ADİL DÜZEN 402
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 64. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ(207) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةً وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ(208) فَإِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمْ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ(209) هَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا أَنْ يَأْتِيَهُمْ اللَّهُ فِي ظُلَلٍ مِنْ الْغَمَامِ وَالْمَلَائِكَةُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ(210) سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ آتَيْنَاهُمْ مِنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ(211)
وَمِنْ النَّاسِ (Va MiNa elNASı) “Nâstan şöyleleri de vardır.”
Kur’an insanları ikiye ayırır. Bunlardan bir kısmı hakem kararlarına razı olan ama hakem kararlarının uygulanması için cihad yapmayan kimselerdir. Bunlara “müslim” denmektedir. Kur’an “ey müslimler” hitabı yerine “ey nâs” hitabını yapmaktadır. Çünkü “ey müslimler” dediğinde mü’minler dışarıda kalır. Oysa “ey nâs” dendiği zaman müslim mü’min içine girer. Gerçi bir kimsenin mü’min olması için müslim olması şarttır ama müslimler ile mü’minler birbirlerinden ayrılmışlardır. “Nâstan şöyleleri vardır” derken kasıt, müslimlerden bir kısmı da olabilir, kasıt sadece mü’minler de olabilir. Bunun anlamı şudur ki, Kur’an’da “ey nâs” diye nerede hitap etmiş ve müslimlere ne görev vermişse, mü’minlere de o görevi vermiştir. Sadece mü’minlere fazla olarak İslâm düzenini yani barış düzenini yani hakemlerin kararına uyma düzenini koruma yetkisini vermiştir.
مَنْ يَشْرِي نَفْسَهُ (MaN YaŞRIy NaFSaHu) “Nefsini şira etmiştir.”
Neyde satmaktadır? Şırada satmaktadır. Satın alma iştiradır, intifadır. Bey’ kelimesi daha geniş mânâdadır. Karşılıklı elleri tutarak bir sözleşme yapma bey’dir. Bey’ eden kimseler mübadelede bulunurlar.
Başkanla cemaat arasında biat yani mübayaa vardır. Biat bir sözleşmedir, dayanışma sözleşmesidir, vekâlet verme sözleşmesidir. Vekâlet veren ile vekâlet alan eşittir. Dolayısıyla başkanın herhangi bir üstünlüğü yoktur. Sadece görevde onun komutasında olunacağı belirtilmiş olunuyor.
“ŞİRA” kelimesi “ŞERARE” kelimesine akrabadır. Çağlayan demektir. Satma demek, bir şeyi karşı tarafa vermektir. Şirada teslim şartı vardır da, bey’de yoktur. Akit yaparsınız, teslim ileride olur. Selem böyledir. Karz böyledir. “ŞİRA” ise malı peşin vermedir. İnsanlar nefislerini, kendilerini satmışlardır, vermişlerdir, baştan teslim etmişlerdir. Allah’ın halifesi olan kendisine. Sonra o canı o kimse tasarruf eder.
Bir şair şöyle diyor: “Canı canan dilemiş, vermemek olmaz gönül. Ne niza eyleyelim, ol ne senindir ne benim.” İşte burada da nefis kendisini var edene vermiştir. Var edenin halifesi olarak da onunla iş yapmaktadır. İşte bunlar mü’minlerdir. Müslimler dünya hayatında da iyilik istemektedirler, âhiret hayatında da; ve onların bu istekleri yerine gelecektir. Yeter ki hakem kararlarına uysunlar. Mü’minler ise canlarını cananlarına vermişlerdir ve onlar sadece âhirette Allah’ın rızasını ve cennetini talep ediyorlar.
ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ (İBTiĞAEa MaRWATı elLAHı) “Allah’ın merdasını istemektedirler.”
İrade de rıza da istemektedirler. Türkçede de dilemek ve istemek vardır. İradeyi istemek, dilemeyi dilemek şeklinde tercüme edebiliriz. Bir şeyi istersiniz ama gönlünüz ondan hoşlanmamaktadır.
Müslimlerin işleri kolaydır. Davranışları şeriata uysun yani hakem kararlarına uysunlar, onlara şeriatta gösterilen karşılık verilecektir. Bu İlâhi kanundur. Allah’ın iradesi ile olmaktadır. Onlar da âhirette kurtulmuşlardır. Allah’ın rızası ise insanların mallarını ve canlarını kendilerini var edene versinler. İşte Allah’ın hoşnut olmasını sağlamak için canlarını satmışlardır, mallarını vermişlerdir.
Burada bir şey sorulabilir. Müslimler de savaşa katılmak isterlerse katılabilirler mi?
Evet, katılırlar, ama katılmak zorunda değildirler. Çünkü “Minen’e-Nâs” ifadesine onlar da dahildir.
Satışta nasıl rıza şartsa, mü’min olmak veya müslim olarak savaşa katılmak için de rıza şarttır. Devlet kimseyi mü’min olmaya zorlamıyor. Devlet mü’min olmayanları savaşa zorlamıyor. Ama katılmalarını istiyor ve dolayısıyla farklı muamele görüyorlar.
Siyasi haklar mü’minlere verilmiştir. Geçici olarak müslimlere de siyasi görevler verilebilir. Beyninizde “Adil Düzen”i kurunuz, onu hayal hanenizde yaşatmaya başlayınız, göreceksiniz o gerçekten gelecektir. Biz akılla da olsa “Adil Düzen”i hayal hanemize koyamadık ki iktidarlar bize yönelsin. Karşı taraf henüz çökmedi ki “Adil Düzen”e talip olsun. Allah “Adil Düzen” gibi bir nimeti ona talip olmayanlara vermez.
وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ(207) (Va elLAHu RaUvFun Bi eLGıBADı) “Allah ibadına rauftur.”
“RAHMET” annenin çocuğuna karşı duyduğu hislerdir. “RAUF” ise babanın çocuğuna duyduğu hislerdir. Aralarındaki fark, baba çocuğun geleceğini düşünür, hislerinden çok aklına hakim olur, ona şiddet gösterir. Dolayısıyla onu terbiye ederken azarlayabilir. Anne ise daha çok sevmekte, daha çok sevgi ile çocuğuna yaklaşmakta, babadan daha çok onun için çile çekmektedir. Bu sebepledir ki “RAHİM” sıfatı “RAUF” sıfatından daha çok geçmektedir.
