ADİL DÜZEN 367
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 29. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنْ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ(102)
وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ خَيْرٌ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ(103)
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ (Va itTaBaGUv MAv TaTLUv elŞaYAOıNu)
“Şeytanların onlara aktardığına tâbi oldular.”
Bundan önce, İsrail oğullarından bir fırkanın Allah’ın Kitabı’nı arkalarına attıklarından bahsedilmişti.
İsrail oğulları Hazreti Süleyman peygamberden sonra ikiye ayrılmışlar, Yahuda ve İsrail devletlerini oluşturmuşlardır. O zaman Irak’ta Babilliler yaşıyordu. Babilliler Yahudilerin ülkelerini istila etmiş ve onları Babil’e götürmüşlerdi. Bunda iki maksat vardı. Biri, devletin sınırlarını genişletmek, diğeri de kendilerinden daha uygar olan İsrail oğullarının uygarlıklarından yararlanmaktı. Nitekim Babil’e sürgün ile hem Babillilerin daha çok gelişmelerine imkan vermiş, hem de kendileri yararlanmışlardır. Önce Yahuda ve İsrail devletlerinden dolayı ortaya çıkan ayrılık son bulmuştur. Bu iki grup arasındaki düşmanlık İsrail oğullarında o kerteye varmıştır ki, Tevratlarını bile ayırmışlardı! Babil’e gelince bunlar barıştılar ve iki Tevrat’ı uzlaşarak birleştirip yazdılar. Bugünkü Tevrat’ta bu sebeple tekrarlar vardır ve içinde çelişkili ifadeler bulunmaktadır.
Bir fırkanın Allah’ın Kitabı’nı arkalarına atmaları Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman peygamberlerden sonra olmuştur. Buna işaret etmek için burada bu âyeti getirmiştir. Bir taraftan Allah’ın Kitabı’nı arkaya atmak, bir de böyle Hazreti Süleyman hakkında açıkladıkları rivayetler olmuştur.
“Şeytanların tilâvet ettiğine tâbi oldular.” denmektedir.
Şeytan nasıl tilâvet etmektedir?
İnsan beyni bir bilgisayardır. Nasıl ben tuşlara basarak bilgisayara giriyorsam, ekrana, tuşlara basarak görebiliyorsam, insan ruhu da beyne birtakım girdiler yazabilmektedir. İnsan bedenini işte bu sayede kullanabilmektedir.
İnsanın kendi kendine istediği kararı alabilmesi için insan beynine ruhtan başka iki varlık daha girebilmekte ve ruh gibi beyne etki etmektedir. Ama insan beynine emir vermemekte, bedeni emrine almamaktadır. Bunlardan biri melektir, insana doğru yolu gösterir. Diğeri de şeytandır, yanlış yolu gösterir.
Ruh bu iki kılavuzdan gelen şeyleri düşünmeye başlar, bu sayede şeytanın vesvesesi topluluğun kamuoyunu oluşturur.
Burada çok önemli bir hususa işaret vardır. ‘Şeytanın aktardığına’ denmiyor da ‘ŞEYTANLARIN AKTARDIĞINA’ deniyor. Çünkü bir şeytan topluluğa aktarmıyor, şeytan ordusu kişilere aktarıyor ve kişiler şeytanların öğrettikleri ile birleşip dedikodu yapmaya başlıyorlar. Şeytan bir de görünmeyen insan örgütüdür.
CIA gibi gizli örgüt de insanların şeytanıdır. Görünmeden insanlara ayrı ayrı duyurmalar yaparlar: Bu duyumları alanlar onu çevrelerine yayarlar. Bu sayede siyasi partilerin iktidarları değişir, bu sayede savaşlar kaybedilir. Gizli adı ‘istihbarat örgütü’ olan, ama provake eden teşkilat şeytanlar teşkilatıdır. Bundan dolayıdır ki Kur’an casusluğu yasaklamıştır. Savaş hâli dışında gizli istihbarat da yasaklanmıştır. Nerede gizlilik varsa orada şeytan hazırdır. ‘Müslümanın işi aşikâredir’ diye atasözümüz oluşmuştur. Bu tür gizli örgütlerin aktardıklarına tâbi olunmayacaktır. Mü’minler davranışlarını gizli dedikodulara değil, açık ispatlara dayandırırlar.
عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ (GaLAy MüLKi SüLeYMANa) “Süleyman’ın mülkü üzerinde.”
Şeytan ne yapmıştır? Hazreti Süleyman’ın mülkü üzerinde yanlış aktarmalar yapılmıştır.
İktidarda olanlara karşı insanların hasedi vardır. Şeytanlar insanların bu zayıf noktasından girerler.
Türkiye’de böyle yapılmaktadır. Önce Mustafa Kemal’in iktidarına karşı çeşitli dedikodular çıkarılıyor, diğer taraftan da o adeta tanrılaştırılıyor. Böylece Mustafa Kemal düşmanlığı insanlar arasında yayılıyor. Sonra Mustafa Kemal düşmanlığı devlet düşmanlığına dönüştürülüyor. İstiklâl Savaşı’ndaki Allah’ın Türklere olan rahmeti de unutuluyor. İstiklâl Savaşı sadece Mustafa Kemal’in başarısıdır telkini nasıl küfürse, buna inanarak cumhuriyet düşmanlığı yapmak da küfürdür. Biz, kim olursa olsun, herkesin ne yaptığına bakarız. Kimseyi ne cennete, ne de cehenneme göndermeyiz. Herkesin iyi ve kötü tarafı vardır. Biz kimsenin şahsına değil, İstiklâl Savaşı Başkomutanına ve devletimizin kurucusuna saygılıyız. Kendi şahsını yargılamak bize düşmez.
Görülüyor ki, Kur’an’ın Hazreti Süleyman peygamberi örnek getirmesi, aynı zamanda bugün olan olayları da aydınlatmak içindir.
“SÜLEYMAN” ‘SİLM’ ve ‘İSLÂM’ kelimesinden gelmektedir. Küçük barışçı denmiş olmasının nedeni, Hazreti Süleyman peygamberin, Hazreti Davud’un oğlu ve veziri olmasıdır. Gençken peygamber olmuştur. İbrani devletini geliştirmeye çalışmış, genişletme siyasetinde babası kadar aktif olmamıştır. İç güvenliği sağlayarak Akdeniz uygarlığının oluşmasında etkin olmuştur.
وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ (Va MAv KaFaRa SuLaYMANu) “Süleyman küfretmedi.”
“KÜFÜR” iki mânâda kullanılır. Biri, bir gerçeği bile bile kapatmaktır. Diğeri de küfranı nimettir, nankörlüktür, iyilikleri görmemezlik ve unutmadır.
Göz göre göre gerçekleri kapatmakta kullanılırken daha çok “Bi” ile kullanırlar. “Yakfurûne Bi Âyâtillâhi” denmektedir. Mutlak olarak kullanıldığında daha çok nankörlüktür.
Anlaşılan, İsrail oğulları Hazreti Süleyman’ın cimri olduğunu ve kendisine verilen nimetlere şükretmediğini yaymışlardır. Hazreti Süleyman hakkında ne tür dedikodular yaydıkları hakkında bilgi edinmek için eski Mukaddes Kitap’ta yer alan mülük ve tarih bölümlerinin okunması gerekir. 20. yüzyılı geçmişiz, bizim bundan haberimiz yok da, Hazreti Muhammed aleyhisselâm o zaman bu incelikleri nasıl bilecektir?
وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا (Va LavKiNi elŞaYaOıYNu KaFaRUv) “Lâkin şeytanlar küfretti.”
Burada bahsedilenler hangi şeytanlardır? İnsanlardan şeytanlar mı, yoksa cinlerden olan şeytanlar mı?
Cin şeytanlar için nankörlük ettiler denebilirdi. Gelenekte anlatılan, iblisin âbid kimse olduğudur. İblis sonradan küfretti yani küfranı nimet oldu. Ancak bu ‘şeytanlar’ ifadesine uymuyor. Onun taifesi ise zaten kâfir idiler. Dolayısıyla buradaki şeytanlardan kasıt insan şeytanlardır.
Kimdir bu insan şeytanlar?
Bunlar gizli teşkilatlardır, ajan teşkilatlarıdır ve nankörlük yapmışlardır.
Burayı biraz açarsak, çağımızdaki zalim sömürü sermayesi iki gizli teşkilat kurdu; bunlardan biri CIA, diğeri mafyadır. Bunlardan biri el altından desteklenir, diğeri de bütçeden karşılık alır. 20. yüzyılın sonunda bu iki teşkilat yeraltında anlaşmış ve birlikte kendilerini finanse eden sermayeye ihanet etmeye başlamışlardır. Bu olay gittikçe gelişecektir. Devlet bunların üzerine yürüdükçe daha da işbirliği hâline geçeceklerdir.
İnsanlık için bugün olduğundan çok daha korkunç olan, gizli istihbarat örgütleri ile mafya arasında kurulacak birlik olacaktır. CIA mafyayı finanse edecek, mafya terör estirecek, devlet bütçelerinden CIA tenkil karşılığı pay alacaktır. Artık halk, yerel yönetimler ve devletler haraca bağlanacaktır. CIA’dan bunalacaklardır. El altından onları ortak edecek, mafyadan bizar olanlar CIA’ya haraç verecek ve kurtulmaya çalışacaklardır. Bunlara karşı yerel mafyalar oluşacak ve kendilerini savunacaklardır...
Şeytanların nankörlük etmeleri budur.
Baştan kendilerini finanse eden meşru güç olan devlete nankörlük edeceklerdir. Onlar insanları öldürecek, onların emrinde olacak, basın ise iktidarı suçlayacaktır!..
Türkiye’de bugün cereyan eden olay budur. Yargı bağımsızdır, Merkez Bankası bağımsızdır ve bunlar keyfî kararlar almakta; suçlanan ise hep hükümet olmaktadır! Yetkileri elinden alınan iktidar suçlanmaktadır!
Bu âyet işte bu sosyal olayı anlatmaktadır.
يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ (YüGalLiMUvNa elNAvaSa eLSiHRa) “İnsanlara sihri talim ediyorlardı.”
“SİHİR” var mıdır? Önce sihri iki kısma ayırmamız gerekir.
Sihir, bilmediğimiz doğa kanunlarını kullanarak, halkın yapamayacağı işleri yapmaktır.
Bugün Amerika ile cep telefonu ile görüşüyoruz. Eğer bu tekniği 200 sene önce birisi bulabilseydi, bize sihir yapmış olurdu. Bunlara ‘hokkabaz’ da diyorlar. Doğa kanunları ile insanların gözlerini yanıltma bir sihirdir.
Cinler vardır. Bunlar çekirdek bağları ile birbirlerine bağlı yapıdadırlar. Bize görünmezler ama onlar bizi görmektedir. Bizi görmekte ama bedenlerimize etki edememektedirler. Bununla beraber etki edebildikleri sahalar da olabilir. Peygamberlerin mucizeleri de böyledir.
Peygamberlerde melekler işleri yapmakta, büyücülere ise cinler yardım etmiş olur.
