” burada kurallı dişi çoğul ve marife gelmiştir. O halde bu bilinen âyetlerdir.
Kur’an’ın âyetleri olabilir. Doğal kanunlar olabilir. Sosyal kanunlar olabilir.
“Adil Düzen” bir bütündür, ideal düzendir, tek düzendir; başka bir düzen yoktur. Ya adalet vardır, ya zulüm vardır, ara bir şey yoktur.
Şimdi AK Parti yeni bir anayasa hazırlıyor. Taslak anayasa metnini henüz görmedim ama şimdiden o anayasada neler olacağını sizlere anlatabilirim.
Madem ki “Adil Düzen” değildir; o halde o “zulüm düzeni”dir.
a) O anayasayı okuyunuz, çelişkilerle doludur. Hakimiyet hem milletin olacak, hem uluslararası yasalar anayasanın üstünde olacak! Bu çelişkidir. Hem ekseriyet demokrasisi olacak, hem lâiklik olacak! Bu çelişkidir. Hem demokrasi olacak, hem halkın istediği olmayacak! Bu da çelişkidir.
b) O anayasaya bakınız, ekseriyet sistemi vardır. Ekseriyet demek, sonunda diktatörlüğe gitme demektir. Zaten ekseriyet sistemi kralların etkisini kırıp sermayenin etkisini hakim kılmak için icat edilmiştir.
c) O anayasada merkezî sistem vardır. Hem merkezin yaptığı yasalara uymak zorunda olunacak, hem de demokrasiden ve insan haklarından bahsedilecek! Nasıl olacaksa?!.
d) O anayasada kavramlar tanımlanmamıştır. Sadece yuvarlak laflar ve temenniler. Herkes sosyal haklardan yararlanacak; ama nasıl yararlanacak? Tanım ve mekanizma yok!
Şimdi, gidin ve o anayasayı okuyun, bakınız bakalım, benim söylediğim dört kriter var mıdır, yok mudur?
Oysa bizim anayasamızda, “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda;
1) Dengesizlik yoktur, çelişki yoktur, çatışma yoktur, çarpıklık yoktur...
2) Ekseriyet demokrasisi değil, hicret demokrasisi vardır.
3) Merkezî yönetim değil, yerinden yönetim vardır.
4) Genel hizmet müessesesi ile sorunların çözümü getirilmiştir. Diğer anayasalar gibi çözüm temennilerinden ibaret değildir.
İşte bu âyetler bunu açıklamaktadır. Zorla verginin tahsiline karşı âyetler getirilmiştir.
لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ(266) (LaGalLAKuM TaTaFakKaRUvNa)
“Tefekkür edesiniz diye âyetlerimizi size beyan ettik.”
“Mekr” tuzak demektir. Bir hayvanı pusuya düşürmek, mesela olta atıp balık tutmak “keyd”dir. O anda yaptığın bir oyundur. Ama bir havuz yapıp balıklar içeriye girsin ama çıkmasın; bu da “mekr”dir. Öyle bir şey yapıyorsunuz ki sürekli onları onunla yakalıyorsunuz.
Fikir de böyledir.
“Tefekkür etmek” demek, olayları aksi sonuçlarla çözmek demektir.
Aldatmak için konan yeme gidip tuzağa düşmek mekrdir. İnfak edip sonra kazanmak fikrdir. Yani önce veriyorsunuz, sonra alıyorsunuz.
“Fikretmek” demek, aslında proje yapmak demektir. Sosyal proje de bir projedir.
Matematiği öğrenemeyen zavallılar sosyal mühendisliğe karşıdırlar. Sosyal mühendislikte baskı kötüdür. Bir kooperatif kurarsınız, bu sosyal mühendisliktir. Eğer insanları zorla kooperatife sokarsanız bu sosyal zulümdür. Ama ‘isteyenler ortak olsun-istedikleri zaman da çıksın’ derseniz, işte bu sosyal mühendisliktir. Sosyal mühendisliğin diğer mühendislikten farkı; diğer mühendislikte eşyanın rızası gerekmediği halde, sosyal mühendislikte rıza gerekir.
ADİL DÜZEN 429
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 91. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنْ الْأَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ(267) الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمْ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَاءِ وَاللَّهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلًا وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(268) يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(269)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYuHa elLAÜINa EavMaNUv) “Ey iman etmiş olan kimseler.”
Burada hitap edilen kimseler müslimler değil mü’minlerdir. Kur’an mü’minlerin üstünde bir güç tanımamaktadır. Mü’min diğer bir mü’mine zor kullanmamaktadır. Herkes kendi isteği ile şeriata uymaktadır. Herkes zekâtını kendisi vermekte ve zekâtın nimetlerinden yararlanmaktadır. Dolayısıyla infak âyetleri emirdir ama mü’minlere emirdir. Burada emredilen zekâtı almak değil, zekâtı vermektir. Vermeyenlere de bir ceza koymamaktadır. Çünkü insanlar kendi isteğiyle zekât vermektedir.
Şeriatın dışına çıkarlarsa cezaları verilir. Eğer bedeni zararlar vermiyorlar ve bu arada hırsızlık, yol kesme, zina ve iftira suçları işlememişlerse, sadece hakem kararlarına uymuyorlarsa, onlara uygulanacak ceza bucak dışına çıkarmaktır. Müşrik de olsa onları katl etmemektir. Mâli yükümlülük bedeni cezaları istilzam etmez. Nitekim Mekke müşriklerine de Kur’an dört ay kalma izni vermiştir.
Burada sorulacak ikinci soru vardır: Müslimlere uygulanacak sistem nedir?
Eğer kıyas yaparak hükmedecek olursak, o zaman vergi bakımından mü’min ile müslimin birbirinden ayrılmaması gerekir. Yok, mefhumu muhalefetle hareket edecek olursak, o zaman müslimlerden vergi almamamız gerekir. Burada emredilen, kişilerden alınan vergidir, işletmelerden alınan pay değildir. Kişilerin emvali batınadan infaklarıdır, yani kırkta birlerdir. Humus kâfirlerden alınan ganimetlerden alındığına göre müslimlerden alınacağı da kesindir. Öşür için ise iki yol seçilmektedir. Ya onlar da öşür vermektedirler, ya da haraç vermektedirler. Yani arazileri eksinler ekmesinler, mahsul alsınlar almasınlar, belirlenmiş miktarı vermektedirler. Oysa öşür arazilerinde ise mahsulden onda bir vermektedirler. Ne var ki ekmeyenin elinden haraç arazisi alınmadığı halde, öşür arazisi elinden alınmaktadır. İcmaa yakın içtihat böyle olmuştur. Biz bunu şöyle ayırıyoruz. Eğer onların bucakları varsa biz arazilerinden sadece haraç alırız. Birlikte bize öderler. Kendi hukuklarına göre aralarında bölüşürler. İlleri varsa biz bir şey almayız. Çünkü arazi vergisi illere aittir. Humusu ise yani madenlere ait vergileri ise eşit olarak herkesten alırız. Devletlerden istediğimiz şey, humuslarını aldıktan sonra malların ihracına müsaade etmeleridir.