Burada Allah’ın kendi rızası için canlarını vermesi onların âhrette daha ileri hayata kavuşmaları içindir. İnsan adeta tanrılaşmaktadır. Önce kendi iradesini kullanmaktadır. Böylece sanki yaratıcı imiş gibi davranabilmektedir. Diğer taraftan insan O’nun halifesidir, O’nun adına hareket etmektedir. Devlet memurunun devleti temsil etmesi gibi insan da Allah’ı temsil etmektedir. Bu ne büyük bir makamdır. Bu makama lâyık olmak için mü’min malını ve canını O’nun uğruna verme sevdasındadır.
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHa elLAÜIYNa AMaNUv) “Ey iman etmiş olanlar.”
Allah’ın merdatı için nefislerini şira edenler yani Allah’ın kendilerinden razı olması için canlarını Allah için verenler, şimdi size görev düşüyor. Onu yerine getirmeniz gerekiyor. Bu emir bütün insanlara değil, sadece mü’min olanlaradır. Çünkü onlar birlikte görevi yerine getireceklerdir. Peki, buradaki muhatap olanlar kimlerdir? Cuma cemaatidir. Çünkü devlet yapısının temeli bucaktır, kabiledir. Kişi aşiret ve kabile topluluğu oluşturmaktadır. Âhirette sorumlu olacak ve cennete gidecek olan kişidir. Ama bu dünyada da uygar bir topluluk olarak yaşaması için kabile şeklinde teşkilatlanmak gerekir. Kişiler kendilerine ilmî ve dinî dayanışma ortaklığını seçerler. Bunlar bucağın şurasını oluştururlar. Ayrıca bucağın nöbetlileri yani mü’minleri de bucağın meclisini oluştururlar. Bucak ilmî şurası kendilerine bucak başkanı seçer. Bucak başkanı semtlere emirler atar. Halk kendi semti dışındaki emirlerden birisine asker olur. Nöbetliler olur. İşte bunlar haftada bir toplanırlar ve başkanlarının arkasında Cuma namazlarını kılarlar.
Kur’an işte bunlara hitap etmektedir. Bundan başka bir de Hac cemaati vardır, o da Mekke kabilesidir.
Devlet ve il merkez bucakları vardır. Orada muhatap oranın başkanlarıdır.
ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ (EuDPUvLUv Fıy elSiLMi) “Silme duhul edin.”
Barışa girin, İslâm olun demektir. Bunun anlamı şudur ki, mü’minler de müslimdirler. Hakem kararlarına kayıtsız şartsız uyacaklardır. Bugün olduğu gibi askerlerin veya devlet görevlilerinin imtiyazı yoktur.
Askerler askeri mıntıka dışına çıktıklarında herhangi bir fiil ve suçtan dolayı yargı denetimindedir. Sadece askeri mıntıkalarda ve savaş alanlarında hukuk düzeni geçersiz olur.
Şimdi ise askerler sivil alanlarda da imtiyazlıdırlar. Bu âyet bunu kabul etmemektedir.
Sonra yargılanabilmeleri için dokunulmazlıkların kaldırılması gerekmektedir. Bu dokunulmazlık yalnız milletvekillerine ait değildir. Bütün kamu görevlilerinin günümüzde dokunulmazlıkları vardır. Askerlerinki daha da ileridir. Dokunulmazlık ömür boyu devam eder. Özel mahkemeleri vardır. Oysa milletvekillerinin özel mahkemeleri yoktur. Kur’an bütün insanların silme girmelerini emrettiğine göre, kimsenin dokunulmazlığı yoktur, özel mahkemesi yoktur. Herkes kendi seçtiği hakemlere karşı sorumludur.
Askeri mıntıkalarda, savaş veya sıkıyönetim alanlarında hukuk düzeni olmadığı için bu emirler geçersizdir. Bununla beraber komutan eratın yaptıklarından sorumludur. Diyeti öder.
“SİLM” hayvanların üstüne çıkamadığı taştır. Ona çıkılacak merdivene “SÜLLEM” denmektedir.
“SİLM” barış düzeni demektir. İslâm olmak silme girmek demektir. Burada mü’minlere barış düzenine girin denmektedir. Böylece mü’minlerin de müslimler ile hukuk karşısında eşit olduğu ifade edilmektedir.
Silme girmenin başka bir mânâsı da bucaklar arasındaki silmdir. Bucak içinde halk barış içinde yaşayacaktır. Ama bucaklar arasında çıkacak nizalarda ne olacaktır? Orada hakemler sözkonusu olacaktır. Herhangi bir bucak ile komşu bucak arasında çıkacak ihtilafı da hakemler çözecektir. Yönetimler arası da silm olacaktır, barış olacaktır. Herkes hakem kararlarına uymak zorundadır.
Yüz kadar bucak birleşerek kendilerine bir merkez bucak edinirler. Burası da bucaktır ama merkez bucaktır. Kur’an bu birliğe “şa’b” diyor, biz “il” olarak ifade ediyoruz. Merkez bucağının sorumlu ilmi dayanışma sorumlularını temsil eden kimselerdir. Her on bucak sorumlusunu temsil eden il meclis üyesi olur. Merkez bucağını bunlar kurar ve bunlar yönetir. Orada oturan halk o bucağın müslimi durumunda olup yönetime karışmazlar. Böylece oluşan merkez bucağı ilçelerde de ilçe merkez bucaklarını oluşturur. Taşra bucaklarının merkez bucaklarla çıkan ihtilafları da hakemler yoluyla çözülür. Eşitlik içinde yargı huzuruna çıkarlar. Mü’minler burada nöbet tutarlar. İç güvenliği sağlarlar. Her bucağın mü’minleri ayrıdır. Merkez bucaklarının yerleri kendilerine aittir. Taşra bucaklılar oraya izinsiz girip çıkarlar. Ama merkez bucak halkı ve yöneticileri taşra bucaklara izinsiz girip çıkamazlar. Güvenlik amacı ile de olsa herkesin toprağı kendisine aittir.
Silme girmek bu demektir. Yargı kararlarına eşitlik içinde herkesin uymasıdır.
İllerde merkez il ve merkez ilçe bucakları vardır. İlçe bucaklarında genel hizmet verilir. Güvenlik de genel hizmettir. İl merkez bucağında ise il meclisi vardır, il başkanı ve bakanları vardır. İl halkı ve bucakları ile silm içinde olacaklar, barış içinde olacaklar, hakem kararlarını kabul edecekler. Ülkede de merkez illeri ve bölge merkez illeri vardır. Merkez ili taşranın temsilcisi olan meclis üyeleri oluşturur. Bunlar taşradakileri temsil etmekle beraber aldıkları kararlar taşradakileri bağlamaz. Her bucağı o bucağın aldığı kararlar ilgilendirir.