Büyücülük tüm ilmî gelişmelere rağmen ortadan kalkmamıştır. Allah’a zor inananlar, büyüye inanmaktadırlar! Peygamberler ‘ben yapıyorum’ demiyor, ‘Allah yapıyor’ diyorlardı. Sihirbazlar ise kendilerini diğer insanlardan daha üstün varlıklar olarak takdim etmişlerdir. Bu sihirbazlar krallar tarafından himaye edilir, onlar da bunun karşılığında kralları tanrılaştırırlardı.
وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ
(Va MAv EuNZiLa GaLay eLMaLaKaYNi BiBAvBiLa HAvRUTa Va MarUTa)
“Bir de Babil’de iki meleğe, Harut ve Marut’a inzâl olunana tâbi oldular.”
Yani, İsrail oğulları mülk-i Süleyman üzerinde şeytanlara tâbi oldular, nankörlük ettiler. Bir de Bâbil’de Harut ve Marut’un dediklerine tâbi oldular.
“BABİL” Kuzey Irak’ta meşhur bir kenttir. Hazreti İbrahim peygamberden sonra hakimiyet Sümerlerin elinden çıkmış, Asurlulara ve Babillilere geçmiştir. Babil Kulesi meşhurdur. “BABİL” kapılı demektir. Kentte değişik kapıların olması sebebiyle bu adı almıştır. Babil’in en önemli özelliği, değişik dilleri konuşan kimselerin buralarda yerleşmiş olmalarıdır. Kur’an’da önemli tarihi kavimlerin ve kentlerin adları geçmektedir.
‘Mısır’ karşılığı ‘Babil’ kelimesi geçmektedir. O çağın iki süper merkezi ifade edilmektedir.
İsrail oğulları buraya sürülmüşlerdir. Burada değişik kavimlerle tanıştılar. Sonra Persler kendilerini serbest bırakınca, oradaki Yahudilerin çoğu İsrail’e dönmediler, oradan dünyaya dağıldılar. Babil sürgünü ve oradan da sürülmeleri, onların dünyayı tanımalarına sebep olmuştur. Gittikleri yerlerde çobanlık yapamazdılar, çünkü kentlerde yaşıyorlardı. Sanatları yoktu. Çiftçiliği bilmiyorlardı, zaten tarlaları da yoktu. Ticaretle meşgul oldular. Ortak dile ve Tevrat’a sahip olmaları nedeniyle birbirleriyle ilişki kurdular. O tarihlerden beri dünya ticareti onların elindedir. Romalıların ikinci tehciri de onları yine uluslararası ticaretin hakimi hâline getirdi.
Tarım döneminde ticaret aşağı seviyede bir meslek sayılıyordu. 1500’lerde sanayi dönemine doğru gidildiğinde ticaret en önemli mesleklerden biri oldu. Bugünkü Amerikan sermayesi böyle oluştu. Sermaye terakümü yani birikimi gerçekleşti. Müsbet ilimle dayanışma içine giren sermaye bugünkü uygarlığı oluşturdu.
Babil, işte bu sebeple insanlık tarihinde önemli bir yer tutar.
İsrail oğullarının artık dağınık olmalarına gerek olmadığı için şimdi İsrail’de toplanacaklardır. Kur’an’da bunun böyle olacağı bildirilmiştir. İsrâ Sûresi’nin bazı âyetlerini tefsir ederken bunu anlatmıştık. [Bak: 133, 204 ve 265. Kur’an ve İlim Seminerleri ve Adil Düzen Dersleri Yorumlar.]
Bugün Yahudiler arasında değişik gruplar ve bu grupların değişik görüşleri vardır:
a) Birinci görüşe göre, ABD merkez olarak devam etsin, İsrail ise savaşın merkezi olsun. Bugünkü İsrail devletinin siyaseti budur.
b) Merkez Avrupa’ya veya Hindistan’a taşınsın, sermaye oradan hakimiyetini sürdürsün, İsrail yine kan gölü olmaya devam etsin.
c) Merkez İsrail devleti olsun, ama bu arada ‘BOP’ adı altında ‘Ortadoğu Birleşik Devletleri’ kurulsun. Dünyaya o güçle hakim olunsun.
d) İsrail barış devleti olsun, merkez İsrail’e taşınsın. Şaron’un siyaseti bu olmuştu. Ama o bu siyaseti güttüğü için bertaraf edildi.
BİZİM TAVSİYEMİZ ŞUDUR:
a) ABD sömürü sermayesi sömürgecilik siyasetini bıraksın. Faizi, zinayı, mafyayı, CIA’yı, fitne ve savaşı bıraksın. Barışçı olarak İsrail’e taşınsın. Bütün Yahudilerin İsrail’e gelmesi için öncülük etsin.
b) İlimde ve ticarette yine başa güreşsin ve olabildiğince etkin olsun. Ama siyasette etkin olmaktan ve dinsizlik yapmaktan vazgeçsin.
c) Müslümanlarla uzlaşsın, Hıristiyanlarla barışsın. Sermaye faize değil, kâr-zarar ortaklıklarına dayansın. “Adil Düzen”in öğrettiği para çıkarılsın.
d) Nihayet, “Adil Düzen”in yeryüzüne gelmesi ve hakim olması için katkıda bulunsunlar.
Sümer kitabeleri okundukça bu iki melek ortaya çıkacak demektir.
“MELEKLER” Allah’ın görevli kıldığı kimselerdir. Onlar Kâinatı yönetmektedirler.
Devlet içinde de kamu görevlileri melektirler.
İki melek marife olarak gelmiştir. Sümer kitabelerinde ileride bulunacaklar demektir.
“HARUT ve MARUT”, görevlilerin özel adları olabileceği gibi, görev adı da olabilir. Bunlar eğitimci olmalıdırlar. Meslekî öğretmen veya siyasî öğretmen değil de, din adamı ve ilim adamı olabilirler.
“HAR” uçurum demektir.
“MAR” da sarsıntı demektir.
Bunlar soruşturmacı olabilirler. Polis görevlileri olabilirler. Halka korunma taktikleri öğretenler olabilir. Bugün, doğal ve sosyal âfetlerde nasıl karşı konacağını ve neler yapılacağını öğreten kimselerdir.
Bunlar iki bakan olabilirler. Biri karşı tarafın nasıl saldıracağını öğretir. Diğeri ise nasıl korunacaklarını öğretir. Buna benzer bir ikiliktir. Yahut, tek öğretmenli sistem yerine çift öğretmenli sistem olabilir.
Bugün bu konuda yeteri derecede faaliyet olmadığı için tam düşünemiyoruz.
Bu iki görevli vahiy almıştır. Halk bunlardan sihre karşı nasıl korunacaklarını öğreniyordu. Sihre karşı korunma ilmini ve eğitimini veriyorlardı. Allah bir taraftan şeytanlara yapacaklarını yaptırmış, diğer taraftan karşı savunmayı da peygamberler aracılığı ile öğretmiştir.
Önce zalimlere izin verip zulüm yaptırır, sonra mü’minler zulmü ortadan kaldırırlar ve böylece ilerleme olur. Bunlar sayesinde insanlık cennette yaşayacak şekilde eğitilmiş ve hazırlanmış olur. Sermaye zulmü ve sömürüsü olmasa, “Adil Düzen”e ne gerek vardır? Mesela, atom bombasını yapıp atmak kötüdür, ama atom bombasını her devlet bilmelidir. Çünkü bir şeyin zararından korunmak için onun ne olduğunu bilmek gerekir.
وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ (Va MAv YuGalLiMAvNı MiN EaXaDin)
“Kimseye tâlim etmiyorlardı.”
Burada çok önemli bir kural ortadadır. İlmin zararı yoktur. Kötü olan, zararlı olan da öğrenilecektir.
Her şeyin iyi tarafları vardır, kötü tarafları vardır. İyi tarafından yararlanmak, kötü tarafından korunmak için onu bilmek gerekir. Biz atomu bileceğiz ki onun enerjisinden yararlanalım, bombasından da korunalım.
Sihir de insanlara öğretiliyordu. Sihirbazların nasıl sihir yaptıkları öğretiliyordu.
Sihir bir örnektir.
İnsanlara zarar veren bilmedikleri her şey sihirdir.
Düşmanlarımızın bize neler yapabileceklerini bilmemiz gerekmektedir. Yoksa onlara karşı neler yapacağımızı, neler yapmamız gerektiğini bilemeyiz. Mesela, düşman atom bombasını attığı zaman radyasyon tesiri yapar. Ondan korunmamız için atom bombasını ve etkilerini bilmemiz gerekir.
‘Atom enerjisini öğrenmeyin, düşmanın dikkatini çekmeyin, kendinizi savunmayın!’ diyorlar.
Bunlar safsatadır. Tarihte böyle tedbirler hiçbir zaman başarılı olmamıştır.
Bu gibi düşünceleri savunanlar, bu nevi saçmalıkları savunmamalıdırlar.
Atom bombasını yapmayı herkes bilecektir. Ancak bomba imali uluslararası denetimde olacak, herkes için olacaktır. Bombanın kullanılması ise ancak hakem kararları ile meşru olabilir.
حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ (XatTAv YaQUvLAv EinNaMAv NaXNu FiTNaTun)
“Biz sadece fitneyiz demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi.”
“BİZ FİTNEYİZ” ne demektir? Onlar nasıl fitne olmaktadır?
“FİTNE” imtihan demektir. Altın ve gümüşü kir ve pastan ayırmak için yapılan ısıtmadır, eritmedir.
“BİZ FİTNEYİZ” demek, sizlerden iyi olanlarla kötü olanları ayıran fitnedir demektir.
Kur’an’da, “Fitne katilden eşeddir.” denmektedir. Fitneyiz demek, şu kadar kötüyüz anlamında değildir. Biz size bilgi veriyoruz. Atom bombasının yapılmasını öğretiyoruz. Sizi güçlü kılıyoruz. Sonra siz ya imtihanı kazanıp kurtulacak veya atom bombasını insanlığın aleyhinde kullanacaksınız ve sonunda helâk olacaksınız.
Japonya’ya atılan atom bombası Japonları helâk etmemiştir. Aksine, Japonya’yı dünyanın ekonomik güçlerinden biri yapmıştır.
Bunlardan biz de imtihan olunuyoruz anlamı da çıkabilir. Yani, ‘Allah bize bunları öğretti, bunları kullanıp başkalarına zarar vermemek üzere bilgiliyiz, bunun imtihanı içindeyiz’ diyorlar.
Her ne olursa olsun, insanlara her türlü ilmi öğretmemiz gerekir. Ancak bu bilgilerin kötüye kullanılmaması gerekir. Hiçbir bilgi edinme yasaklanamaz, men edilemez.
Türkiye’de Kur’an’ın sadece okunması bile yasaklanıyor!
İşte, şeriat ile bu asrın sakat anlayışını böylece karşılaştırabiliriz.
Bunlar sihir öğretmiyorlardı, sihirden nasıl korunacağını öğretiyorlardı.