Böylece bu âyetin delâleti ile onların vergi sistemini de fıkıhta çözmüş oluyoruz.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus yer almamıştır; sizler koyacaksınız.
أَنفِقُوا (EaNFıQUv) “İnfak ediniz.”
Yukarıda birinde Allah sebilinde infaktan, birinde Allah rızası için infaktan bahsettiği halde, burada “infak ediniz” diyerek sadece infaktan bahsetmektedir. Hanefiler mutlakı mutlak, mukayyedi mukayyed olarak anladıklarından burada infakın genel infak olduğuna kail olurlar. Yani kendi infakın için de aynı hükümleri içerir. Şafiiler ise mutlakı kıyasla takyid ederler, dolayısıyla onlara göre buradaki infak Allah’ın sebilinde ve merdatillah infakıdır.
Biz bu konuda Hanefilerin görüşünü benimsiyoruz ve diyoruz ki; bu infak genel infaktır, yani başkasına harcamak da dahil olmak üzere kendin de harcarken tayyibini harcayacaksın, tayyibini kullanacaksın.
مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ (MiN OayYıBATı MAv KaSaBTuM)
“Kesbettiklerinizin tayyibatını infak ediniz.”
“Tayyibât” burada nekre olan “Mâ”ya izafe edilmiştir. O halde nekredir. Nekreye gelen “Min” cins içindir, teb’iz için değildir. Dolayısıyla burada ifade edilmek istenen malların bazılarını harcayın, bazılarını harcamayın anlamında değildir. İyi mallarınızı harcayın demektir.
Peki, bu durumda malların kötüleri ne olacaktır?
Bu âyette önemli bir ayırım vardır. Sanayi ürünleri ile zirai ürünler birbirinden ayrılmaktadır. Sanayi ürünlerinden “kesbetmiş olduğunuz” denmekte, zirai ürünler için ise “bizim ihrac ettiğimiz” denmektedir. Sanayi mallarında bozuk olan mallar iade edilir ve yeniden ham madde yapılır, kaliteli mallar ise piyasaya sürülür. Sanayide kalitesiz malların kullanılması da satılması da haramdır. Kalitesiz mallar yeni imalata ham madde olur. Oysa tarım ürünlerinde bu böyle değildir. Onu geri iade edip ham madde yapamayız. Çünkü tarımda imal eden biz değiliz, imal eden canlılardır. Tarım ürünleri farklı muameleye tâbi olacaklardır.
“Kesbettiklerinizin tayyib olanını infak ediniz.”
“Tayyib” kelimesi işe yarayan demektir. Yendiği zaman rahatsızlık yapmayıp mideniz onu hazmediyorsa o tayyibdir. Ama midenizi ağrıtıyorsa veya kusma yapıyorsa, midenizi bulandırıyorsa veya zarar veriyorsa o habistir. “Tayyib” hoş kokulu, lezzetli demektir. İnsan önce gözü ile görür. Ona göre onun tayyib veya habis olduğuna karar verir. Sonra burnuna yaklaştırır ve kokusundan tayyib veya habis olduğuna karar verir. Sonra ağzına alır ve onun tayyib veya habis olduğuna karar verir. Sonra midesinde de kimyasal muayeneye tâbi tutulur ve işe yaramıyorsa bağırsaklarda geçit verilmez, dışarıya atılır; eğer işe yarıyorsa o zaman kılcal damarlar vasıtasıyla emilir. Tayyib olmayanlar ise dışarıya atılır, hattâ ince bağırsağa girmeden kusularak geri atılır.
Şimdi tayyib ve habis böylece ayrıldıktan sonra, topluluktaki mallar da vasıf itibariyle önce gözle muayenede onun tayyib olması gerekir. Sonra kokuda onun tayyib olması gerekir. Sonra tatta yani fiziki muayenede onun tayyib olması gerekir. En sonunda kimyasal tahlillerle yapısının tayyib olması gerekir. “Kesbettiklerinizin tayyibini infak edin” deniyor, “kesbettiklerinizden” denmiyor. Çünkü tayyib olmayanlar infak edilmeyecek, onlar gerisin geriye ham madde olarak dönecektir.
“Kesb” küspeden gelir; biriktirilen, yığın yapılan mallar demektir.
Sanayi malları genel olarak dayanıklı mallardır, miadları sözkonusu değildir ama tarım ürünleri dayanıksızdır ve miadları vardır. Burada bunu teb’iz etmiştir.
Bozuk mallar satılmayacak mıdır?
Mallar iki türlüdür. Biri halkın tüketim için kullandığı mallardır. Bakkallarda ve manavlarda bunlar satılır. Diğeri ise tekrar üretimde kullanılır. Üretimde kullanılmak için satılır. Onlar inşaat depolarında satılır. O halde mağazaları ikiye ayırmamız gerekir. Biri tüketim için kullanılan malların satıldığı yerlerdir. Bunlar mağazalardır. Diğerleri ise ham madde olmak üzere satılan yerlerdir. Bunlar da depolardır. Halk tüketim mallarını mağazalardan alır, üreticiler ise depolardan alırlar. İki mağazada satılan malların üzerinde farklı etiketler vardır. Domuz etinin mağazalarda satılması haramdır, ama depolarda satılması ham madde olarak kullanılmasını sağlamak için helaldir.
وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ (Va MıNMAv EaPRaCNAv LaKuM)
“Ve bizim sizin için ihrac ettiklerimizden.”
“Sizin kesbettiğiniz” değil de “bizim ihrac ettiğimiz” deniyor. Çünkü sanayinin aksine tarımda biz hakim değiliz. Biz hizmet veririz, asıl üreten hayvan ve canlılardır.
Batı sanayide çok ileri gitmişse de, tekelci ve merkezci olduğu için tarımı çözememiştir.
Bu sebeple “bizim ihrac ettiğimiz” diyor, “sizin ihrac ettiğiniz” demiyor. Bununla beraber “leküm/sizin için” diyor. Çünkü Allah canlıları birbirine rızık yapmıştır, canlılar başkalarına rızık olacak şekilde yaratılmışlardır. Allah bizim için de topraktan biten meyve ve sebzeleri ihrac etmiştir. Diğer bitkileri de hayvanlarımıza yem olsun diye ihrac etmiştir. Hepsi bizim içindir.
مِنْ الْأَرْضِ (MıNa eLEaRWı) “Arzdan”
“Arzdan sizin için ihraç ettiğimizden” deniyor.
“Arz” dendiği zaman havasıyla, suyuyla, toprağıyla, hattâ güneşten gelen ışığıyla hepsini içermektedir. Dolayısıyla deniz ürünleri dahil olduğu gibi, uzayda yapılacak tarım da buna dahildir. Gezegenler de birer arzdır.
Burada bir şey sorulur: Yeraltı madenleri ve kaynak suları da buna dahil midir?
Kaynak suları dahil edilebilir ama madenler dahil edilemez, çünkü onlar bizim kesbettiklerimizdir, Allah’ın ihraç ettikleri değildir.