Mekke merkez bucağı vardır. Mekke merkez ilinin ilçe bucakları vardır, bunlar ili oluşturur. Bölgelerde de merkez iller vardır ve onların da merkez ilçe bucakları vardır. Devlet merkez ilinin merkez bucağı vardır. Bölge merkez ilçelerinin merkez bucakları vardır. İlin merkez bucağı ve ilçe bucakları vardır. Taşra bucakları vardır. Ocaklar vardır, kişiler vardır. İşte bunların hepsinin kişilikleri vardır. Bunlar arasında çıkan ihtilaflar eşitlik içinde çözülür. Tarafların seçtiği hakemler yolu ile çözülür. Böylece barış olmuş olur.
كَافَّةً (KafFaTan) “Avuç içine alarak.”
İnsanları topluca birleştirerek demektir. Dolayısıyla insanların tümü birbirine barış içinde girmiştir. İster kişi olsun, ister kuruluş olsun, hepsi hakemler aracılığı ile birbirine bağlanmıştır ve aralarında eşitlik vardır.
Topluluğun hukuku ile kişi hukuku eşittir. Eşitlik büyüklükteki eşitlik değildir, haklardaki eşitlik de değildir. Eşitlik kişilikteki eşitliktir, yani dava açma ve davalı olmadaki eşitliktir. Hakem seçmedeki eşitliktir. Bir fiili kim işlerse işlesin, cezası ve ecri aynıdır. Ehliyet ispat esnasında işe yarar. Kimin yaptığının ispatında işe yarar? Kredi vermede işe yarar. Kalitesini tesbitte işe yarar.
“KÂFFE” kelimesi bize dayanışma ortaklıklarını da hatırlatmaktadır. Organize olmadan kâffe olamayız. Organize olmak için bir tarafta ülke, il, bucak ve ocaklar şeklinde bölünme gerekmektedir. Bu ayrılmayı ve bağımsızlaşmayı doğurmaktadır. Yerinden yönetim de olunca aralarında irtibat bile kalmamaktadır. Oysa dayanışma ortaklıkları halkı birbirine yaklaştırmakta, bütün insanları bir araya getirmektedir.
Burada önemli bir soruyu ve sorunu daha çözmüş oluyoruz. Kişinin verdiği zarar azsa kendisi tazmin eder, çoksa bucak dayanışması tazmin eder. Bucakta toplam zarar azsa bucak tazmin eder, çoksa il tazmin eder. Bu mantıkla illerin zararları azsa kendisi, çoksa ülke dayanışması tazmin eder. Ülke zararları azsa kendisi tazmin eder, çoksa insanlık tazmin eder.
Şimdi azlık ve çokluktan ne kastediyoruz? Ödenecek miktar ile orantılıdır. Önce ilin bucaklarını alalım. İlin kendi bucağında ödenen miktara bucak tazminatı diyoruz. Bunların orta değeri bulunur. Orta değerin altında olanlar kendileri öderler. Diğer bucaklara iştirak etmezler. Orta değerin üstünde olanlar bucaklar arasında paylaşılır. İller için de aynı şey sözkonusudur. Orta değerin altında olanlar kendileri öderler, üstünde olanlar ülkede paylaşılır, insanlıkta paylaşılır.
Dayanışma ortaklığı insanlığa kadar gider. Yani, bir dayanışma ortaklığının zararlarını diğer dayanışma ortaklığı ödemez. Ancak zelzele ve yangın gibi tazminatlar âkileler arasında bölüşülür.
Demek ki barış demek hakem kararlarına uyma demektir. Hakem kararlarına uyma da ancak dayanışma ortaklıkları ile çözülür. Mahkum olan kimsenin arkasında dayanışma yoksa hakem kararları bir şey ifade etmez.
İlmî, dinî ve meslekî dayanışmalarda mü’min-müslim ayrımı yoktur, herkes dayanışma içindedir. Sadece cinayetlerde sorumluluk siyasi dayanışmaya aittir. Müslim-mü’min ayırımı orada vardır. Demek ki müslimlerin de dayanışmaları vardır . Çünkü onlara nöbet gerektirmiyor, onlarda cizye yoktur. Herkes ilmî dayanışmaya girmek zorundadır. Dinî veya meslekî dayanışmaya girip girmemekte serbesttirler. Sigorta yaptırmamış olurlar.
وَلَا تَتَّبِعُوا (VaLAv TatTaBıGUv) “Tâbi olmayınız.”
“Tâbi olmak” uymak demekti. İtaat etmek, dinlemek demektir. Uymak, uyuşan kimsenin isteği ve denetimi içinde olmaz. Uyan kendisi seçer ve ona uyar. İtaatte ise, itaat edilen kimse emreder, onun denetiminde onu dinler ve yaparsınız.
Burada kâffeten silme girmeden sonra, şeytanın hatvelerine tâbi olmayın deniyor. Şeytan daima yargı kararlarına uymamayı telkin eder. Oysa barışı sağlayan ve savaşı önleyen yargıdır. Yargı kararlarının adil olması gerekir ama yargı kararları mutlaka uyulması gereken kararlardır.
Kur’an sorunu çözmüştür. Yargı kararlarına uyulacaktır. Uyulmayacaksa o ülke terk edilecektir. Öyle ülke bulacaksın ki seni korusun. Yargı kararlarının adil olması için bir de halkın eline yargı kararlarına imkan tanımak için her bucak ayrı yargı merkezidir. Davaların infazı kişilerin bulunduğu yerde yapılır. Bir yönetim mahkumu korursa kendisi tazmin eder. Yargı kararlarına uymamak isyandır.
Yargının adil olması gerekir. Bunun içindir ki yerinde yargılama ilkesi getirilmiştir. Herkesin birbirini tanıdığı bucak halkı içinde zulüm asgariye iner. Hakemler ilçeden seçilir ama yargı bucak içinde yapılmaktadır. Soruşturmacılar da ilçedendirler. İlçe 100 000 nüfustan fazla değildir.
Hakemlerin kararları da haksız olabilir ama karar karardır, infaz edilir. Davayı kazanan kazandığını alır. Karardan mağdur olanlar hakemlere giderek hakemler veya soruşturmacılar aleyhinde dava açabilirler. Mahkum olurlarsa hakemlerin veya soruşturmacıların âkileleri yani dayanışma ortaklıkları tazmin eder. Kazanan kimseden istirdat edilmez, kazanan kazanmıştır.