فَلَا تَكْفُرْ (Fa Lav TaKFuR) “Küfretme. Nankörlük yapma.”
Sihir ancak tanıdık kimselere karşı kullanılır. ABD bunu yapmaktadır. Önemli kişilerin sicillerini tutmakta, onların karakterlerini ve çevrelerini öğrenmekte ve ne zaman nasıl davranacaklarını bilmektedir. Sonra onlara veya onlar gibi olan kimselere karşı nasıl bir taktik uygulayacaklarını ortaya koymaktadırlar.
‘Devletler Oyunu’ diye bir kitap okumuştum.
Amerika’da önemli kişilere birer adam görevlendirilmektedir. Sen Recep Tayyip Erdoğan’sın, sen Abdullah Gül’sün denmekte, onlar ona ait tüm bilgileri toplamakta ve onun gibi düşünmeye başlamaktadır. Herhangi bir konu olduğu zaman o devreye girmektedir. Böylece operasyonu o varsayımlarla yapmaktadırlar.
Bu sebepledir ki, onlar adam değiştirmek istemezler, hep aynı adamların iktidarda kalmasını isterler. Yoksa masrafları çok olur ve yeni araştırma yapmak da zaman ister. Ben bunu bildiğim için hep onların hesap edemeyecekleri davranışlar yaparak onların başarı şanslarını düşürürüm.
İşte, bir yere gidip ondan görünüp onun dostluğundan ve işinden yararlanıp sonra başka türlü davranmak ona ihanettir, nankörlüktür, küfürdür diyorlar.
Allah Adil Düzencilere böyle casusluk yapmayı ve ihanet etmeyi yasaklıyor.
Tedbir olarak da şeriat önemlidir.
Şeriata göre hareket ederseniz, onların buna aklı ermediği için başaramazlar.
AK Parti’ye oynanan pek çok oyun AK Parti’nin lehine olmuştur.
Mesela, son kriz oyununa bakalım. Ne yaptılar? Faizleri yükselttirdiler. Bu mü’minlerin işine yaradı. Faizle çalışanlar devre dışı oldular. Piyasa faizsiz çalışanlara kaldı. Piyasaya doları sürdüler, dolar ucuzlamadı. Ama yabancı sermaye Merkez Bankası’nın paralarını alarak yurt dışına gitti. Pahalı dolar sayesinde ihracat patlaması oldu, ama bundan yabancı sermaye değil, yerli sermaye yararlandı.
Mü’minlerin yapacakları tek iş var, şeriata göre hareket etmek. Ondan sonrasındaki Allah kendisi her şeyi düzenler. Yapacağın şey; nankörlük etmemek, bulunduğun ülkeye ihanet etmemektir.
فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا (Fa YaTaGalLaMUvNa MinHuMAv) “Onlardan taallüm ediyorlardı.”
Onlar görevli iki öğretmendi. Halk onlardan ders alıyordu, kurs alıyordu.
Sihir demek, insanları kandırmak ve aldatmak demekti. Basını ve yayını ellerine geçiren şeytan taifesi, insanları göz göre göre kandırmakta ve yanıltmaktadır. Bu sayede birçok fitneler ve krizler olmaktadır.
Savaşlar ve terör olayları olmaktadır.
Önce Filistin’de askeri kaçırtır…
Sonra onu bahane ederek orasını işgal etmekle kalmaz, Lübnan da işgal et!..
Kur’an bize işte bu gibi oyunlara karşı çareler öğretmektedir. Sivil Savunma Bakanlığı bunların bu fiillerine ve büyülerine nasıl karşı konacağını öğretmektedir. Basın-Yayın Bakanlığı da bunlara karşı rakip basının nasıl oluşturulacağını öğretmektedir. Sihre karşı saldırı ile değil, yasak ile değil de; karşı sihir ile mukabele edilecektir. Teröre karşı mücadelede, silah yasağı ile değil de; aksine herkesi silahlandırma ve herkese kendilerini savunma yetkisi ve gücü verilerek sağlanır. Saldırgan silah taşımayı değil, adam kaldırmayı göze almıştır; silah mı taşımayacak? Silah yasağı, terörün yayılmasını isteyenler tarafından empoze edilmektedir.
Bunlara karşı alınacak en iyi tedbir, halkı bilinçlendirmek, halka bunları anlatmak ve halkın bu tür tuzaklara düşmesini önlemektir.
مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ (MAv YuFarRiQUvNa BiHi BaYNa eLMaREi Va ZaVCiHi)
“Mer’ ve zevci arasını tefrik etmeyi öğreniyorlardı.”
İnsan çocukken anne babasını sevmeye başlar. Erginlik çağına geldiğinde, karı koca birbirlerini anne babalarından çok severler. Çocukları olunca onları severler. Çocuklar büyüdüğünde yine eşler birbirlerine son derece bağlı hâle gelirler. Sihir yani kötü propaganda öyle hızla yayılır ki, bu bağları bile koparır.
Kur’an bir konuda daima sadece bir örnek verir. En kuvvetlisini yahut en zayıfını verir.
Burada da karı-koca örnek olarak verilmiştir. Çünkü onların bile arasını açarlar.
Batı’da ‘kadın hakları’ diye bir şey geliştirilmiştir. Güya ezilen kadın kurtarılmıştır.
Evine bağlı ve çocuklarını yetiştiren kadının yerini, erkekleşen kadın almaya başlamıştır...
Sonunda ne olmuştur? Kadın erkeleşmiş ve erkeğin işlerini de yapmaya başlamış, ama kadınlıktan da kurtarılamamış; hâlâ doğurmakta, hâlâ çocuklarını emzirmekte ve büyütmektedir. Erkek ise haylaz haylaz dolaşıp meyhanelerde gününü gün etmekte, içki parasını da karısından zorla istemektedir!..
Ben bu anlattıklarımı Kırgızistan’da yaşadığım yıllarda yaygın olarak gördüm. Kadınlar sadece çocuk yapmak için evlenmekte, ondan sonra kocasını evden kovarak nefes alabilmektedir. Türk televizyon kanallarını açınız; kadın hakları, çocuk hakları diyerek çocukları ve kadınları aileye karşı isyan ettirmektedirler!..
Bunların hepsi sihirdir. Bu fitne yalnız karı-koca ve çocukları arasına sokulmamakta; işçi ile patronu arasına, görevli ile vatandaş arasına da sokulmaktadır…
Hâsılı, öyle anlaşılıyor ki, o zamanlar tüm sosyal bağlara karşı sihirle nasıl saldırıya geçildiğini görevli öğretmenler halka öğretiyorlardı.
وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ (Va MAv HuM BiWavrRIyNa BiHIy MiN EaXaDin)
“Halbuki onlar onunla kimseye zarar veremezlerdi.”
Demek ki sihir sosyal bir olaydır. İnsanların beyinlerinde etki etmektedir. Fiziki bir etkisi yoktur.
Sünnetullah içinde bir şey olsaydı, Allah’ın iznine gerek olmazdı.
Burada doğa olayları hakkında yeni bir bilgi edinmiş oluyoruz. Doğa kanunları ilâhi kanunlardır, Allah onları değiştirmez. Ama doğa kanunlarını insanlar kullanır ve iş yapar. Bunu kullanmak için de yapılacak şeyin önce beyinde tasarlanması gerekmektedir. İşte burada ilâhi denetim vardır.
Birçok olaylar vardır ki, Allah izin vermedikçe o işi yapamazsın.
Mesela, silahı atamazsın. Atsan bile yanlış atarsın.
Nitekim Mustafa Kemal’e kurşun değmiş ama saatine rastlamış ve kurtulmuştur...
Başbakan Turgut Özal’a kurşun atılmış ama mikrofona değmiş ve kendisi kurtulmuştur...
Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’na kurşun atılmış ama kendisi değil yaveri ölmüştür...
إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ (EilLAv Bi EiZNi elLAHi) “Ancak Allah’ın izniyle zarar verebilirler.”
Allah’ın izni olmasıydı, ne Balkan Savaşı’nda ne de I. Cihan Savaşı’nda yenilmezdik... Allah’ın izni olmasaydı, Anadolu işgal edilmezdi... Allah’ın izni olmasaydı, inkılâplar olmazdı... Allah’ın izni olmasaydı, Müslümanlar seksen sene zulüm görmezlerdi... Allah’ın izni olmasaydı, ne Irak ne de Filistin’deki vahşet olurdu... Allah’ın izni olmasaydı, Millî Görüş partileri kapanmazdı…
Hâsılı, ne olmuşsa hepsi Allah’ın izniyle olmuştur.
Neden olmuştur, Allah insanlara neden azab eder?
a) Günahlarımız olur, Allah bize merhamet eder, azabı âhirete bırakmaz, dünyada çektirir, keffaret olur.
b) Hatamız olur, hatamızı bize bildirmek için bizi başarısızlığa uğratır.
c) Küçük başarısızlıkta bizi eğitir. İleride büyük zorluklar ortaya çıkınca hazırlıklı oluruz ve o zorlukları nasıl def edeceğimizi biliriz.
d) Bizi bu yolda dener, sabrımızı ve imanımızı ölçer ve derecelerimizi yükseltir. Öğretmenin imtihanda sorduğu soru gibi bir başarısızlıktır bu.
Allah bunu bildirmekle bize neyi öğretiyor?
Size gelen kötülükler Allah’ın izniyledir. Siz karşı tarafla uğraşmayın, kendinizi düzeltin.
Bakınız, ben sadece iki partiden bahsederim: AK Parti ve Saadet Partisi. Çünkü onları bizden sayıyor ve hakkı tavsiye mahiyetinde yazıyorum. Diğer partilerden bahsetmiyorum, çünkü onlar lâiktirler.
Bir düzenin lâik olması başkadır, bir kişinin veya bir partinin lâik olması başkadır.
Kişi lâik olursa dinsiz olur. Parti lâik olursa dinsizlerden oluşan parti olur. Ama düzen lâik olmalıdır.
Yani, bütün dinler devlet içinde eşitlik içinde yer almalıdır. Bütün sosyal grupların üstünde müsbet ilim olmalıdır. Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın olan bir yargı bunlar arasındaki dengeyi korumalıdır. Devlet yönetiminde bir dinin doğmaları değil, müsbet ilim hakim olmalıdır. İşte görüyorsunuz, diğer partiler lâik düzeni savunmuyorlar, kendileri lâik oluyorlar ve dindarlara zulmediyorlar. Saadet Partisi ve AK Parti ise, kendileri Kur’an’a inanıyorlar. Kendileri lâik değildirler ama devlet düzeninin lâik olmasını savunuyorlar.
Onun için benim muhatabım bu iki partidir. Yoksa ben lâiklerle uğraşmıyorum. Çünkü onların hesabını Allah görecektir. Onlarla cidal yapma görevi bize verilmemiştir. Adil Düzenciler bu ehli kitap partilerle de fazla uğraşmamalıdırlar. “Adil Düzen”i kendi içlerinde getirmeğe çalışmalıdırlar...
وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنفَعُهُمْ (VaYaTaGalLaMUvNa May YaWurRuHUM Va LAy YaNFaGuHuM)
“Kendilerinin zararına olan şeyleri taallüm ediyorlardı, menfaat vereni değil.”
İslâmiyet’te eğitim müesseseleri vardır.
a) İlmî eğitim müesseseleri medreselerdir. Namaz içinde bunu çözmektedirler.
b) Ahlâkî eğitim müesseseleri tekkelerdir. Özel ibadetlerle bunu çözmektedirler.
c) Meslekî eğitim müesseseleri lonca teşkilâtlarıdır; usta-çırak ilişkileri içinde meseleyi çözüyorlar.
d) Askerî eğitim meselesini de askerlik hizmeti içinde çözüyorlar.
Bunlar hep yararlı işleri öğretirler, zararlı işleri öğretmezler.
İşte bunların dışında iki öğretim müessesesi daha vardır.
Bunlardan birincisi, sivil savunmayı öğretirler. Doğal ve tabiî âfetlere karşı savunmayı öğretirler. Daha çok isteklilere öğretirler. Diğeri de, kötü propagandaya karşı halkı uyarırlar, basın-yayın araçlarını kullanırlar.
Örgün eğitim bu sorunları çözmez. Bunlara karşı benzer silahlarla mukabele etmek gerekir.
Demek ki, normal eğitim müesseseleri kendilerine yararlı şeyleri öğretiyordu, zararlı olanları değil.
Bununla diploma alıyor ve istihdam ediliyorlardı. Ücretleri ve makamları bununla alıyorlardı.
Oysa iki bakanlığın veya görevlinin öğrettikleri, kendilerine yararlı olanları değil de, zararlı olan şeylerdi. Bunlardan korunmaları böylece sağlanıyordu. Şeytanların yaptıklarına karşı savunma oluşturulmuştu. Bu sadece kendileri için olduğundan dolayı bunun için diploma verilmiyor, maaşlarına zam yapılmıyordu.
وَلَقَدْ عَلِمُوا (Va LaQaD GaLKiMUv) “Böylece öğrenmiş oldular ki.”
Böylece öğrenmiş oldular ki, bu kötülükleri yapanların âhirette bir halâkları yoktur.
“Fa Taallamû” demiyor, “VE LEKAD ALİMÛ” diyor. Yani, bunu taallüm etmeden önce biliyorlardı. Bunları öğrenmeye başladıkları zaman zaten öğrendiklerinin kendileri için yararlı bir şey olmadığını baştan biliyorlar, kim ondan korunmayı bırakıp da ondan yararlanmaya başlarsa, bunun kötü olduğunu biliyorlardı.
لَمَنْ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ (La MaN iŞTaRAyHu Mav LaHUv Fıy eLEaPıRaTi MiN PaLAQın)
“Kim onu iştira ederse âhirette bir halâkı olmaz, bunu biliyorlardı.”
Daha baştan, öğrenmeye başlamadan önce biliyorlardı.
Demek ki, bu eğitime insanları alabilmemiz için onların belli seviyeye gelmiş ve bunu bilmiş hâle ulaşmış olmaları gerekir. Bu dersler herkese verilmez. Nasıl herkese mayın patlatma tekniği öğretilmezse, herkese sihir de öğretilmez. Bunların mü’min olmaları ve yeter ilmi almış bulunmaları gerekir.
Bedelli olanların silah taşıyamaması bu âyetin hükmünden istidlâl edilebilir.
Burada anlatılan Babil’deki iki melek değildir. Bütün bu hükümler anlatılmaktadır.
-Kur’an’ı böyle yorumlarsanız, işte o zaman o sizin hayatınıza girer ve sizi yücelere çıkarır.
-Kur’an’ı tarihî vakaların ve hikâyelerin seviyesine indirirseniz, ondan bir yarar sağlayamazsınız.
وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ (Va La BiESa Mav ŞaRaV BiyHi EaNFuSaHuM)
“Nefislerine iştira ettikleri ne kadar beistir.”
Bunu da biliyorlardı. Taallüm edenler, ellerindeki silahları kötüye kullanırlarsa, ne kadar kötü işler yaptıklarını biliyorlardı. Burada tek kişiden bahsetmemekte, topluluktan bahsetmektedir. Bunların öğrendikleri kişisel savunmaya dayanır. Örgütsel savunma açık örgüt içinde olmaktadır. Ama yeraltı örgütleri ise bu sihrî kötülükleri örgüt şeklinde yapıyorlar.
Yukarıda “Lâ Tekfur” demiştir. Burada “Nefislerine iştira”dan bahsediyor.
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ(102) (Lav KavNUv YaGLaMUvNa) “Bir bilseler.”
Yukarıda ‘BİLDİLER’ diyor, burada da ‘BİLSELERDİ’ diyor.
Yani, yaptıklarının kötülüğü bildiklerinden çok daha fazladır.
Mesela, zina yapmak zararlıdır, bunu herkes bilir. Çünkü kadını mağdur eder, erkeği de belki hasta eder. Nesep ihtilatı yani karışması olur. Bu görünürdeki zarardır. Ama zinanın asıl zararı, aile müessesesini çökertmesidir. Zina yapan kimseler evlenme ihtiyacını duymaz ve evlenmezler. Zina yapan kadınla da kimse evlenmez. Bu arada zina yapan bir kadın birkaç erkeğin evlenmesini önler, böylece birkaç kadın eşsiz kalır. Sonra eşsiz kalan o kadınlar da zina yapmağa başlar ve evlilik müessesesi çöker. Halk zinanın sonucunun böyle olduğunu ilk anda bilemez ama, zinanın kötülüğünü bilir. İçkinin ve kumarın zararları da böyledir.
***
وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُوا وَاتَّقَوْا (Va LaV EanNaHuM EavMaNUv Va itTaQaV)
“İman edip ittika etselerdi.”
İman edecek ve sihir ile ilgili bilgileri kötüye kullanmayacaklardır.
O bilgilerden yararlanmaktan kendilerini koruyacaklardır.
Demek ki, biz her şeyi öğreneceğiz. Her türlü kötü propagandayı, atom bombasını, biyolojik silahı, kimyasal silahı öğreneceğiz, onları yapabilecek seviyede olacağız. İmal edebileceğiz, ama onları kullanmayacağız, sadece savunma amacıyla onlardan yararlanacağız. Bunların imali uluslararası denetime açık olur, ama bunların bilgisi ve becerisi uluslararası izne tâbi olmaz. Kimseye bunların imali ve bilgisi imtiyazı verilemez.
Kur’an ne kadar adil hükümler koyuyor, değil mi? Avrupa insan hakları mı, zulmü mü?!.
Kur’an’dan daha adil bir düzen getiren varsa, buyursunlar görelim ve biz de onlara uyalım...
لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ خَيْرٌ (La MaÇUvBaTün MiN GiNDi elLAHi PaYRun)
“Allah’ın indinden onlara hayır isabet edecektir.”
Burada “ALLAH’IN İNDİNDEN” denmektedir. Çünkü Kur’an’ın emrettiklerinin bugün görünmeyen ve bilinmeyen hayrı vardır. Onun için “MİN İNDİLLAH” denmektedir. Yani, bizim bilemediğimiz ve hesap edemediğimiz hayır vardır. ‘İTTİKA’ başlangıçta zarar gibi gelir.
Mesela, MİLAD MARKET sigara ve içki satmamaktadır. Bu durum ilk anda marketin müşterisini azaltmaktadır. Zamanla görülecektir ki, bu tutumundan dolayı Allah ona birçok hayırlar verecektir.
Evlenmek başlangıçta zordur. Ama sonra çocuklar ve torunlar olunca insanda büyük başarı hissini ortaya koyar. İnsan, ‘artık ölsem de olur’ der. Bu dünyada bundan daha büyük hayır ne olabilir ki? Âhiretteki başarı da ayrıdır. ‘İttika etmek’ yani kötülüklerden korunmak, insanı birçok beklenmedik hayırlara ulaştırır.
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ(103) (Lav KavNUv YaGLaMUvNa) “Bir bilseler.”
‘İŞTİRA EDENLER’ ile ‘İTTİKA EDENLER’i aynı cümle ile sonlandırdı. “BİR BİLSELER.”
Bilemezler ama, görürler.
Oturup aklınızla bir proje yaparsınız. Kur’an’a danışmazsınız. Yaptığınız başlangıçta çok da yararlı görünür. Ama zamanla kötülükleri ortaya çıkar. Bu ilaçla tedaviye benzer. Kur’an’a danışırsanız, size bal ve süt tavsiye eder. Onunla tedavi olursunuz. Baştan tesiri görülmez ama, zamanla sizi öyle bir kurtarır ki, o vesileyle başka hastalıklardan da korur. Batı kanunları ile İslâm fıkhı arasındaki fark işte budur. Aklın hayır zannettiği çoğu zaman şer olur, aklın şer zannettiği çoğu zaman hayır olur. Bir fizik profesörü bize şöyle demiştir: Aklı selime inanmak cinayettir. İnsanlar aklı selime uyarak dünya yuvarlıktır diyen kimseyi yalanladılar!
Böylece Kur’an’ın en çok tartışılan sihir âyetini de sizlerle beraber değerlendirmiş oluyoruz. Ben bu âyeti daha önce de yorumlamış ve hayli zorlanmıştım. Şimdiki yorumumda, o zaman hiç düşünmediğim mânâlar ile karşılaştım. Sizler ileride okuyacak ve daha pek çok yeni ve ileri mânâları bulacaksınız. Bu sebepledir ki Kur’an’ı elinizden hiç bırakmayacaksınız. Kur’an’a sarılmayanlar bir yol bulamazlar.
ADİL DÜZEN 368
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 30. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انظُرْنَا وَاسْمَعُوا وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ(104)
مَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِكِينَ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْ
وَاللَّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (105)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHav elLaÜIyNa EaMaNUv) “Ey iman edenler!”
Allah Kâinatı melek, cin, ruh ve ins için yaratmıştır. Onlarla var olmak istemiş ve onları muhatap almıştır. Allah’ın hâlik sıfatı bunu gerektirir. Bilinçsiz varlıkların bir mânâsı yoktur. Bilinçsizler bilinçliler içindir. Melek ve ruhlar bâtın (imajiner) âlemde varlar, dalgaları bu âlemde, cin ve insanlar zâhir (reel) âlemde varlar, dalgaları o (bâtın) âlemdedir. Cinler zâhir âlemin sıcak yerlerinde, güneş ve yıldızlarda bulunmakta, insanlar ise soğuk âlemde ve gezegenlerde yaşamaktadır.
Yıldızların çevrelerinde gezegenler vardır. Oralarda da insanlar yaşamaktadır. Güneş sistemindeki tek canlı gezegen olan Dünya’da ise Adem oğlu yaşamaktadır. Yani, Güneş sisteminin tamamı bizim mülkümüzdür.