Burada yeni ayırım dolayısıyla illet ortaya konuyor. Tarım ürünleri ve sanayi ürünleri. Tarım ürünleri canlıların ürettikleridir, Allah üretmiştir. Sanayi ürünleri ise insanların ürettiğidir. İçme suları kıyas yoluyla tarım ürünlerine dahildir, kullanma suları ise sanayi ürünlerine dahildir diyebiliriz.
Bu durumda bozuk olan ürün ne olacaktır?
Sanayi ürünü ise ham madde olarak gerisin geriye gönderilecektir. Tarım ürünü ise durum değişiktir. Önce tayyib olanları ayrılacak ve o insanlar için besin olacak, yiyecek olacaktır. Eşya tayyib olacaksa besin haydi haydi tayyib olacaktır. İnsan için habis olanlar hayvanlar için tayyib olacakları için artanlar yem fabrikalarına gidecektir. Onlardan bir kısmı ot yiyen hayvanlara yem olabilir. Bir kısmı ise tavuklar gibi böcek yiyen hayvanlara yem olabilir. Burada da işe yaramıyorlarsa, o zaman gübre fabrikalarına gidecek ve orada bitkilerin yemi olacaktır. Onlar için de zararlı ise o zaman sanayide ham madde yapılacak veya çukura gömülecektir.
Burada yine şu sonuçlar vardır: Sanayi ve inşaat malları ayrı satış yerlerinde alınıp satılır. Gübreler ayrı mağazalarda satılır, yemler ayrı mağazalarda satılır, yiyecek ve giyecekler ayrı mağazalarda satılır. Bunun yanında gelişmiş bir sektör var; eczaneler. Bunlar aslında habistir ama zarureten tedavide istimal edilmektedir. Bunlar da ayrı mağazalarda satılır.
وَلَا تَيَمَّمُوا (Va Lav TaYamMAMUv) “Teyemmum etmeyin.”
Bunun aslı “teteyemmemû”dur, “Te”nin biri düşmüştür. “Yememe” kökünün “tefe’ul” bâbıdır. “Yem” Nil gibi durgun akan büyük ırmaktır. Yatağında çamur çökmektedir. O çamurla bedeni sıvazlamak, öylece kumlanmak adeti olmalıdır. “Su bulamazsanız teyemmüm ediniz” âyetindeki teyemmüm bunun benzeridir. Teyemmüm etmek teemmum etmek (imam yapmak) anlamına da alınabilir, yani onu öne sürmeyiniz demek olur. Bozuk ve vasıfsız malları ambalajlayıp kaliteli imiş gibi piyasaya sürmeyiniz. Satış yaparken iyilerini üste koyup alttakiler bozuk çıkmasın.
“Yem” durgun akan sudur. “Teyemmum etmek” akmak demektir; yani içinizde kötüleri harcama zevkiniz olmasın denmiş olur. Bu takdirde burada nehy edilen kalbî fiildir. İnsan iradesini yapmamak için kullanır ama iradesi isteğine hakim değildir.
Birine kininiz olur ama ona kötülük yapmazsınız. Kininizi nasıl def edeceksiniz? Âyeti bu mânâda aldığımızda, kötüleri itme huyunuz olmasın denmiş olur. Böyle bir istekte bulunmayın anlamında olur. Bu nehyi böyle anlayacaksak, o zaman böyle huyların tedavisi mümkündür demektir.
a) Dille yapılan zikirler ve tesbihler insanın içini tedavi etmektedir. Kızdığınızda “lâhavle” çekersiniz. Demek ki kızgınlığınızı onunla yatıştırıyorsunuz. Kur’an’da emredilen tesbihler vardır. Mânâsını da bilerek tesbih etmekle bu tür kötü isteklerden kurtulmanız mümkündür. “Sübhanellah, elhamdülillah, Allahu ekber, estağfurullah…” Hazreti Yunus’un tesbihi “Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü minezzâlimîn” demek, insandaki kötü hisleri tedavi eder. Ayrıca Kur’an okumak, Kur’an’ı ezberlemek, namaz kılmak, muttakilerin meclislerinde bulunmak da insanın habise meylini tedavi eder. Çünkü insanın beyni devamlı olarak yayın yapmaktadır. Birlikte olmak o yayınlardan beyninizin yararlanmasını sağlar. Evinizde odanızda birinin bulunması size huzur verir.
b) Allah rızası için yapacağınız fiilî iyilikler de sizi kötü hislerden kurtarır. Bu fiilî iyilikler bedenen yapılır, fiilî iyilikler mâlen yapılır. Birini ziyaret etmek, bir kimsenin işine yardımcı olmak, birine bir şeyi ikram etmek, sıkıntısı olanın sıkıntısını gidermek, kötülüklere sabretmek, onları affetmek sizdeki kötü hisleri temizler, sizi doğru yola götürür.
c) Aksini yapmak suretiyle nefsinizi zamanla yenersiniz. Mesela, verirken iyileri başkasına vermek, satarken iyileri seçip satmak gibi fiilleri istemeye istemeye yaparsanız, bir gün gelir artık siz o kötüleri verme isteğinden kendinizi tedavi edersiniz. Bu en etkin tedavi şeklidir.
d) Bir şeyh bulursunuz, bir arkadaş bulursunuz, bir ortak bulursunuz, ona göre eş seçersiniz, o sizi o kötü huylardan vazgeçirtir. İslâmiyet’te kişi hocasını kendisi seçer, ustasını kendisi seçer, komutanını kendisi seçer, mürşidini kendisi seçer; bu eksiği tamamlayacak kimseleri seçer.
الْخَبِيثَ (eLPaBıYÇa) “Habisi teyemmum etmeyin.”
“Habis” tayyib olmayandır. Çürük ve bozuk demektir, yaramayan demektir.
İnfak ederken yani kullanırken hep kaliteli olanları kullanın diyor. Burada tayyib ve habis marifedir ve müfreddir. Oysa emir cemaatedir.
Bu kelimeler cinstir. Tayyiblik de habislik de sosyal olaydır. Yirminci asrın sonunda batılılar standartları ve normları buldular. Oysa bu Hazreti Davud aleyhisselâm zamanında başlamıştı. Bugün “kaliteli mal” diyoruz, “markalaşmak” diyoruz. İşte bu habisi teyemmum etmemekle mümkündür.
Bize standartlar dersi veriyorlardı. Amerikan bezi yahut kaput bezi için standartlar; bir santimetre karede şu kadar atkı olması gerek demişlerdi. Sümerbank’a gittik, çok altında idi. Oranın yöneticisine sorduk; devlet neden yasak işi yapıyor? Bizim işimiz değil; iplik, makine ve işçi sorunu dedi. Evet, sizin istediğiniz kalitede bir üretim yapabilmeniz için kullandığınız tezgâh o kalitede olmalı, kullandığınız iplik o kalitede olmalıdır. Hattâ elektrik motorunuzun devri düşüp yükselmemeli, aynı güçle vurmalı. Bunlar yetmez, makineyi ayarlayan usta o makinenin ustası olmalı. Fransa’dan aldığınız bir makineyi İtalya’dan getirdiğiniz bir ustaya verirseniz verim alamazsınız. Bu sorun geri kalmış ülkelerin en büyük sorunudur. Kendi teknolojinizi kendiniz geliştirip kendi mallarınızın ölçülerini kendi imkanlarınız içinde koymazsanız, kaliteyi tutturamazsınız.