Böylece barış sağlanmaktadır; yerinden yönetim, hakemlik sistemi, hakem kararlarının kesin olması, hakem kararlarının dayanışmalar içinde tediyesi. Bugün insanlık henüz bu seviyelere ulaşmış değildir. III. bin yıl uygarlığında “Adil Düzen” bunları hedeflemektedir. Uygulaması IV. bin yıla kalmasın diyoruz. Burada olması gerekenleri yazmaya çalışıyoruz. Gaybı Allah bilir.
خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ (PuOuVAvTi) elŞaYOANi) “Şeytanın hatveleri”
“HATVE” adım demektir. Birisini takip ederken adımlarının bıraktığı izleri izlersiniz. Şeytan insanı saptırmak için yol çizer ve o yolu insanlara öğretir. İnsanlar bu çizilen yolu babalarının gittiği yol olarak takip ederler. Böylece fitneye düşerler.
Bundan önce “kâffetten silme girin” diye emretmiş idi. Silme girmenin şartları içinde yerinden yönetim, dayanışma ortaklıkları, hakemlerden oluşan yargı kararlarının üstünlüğü ve yetkililerin verdikleri kararlara uyma vardır. Şeytan öyle yollar çizer ki, o yoldan gidecek olursanız sonuçta merkezî yönetime, primli sigortaya, hakim kararlarına ve anarşiye ulaşırsınız. Şeytanın hatveleri bunlardır.
Şeytan insanları yanıltmak için önce kolay olanı zor, zor olanı kolay gösterir. Böylece kişiyi yanlış yola saptırır. Şeytan bunu doğanın kanunlarını kullanarak gerçekleştirir. Allah kolay olanın başlangıcını zor yapar. Kolay elde edilecek şeylerin başlangıcı zordur. Zor olanın başlangıcını da kolay yapar. Kolay ilerleyen işler sonunda zor biter. Bu sünnetten yararlanan şeytan zoru kolay gösterir, kolayı da zor gösterir.
Şeytanın kullandığı ikinci yanıltma yolu iyi olanları kötü olarak göstermektir. Her şeyin iyi ve kötü tarafı vardır. Elde etmek için çaba sarf etmek gerekir. Sonunda elde edilen şey yüzde yüz yararlı değildir. Hiçbir şey de yüzde yüz zararlı değildir. Yararlılığı ile zararlılığı karşılaştırılır, yararlılık baskınsa sonuçta o yararlıdır.
Evlenip çocuk büyütmek kolay iş değildir. Nüfusun artması sorunlar getirir. Ama sonuç olarak bugünkü insanlık bu seviyeye nüfusun artmasıyla ulaşmıştır. Nüfus artmış, insanlık zorlukla karşılaşmış ama insanlar doğum kontrolüne yönelerek değil, sorunları yeni buluşlarıyla çözmüşlerdir. Bugün Ay’a bu sayede varabiliyoruz. Halbuki yirminci yüzyılın artan nüfusunu doğum haplarıyla kontrol etmektedirler. İşte bu şeytanın hatvesidir. İyisini kötü, kötüsünü iyi gösteriyor.
Şeytanın kullandığı üçüncü hile, daha iyisini göstererek iyisini bıraktırmaktır. Bir işe başlandığı zaman şeytan gelir ve o iş hayırsa bıraktırmaya uğraştırır. Eğer kişi direniyor ve şeytana uymuyorsa o zaman yeni taktiğe baş vurur. Daha iyi bir şeyin yapılmasını teklif eder, kişi de başladığı işi bırakır, o daha iyi işi yapmaya girişir. Ondan sonra şeytan bırakıp gider. Daha büyük iyilik daha zor olduğu için o da yarım kalır. Böylece şeytan gayesine ulaşır.
Şeytanın takip ettiği ikinci şaşırtma yolu, işteki zorlukları başkalarına yükleyip kişiyi güçsüz hâle getirmesidir. Başarısızlığımızın kaynağı ya bizim hatamız veya eksikliğimizdir, ya da olmayacak şeyleri istememizdir. Yapacağımız iş hayali şeylerin peşinde koşmamak, yapabileceğimiz şeyleri yapmaya çalışmaktır. Başarısızlığımızı başkasında değil kendimizde aramalıyız. Böyle yaparsak kendimizi düzeltir ve yol alırız. Ama hatayı başkasında ararsak bize bir yararı olmaz. Kötü birisiyle arkadaş veya ortak olduğumuzu düşünelim. O da bize zulüm yapsın. Suçu ona yüklersek biz bir şey kazanmayız. Ama kötü arkadaş edindiğimiz veya kötü birisiyle ortak olduğumuz için biz hata işledik demektir. İşte onun cezasını çekiyoruz. Bu hataya da başka bir suçumuzdan dolayı düştük. Böyle düşünürsek karşı tarafın zulmü bize rahmet olur. Hatalarımızı düzeltir ve daha iyi bir yola girmiş oluruz. Yapacağımız başka bir iş de, bir şeye başladık mı o şey küçük de olsa onu bitirmemiz gerekir. Başlamadan evvel sünnet veya müstehab olan şey farz hâline gelir, bitirmesek kaza etmemiz icap eder. Bizim de marketimizi bitirmemiz gerekir. Onu ihlâl eden başka bir işi yapmamalıyız.
“ŞEYTAN” özel bir yılandır. Avlamada hileli yolları bilen usta bir avcıdır. Bu özel yılanın hangisi olduğu bugün bilinmemektedir. Ancak Adem ile Havva’nın hikâyesi anlatılırken cinlerden olan şeytan bu adla adlandırılmıştır. Mukaddes kitaplarda şeytan yılan olarak tercüme edilmiş ve böylece sanki Adem ve Havva sürüngen olan bir yılan tarafından kandırılmış gibi anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an iblisten bahsederken cinlerden idi diyor.
Allah insanı iradesiyle hareket edebilecek varlık olarak yarattı. İnsanın iradesini kullanabilmesi için dengeli bir durumun olması gerekir. Küçük bir etki ve denge hareketi ile teraziyi istediğiniz tarafa tarttırabilirsiniz.
Ama dengede değilse gücünüzle yenemeyebilirsiniz. Allah insana şeytan ile meleği arkadaş etmiştir. Melek Allah’ın yolunu göstermekte, şeytan da aksi yolu göstermektedir. Bunlar dengededir. İnsan ne tarafa geçerse o taraf ağır tartar. Her toplulukta bir tarafta şeytan taraftarı grup oluşur, bir de Allah tarafı grup oluşur. Bunlar arasında kurulan dengeden birini kişi kendisi seçer, dolayısıyla iradesini kullanmış olur. Bu kullanışla sonunda cennete gider veyahut cehenneme gider. İblis, cinlerden olan şeytandır. İnsanları kötülüğe götüren insan şeytanlar da vardır. Nâs Sûresi’ndeki “mine’l-cinneti ve’n-nâs” bunu kanıtlar. Silmi yani barışı seçenler Allah’ın hizbindendirler, barış yerine fitneyi seçenler şeytanın hizbindendirler. Bunlar insandaki hastalık yapan mikroplar gibidir.
إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ(208) (EinNaHU LaKuM GaDuvVun MuBİyNun) “O size mübin aduvdur.”
“O” yani insanların iradelerini kullanabilmeleri için kötü yolları göstermekle görevli şeytan sizin karşınızda yer alan kimsedir.
“ADUV” vadinin yakası demektir. Oyunda karşı saha demektir, karşı takım demektir. Savaşta karşı cephede yer alan demektir. Hasım karşı tarafı mağlup etmek ister. Aduv ise karşı tarafı yok etmek de isteyebilir.
Şeytan nâsın arasında kurulmuş bir cephedir. İnsanları cehenneme götürmektedir. Orduda nasıl hainler olursa, bu savaşın da hainleri vardır. İşte onlar da insanlardan olan şeytanlardır.
Hepiniz silme girin, birbirinizle savaşmayın. Aksi halde şeytanın hatvelerine uymuş olursunuz.
“MÜBÎN” kelimesi beyanın if’al babının ismi failidir. Beyan olunan değil de beyan eden anlamındadır. Başkasına kendisini gösterir, yani şeytan şeytanlığını gizli tutmaz. İnsanlara bile bile kötülük işletir.
Onlar başörtüsüne müdahalenin laikliğe aykırı olduğunu bilmektedirler. Ama onlar tersini yapmakta ve başörtüsünün lâikliğe aykırı olduğunu söylemektedirler. İşte onlara bunu böyle bile bile söyleten şeytandır. Niçin söyletmektedir? Açıkça zulüm yapsınlar ve aralarında savaş çıksın diye böyle yapmaktadırlar.
***
فَإِنْ زَلَلْتُمْ (Fa EiN ZaLaLTuM) “Zelle ederseniz.”
“ZELLE” ayağı kayarak sarsılmak demektir. “ZELZELE” kelimesi ile akrabalığı vardır.
Silm içine kâffeten girdikten sonra arada zelleler olabilir, barışı bozan davranışlar ortaya çıkabilir. Barışın nasıl tesis edileceği size öğretildikten sonra yine o barış kurallarına uymayarak aranızda kaymalar olabilir. Bunu yerinde söndürmeniz gerekir. Devlet ise bunun için vardır. Yani, topluluklarda daima şeytanın tuzağına düşen insanlar olacaktır. Devlet denen müessese bunları çözen müessesedir.
Burada “Fa” harfi ile atfedilmiştir. Bütün zelleler için geçerlidir.
مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمْ الْبَيِّنَاتُ (Min BAGDi MAv CAEaTKuM eLBayYiNATu)
“Size beyyinâtın ciet etmesinin arkasından.”
“BEYYİNÂT” beyyinenin kurallı çoğuludur. Kurallı dişil çoğullar sistemi ifade ederler.
Her şey çifttir. O halde beyyineler de çifttir. O halde en az dörttür. Dört ana delil olması gerekir. Bu asgarisidir. Gerçekten icma ile dört ana delil vardır. Bu hususta Şiilerle de muhalefetimiz yoktur.
[Delil, kendisi değerlendirilip tanındığında bir başka şeyin tanınmasını gerekli kılan şeydir. Bu nedenle delilin birden fazla olma imkânı yoktur. Bu, Fıkıh Usûlü ilminde “Tearuzu’l-Edille” kısmında açıklanmaktadır. O da Kitap genellemesi içinde özelde Kur’an’dır. Yalnız her şeyin çift olduğu ilkesine uygun olarak Kâinat açık delil, Kur’an ise onun formüle edilmiş şekliyle verilmiş olanıdır. Dolayısıyla klasik mânâda dört delil olarak sayılanlar İmam Nesefî’nin de belirttiği gibi asıllardır. Bugün bunları şu şekilde sıralamamız mümkündür. Maslahat’ın içinde bulunduğu Kitap/Kur’an asıl delil, İstishab’ın içinde bulunduğu Sünnet asıl metod, Örf’ün içinde bulunduğu İcma asıl kriter ve İstihsan’ın içinde bulunduğu Kıyas asıl Yöntemdir. HASAN ÖZKET]
Bunlar Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastır.
Size bu dört delil geldikten sonra yine de zelleye düşerseniz, Allah affedicidir demektir.
Dört delil dişil kurallı çoğul olarak geldiğine göre bunlar arasında bir birlik var demektir. Gerçekten de bunlardan hiçbiri tek başına yeterli değildir. Sünnet olmadan Kur’an’ı anlayamayız. İcma olmadan neyin Kur’an olduğunu bilemeyiz. Kur’an’ın ne mânâlar taşıdığını da bilemeyiz. Kıyas olmazsa sistem oluşmaz. Silm doğmaz. Çünkü Kur’an her şeyi doğrudan anlatmamış, bir şeyi beyan etmişse binleri hattâ milyonu ona kıyasla anlatmıştır. Üzüm şarabı haramdır derken tüm sarhoş edici içkileri haram etmiştir. Kıyas olmazsa esrar haram olmayacaktı.
Beyyinât aslında sekize de çıkartılmaktadır. 1) Bunlar biri örflerdir. İcmadan farkı, icmada delile dayanarak müçtehitlerin ayrı ayrı aynı sonuca varmalarıdır. Örf ise halkın fiili ittifaklarıdır. Hakemler bunları tesbit eder yahut müçtehitler değerlendirir. Malikilerin delilidir. 2) İstihsan ise illeti bilinen ama aslı nassta yani Kur’an’da belirtilmeyen yerlerde aslı akılla tesbittir. Kur’an’da olmadığı halde peygamber tarafından belirtilen birçok asıller onun istihsanıdır. Bu da Hanefilerin delilidir. 3) İstishab eskiden olan şeyin ayniyle devamına karar vermektir. Sağ olan kimseyi ölmemiş kabul etmek istishabdır. Bu da Şafiilerin delilidir. 4) Mesalih ise Hambelilerin delilidir. Mesalih, hikmeti illet yapmadır. Hikmet illet olamaz ama illetin illetidir. Dolayısıyla o da delildir. Görülüyor ki dört delil daha vardır. Çift dört delil olmaktadır. Başka bir deyişle her dört delil çifttir.
Beyyinât kelimesi bize bunları öğretmektedir. Onun için marife gelmiştir, yani harfi tariflidir.