Hazreti Adem’in oğulları çoğalınca, birbirlerinden ayrılıp ayrı ayrı ‘aşiretler’ olarak yaşamaya başladılar. Avcılık döneminde avlanabilmek için ‘kabileler’ hâlinde birleştiler. Çobanlık dönemine geçince, güvenlik amacıyla ‘şa’bler’ (iller) hâline geldiler. Tarım döneminde toprak mülkiyeti ortaya çıktı ve toprakları savunmak için ‘ordular’ oluştu, ‘devletler’ kuruldu. Fırat ve Dicle kenarlarında büyük sulama alanları ortaya çıkınca, halk buraya göç etmeye başladı ve ‘kentler’ oluştu. İşte o dönemde Hazreti Nuh’un getirdiği şeriat ile ‘kent devletleri’ ve ‘yazılı hukuk’ ortaya çıktı. Dünyada ‘uygarlıklar’ oluşmaya ve yayılmaya başladı…
Hazreti İbrahim peygamber dünyanın tek topluluk olarak barış içinde yönetilmesini ele aldı. Kur’an şöyle diyor: “Sizlere ‘müslimler’ (yani ‘barışçılar’) adını İbrahim verdi.” (Hac, 22/78) İnsanlık için ‘ortak şeriat’ ortaya koymaya başlayan Hazreti İbrahim peygamberdir. Kur’an ile bu görev tamamlanmış oluyor.
Hazreti İbrahim’in kendi kavminden olan eşi Sara’dan doğan oğlu Hazreti İshak’ın oğlu Hazreti Yakup (diğer adı ile İsrail), ilk olarak Tevrat şeriatı ile dünya üzerinde lâik bir düzen, ‘anayasal bir düzen’ kurdu.
‘Anayasal düzen’ demek, yöneticilerin de uymaları gereken ‘şeriat düzeni’dir. Keyfi idarenin sona ermesidir. Aslında bu demokrasidir. Yerinden yönetim ile lâikliği kabul ederseniz, bu demokrasi olur; ‘hicret demokrasisi’ olur. Tevrat böyle bir şeriatı getirdi. Hazreti Musa’dan sonra gelen peygamberler Hazreti Musa’nın soyundan değildir. Yeryüzünde yöneticilerin de uymak zorunda olduğu ilk şeriat kitabı Tevrat’tır. Tevrat’ı uygulama görevi İsrail oğullarına verilmiştir. Onun için onlar seçilmiş kavim oldular. Burada görev bir ırka verilmiştir. O gün gönüllülerden oluşan ordu ile sorunlar çözülemezdi. Çünkü o günkü dünyada sanayi ve hukuk gibi kurumlar oluşmamıştı. İnsanlar ancak aile içinde ve özel mabetlerde eğitilebiliyordu.
Uygarlık gelişip bugünkü teknolojiye ve ilmî seviyeye ulaşılınca Allah Kur’an’ı gönderdi ve ikinci şeriat kitabını bildirdi. Bu kitap içeriği Tevrat’ın devamı idi ama, Tevrat’tan önemli farklıkları vardı.
a) Tevrat’ın Allah kelamı olduğu, Hazreti Musa’nın gösterdiği asa mucizesi ile sabit olmuştur. Oysa Kur’an’ın kendisi mucizedir. Hazreti Muhammed’in resullüğü Kur’an mucizesi ile sabit olmuştur. Bu sayede kıyamete kadar bütün insanlar Kur’an’ın yeni mucizeleri ile onun ilâhi kitap olduğuna inanacaklar. Kur’an’ın en büyük mucizesi, onun tahrif edilmeden korunması ve kimsenin 1400 yıldır benzerini getirememiş olmasıdır.
b) Kur’an hükümler koymaz, hükümlerin nasıl konacağını belirler, içtihat ve icmayı öğretir. Hükümler ise halkın kendi içtihatları, sözleşmeleri, istişareleri ve hakem kararları ile oluşur. Yani, yönetim eksiksiz olarak demokratik ve lâiktir. Farklı mezhepler ve yasalar ile insanlar kendi sorunlarını kendileri çözerler. Tevrat bir kanun yani yasa ise, Kur’an yasaların dayanağı ve kaynağıdır.
c) Tevrat İsrail oğullarına verilmiştir. Oysa Kur’an’ın hükümleri mü’minlerce uygulanacaktır. Yeryüzünde kimlerden olursa olsun, gönüllülerden inanmışların yani mü’minlerin orduları oluşacak, Kur’an’ın hükümlerini kuvvetle onlar koruyup uygulayacaklardır. İsrail oğulları varlıklarını kıyamete kadar sürdürecekler, insanlığın uygarlaşmasına hizmet edecekler, ticarette ve ilimde üstünlüklerini koruyacaklardır. Ama siyasette onların görevi sona ermiştir. Bu görev gönüllülerden oluşan Kur’an ehli mü’minlere verilmiştir.
d) Yeryüzünde barışı tesis etmek işi mü’minlere aittir. Bedenle askerlik yapıp savaşacak olanlar onlardır. Tüm insanlar ise barış içinde yaşayacaklardır. Onların huzur ve saadeti mü’minler tarafından sağlanacaktır. Onlar sadece savunma bedelini ödeyeceklerdir. Burada Tevrat’tan ayrılan önemli fark şudur. Bu güvenlik gönüllülerden oluşacak ama bir kavmin gönüllülerinden oluşmayacak. Yeryüzünde yüze yakın devlet olacak. Bu devletler kendi topraklarına sahip olacaklar ve oraların savunmasını yapacaklardır. Her ülkenin kendi gönüllüleri yani mü’minleri kendi topraklarının güvenliğini sağlayacaklardır. Hakemler kararı ile tenkili gereken bir devlet olursa, onunla savaş meşru olacaktır.
İşte, İsrail oğullarını anlatırken “EY İMAN EDENLER!” deyip de Kur’an ehline hitap etmesi, bunların İsrail oğullarından iktidarı devralmakta olmalarından dolayıdır.
“EY İMAN EDENLER!” demek, ‘ey dayanışma ortaklığı kuranlar’ demektir. Buradaki muhatap Cuma cemaatidir. Cuma her kabilede kılınır. Şa’bin yani ilin merkezinde de merkez bucağı vardır, onlara hitap etmektedir. Bunlar jandarma birlikleridir. Devletlerde de merkez bucaklar vardır. Onların oluşturduğu bucaklara hitap etmektedir. O da her ulusa ait ordularının başkomutanıdır. Tüm insanlığın tek ordusu yoktur. Tüm barış devletlerinin orduları insanlığın ordularıdır. O ordular hakemlerin kararlarına başkanların izniyle uyarlar.
لَا تَقُولُوا رَاعِنَا (Lav TaQUvLUv RavGıNAv) “Râinâ diye kavletmeyiniz.”
Allah her insanı kendi iradesi ile hareket esin, kendi iradesi ile yaptıklarından dolayı sorumlu olsun diye yaratmıştır. Herkesin ayrı kişiliği vardır. İradesi ile yaptığından dolayı da sorumlu olur. Her kişi Allah’ın halifesidir. O’nun halefi olarak içtihat yapar ve O’nun halefi olarak aldığı kararı uygular. Onun içindir ki, içtihadına göre amel etmekle mükelleftir. Çünkü içtihadı Allah’ın ona emri mahiyetindedir.
Sözleşmeler de böyledir. Ortak vekil olan başkanın istişare ile aldığı kararlar da böyledir. Hakemlerin kararları da böyledir. Yani, insan demek, kendi içtihadı ile hareket etmekle yükümlü kimse demektir.
Yalnız, insan topluluk içinde yaşar ve farkında olmadan da olsa şeriat dışına çıkabilir. İşte yöneticiler bu gibi kimseleri gözetirler, şeriat dışına çıkan olursa hatırlatırlar. Kişi hatırlatanı doğru bulursa sorun çözülür. Ama hatırlatanı doğru bulmazsa, gözetleyen hakemlere gider. Bir hakemi kendisi seçer, bir hakemi de gözetleyen seçer. Hakemlerin kararları kesindir. Ancak hakemlerin aleyhlerine de hakemlere gidilebilir.
İşte bu düzen ‘hukuk düzeni’dir. Yöneticilerin emretme ve zorla bir iş yaptırma yetkileri yoktur. Düzende zorlama yoktur. Hakem kararlarına isteyerek uyma vardır. Uymayanları hukuk himaye etmez.
Yani, insanları yönetirken çobanın koyunları gütmesi gibi bir gütme yoktur. İnsanlar koyun değildir. Başkan da insanüstü değildir. Herkes eşit kişiliğe sahiptir.
“RÂİ” çoban demektir. “Reaye” ise sürüdür.
Böylece Tevrat’ta çok açık olmayan bu husus Kur’an’da ilk tâlimat olarak verilmiştir. Yani, Kur’an düzeni hukuk düzenidir.
وَقُولُوا انظُرْنَا (Va QuvLUv uNJuRNAv) “Bize nezaret ediniz diye kavlediniz.”
İnsanın kendisini hayvan yerine koyup başkalarının içtihatları ile hareket etmesi yasaklanmıştır. Herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir. İnsan olacak ve sorumlu olacaktır. Ancak topluluk içinde olduğunu ve topluluğun kuralları içinde hür olduğunu da bilmesi gerekir. Dolayısıyla kendisini gözetleyen ve yanlış yaptığı zaman onu uyaracak birini veya birilerini de seçecektir. Topluluk kendisine başkan seçecektir. Başkan onları gütmeyecek, onlara nezaret edecektir.
Burada çok önemli bir husus sözkonusudur. Kur’an, “Sen onları ra’yetme, sen onları gözet” demiyor, “Bizi râyet demeyin, bizi gözet deyin” diyor. Yani, kişiler kendi başkanlarını ve görevlileri kendileri atayacaklardır. Söyleyecek kimseleri belirlemek kendilerine aittir. Kur’an’da demokrasi yoktur diyen kimselerin kulakları çınlasın. Eğer Kur’an’da böyle değil de, ‘Sen böyle de’ denseydi, o zaman Hazreti Muhammed hâtmü’n-nebiyyîn olmazdı. Çünkü ondan sonra başkanı kim atayacaktı? Nübüvvetin son bulması demek, demokrasinin gelmesi demektir. Bundan dolayıdır ki, ilk dört halife seçilerek gelmiştir.
وَاسْمَعُوا (Va iSMAGUv) “Ve sem’ edin.”
Evet, başkanın yani gözetleyenin söylediklerini dinleyin, kulak verin, değerlendirin. Ona göre içtihadınızı yeniden gözden geçirin.
Yine burada da çok önemli bir husus vardır. “Sem’ edin ve itaat edin” demiyor. Sadece “Sem’ edin” diyor. Allah insanlara her söze kulak vermelerini emretmiştir. Ama o sözlerin ahsenine uyacaklardır. Sözün ahsenini belirlemek kişinin kendi içtihadı ile sabit olmaktadır. Onun için yetki başkanın değil, kişinin kendisine aittir. Herkes hesabını bu dünyada hakemlere verir, âhirette de Allah’a verir.