Burada şunu belirtmemiz gerekir ki kaliteli-kalitesiz mal yoktur. Müşterinin beklediği vasıfları tutturmanız önemlidir. Size ona göre para vermektedir. Bir arabaya uymayan parça ne kadar iyi olursa olsun araba için habistir. Çünkü ona yaramamaktadır. Vasıfsız da olsa arabaya uyan parça sizin işinize daha iyi gelir. Dün insanlar kendi ürettiklerini tüketiyorlardı. Bugün ise parçaları üretiyorsunuz. Bir eşya veya mahsul elli yerde yüz el değerek size ulaşır. Artık her şeyi ölçülü yapmak zorundasınız.
مِنْهُ (MiNHu) “Ondan”
“Minhu” zamiri nereye râcidir ve “Min” neye mütealliktir? Önce tekil gelmiştir. Ondan denmektedir. Habisten olması gerekir, çünkü tayyibe gitmez. İkisine birden de gitmez, ikisine de girmez, çünkü “Mâ”da teb’iz yoktur. “Mimmâ Ehracnâ”daki “Mâ”ya gider. “Sizin için ihrac ettiklerimizden infak ederek habise teyemmum etmeyiniz” denmiş olur. Burada izhar etmedi izmar etti, yani zamir olarak getirdi, çünkü o ihrac ettiklerimizden habisin infak edilmemesini istemiştir.
Sanayi mallarında tayyibâtı infak edin diyor, tarım ürünlerinde habisi teyemmum etmeyin diyor. Tayyibât dişi kurallı çoğul olarak kullanılmıştır. Çünkü bir şeyin tayyib olması için uyumlu olması gerekir. Oysa habis olmak için uyumlu olmaması yeterlidir. Bu sebeple orada emir sigasıyla getirmiştir, burada nehiy sigasıyla getirmiştir. Sanayi mallarında biz ürettiğimiz zaman onu biz tayyib yaparız. Oysa tarım ürünlerinde biz üretmediğimiz için onlardan ancak habisleri seçeriz. Yani tarım ürünlerinde tayyiblik esastır, bizim habisleri seçip ayırmamız gerekir. Sanayi ürünlerinde ise habislik esastır, biz onu tayyib hâle getirmeliyiz.
Nereye taalluk eder sualinin cevabı ise; infak edersinize râci cümle hâl olur, teyemmuma taalluk etmez, “el-habîse”nin bedeli olmuş olur. “Ekeltü es-Semeke Minhü” cümlesi fasih değildir. “Ekeltü”nün tekrarı gerekir. “Ekeltü es-Semeke Ekeltü Minhü” dersiniz.
تُنفِقُونَ (TuNFıQUvNa) “İnfak ederek.”
Tarladan bitirdiklerimizden infak ederken habise meyletmeyiniz. Burada çok ince bir ifade vardır. Arzdan bitirdiğimizi infak etmeyin demiyor, infak ederken habise teyemmum etmeyiniz diyor. Yani biz yerden biten her şeyi, tüm canlıları infak edeceğiz, hiçbir şeyi boşa atmayacağız ama o infakta habislik yapmayacağız. Yani insan yiyeceklerine hayvan yemlerini karıştırmayacağız, hayvan yiyeceklerine gübrelikleri karıştırmayacağız. İlaçları satarken gıdalarla beraber satmayacağız.
İnfakın kendisi haram kılınmamış, infakta habislik yapmak haram kılınmıştır.
Deri bozuktur diye satış yasaklanıyor. Sonra görüldü ki bozuk deri de işe yarar, esnaf ‘bozuktur’ damgasını bastı ve öylece piyasaya sürdü.
İşte Kur’an bize burada böyle yasaklamaların mânâsızlığını anlatır.
Günü geçmiş gıdanın satılması marketlerde yasak olabilir ama yem satan mağazalarda satılabilmelidir. Günü geçen mallar sıfırlanmamalıdır. İnsan gıdası ile hayvan gıdası arasında fiyatlarda çok az fark olmalıdır. Çünkü un orada süte dönüşmektedir. Süt ekmekten daha kıymetlidir. Habisin kendisini yasaklasaydı o zaman biz onu yem olarak da kullanamazdık.
وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ (Va LaSTuM Bi EaPıZIyHIy)
“Onu ahzedecek değilsiniz. Ahzetmezsiniz.”
“Kâne”nin karşıtı fiildir; “Mâ Kâne” gibidir. Fiili mazisi vardır, fiili muzarisi yoktur. “Mâ” ve “Lâ” da bu anlamadadır. “Mâ” geçmişte olmayanı, “Lâ” gelecekte olmayacağını, “Leyse” ise geçmişte ve gelecekte olmayanı bildirmek içindir. İsim cümlesinin olumsuzudur. Burada hâl olarak gelmiştir. “Tunfikûne”deki “Entüm”ün hâlidir.
İnfak ederken öyle infak ediniz ki, siz alırken nasıl alacaksanız ona göre infak edin. O fiyatla satın almayacağınız bir şeyi satmaya kalkışmayın. Yahut imalat yaparken, harcarken, çocuklarınıza yedirirken, eşinize giydirirken sizin kullanmayacağınız bir şeyi onlara kullandırmayınız.
Bir taraftan fiyatlar tamamen serbesttir ama diğer taraftan da kalitenin tamamen belirli olması gerekir. Eşinize yediğinizden yedireceksiniz; siz daha iyisinden yiyemezsiniz, siz daha iyisinde kalamazsınız, siz daha iyisinde seyahat edemezsiniz, siz daha iyisini giyemezsiniz. Ama siz iyisini yiyorsanız o da iyisini yiyecek, siz kötüsünü yiyorsanız o da kötüsünü yiyecektir.
إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ (ıN Lav EaN TuĞMıDUv FIyHIy) “Onda igmad etmedikçe”
Buradaki “İllâ” İnlâ”dan oluşmuştur. Eğer fiyatını düşürmezseniz, almayacağınız şeyi kapatarak normal fiyatla satmayın. Yahut normal fiyatla pazarlayacağınız mala hile karıştırmayın.
“Gamz” derin çukur yerdir. “Gözü gamzetmek” demek, uykudan gözlerin kapanması demektir, gözleri açık da olsa görmemesi demektir. Pazarlarda fiyatların düşmesi gamza esir demektir. Birden yok pahasına sayılması demektir. “İgmaz etmek” fiyatları düşürmek demek, yani düşük fiyatla almak demektir. Bir malda kusur varsa fiyatı yarıdan aşağıya düşer.
Bir araba kullanıldı mı fiyatı en az dörtte üçe düşer. Fiyatları düşürüp satın almayacağınız malı normal fiyatla pazarlamayın. İmalata o ham maddeyi katmayın. Kalitenin yakalanması budur.