فَاعْلَمُوا (FaGLaMUv) “İlmediniz.”
Kur’an’da bir yerde “FA’LAMÛ” diyorsa, orada kesinlik gerekiyor demektir. Orada zannî deliller geçerli değildir, kat’î delillere gerek vardır, yani icmalarla sabit olmalı yahut hakem kararları ile sabit olmalıdır.
Biz yerel icmaları da onlar için kesin kabul ediyoruz. Hakem kararları da davalı ve davacı için kesin karardır. Bu sebepledir ki hakemler karar verdi mi artık o karar bozulmaz. Mağduriyet hakemler aleyhinde açılan davalarla sağlanır. “Fattakû” denseydi, takdiri kararlar da geçerli olurdu. Başkanın kararları da girebilirdi. Özel hukukta istişarî kararlar olabilirdi. Oysa başkan hakem değilse, istişareden sonra da almış olsa karar kesin değildir. Hakemlere gidilip iptal ettirilebilir. Demek ki Meclis’in kararları da, Birleşmiş Milletler’in kararları da yargı denetimindedir. Hakemlere gidilip iptal edilir.
Biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı yazarken bu âyeti okumamıştık. Ama sünnetin ve fukahanın ortaya koyduğu ile bu hükümleri yazmıştık. Bu da gösteriyor ki gerçekten beyyinât gelmiştir.
İşte hakem kararlarına uymayanlara karşı uygulanacak müeyyide burada belirtilmiştir.
Silme girmek demek, hakem kararlarına rıza göstermek demektir.
أَنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ (EinNa elLAHa GaZIyZun) “Allah azizdir, güçlüdür.”
“ALLAH” kelimesi burada kamu anlamındadır, yani bucak yönetimi güçlüdür denmektedir. Çünkü güçlü kelimesi nekire gelmiştir. Allah’ın kendisi, zatı güçlüdür ama O’nun yeryüzündeki halifesi de güçlüdür demek olur. Yoksa marife gelirdi.
“AZİZ” kelimesini ele alıp nerelerde marife nerelerde nekire gelmiştir, bakıp bu hususu belirlemek gerekir. III. Bin yıl çalışanlarının Kur’an üzerinde daha çok çalışmaları gerekir. İnternet aracılığı ile tüm çalışanlar arasında işbirliği oluşturup M. Lütfi Hocaoğlu ve arkadaşlarının çalışmalarını genişletmek gerekiyor.
“AZİZ” demek, insanlara söz geçiren demektir. Burada aziz hakimden önce gelmiştir. Bunun anlamı şudur ki, hakemler dayanışma ortaklıkları tarafından atanacaktır. Ehliyeti ve güvenceleri onlar verecektir. Taraflar bunlar arasından hakemleri seçeceklerdir. Müeyyidesi olmayan kararın silmi ikamede bir anlamı yoktur. Silmi bozan olay olduğu zaman kamunun yani dayanışma ortaklıklarının güvence verdiği kimselere başvurulur demektir.
حَكِيمٌ(209) (XaKIyMun) “Hükmedendir.”
Bu da nekiredir. Hakemlerin verdiği kararlarla devlet hükmedendir. Dayanışma ortaklıklarınca atanmış ve hakemliğine güvence verilmiş kimselerin verdiği karar kesindir. Bunun anlamı şudur ki, hakemlerin kararlarına uymayanlara karşı güç harekete geçer. O güç onlara karşı o kararı yerine getirir.
Burada “HAKÎM”den sonra bir şey söylenmemiştir. Hakemler bucakta karar alınca hüküm yerine gelmiş olur. Çünkü arkasında güçlü il vardır, güçlü devlet vardır. Bunların nekire gelmesi hakemlerin de, jandarma ve askeri birliklerin de çokluğunu ifade eder. Demek ki kâffeten silme gireceğiz. Hepimiz barış içinde olacağız. Dayanışma ortaklıklarını kurup güçlü olacağız. Barışı bozanları dayanışma ortaklıkları yola getirecektir. Ama son söz hakemlerin olacaktır, ekseriyetin veya uluslararası gücün olmayacaktır. Adil Düzen Çalışanlarının hedefi yeryüzünü hakemlerden oluşan yargının kararlarının her türlü gücün üzerine çıkarılmasıdır.
***
هَلْ يَنظُرُونَ (HaL YaNJuRVNa) “Nazar etmiyorlar mı?”
Türkçedeki soru edatı “vardır mı”, Arapçada ise mi karşılığı “E” vardır. Bunlarda soru sorulurken aksi talep edilir. “Dün geldin mi?” dediğiniz zaman, dün gelmedin demektir. “Dün gelmedin mi?” dersen, dün geldin olur. Arapçada bunun dışında
“HEL” vardır. Muhakkak anlamını taşır. Müsbet için müsbet, menfi için ise menfinin teyidi olur.
“Nazar etmek” bakmak anlamındadır. Bakıyorum da ne yapacak olduğunu bekliyorum gibi mânâsı vardır. Onları bekleyen akıbet şudur. Allah’ın gölgeler içinde gelmesini bekliyorlar.
إِلَّا أَنْ يَأْتِيَهُمْ اللَّهُ (EilLAv EaN YaETiYaHuMu elLAHu)
“Allah’ın onlara ety etmesinden başkasını mı bekliyorlar?”
Kur’an’da “Allah’ın gelmesinden” bahsedilmektedir. Allah’ın yeri yoktur. Bir yerde değil, her yerde bulunur. O halde Allah’ın gelmesi ne demektir?
“Allah’ın gelmesi” demek, O’nun şeriatının kanlarının gelmesi demektir .Tabiat kanları gerekli cezayı verir, barış içinde yaşamayanlar kendiliğinden savaş içinde olurlar. Böylece Allah onlara gelmiş olur.
“Allah” devleti ifade ediyorsa, o zaman da devlete karşı çıkanları bastırır, bu da Allah’ın gelmesi demektir . Devletin isyan edenleri susturması demektir.
Demek ki Allah iki şekilde gelir. Ya dorudan doğruya gelir, ya da halifesi olan devlet ile gelir. Başka bir ifade ile doğal kanlarla veya devletin kanları ile gelir.
فِي ظُلَلٍ مِنْ الْغَمَامِ (Fİy JuLaLin MiNa eLĞaMAMi) “Gamamdan zulel içinde.”
“GAMAM” sis demektir, yağmuru taşımayan bulut demektir. Savaşlar sisler içende gölgeler olarak ifade edilmiştir. Gam, kasvet ve sıkıtı demektir, yani sıkıntılı karanlık var demektir. Sis çöktüğü zaman göz güzü görmez, kimse yol alamaz. Barışa girmeyen topluluklar sisler içinde başlarına ne geleceğini bilmeden yaşarlar.