وَلِلْكَافِرِينَ (Va LiLKAvFIRIyNa) “Ve kâfirler için”
Burada “KÂFİRLER”den bahsediyor. Herkes içtihadı ile hareket edecektir. Topluluklar kendi icmaları ile hareket edeceklerdir. Ancak burada samimi olacaklardır. Ne kendilerinin heva ve hevesleri, ne de başkalarının istekleri ile karar almayacaklardır. İşte içtihatlarında samimi olmayanlar kâfirlerdir.
Bir de nezaretin yerini râ’yete bırakırlarsa yine kâfir olurlar. Çünkü başkanlarını tanrı yapmış olurlar.
Bugünkü Batılılar meclis denetimini getirmişler, müfettiş denetimini getirmişlerdir. İslâm’da ise halk denetimi vardır. Mağdur olanlar hakemlere giderek mağduriyetlerini giderir ve bu içtihadı iptal ettirebilirler. Eğer bir zarara uğramışlarsa tazmin ettirirler. Eğer bu hatalar kasten yapılmışsa suç oluşturur.
عَذَابٌ أَلِيمٌ(104) (GaÜABun EaLIyMun)
“Elim azab vardır.”
Bu azabın nerede olduğu belirtilmiyor. Âhirette olabileceği gibi, bu dünyada da olabilir.
İçtihat yapan kimse içtihatlarında şu hususlara dikkat etmelidir:
a) İcmalara aykırı içtihatlar yapmamalıdır.
b) Başkaları adına içtihat yapmamalıdır. Ama bilmeyenler onun içtihadına uyabilirler.
c) İçtihatlarında çelişki olmamalıdır.
d) Sonuçları fesat veya zulüm olmamalıdır.
Mağdur olanlar hakemlere giderler ve cezalandırılması gerekenler cezalandırılırlar. Mesela, ehliyetleri ellerinden alınır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda içtihatlara karşı yargıya gidilebileceği, karşı hakemlere gidilebileceği yazılıdır. Bu âyet onun delildir. Hüsnüniyetin asıl olduğu unutulmamalıdır. Kötü niyetli olduğunu ispat külfeti müddeiye aittir. Kimse hüsnüniyetli olduğunu ispat etmeye zorlanamaz.
***
مَا يَوَدُّ (MAv YaVadDu) “Meveddet etmezler.”
“VeDeDe” kelimesi vadi kelimesi ile akrabadır. Derelerin toplanıp aktığı saha demektir. “VEDDE” demek, insanın kendisini ona taraf koyup oraya gitmesini istemek, temenni etmek, içinden tam istekle istemek demektir.
Kâfir olanlar mü’minlerle meveddet etmezler.
Yeryüzünün barışını ve güvenini tesis emekle görevli bulunan iman etmişlerin en büyük hasmı kâfirlerdir, müşriklerdir. Çünkü onlar barışı ve güveni istemezler. Onlar bulanık suda balık avlarlar.
Doktorlar isterler ki, hasta çok olsun, para kazanalım... Avukatlar isterler ki, niza çok olsun, biz para kazanalım... Tamirciler isterler ki, arabalar çabuk bozulsun, biz para kazanalım... Silah fabrikaları da isterler ki, savaş olsun, biz silah satalım... Eczacılar isterler ki, insanlar hasta olsun, biz de çok ilaç satalım...
İşte, zinaya ve faize dayanan düzen böyle bir sömürme düzenidir.
الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (elLaÜIyNa KaFaRUv MiN EaHLi eLKiTABi)
“Kitab ehlinden küfretmiş olanlar.”
Müminler vardır... Müslimler vardır... Münafıklar vardır… Kâfirler vardır… Müşrikler vardır...
“Adil Düzen”de bunlara yer vermemiz gerekmektedir.
Mü’minler siyasi haklara sahip vatandaşlardır.
Müslimler ilmî, dinî ve iktisadi haklara aynen sahiptirler; siyasi haklarını ise ancak kendi iç yönetimlerinde kullanabilirler. Müslimler kendi iç işlerinde de icma kararlarına uyarlar, icmanın dışına çıkmazlar. Cizye öderler.
“KÂFİRLER” ise müslimler gibi kişisel cizye vermezler, topluca savunma paylarını öderler. Buna ‘fey’ diyoruz. Kendi işlerinde icmalara da uymazlar.
Müşrikler ise savunma payını da vermeyip mü’minlerle devamlı savaşta olmayı yeğleyenlerdir. Bize saldırmadıkça biz onlara saldırmayız. Ama gerek müslimleri, gerekse kâfirleri savunuruz.
“Adil Düzen Anayasamız”da bu kâfir-müslim ayırımı net olarak ayrılmamıştır. Eklemelisiniz.
Münafıklara gelince, bunlar siyasi topluluk değildir, bunlar dini topluluktur. Dini cemaatlerin onlara karşı davranışları sözkonusudur.
Burada dikkat edeceğimiz husus, ehli kitabın hepsi kâfir olarak sayılmamıştır. “Onlardan kâfir olanlar” denmiştir. O halde ehli kitaptan kâfirler olduğu gibi, müslim ve mü’minler de vardır. Ehli kitap olanlar ile ehli Kur’an olanlar arasında bu bakımdan fark yoktur. Onlar da mü’min yani asker olabilirler. Onlarla ittifak ederek hakemlerin meşru kıldığı savaşı birlikte yürütebiliriz. Ehli kitap bütün kanun devletlerini de içerir. Kendilerine kitap verilenler ise Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindu dininde olanlar ve Budistlerdir. Sosyalistler ve kapitalistler kendilerine kitap verilenler değildir, ama kitabı olanlardır.
وَلَا الْمُشْرِكِينَ (Va Lav eLMuŞRiKIyNa)
“Müşrikler de. Ne de müşrikler.”
“MÜŞRİKLER” kitabı olmayanlardır. Yani, devlet aşamasına ulaşmamış topluluklardır. Kabile çatışması dengesine dayanan topluluklardır. Bu döneme ‘cahiliye dönemi’ diyoruz. Cahiliye döneminde her kabilenin kendi tanrısı vardır. Hangi tanrı ve kabilesi galip gelirse hak tanrı odur.
Onlar bize saldırmadıkça, biz de onlara saldırmayız. Onlarla sözleşme de yapılmaz. Çünkü onlar sözleşmenin üzerinde durulacağına da inanmazlar. Yazılı sözleşmelere uyulmasına gerek olduğuna inandıkları takdirde, o zaman zaten ehli kitap olurlar.
Uymayacaklarını baştan beyan eden insanlarla sözleşmeler nasıl yapılabilir ki?
Bunlar müşriktir.
İşte bu gibi insanlar, yani kâfirler ve müşrikler dünyada “Adil Düzen”in tesis edilmesini istemezler ve bu konuda insanların daima başarısız olmalarını isterler.
أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ خَيَْر (EaN YuNazZaLa GaLaYKuM PaYRin)
“Size hayrın inzâl edilmesini istemezler.”
Başarılarınız onları sıkıntıya sokar. İslâmiyet’te hayırda yarış meşrudur, hattâ emredilmiştir.
Hayır yapalım… Biz daha fazla hayır yapalım… Bu hayırda başkaları da olsun...
Ben zengin olayım, ama başkası da daha fazla zengin olsun. Çünkü onun zenginliği bize zarar vermez. Tam tersine onun zenginliğinin bize de hayrı olur. Mü’minler ve müslimler böyle düşünür.
Kâfirler ve müşrikler ise; onlar servetlerini başkalarını ezmek için kullanacakları için, Müslimlerin de öyle yapacaklarını sanır ve sizde olmasını istemezler.
Batılılar koydukları gümrük, vize, ağır vergiler, sigorta mecburiyetleri, bürokratik zorunluluklar ile hep ülkemizi geri bırakmak istemektedirler.
Demek ki, Türkiye’nin gelişmesini istemeyenler ya kâfirlerdir, ya da müşriklerdir.
Bunun aksi de doğrudur. Dünyada başka devletlerin, başka toplulukların da zengin olmalarını isteyen topluluklar müslimdir. Mü’min de olabilirler. Bu sebepledir ki, başka ülkelere karşı gümrükleri düşüremezsin anlaşması, başkalarının zenginliğini önlemek istemek demektir. Küfürdür.
Ama aramızda gümrükleri kaldıralım demek, hayırda birleşmedir ki, bu da emredilmiş bir şeydir.
‘Kur’an’a inanıyorsak’ dediğimiz zaman, onun dediğini yapmak zorundayız.
مِنْ رَبِّكُمْ (MiN RabBiKuM)
“Rabbinizden.”
Rabbinizden hayrın tenzil olmasını istemezler.
Bu hayır nedir?
İnsanların arasında dört çeşit hayır vardır.
Bunlar emekle elde edilmez. İnsanların bir araya gelmesi ile elde edilir.
a) Dinî Kurallar. Bunlarda zorlama yoktur. Bunlar ahlâki kurallardır. Dinler öyle kurallar koyarlar ki, insanlar o kurallarla hareket ettikleri zaman mesut ve müreffeh olurlar. Diyelim ki; içki içmezseniz, sağlığa kavuşursunuz. Zina yapmazsanız, aile müesseseniz yaşar. Yalan söylemezseniz, herkes size güvenir. Hile yapmazsanız, müşteriniz artar. İşte kâfirler ve müşrikler bunu istemezler. Sizin dinsiz ve haksız olmanızı isterler. Birileri başbakanın sofrasında rakı içerek bunun için caka satmıştır. Başörtüsü düşmanlığı buradan gelmektedir. Kur’an kurslarına ve imam hatip okullarına bundan dolayı düşmanlık yapılmaktadır. Televizyonlar bunun için et teşhiri hâline getirilmiştir. Çünkü ahlâklı olursanız Türkiye refaha ve saadete erer. O zaman bu ülkeyi sömüremezler. O halde bunları destekleyenler kâfirlerdir, müşriklerdir. Bunlar kitap ehlinden olabilir. Bunlar müşriklerden olabilir. Bu tür ahlâksızlığa karşı olanlar hangi kavimden ve hangi dinden olurlarsa olsunlar, müslim ve mü’mindirler.
b) Hukuki Kurallar. Bunlar içtihat, sözleşme, istişare ve hakem kararları ile oluşur. Dayanışma ortaklıkları tarafından teyid edilmiştir. Bir topluluk hukuku ile var olur. İnsan hakları da hukuk içinde korunur. Ama yine Türkiye düşmanları Türkiye’yi hukuk devleti olma dışında olmaya zorlamaktadırlar. Önce çok kanunlar hukuk düzenini yok eder. Çünkü bu kanunlarda çelişkiler oluşur. Sonra, bu kanunları değil halk, hakimler ve avukatlar bile bilemezler. Bu kanunlar hukuk düzeni içinde devleti oluşturmak için kullanılamaz. Aksine, zalimlerin hukuku zulüm için kullanmaları amacıyla tedvin edilir. Merkezi yönetim halkın sorunlarını çözmez, kanunlar da yönetim tekliğine götürür. Uygulanamaz ve sonunda herkes hukuk dışında iş yapmaya başlar. Çoklu hukuk sisteminin olmadığı ülkede hukuk yoktur demektir. Avukatlık merkezi yargı sistemi olmaktan çıkarır. Avukatların para kazanmak için uzattığı davalar halka adalet dağıtmaz, zalimlerin zulmetmelerine aracı hâline gelir. Pahalı paralı yargı sistemi ancak zenginlerin halka ve yönetime zulmetme aracı olur. Bu düzeni bu hâliyle savunanlar da küfür ve şirk içindedirler. Bunlar da Batı dayatması ile böyledir.