Her ulusun nasıl dili varsa, onun gibi her ulusun tekniği vardır, standardı vardır. Bir ulus eğer sıfırdan kendi standartlarını oluşturmuşsa, sanayiye ulaşmış demektir. İki yüz yıldan fazladır Batı sanayiini almakla uğraşıyoruz. Batıdan ilim alınabilir ama teknik alınamaz. Batı lisansı ile araba imal edilemez. Batıdan araba alır kullanırsınız, bunda bir beis yoktur. Batıdan proje yapmada mühendislerden yararlanabilirsiniz. Ama inşaat ve makineyi siz kendiniz imal edeceksiniz. Proje onlardan, imalat sizden. Önce geniş toleranslarla işe başlarsınız. Tolerans demek, azami ve asgari sınırdır. Basit olarak şöyle ifade edelim. Siz hassas terazi yapamadığınız için ölçülerde bir fark bulunur. Bir kilo 950 ile 1050 gram arasında olur. Bir kilo olarak verdiğiniz bu kadar az veya çok olur. Çünkü sizin imal ettiğiniz terazi ondan fazla hassas olarak tartmaz. Bir kimse Batıdan terazi alsa ve o terazi de on gramı gösterse, bir kilo olarak sattığınız yanlış çıkacak, dolayısıyla hukuki sorun ortaya çıkacaktır. Biz kendi ülkemizde imal ettiğimiz ölçü ve tartılarla alıp satarız, onu gerçekleştiririz. Türk mallarını alanlar ucuz alırlar ama onun toleransının geniş olduğunu bilirler. Standartlar topluluğa göre değişmekte olduğu için burada çoğul sigası kullanılmış.
وَاعْلَمُوا (VaIGLaMUv) “Biliniz.”
Çoğul edatı ile “biliniz” denince, kayıtlara geçiniz demektir, envanter muhasebesini yapınız demektir.
أَنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ(267) (EanNa elLAHa ĞaNıyYun XaMIyDun)
“Allah’ın gani ve hamîd olduğunu biliniz.”
Bundan önce “ganiyyün halîm” denmiştir; şimdi de “ganiyyün hamîd” denmiştir.
Orada sözlerden bahsedilmiş, minnet edilmemesi gerektiği bildirilmişti; burada da ganiyyün hamîd olduğu ifade edilmektedir.
Zenginlik nedir?
Günde sekiz saat çalışırsınız; bunun beş saati ile geçinirsiniz, kalan üç saatinde elde ettiklerinizi biriktirir, nüfusunuzu arttırmanız için harcarsınız. İşte bu artan saatler ganiliktir. İnsanlar ayrı ayrı yaşarken hayvanlar gibi ancak karınlarını doyurmaktadırlar. Topluca yaşamaya başlayınca üretimde verim arttı ve insanların daha fazla üretmek için zamanları oldu. Uygarlık böyle doğdu.
Allah insanı öyle yaratmıştır ki, sekiz saat çalışır ama kendisini ve çocuklarını beş saat çalışması ile geçindirir. Bu topluluğun nimetidir. Dolayısıyla hamd topluluğa aittir, rant topluluğa aittir. Burada “gani” ve “hamîd” kelimeleri nekre getirilmiştir. Oysa Fatiha Sûresi’nde “bütün hamd Allah’ındır” denmiştir. Demek ki burada murad edilen kâinatın yaratıcısı Allah değil, O’nun yeryüzündeki halifesi topluluktur, insanlıktır.
***
الشَّيْطَانُ (elŞaYOAvNu) “Şeytan”
“Şeytan” kurnaz yılanın adıdır. Avını kandırarak avladığı için insanları yanıltan kimselerin adı olmuştur. Cinlerdendir. Hazreti Adem’e musallat olan şeytanın adıdır.
Basit sayılar sistemi vardır. Bu kümelerle izah edilmektedir. İkili ve onlu kümeler ile sayılarımızı tanımlıyoruz. Toplam iki ayrı kümenin tek küme hâline getirilmesidir. Çarpma, aynı büyüklükteki çok kümenin tek küme hâline getirilmesidir. Beşli üç küme üçlü beş kümeye eşittir. Her birine çarpma denir. Üs alma çarpanları eşit olan kümelerin çarpımıdır. Bu da bir kümedir. Küçük sayıdan büyük sayı çıkarılmadığı için eksi sayılar icat edilmiştir. Küçük sayı büyük sayıya bölünmediği için kesir sayılar icat edilmiştir. Eksi sayıların kesirli üssü alınamadığı yani kök bulunamadığı için bâtınî sayılar icat edilmiştir. Artık bu sayılarla bütün işlemler yapılabilmektedir. Başka yeni sayının icadına gerek kalmamaktadır. Bu sayılar düzenine mükemmel sayılar düzeni denir. Şimdi bir varsayım kabul edilmektedir. Kâinatımız mükemmeldir. Yani sayılarda ne varsa o kâinatta geometri olarak vardır.
Parçalanmadan hareketin olabilmesi için üç boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Bu uzayda yaşıyoruz. Üç boyutlu uzayda hareket edebilmek için dört boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Alternatif hareket için beş boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Hareket edebiliyoruz, alternatif hareket yapabiliyoruz; o halde dört ve beş boyutlu uzay da mevcuttur. Kâinatın büyümesi ve ışık hızından büyük dalgaların olması bize fizikî olarak bunların varlıklarını ispatlamaktadır. Matematiğin zorunlu kılması sebebiyle bunların da bâtınileri vardır. Yani kâinat parmaklarımız gibi beş çift boyutlu uzaydır.
Bunun dışında çekirdekler vardır, moleküller vardır. Moleküllerde elektronlar çekirdeklerin etrafında dolaşmaktadır. Sıcak cisimlerde ise bunlar dağılmakta, bunun yerine atomlar çekirdek bağları ile birbirine bağlanmaktadır. Soğuk kâinatta ne varsa sıcak kâinatta da o vardır. Bu da ikinci varsayımdır.
Üçüncü varsayım ise, kâinat şuurlu varlıklar için yaratılmıştır. Yoksa bileni dahi olmayan bir varlık var sayılamaz. Böylece kâinat bilinen ve bilen olmak üzere ikiye ayrılır. Buna göre dört çeşit bilen varlık vardır.
Bir varsayımımız daha vardır. Kâinatta yapmakla görevli bilen varlıklar vardır, yıkmakla yani temizlemekle görevli bilen varlıklar vardır. Bunlar arasında denge kurulmuştur. Kâinat bu dört varsayım üzerinde oturmuştur.
Bundan daha iyi varsayım oluşturulamadığı için bunları doğru kabul etmek zorundayız.
Buna göre;
-Soğuk kâinatta zahirî bilinçli varlıklar insanlardır.
-Sıcak kâinatta zahirî bilinçli varlıklar cinlerdir.
-Soğuk kâinatta bâtınî bilinçli varlıklar ruhlardır.
-Sıcak kâinatta bâtınî bilinçli varlıklar meleklerdir.