Burada geleceğin savaşları hakkında da bilgi vermektedir. Bugün de sis bombaları kullanılmaktadır.
وَالْمَلَائِكَةُ (Va eLMaLAiKaTu) “Melekler de.”
“MELEKLER” Allah’ın görevlileridir. Doğal kanunları insanlar gibi kullanarak kendilerine verilen görevi yerini getirirler. Savaşlarda beklenmedik olaylar olur, tarihin akışı bu olaylarla değişir.
Talas’ta 750 yılında meydana gelen savaşta Türkler cephe değiştirmiş, bu sayede Müslümanlar galip gelmişlerdir. Benzer galibiyet Malazgirt’te de olmuştur. Uhut’ta da fırtına galipleri mağlup etmiştir.
Melekler devlet görevlilerini de ifade eder, yani ordular anlamına gelir. Barış içinde olmazsanız savaş içinde olursunuz. Barış içinde olmak demek, hakemlerin kararına uymak demektir. Hakem kararlarına uymayan kimseleri kişiler ise jandarma, topluluk ise ordu birlikleri üstüne yürür.
وَقُضِيَ الْأَمْرُ (Va QuWıYa eLEaMRu) “Emir kaza olunur.”
Allah’ın istediği ne ise o olur. Emir yerine getirilir. Allah Kâinatı yaratmıştır. Değişmez kanunları koymuştur. Fizik ve kimya kanunları değişmez. Ancak bu kanunların bir anlamı yoktur. Onları kullanan olursa işe yarar. Otobüs parçaları imal etseniz, onları monte eden olmazsa ne işe yarar? Hattâ monte etseniz ama onu kullanan olmazsa neye yarar? İşte, Allah yarattığı Kâinatı kullanacak kullar da yaratmıştır. Bunlar melek, ruh, cin ve insandır. Cinlerle insanlar görünür âlemde yaşıyorlar. İnsanlar gezegenlerde, cinler ise yıldızlarda ve güneşlerde yer tutmuşlardır. Melekler ve ruhlar bâtıni âlemde yaşıyorlar. Bu dünyada etkileri vardır.
Allah insanları kendi hallerinde bırakır. Denge korunuyorsa insanların cüz’i iradelerini kullanmalarına izin verir ama eğer denge bozuluyorsa o zaman önce devlet devreye girer ve dengeyi kurar. Devlet dengeyi sağlayamıyorsa, o zaman da melekler devreye girer ve dengeyi sağlarlar. Denge savaşlarla kurulur.
Melekler de daha çok savaşlarda devreye girerler. Melekler ne yaparlar?
a) Mü’minlere cesaret verirler ve savaşı kazanmalarına sebep olurlar.
b) Kâfirleri korkuya düşürürler ve savaşı kaybetmelerine sebep olurlar.
c) Mü’minleri bir komutan etrafında birleştirirler ve kuvvetli hâle getirirler.
d) Kâfirler arasına fitne sokarlar ve onları birbirine düşürürler.
e) Kelebeğin kanadı benzeri doğaya müdahale ederler ve doğanın tarihi akışını değiştirirler.
f) İnsanlara yardım etmeyi ilham eder ve onlar da cephe değiştirirler.
İşte, melekler böyle gelmektedir. Topluluk içinde de kamu görevlileri benzer işler yaparlar.
وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ(210) (Va EiLAy ElLAHı TuRCaGuv elEuMURu) “Umur Allah’a rücu eder.”
Oyunun kuralları vardır. Ona göre oynanır. Oyunun gayesi yoktur. Oysa İlâhi oyunun gayesi vardır. Gaye iyilerle kötüleri birbirinden ayırmak, iyileri mükâfatlandırmak, kötülerini de iyileştirmek ve kötülükten kurtarmaktır. Cehennem bir intikam yeri değildir. Cehennem bir ıslah yeridir. Allah’ın çizdiği sınırlar vardır. Tarih o sınırlar içinde akıp gider. İnsanlar iradelerini o sınırlar içinde kullanırlar. Tarih bir ırmağa benzer. İnsanlar orada yüzüyorlar. İnsanlar sağa veya sola gidip derinlemesine dalabilir, yüzeye de çıkabilir ama gerisin geriye gidemezler. İlerleyemezler ve karaya da çıkamazlar. Nehrin akışını değiştiremezler.
İşte, “emir Allah’a döner”den maksat budur. Allah Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e kadar elçiler göndermiş ve insanları evrimleştirmiş, ondan sonra da âlimler peygamberlerin görevlerini yüklenmişlerdir. Tarih böyle akıp gidecektir. Bin yılda bir uygarlık yenilenecektir. Doğu uygarlıkları hukukta ve yönetimde adımlar atıp insanlığı ileri götürecekler, Batı uygarlıkları ise ekonomide ve teknikte adımlarını atacaklardır. İlim her ikisinin ortak malı olarak insanlara dinden fazla etkili olmaya devam edecektir. Kimse insanın iradesini yok eden bir yönetimi yeryüzüne getirmeyecektir. Onun için batı düzeni çökmeye mahkumdur.
a) Ekseriyet sistemi diğer grupların iradesini yok ediyor. İstişareli ortak vekil sistemi uygulanacaktır.
b) Merkezi sistem taşradakilerin iradesini yok ediyor. Atlamalı yerinden yönetim sistemi uygulanacak.
c) İşçilik sistemi insanın iradesini yok edip insanı makine yapıyor. Oraklık sistemi uygulanacaktır.
d) Hakimlik sistemi insan iradesini selbediyor. Hakemlik sistemi uygulanacaktır.
***
سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ (SeL BaNIy EiSRAEIYLa) “İsrail benilerine sual et.”
Kur’an her olaydan bir örnek seçer, onu anlatır ve diğerlerinin de ona kıyas yapılması gerektiğini belirler. “İsrail oğullarına sor” dendiğinde insan oğullarına da sor anlamı çıkar. Tarihten öğrenilecekler vardır.
“SEL” deyince her kavmin tarihini öğrenmeliyiz. Ama kendi görüşlerine göre tarihi öğrenmeliyiz. İsrail oğullarına kıyasla diğer kavimlere de sual etmeliyiz. Hele tarihte etkin olan kavimleri öğrenmemiz gerekiyor. Demek ki açacağımız üniversitelerin tarih bölümünde yüz alt bölüm olacaktır. Her devletin dili kendi anlayışlarıyla ele alınacaktır. Her devlet dilini mutlaka tedris etmemiz gerekir. Bütün eserler Arap diline çevrilecek, herkes Arapçadan kendi dilerine çevirecektir. Her kavmin kimliğini kendilerine sorup öğrenmeliyiz.