c) İlmî Kurallar. İlim, insan aklının reddedemeyeceği gerçekleri ortaya koyar. Uygarlaşma demek, ilmileşme demektir. Kararlarımızı ne kadar müsbet ilme dayandırırsak, o kadar uygarlaşmış oluruz. Müsbet ilmin göstergeleri, zamanla ve yerle değişmemesi, ölçü ve hesap içinde rakamlara dayanması, böylece daima amelî olarak kontrol edilmesidir. İlim aynı zamanda büyük bir güçtür. Müslimler herkesin daha çok âlim olmasını temenni ederler, çünkü birilerinin bilmesi bizim de bilmemizdir. Gerektiğinde sorar öğreniriz. Zaten her şeyi birimizin bilmesi imkânsızdır. Topluluk içinde birinin bilmesi herkesin bilmesi anlamına gelir. Şu şartla ki, topluluk kimin neyi bildiğini bilsin. Diploma bunun için vardır. Kâfirler, -kitab ehlinden olsun, müşriklerden olsun kâfirler,- ilmi kazanç metaı hâline getirmişlerdir. Telif hakları diye bir şey icad etmişlerdir. Fikirler eşya kabul edilmiş, alınıp satılmaktadır. Serbest eğitimi yasaklayıp insanların öğrenmelerine mâni olmuşlardır. Teorik ve uygulanamaz fikirlerle okullar işgal edilmektedir. Yahut bazı rakamları ezberletme ile insanların vakitlerini öldürürler. Ben Teknik Üniversite’de okurken çok övdükleri bir profesör vardı. Ders anlatmaz, saatleri kitapta olan cetvelleri tahtaya yazmakla geçirirdi. Bugüne kadar onun ne yaptığına aklım ermemişti. Şimdi anladım. O hoca masondu. Masonlar ise zenginler sınıfındandır. Dünyayı ve Türkiye’yi onlar yönetmektedirler. Türk halkı bir şey öğrenmesin de yarın kendi başlarına iş yapmasın diye bize rakamlar öğretiyor ve zamanımızı yiyordu. Türkiye’de meslek okulları düşmanlığı vardır. Bu düşmanlık Türkiye’nin sanayileşmesini önlemek için bilerek düzenlenmiş olan bir oyundur. İmam hatip okulu meslek okulu değildir. Önce onu meslek okulu yapıyorlar. Bunların sayısı % 1 veya 2 civarındadır. Bunlara yol açmayalım diye bütün meslek okullarının önünü tıkıyorlar. Böylece Türkiye meslek okullarını köreltiyorlar. Bunu da imam hatip okulları için yapıyor gösterip bizim ahmak lâikleri inandırıyorlar. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bile bu oyuna geliyor. İşte, kitap ehli olsun yahut müşrik olsun, fark etmez, onlar bizim ilim ve fen sahibi olmamızı istememektedirler. Bizim hayrımızı istememektedirler. Allah Kur’an’da bunun böyle olduğunu bize bildirmektedir. Kâfirler bir şey önerdi mi, bizim hayrımıza önermediğini bilmemiz gerekir. Şüphesiz bütün ehli kitap olanlar böyle değildir. Onun için “MİN” kelimesini kullanmıştır.
d) Ekonomik Kurallar. Küfür ekonomisinde servet ilmi, dini ve idareyi hakimiyeti altına alıp sermaye sömürüsü ile dünya yönetilmektedir. Bu sebeple faizler, gelir vergisi, gümrükler ve vizeler devreye sokarak tekel oluşturulmaktadır. Başkalarının servet edinmelerine şiddetle karşıdırlar. Onlara göre servet elde etmek demek, onların hükümranlık haklarına saldırmak demektir! “Hayr” kelimesi servet anlamına gelir. Özel olarak sizin zengin olmanızı istemezler denmektedir. Türkiye’de on yılda bir askeri müdahale gerçekleştiriliyor ve böylece Türkiye geri bırakılıyordu. Ahmak lâikler de 50 seneden fazla onlara bu alanda hizmet verdiler. ‘Ahmak’ diyorum, onları ‘hain’likten kurtarmak için; yoksa hain olurlar. Dünya Bankası ve IMF dibi kurumlar, dünyayı geri halde tutmak için oluşturulmuş kurumlardır. Nitekim onlarla iş yapan hiçbir ülke iflah olmamıştır. Onlarla çalışmayan hükümetleri kendi millî ordularıyla iktidardan indirmektedirler. ‘Efendim, bunlar senaryodur, komplo teorisidir!’ diyen ahmaklar çoktur. Ama görünen köye kılavuz istemez. ‘Öyle mi?’ diyebilenlere; ‘Yönetimi bize bırakın da “Adil Düzen”i deneyelim’ diyoruz. Ağır vergiler, ezici kanunlar, bürokratik engeller bizim teşebbüslerimizi yavaşlatmaktadır, ama asla azmimiz kırılmamıştır. Sizin hasediniz istediği kadar büyük olsun; Allah’ın izni ile sizi yenecek ve Türkiye’de “Adil Düzen”i kurmuş olacağız...
Dünya mü’minleri birleşmek zorundadır. Bu kâfir ve müşriklerin zulmüne karşı “Adil Düzen”i getirmek zorundayız. Yoksa bunlar mikrop gibidirler, hastayı öldürmeye çalışırlar. Ancak hasta ölünce kendileri de yok olurlar. Dünyanın sonunu getirmeye çalışmaktadırlar. Aslında biz “Adil Düzen”i getirmekle yalnız kendimizi değil, onları da kurtarmış olmaktayız.
Kur’an ehli işin kolayını bulmuş, ‘Kur’an’a inandım’ diyenleri mü’min, diğerlerini kâfir kabul etmiş. Oysa her din ve kavimde mü’minler var, kâfirler de var.
Kimin mü’min, kimin kâfir olduğunu anlamak için Kur’an’ın koyduğu kriterlere kulak verelim.
1- Her söze kulak verirler ve sözlerin en iyisine tâbi olurlar. Herkesin serbestçe söz söylemesini, okumasını, okutmasını, öğretmesini ve yaymasını memnuniyetle karşılarlar. Fikirlere ve düşüncelere yasak koymazlar. Tevhidi tedrisatı ülkenin cehalet içinde kalması için kullanmazlar. Aksine hakkı söylemelerini isterler.
2- İyilikte yardımlaşırlar, kötülükte yardımlaşmazlar. Karşılıklı çıkar paralelliği ararlar. Çıkar çatışmasına dayanmazlar. Taraflardan birinin kaybettiği faiz ve kumardan uzak dururlar. Tarafları kazandıran ticarete yönelirler.
3- Onlar herkesi severler, herkesin iyiliğini isterler, herkes için hayır dilerler, kendilerini sevmeyenleri de severler. Onların savaşları kötülerle değil, kötülükledir.
4- Nihayet, hükmederken adaletle hükmederler. Herkes için eşit şeriat hükümleri uygulanır. Lübnan’a İsrail’in girmesi haksızlık ise, bizim de Irak’a girmemiz haksızlıktır. Herkes için adil olan kurallar konmalı ve uygulanmalıdır. İşte bu kriterlere uyanlar mü’min ve müslimdir. Çifte standart uygulayanlar kâfirdir. Bunlar hangi ırktan olursa olsun, hangi dinden olursa olsun, mü’mindir.
Dünya üzerinde barışı tesis etme görevi İsrail oğullarından alınmıştır. İsteyenin bu göreve tâlip olacağı kabul edilmiş, ancak ağır şartlar konmuştur. Onlardan kuvvetli hâle geldiğimiz zaman Yahudilerin ve Hıristiyanların “Adil Düzen”e katkıları olacaktır. Şimdi oralarda da kâfirler yönetimde oldukları için onlardan bir şey beklemememiz gerekir.
وَاللَّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه (Va elLAHu YaPTaöÖu Bi RaXMaTiHIy)
“Allah rahmetini tahsis eder.”
Bir tablo düşünün, onu yapan ressam onu yapmıştır. Zevk almıştır. Biz de ona bakıyoruz, zevk alıyoruz.
O resmi biri yapmasaydı, o resim kendi kendine olsaydı, biz de ona bakıp zevk almasaydık, o tablonun varlığı neyi ifade ederdi ki? Demek ki, durgun bir kâinatın anlamı yoktur. Kâinat hareketli olacaktır. Hareket de ancak farklı yer ve hâl içinde olabilir. Periyodik hareket de bir mânâ taşımaz. Durgun kâinatla periyodik kâinatın mânâları aynıdır. Gözlerimiz, kulaklarımız, dişlerimiz, ellerimiz farklı olacaktır ki biz var olalım. Farklılık olmazsa, varlık da yoktur.
Bir çuvala benzer bilyeleri doldurursanız o bir varlık oluşturmaz. Ama değişik yapı elemanları evleri oluşturur. Demek ki, var olma demek, farklı parçaların bir araya gelmesi, aralarında işbölümü yapması ve dayanışma içinde bir iş yapma demektir.
Bu genel varlık kavramını ortaya koyduktan sonra, Kâinat’a bakalım.
Kâinat’ta bilen varlıklar vardır, bilinen varlıklar vardır. Bilen bilinenden farklıdır. Dağ bilinendir, ama insan ise bilendir. Şimdi ‘Allah neden dağı dağ, insanı insan olarak yarattı?’ diyemeyiz. Çünkü dağ olmasaydı, insan bilen ve yapan varlık olmazdı, yani insan da insan olmazdı.
Bu iki büyük ayırımdan sonra, Allah eşyayı da ikiye ayırdı; varlığı ve tesiri halk etti, yani atomları ve atomların hızlarını var etti. Neden ikili yaptı? Hız ile atom aynı olsaydı diyemeyiz. O zaman durgunluk olur ve varlığın mânâsı kalmazdı.
Allah, bilen ve yapan varlığı da iki şekilde var etti; kişi ve topluluk. Kişi, bilen ve yapan varlık olarak, diğer bilen ve yapan varlıklar ile birlik içinde olmazsa, bildiği ve yaptığı ne işe yarayacaktır?
İşte bu noktaya geldiğimizde, Kâinat’ta mevcut farklılık ve işbölümünün yerini toplulukta sosyal işbölümü almaktadır. İnsanlar farklı yaratılmıştır. Herkesin farklı işleri vardır. Gerek kişiler, gerekse topluluklar birbirinden tafdil edilmiştir. Günümüze bakalım, kimler üstündür? Batılılar dünyaya üstün durumdadırlar. İlimde ve teknikte ileri gitmişlerdir. Onlara bu üstünlüklerini sağlayan Allah’tır. Bunlar bu üstünlüklerini iki-üç asır önce ele geçirdiler. Ondan önce dünyaya hâkim olanlar Müslümanlardı. Ondan önce üstünlük Bizanslıların ve Romalılarındı. Ondan önce üstünlük Yunanlıların ve Perslerindi. Ondan önce üstünlük İbranilerindi. Daha önce Mısırlılar ve onlardan önce de Sümerler hâkimdi.