Böylece cinlerin varlığı kâinatı izah eden tek varsayımlar sistemi ile ispatlanmış olmaktadır.
Cinlerin ve insanların yıkıcılarına yani temizleyicilerine şeytan denmektedir. Şeytanın görevi işe yaramayanları ortadan kaldırıp temizlik yapmaktır.
İnsanlar kendi iradeleri ile yaşayarak derecelerini yükseltmek için yaratılmışlardır. Melekler ve nebiler insanlara doğru yolu göstermekte ve sınıflarını geçmeleri için yardımcı olmaktadırlar. Oysa şeytanlar da insanları kötülüğe doğru sürüklemektedirler. İnsan bunlardan hangisinden yararlanır da davranırsa ona göre sınıfta kalır veya geçer. Melek ve şeytan insanın iradesini kullanabilmesi için insanın emrine verilen iki görevlidir. Bu açıklama dördüncü varsayıma dayanmaktadır.
Kur’an’ın felsefesi bu dört varsayım üzerine dayanmaktadır. Şimdiye kadar kâinatı bundan daha ileri varsayımlarla açıklayan bir düşünce gelmemiştir.O halde şimdilik bunları doğru kabul etmek zorundayız. Kur’an da bunları teyit etmektedir.
يَعِدُكُمْ الْفَقْرَ (YaGıDuKuM eLFaQRa) “Size fakrı vaat ediyor.”
Sizi fakirlikle korkutuyor.
“Vaat etmek” demek, ileride olacakları haber vermek demektir. Eğer harcarsanız sonra muhtaç olursunuz, aç kalırsınız diyor.
“Fakr” kaburga kemikleri demektir. Yoksulluktan kaburga kemikleri görünen kimselere fakir denmektedir. “Gani” ise ganemden gelir; dolgun, postu kalın demektir. Kur’an bir toplulukta halkın yarısını fakir, yarısını da zengin kabul eder. Zenginlerin fakirlere vermelerini ister. Şeytan ise sonra siz de alanlar sınıfına düşersiniz diye korkutur. Buradaki “fakr” lugat mânâsında da olabilir.
Fakirlik demek, muhtaç olmak demektir. Zengin de yoksa fakirin ihtiyacını kim giderecektir?
وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَاءِ (VaYaEMuRuKuM Bi eLFaXŞaEı) “Ve size fahşayı emreder.”
“Fahşa” aşırı demektir. Zina yaparsınız, bu kötülüktür; ama zinayı meslek hâline getirirseniz ve evli kadınlarla yaparsanız bu fahşa olur. Cimrilik edersiniz, fakirlere meşru yollardan harcamazsanız, bu günah olur; ama faizle paraları toplayıp hapsederseniz, tekelleri oluşturup halkı esir eder de açlık içinde kıvrandırırsanız bu da fahşa olur.
Ekonomik krizler her kötülüğün anasıdır. Ekonomik krizlerde insanlar aç kalmaktadır. Zina o sebeple yaygınlaşmaktadır. Ekonomik krizlerde insanlar çalmakta, yolsuzluklar ve hileler ondan başlamaktadır. Ekonomik krizlerde insanlar aç kalmakta, rüşvet ve zulüm ondan doğmaktadır. İnsanlar aç ve işsiz kalınca terör olaylarının vesilesi hâline gelmektedir. Şimdi eğer Şemdinli dağlarında iki kardeş birbirini öldürüyorsa, bunun sorumlusu ekonomik krizleri çıkaran Amerika’daki otel odaları yani oralarda çöreklenen sömürü sermayesi lobileridir. İşsiz ve aç kalan genç orada sömürü sermayesinin tuzağına düşmüş, asker de onu kovalamak zorunda kalmıştır.
İşte, ekonomik krize sebebiyet veren cimrilik burada bunun için fahşa olarak adlandırılmıştır.
Bundan kurtuluşun tek yolu vardır, o da ekonomik krizleri yani şeytanın oyununu ortadan kaldırmaktır. Burada şeytanı sömürü sermayesi olarak görebilirsiniz. Allah’ın onlara verdiği imkânları insanların saadetine kullanacaklarına, dünyayı ifsat etmek için kullanıyorlar.
وَاللَّهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ (Va ElLAHu YaGıDuKUM eL MaĞFıRaTan MiNHu)
“Allah size kendisinden mağfireti vaat ediyor.”
“Adil Düzen”in gelmesiyle fahşa ortadan kalkacaktır; fakirlik sebebiyle ortaya çıkan tüm kötülükler ortadan kalkacaktır. Dış borçlar bitecek, işsizlik sona erecek, anarşi kalkacak, rüşvet ve yolsuzluk sona erecektir. Eskiden işlediğiniz kötülükler artık unutulacaktır. Kardeş kavgaları son bulacaktır. Bu sorunlar ne dağlardaki silahla çözülür, ne de meclisteki sarmaş dolaşla çözülür. Bu sorunlar yalnız ve yalnız “Adil Düzen”le çözülür.
“Kendisinden bir mağfiret” ile çözülür deniyor. Demek çok mağfiret varmış ama bu O’ndan yani Allah’tan gelen özel mağfiretmiş. Yani bu ancak Kur’an’la, şeriatla yani “Adil Düzen”le çözülür.
Şeytan taifesi sömürü sermayesi Türkiye’yi bu yoldan uzak tutmak için Kur’an kurslarını kapatıyor, meslek okullarını söndürüyor, camileri yaptırmıyor, hacca göndermiyor…
Güçsüzlük sebebiyle buna herkes boyun eğiyor. O halde yapılacak iş önce Türkiye’nin ekonomisini düzeltmek ve güçlendirmektir. Bunu da iktidarda olanlar yapamamaktadır. Çünkü onlar iktidara istediklerini getirip oturtmakta, onları dinlemeyenleri ise oradan indirmektedirler.
Biz İstiklâl Savaşı’nı nasıl İstanbul’da değil de Anadolu’da kazandıysak; şimdi de sıra İstanbul’da, ekonomik savaşı Ankara’da değil İstanbul’da kazanacağız. 1950’lerde İstanbul nüfusunun yüzde 52’si azınlık idi, şimdi yüzde 99’u Müslüman Türklerden oluşmaktadır. Sermaye hâlâ sömürü sermayesinin uzantılarının elinde. Bir dernek (TÜSİAD) hâlâ ahkâm kesmeye devam ediyor. Oysa İstanbulluların nefesleri onları boğmaya yeterlidir.
وَفَضْلًا (Va FaWLan) “Ve fazlasını vaat ediyor.”
Evet, insanlar artık işsiz, aşsız, eşsiz olmaktan çıkacaklar. Ama Allah daha fazlasını vaat ediyor. O da muasır medeniyetin fevkine çıkmış olacaklardır. Bu nasıl olacaktır, tekrar hatırlatalım.
Türkiye’nin terör sorunu yok, dört önemli sorunu var; işsizlik, dış borç, yargının çalışamaması ve sermayenin esiri basın. Bunları çözdüğünüz zaman Irak’taki PKK bizim kardeşimiz olur. Eski yaraların hepsi sarılır. Şehitlerimiz Çanakkale şehitlerinin yanında huzur içinde olurlar.