Ne var ki, bugün ve bundan sonra yeryüzündeki uygarlıkları etkili olacak olan iki şeriat vardır; Tevrat ve Kur’an şeriatı. Tevrat’ın üstünlüğü ilk şeriat yasası olmasıdır. Kur’an ise son yasadır. Tevrat İsrail oğullarının kitabıdır. Kur’an tüm insanlığın kitabıdır. Tevrat’ın tarihî değeri vardır. Kur’an’ın ise geleceğe etkisi bakımından üstünlüğü vardır. Nasıl Allah bundan önce İsrail oğullarını tafdil etmişse, bundan sonra da tüm insanlardan gönüllü olarak oluşacak mü’minleri tafdil etmiştir. Kitab ehli ve müşriklerin buna haset etmeleri küfranı nimettir.
“III. Bin Yıl Medeniyeti”ni kuracak olan “Adil Düzen Çalışanları”nı Allah tafdil etmiştir.
Bunun farkı, burada kavim seçilmiyor. İsteyen herkes “Adil Düzen Çalışmaları”na katılabilir ve “Adil Düzen Çalışanı” olabilir. Malını ve canını bu çalışmalar için Allah’a satmış olan her kişi burada yer alır.
Allah’ın bunlara olan rahmetini kıskanma yerine, Allah’ın bu rahmetinin içine girmeye çalışmak gerekir. Bu anlamda şunu diyoruz:
“Adil Düzen” bir partinin veya bir grubun düzeni değil, bütün insanlığın düzenidir.
“ADİL DÜZEN”İ ŞÖYLE TANIMLAYACAĞIZ:
a) “Adil Düzen”e katılmak için herhangi bir dine veya ırka mensup olmak gerekmez. İnsan olan herkes “Adil Düzen”e katılabilir. Yedi yaşını dolduran çocuğun bile katılması kabul edilir. Ondan küçüklerin anne babasından biri katıldığında, o zaman o çocuk da katılmış olur.
b) “Adil Düzen”e katılmanın iki şartı vardır: Biri, Kâinat’ı var eden ve onu yöneten Varlık vardır. Müsbet ilimle sabit olan kuralları kabul etmek zorundayız. ‘Ben müsbet ilmin verilerini tanımam’ diyen müşriktir ve “Adil Düzen”de yeri yoktur. Biz onu kovmayız ama onun yeri yoktur. “Adil Düzen Çalışmaları”na katılmak için ikinci şart da, büyük dinlerin, Tevrat, İncil, Kur’an ve doğu dinlerinin kitaplarının hepsinin hak olduğuna inanır, onlardan yararlanırız. Onları değerlendiririz. Biz peygambere düşman değiliz, din düşmanı değiliz.
c) “Adil Düzen”e katılmak için Nazist, faşist, sosyalist, kapitalist olabilirsiniz. Kendi değerlerinizi “Adil Düzen Çalışmaları”na getirebilirsiniz. Biz nasıl Kur’an’ı getirme hakkına sahip isek, siz de kendi düşüncelerinizi getirebilirsiniz. Bu “Adil Düzen”e katkıdır. Bir şartladır ki, hiçbir görüş ve anlayış başka insanlara dayatılamaz. Herkesin kendi içtihat ve icmaları çerçevesinde eşitlik içinde yaşama hakkı vardır. Bizim üstünlüğümüz buradan gelmektedir. Bizim görevimiz tahakküm değildir, dayatma değildir. Bizim görevimiz “Adil Düzen”i kurmadır. “Adil Düzen” demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir düzendir. Ama bu ekseriyet demokrasisi değildir. Dinleri dışlayan demokrasi değildir. Zorunlu aidatı dayatan sosyallik değildir. Faizci, zinacı, tekelci liberal değildir. Yani, kendinizi hükmetmekle üstün kılan anlayış içinde iseniz, “Adil Düzen Çalışanı” olamazsınız. Kendinizi insanlığa hizmette üstün olan kimse olarak görmelisiniz. Hükmetmek değil, insanlara kimsenin hükmetmemesini sağlamak hedefiniz olacaktır.
d) Biz sizden herhangi bir dinî ve ırkî özellik istemiyoruz. ‘Kim olursanız olun, gelin!’ diyoruz. ‘Gelin de yeryüzünde “Adil Düzen”i hâkim kılalım’ diyoruz. ‘Biz kendi değerlerimizle katılalım, siz de kendi değerlerinizle katılın’ diyoruz. Bir şartımız vardır: Aramızda çıkan ihtilafları “HAKEMLER” yoluyla çözeceğiz. Davalı bir hakem seçecek, davacı bir hakem seçecek, o hakemler de baş hakemi seçecek. Bunların baş hakemin hakemliğinde aldıkları karalara itirazsız uyacağız. Bu en ağır karar olabilir. Bunu kabul etmedikçe “Adil Düzenci” olamazsınız.
İşte, Allah böyle inanıp yapan “Adil Düzenciler”e rahmetini tahsis etmiştir.
Çünkü Allah bütün insanlardan, hattâ müslim olanlardan bu kadar büyük özveriyi istemektedir.
مَنْ يَشَاءُ (MaN YaŞAyEu) “Kim isterse” veya “Kime isterse.”
Bu âyette iki mânâ aynı derecede ortaya çıkar:
a) Birinci mânâ; ““Adil Düzen”e girmeyi kim isterse, Allah ona rahmetini tahsis eder.” demektir. Bu mânâ birinci mânâdır. Çünkü “MEN”den sonra gelen ifadede “MEN”e râci zamir olmalıdır. Eğer dileyen Allah olursa, ifadede “MEN”e râci zamir olmaz. Öyleyse hazf takdirine gerek kalmadan ‘Kim isterse ona rahmetini tahsis eder’ olur. Gönüllü “Adil Düzenci” olanlara rahmet eder ve onları yüceltir. Tıp fakültesini okuyana Allah tıp ilmini verir. “Adil Düzen” üzerinde çalışanlara da Allah “Adil Düzen” imkanlarını verir ve “Adil Düzen”i kurarlar. Bu düzeni onların içinden kimi görmeyebilir, ama onların cemaati “Adil Düzen”i kurmuş olur. Âhiretteki mükâfatlarını herkes katkıları nisbetinde fazla alırlar. Yukarıda saydığımız, kim olursan ol “Adil Düzen Çalışmaları”na katılabilirsinin delili olmaktadır. Görülüyor ki, biz genel varsayımlarla hükümler çıkarıyoruz, ama âyetler de onları teyit ediyor. Bunun anlamı, yaptığımız varsayımlarda isabet vardır.
b) İkinci mânâ ise; “Allah kime isterse ona rahmetini tahsis eder.” Burada ‘LiMeN YeŞÂU LeHu’ şeklinde anlayabiliriz. ‘LeHu’ hazfedilmişdir. Bu ikinci derecedeki mânâdır. Hazf etmemek, hazf etmekten evlâdır. Bununla beraber bu mânâ da doğrudur. Çünkü Allah dilemedikçe biz dileyemeyiz. “Adil Düzen Çalışmaları”na katılmak herkese nasip olmaz. Ancak takdir-i ilâhi onu oraya götürür. Her biriniz şöyle bir düşünün, bu çalışmalara nasıl katıldınız? Sizi bu topluluğa katan nedir? Ben bunun hikâyesini kendim anlatacak olsam, o kadar tesadüfler yani tevafuklar vardır ki, hikâyesi roman olur. Bunlardan sadece biri bile olmasaydı, ben şimdi aranızda olmazdım. Siz de düşünün, sizin için de böyle tesadüfler vardır. İşte bu tesadüfler Allah’ın sizin için var ettiği tevafuklardır. O’nun meşieti olduğu için buradasınız. Öyleyse siz de İsrail oğulları gibi seçilmiş kimselersiniz. Ona göre yerlerinizi bilin, bulunduğunuz yerin kıymetini bilin ve çalışmalarınızı ona göre yapın. İsrail oğullarını örnek alın ve asla ümitsizliğe düşmeyin. İyi biliniz ki, biz buraya olgun olduğumuz için gelmedik, olgunlaşmak için geldik. Biz yontulmuş taş değiliz. Onun için “Adil Düzen” duvarını oluşturamıyoruz. Burası taş ocağıdır. Önce yontulup oluşacağız, ondan sonra da “Adil Düzen”in yapısında yerimizi alacağız.
وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (105) (Va elLAHu Üu eLFaJLı eLGaJIyMi)
“Allah azim faziletlidir. Allah fazlından vermektedir.”
Bir işçi işverenle anlaşıyor. İşveren ona iş veriyor. Sonra ona anlaştığı ücretin on mislini veriyor. İşçiye ücretini vermezse zulüm yapmış olur. Ama ücretini fazla fazla veriyor. Sonra fazla işi var. Onu da her işçi yapamaz. Onu mesaiye bırakıyor. O özel işi ona yaptırıyor ve ona ayrıca mesai ücretini yirmi kat veriyor. Burada diğer işçilere zulmetmemiştir. Çünkü onlardan bir şey eksiltmemiştir. Kendi fazlından vermiştir. Allah bütün nimetlerini bir kimseye aktarmaz, yoksa o zaman o kimse tanrı olmuş olur. O halde herkes Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimetlerin şükrünü yapacaktır. Diğerlerine verdiği nimetlere haset duymayacaktır.
Böylece geniş bir şekilde İsrail oğullarını anlattıktan sonra, artık onlardan halefiyet görevini devralan mü’minlerden bahsetmeye ve onlardan anlatmaya başlamıştır. Biz bunları okuduktan sonra, örnek kavim olarak İsrail oğullarını öğrenmekle kalmayacak, ilk Kur’an uygarlığını kuran mü’minlerin de hayatlarını öğrenerek yola çıkacağız. Kur’an’ı ancak öyle yaparsak doğru bir şekilde anlarız. Biz şimdilik Mekke’deki ilk devri yaşamaktayız. Biraz sonra Allah bir imkan hazırlayacak, camilere girip bağdaş kuracak ve bu dersleri oralarda okumaya başlayacağız. Ancak bunu yapabilmemiz için hepiniz “Adil Düzen Anayasası”nı öğrenmiş olmalısınız. Okullarda, televizyonlarda, gazetelerde ve diğer yerlerde görüneceğiz. O dönemde sınıfı geçenler, beklenmedik yerden dâvet alacaklar. Bu güç sahibi bir emekli general olabilir. O Hazreti Ömer’in yerine geçmiştir, Medinelilerin yerine geçmiştir. Zalimler hiçbir kanuna dayanmaksızın saldıracaklar, ama mağlup olacaklar ve cehennemde haşrolacaklardır.