1- İşsizlik sorununun çözümü için işçiye faizsiz ve icrasız çalışma kredisi verilerek işveren borçlandırılacaktır. Böylece sermayesizlik yüzünden işletmeler durmayacak işsiz insan kalmayacaktır. Sermaye sömürüsü de sona erecektir. Faizsiz kredi bulan artık faizli krediyi kullanmayacaktır.
2- Dış borç iç borca, faizli borç faizsiz kredileşmeye, nakit borç mal borcuna ve nihayet borç iştirake çevrilerek dış borç tasfiye edilecektir. Faiz yükünden kurtulan ülke yüzde yüz zenginliğe erecektir.
3- Basın yayın kooperatifleri kurulacak ve yazarlara devletten dolgun maaş verilecek, yazarlar istedikleri yayın organında yazacaklardır. Basın serbest olmayacak, para serbest olmayacak, yazarlar serbest olacak; yazarlar sermayenin esiri olmaktan kurtarılacaklardır. Böylece millî medya oluşacaktır.
4- Hakemlik ve bilirkişilik sistemi çalıştırılacaktır. Yargı teşkilatı bağımsız olmayacak, yargıçlar bağımsız olacaklardır. Hakemlerin verdiği kararı üst mahkemeler bozamayacak, böylece tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın mahkemeler ortaya çıkacaktır.
Bunlar sayesinde eski yaralar sarılacak ve ülkemiz muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır.
وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(268) (VaelLAHu VASıGun GaLIyMun) “Allah vâsidir alîmdir.”
Bu ifade daha evvele infak edenlerin misali anlatılırken geçmişti. Nekredir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vasi olduğunu alim olduğunu bildirmektedir. Yani Türkiye Devleti geniş imkânlara sahiptir, ayrıca bilgilidir.
Biz bugün değil de 1950’lerde “Adil Düzen”i getirmek isteseydik getiremezdik. Çünkü altyapımız yoktu, yeterli makinemiz yoktu, eğitimli halkımız yoktu. Bugün ise “Adil Düzen”in, “Adil Ekonomik Düzen”in gelmemesi için hiçbir sebep kalmamıştır.
a) Ülke imar edilmiş, altyapısı tamamlanmıştır. Tüm köylere her türlü ulaşım ve haberleşme altyapısı ile elektrik, yol, su götürülmüştür. Altyapı tamamdır.
b) Bugün her türlü makine sanayii oluşmuş, bir vardiyenin yarı kapasitesi ile çalışmaktadır. Üç vardiye tam kapasite ile altı misli insan çalıştırabilir bir iş kapasitemiz vardır. Bunların ham maddelerini de rahatlıkla bulabilmekteyiz.
d) Eğitilmiş işçi ve işveren kapasitemiz en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Avrupa ekonomisini bizim işçilerimiz ve müteşebbislerimiz yürütüyor.
e) Güçlü ve bilgili ordumuz var. Her zaman ülkemizi savunur durumdadır. Vasi ve alimdir.
O halde neyimiz eksik? Tek şey eksiktir; sistemimiz eksik, düzenimiz eksiktir.
İşte, Allah bize eğer O’nun kitabına uyarsak mağfireti ve fadlı vaat ediyor, o da “Adil Düzen”dir, şeriat düzenidir, yani çoklu sistemdir. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenidir.
***
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ (YuETıy eLXıKMaTa) “Hikmeti verecektir.”
“Hikmet” nedir? “Hikmet” hükümden gelen kelimedir. Hüküm, atın ağzına takılan gemdir, atı sağa sola götürme ve durdurma aracıdır. Direksiyon ve frendir. Yönetirken hükmetmedir, yani yönlendirmedir. “Hikmet” ise yönetimdir.
Ülkenin kuralları vardır. O kurallara göre herkes hareket eder, sonunda istenen sonuca varılır.
Burada “vâsiun alîmun”dur dedikten sonra “hikmeti verecektir” diyerek “Adil Düzen”i vaat ediyor, yani Türkiye’ye “Adil Düzen” gelecektir, denge düzeni gelecektir. Türkiye artık Amerika’daki localardan yönetilmeyecek, onların Türkiye’deki uzantılarının oyuncağı olmayacaktır. Türkiye nimetler ülkesi olacaktır, muasır medeniyetin fevkine yükselen bir ülke olacaktır.
Harfi tarif yapmadan âyeti başlatmıştır. Çünkü bu “vâsiun alîmun”un bir açıklamasıdır. Türkiye “Adil Düzen”i kolay anlayacak ve uygulayacaktır. Çünkü artık bunları anlayacak elemanları vardır, bunları uygulayacak imkanları vardır. Eksik olan hikmetin olması yani düzenin olmasıdır. Onu da Allah verecektir. Türk halkı iktidara bakmadan kendisi ortaya koyacaktır. Onun için “Allah” kelimesini izhar etmedi. “Yu’tillahu” denseydi, o zaman birincisi Allah’ın halifesi olan topluluk olurdu, ikincisi ise kâinatı var eden Allah olurdu. Aynı zamir ile ifade etmesiyle Türk halkının bu hikmeti ortaya çıkaracağını ve iktidarlara öğreteceğini ifade etmiş oluyor. Bundan dolayıdır ki “alîmun/bilgilidir” kelimesini de tehir etmiştir “alîmun vâsiun” denmesi gerekirken, “vâsiun alîmun” denmiştir. Çünkü hikmeti verecek olan ilimdir. Burada hemen ilim ile hikmeti ayırmamız gerekir. İlim illetleri ele alır, sebep-sonuç ilişkisini inceler. Oysa hikmet sonuçların yararlarını ele alır. O sonuçlara neden varıldığını öğretir.
“Hikmet” marife olarak gelmiştir; bilinen hikmettir, “Adil Düzen” hikmetidir.
مَنْ يَشَاءُ (MaN YaŞAEu) “Meşiet edene”
Burada iki mânâ verilebilir. Biri, kim isterse ona hikmeti verir denmiş olur. Diğeri de, kime isterse ona hikmeti verir demektir. Her iki mânâ da doğrudur. Hikmeti isteyene onu verecektir.
Adil Düzen Çalışanlarına hikmeti öğretecektir. Ama “Adil Düzen”den i’raz edenlere yani yüz çevirenlere de “Adil Düzen”i vermeyecektir. Nitekim “Adil Düzen”in üzerine basarak tepelere çıkanların “Adil Düzen”den hiç nasipleri yoktur. Allah bunlara onu öğretmeyi murat da etmez. Çünkü onlar istememişlerdir. Sonuç aynı mânâyı ifade etmektedir.
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ (Va MaN YuETa eLXıKMaTa) “Kime hikmet verilirse”
“Hikmet” burada izhar edilmiştir. Her iki hikmet de marife gelmiştir. Marife gelmesi “Adil Düzen”i ifade etmiş olmasından dolayıdır. Ancak birinci hikmetle ikinci hikmet arasında fark vardır. Birinci hikmet ilmîdir. Akevler ve Erbakan’ın ortaya koyduğu düzen budur. Bunlar nazarisini ortaya koymuşlardır. İleride verilecek hikmet ise amelîsi olacaktır, düzenin kendisi olacaktır. Hayrın kesiri onda vardır. Bizim yaptığımızın karşılığını âhirette verecektir. Uygulanmadığı için hayrın kesiri görülmüyor. Hayrın kesirini havariler değil Pavlusçular gördüler, hayrın kesirini Nursiler değil Gülenciler gördüler. İşte burada bu sebeple hikmet kelimesi tekerrür etmiştir.
“Adil Düzen” nedir; tekrar hatırlamada yarar vardır.
“Adil Düzen” şeriat düzenidir, “Adil Düzen” İslâm düzenidir, “Adil Düzen” adil ekonomik düzendir, “Adil Düzen” hak düzendir, “Adil Düzen” hükümler düzenidir.
Bunların Lâtin menşeli karşılıkları da şöyledir. Şeriat düzeni demokrasidir, İslâm düzeni lâikliktir, adil ekonomik düzen liberal düzendir, hak düzen sosyal düzendir, hükümler düzeni hukuk düzenidir. İşte hikmet anayasamıza değişmeyen maddeler olarak girmiş bulunan düzendir. Ama bunların sahteleri değil, gerçekleridir. Bir yerde hem ekseriyet hem lâiklik olamaz. Varsa sahtedir ve kandırmacadır. Nisbî sistem olursa lâiklik olur.
فَقَدْ (FaQaD) “Fekad/fakat”
Şarttan sonra gelen fiili maziler de muzari mânâları alırlar. “Fa” harfiyle tekrar mazi mânâsını kazanırlar, “Kad” ile de hâle yaklaşırlar. Türkçede ise işte o zaman onlar mânâsındadır.
Hikmet verilince yani “Adil Düzen” kurulunca, işte o zaman, o takdirde hayrın kesiri verilecektir. Şimdi istenen ve beklenen ise seraptır. Faizcilerin ve zinacıların peşinde koşularak bir yere varılacağını sanmak hatadır, seraptır ama öyle bir seraptır ki oraya varılınca helâk olunur.
أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا (EuTıYa PaYRan KaÇıRan) “Hayrı kesir verilmiştir.”
“Hayr” zenginliktir, ihtiyaçtan fazla maldır, sermayedir.
İşte “Adil Düzen” açıkça hayrı yani zenginliği vaat etmektedir. Bu sadece zenginlik olarak gelmiyor, bütün kötülükleri kurutan bir zenginliktir. Tekelleşmiş sömürü sermayesi değil, halkın eline adil bir şekilde dağılmış sermaye, zekâtlı sermeyedir. Batıda sermayeler olmaktadır. Çünkü zenginlerin fakirleri daha çok ezme imkânını vermektedir. Oysa hikmetli zenginlik yoksulların ihtiyaçlarını gidermektir, hayrı kesir olmaktır. Hayrın kesir olması için o hayrdan çok kimsenin yararlanmış olması gerekir.
Elimizde bin ekmek olsa, bunlara da üç kişi mâlik olsa, o ekmeğin değeri üç dört ekmek kadardır. Çünkü ondan fazlası yaramamış olur. Oysa ekmekler bin kişinin olursa onların hayrı bin kişiliktir. Hayrı kesir yaygın ekonomide vardır. Millî hâsılanın azlığı veya çokluğu hayır getirmez, adil dağılım varsa hayır getirir.
O halde hayrı nasıl tarif edeceğiz? Hayrın toplamı ile değil logaritmaların toplamı ile ifade etmeliyiz. Mal bir kimsede çoğalırsa onun hayrı logaritmik olarak küçülür. Yani, hayır malların toplamı değil, logaritmalarının toplamı kadardır. Hayır = ? (Log Mal i)
Malın değeri birden küçük olamaz. Bunun en büyük olması için adil dağılım gerekmektedir.
وَمَا يَذَّكَّرُ (VaMAv YaüÜakKaRu) “Tezekkür edemez.”
Yani anlayamazlar. “Adil Düzen”in nasıl hayır getireceğini anlamak kolay iş değildir. Bunun için Arapça ve Matematik bilmek gerekmektedir.
Batının faizli sömürü mantığı içinde hesapsız kitapsız “Adil Düzen”i anlamak mümkün değildir. Onlar kâr deyince faiz anlarlar, onlar sa’y/emek deyince işçilik anlarlar.
إِلَّا أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(269) (EilLAv EuLUv eLBAvBı) “Ulu’l-elbâbdan başkası anlayamaz.”
“Lub” beyindeki girinti ve çıkıntılardır. Ceviz içinde de böyle girinti ve çıkıntılar vardır. İnsan zekâsı oralara yerleşmiştir. Aklî faaliyetler oralarda yapılmaktadır. Kur’an rasihlerden (yani ilimde derinleşenlerden) bahsederken de aynı tabiri kullanmaktadır.
“Adil Düzen”i kavramak için rasih olmak gerekmektedir. Kişi kendisinin rasih olup olmadığını kontrol etmek istiyorsa, “Adil Düzen”i anlayıp anlamadığını kontrol etsin. Bu kuralı biz koymuyoruz, Kur’an burada koyuyor, hikmeti anlayamazlar diyor.
Namaz kılarlar ama namazın ne işe yaradığını bilmezler. Domuz eti yemezler ama niçin yemediklerini bilmezler. Faizli işlem yapmazlar ama faizin neden haram olduğunu bilmezler. Bunlar ancak içtihatla ve rusuhla bilinir, lüb sahipleri tarafından bilinir. Siz eğer iktidara lüb sahibi olmayanları getirirseniz, işte böylece yapıyoruz diye yıkarlar.
Türkiye KİT’leri oluşturdu ve bunlar dört önemli görevi gördü.
a) Batıdan teknoloji transferi yapıldı,
b) Halkı teknik olarak eğitti,
c) Halkımızı kentlere taşıdı,
d) Tekel sermayenin sömürüsünü önledi.
Bu hikmetleri bilmeyen beyinsizler şimdi onları düşmanların istekleri üzerine kapatıyorlar.
Günümüzde KİT’lerin görevi değişmiştir ama bitmemiştir.
a) KİT’ler teknoloji transferi yerine teknoloji üretimi yapacaktır.
b) Halkı tarımdan sanayiye geçiş için eğitecektir.
c) Sanayiyi köylere götürerek oraların boşalmasını önleyecektir.
d) Tekel sermayeye karşı yaygın sermayenin yani halk sermayesinin organize olmasını sağlayacak, bunu gerçekleştirecek olan hizmet kooperatiflerini kuracaktır.
İşte bunları anlamak hikmettir. Lüb sahibi olmayanlar bunları anlayamazlar. Halkın bunları bulup iktidar etmesi gerekir: Hikmet sahibi olmayanların iktidarı helakten başka bir şey getirmez. Hikmet Kur’an’ın Batıdaki müsbet ilimler üzerinden tafsilidir. Kur’an bizden bunu istiyor.