كَمْ آتَيْنَاهُمْ مِنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ (KeM EAvTaYNAvKHuM MiN EAvYaTin BayYiNaTin) “Nice beyyine olan âyetler verdik.”
“ÂYET” delil demektir. Yuva kelimesinden türemiştir. Canlılar yaptıkları yuvalarını bulmakta birtakım usuller kullanırlar ve gittikleri yerlerden geri dönerler.
“ÂYET” yüksek yerlere konan ve bulunduğu yeri gösteren işarettir, bayraktır.
“BEYYİNET” ispatlanmış demektir.
İsrail oğullarına beyyineli âyetler verildiği gibi her topluluğa da verilir. Mesela, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması baştan sonuna kadar âyettir, açık âyettir. Olmaz şeyler olmuştur.
Allah’a şükretmeleri gerekirken, olanları bir insanın tanrısal gücü olduğunu iddia ederek küfretmişlerdir. Allah Anadolu halkını Müslüman hâle getirmek istemiş ve ona göre olaylar cereyan etmiştir.
a) Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için milliyetçilik cereyanını doğurmuşlar ama Anadolu’da da Türk, Rum ve Ermeni ırkları arasında çatışma meydana getirmişlerdir.
b) Batılılar bir taraftan Sevr’i dayatmışlar, diğer taraftan azınlıkları silahlandırıp Müslümanların üzerine saldırtmışlardır. Bu saldırılar Anadolu’da Müslümanlık şuurunu geliştirmiştir.
c) İstiklâl Savaşı’nda cephe bölünmüş, Müslüman-Hıristiyan cepheleşmesi olmuştur. Bu durumda iki dinden biri Anadolu’da yok olacak demektir.
d) Yahudiler yüz sene sonra kuracakları İsrail imparatorluğu için Anadolu’da dinsiz bir Türk devletinin kurulmasını ve Hıristiyanların Anadolu’dan tehcirini istemişlerdir.
İşte bu şartlar içinde Anadolu’da önce din adamları harekete geçmiş, Anadolu esnafından topladıkları paralarla çeteleri desteklemiş ve tüm Anadolu sathı savaş içine itilmiştir. Din adamları, esnaf ve silahı çok iyi kullanan çeteler direnmeye başlamışlardır.
Bu durumu değerlendiren Kazım Karabekir çeteleri birleştirme kararını almış ve kongreler akdetmeye başlatmıştır. Anadolu isyanını bastırmak için gönderilen Mustafa Kemal Anadolu’daki gücü görmüş ve Anadolu’nun yanında yer almıştır. Kazım Karabekir onu başkan yapmıştır. İsmet İnönü iltihak etmiş ve garp cephesi komutanı olmuştur. Mareşal Fevzi Çakmak tüm güçlerini Anadolu’ya sevk ettikten sonra o da katılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İstiklâl Savaşı’nı yapmıştır.
Görülüyor ki, Anadolu’nun Müslüman olarak saflaşması için Allah tarafından tüm şartlar hazırlanmıştır.
Mustafa Kemal’i de bu millet yetiştirmiştir, o da gökten zembille inmemiştir. Milletin kimseye borcu yoktur. Millet Allah’ın halifesidir. Mustafa Kemal de ben yaptım dememiştir.
İşte, demek ki her kavme Allah beyyine âyet vermiştir.
وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللَّهِ (Va MaN YuBadDiL NiMaTa elLAHi)
“Allah’ın nimetini kim tebdil ederse.”
Türkiye’de bugün bazı kimseler Allah’ın nimetini tebdil etmektedirler.
Cumhuriyet döneminde cumhuriyet kurulurken yapılanlar inkılâpçılığın gereği idi. Bir taraftan Avrupalılara karşı zaman kazanmak, diğer taraftan halkta mevcut eski müesseseleri yenilemek gerekiyordu. Cumhuriyet Osmanlıların başlattığı inkılâpları tamamlamıştır.
1950’den itibaren Türkiye güçlü devlet olmaya başlamıştır. Ama putperestlik de ondan sonra başlamıştır. CHP zamanında dinsizlik yapılmıştır diyelim. Bu küfürdür. Ama Demokrat Parti zamanında şirk yapılmıştır. Müsbet ilmin verilerini bir tarafa atarak halk kişiye adeta taptırılmaya başlanmış, bunun cezasını de çok ağır ödemiştir. Kâfirler cezalarını âhrette çekerler, dünyada mü’minlerle eşittirler. Münafıklar ise hem dünyada cezaları çekerler, hem de âhirette daha ağır ceza çekerler.
مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ (MiN BaGDİ MAv CAvEaTHUv)
“Kendisine ciet ettiğinin arkasından.”
Burada gelenin ne olduğu söylenmiyor, yalnız “CÂE” diyor, “CÂET” demiyor.
Burada fiildeki zamir nereye gediyor? Nimet mastar ise erkek zamir ona gidebilir. Eğer nimet isimse, o zaman bu zamiri başka yere göndermemiz lazım. Bize göre en uygun silmdir/barıştır. Allah’ın nimeti olarak ifade edilmiştir. Zamir terkibe gitmektedir, terkip müzekkerdir.
Bir defa silme girdikten sonra ondan çıkmak ağır cezayı müstelzemdir.
İmandan İslâm’a döneni kâfir kabul ederiz. İslâm’dan küfre döneni müşrik kabul ederiz.
فَإِنَّ اللَّهَ (Fa EinNa elLAHa) “Allah azabı şiddetli olandır.”
“ALLAH” burada Kâinatı var edendir.
Silmi kabul etmeyenler devletlerini kaybederler. Âlemlerin Rabbi onları doğrudan cezalandırır.
شَدِيدُ الْعِقَابِ(211) (ŞaDİeDu eLGiQABi) “İkabı şiddetlidir.”
“İKAB” takip etme, kovalama demektir. Burada haber maarife gelmiştir. Allah’ın zâtı murad edilmiştir.
Yani, kovalayıp yakalama doğal kanunlarla olmaktadır. Kur’an’a uymayanlar cezalarını kendilerine çektirirler. Allah onlara zulüm etmez, onlar kendilerine zulüm ederler.
ADİL DÜZEN 403
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 65. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنْ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ(212) كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَأَنزَلَ مَعَهُمْ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلَّا الَّذِينَ أُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنْ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ(213)
زُيِّنَ (ZuyYiNa) “Tezyin olundu.”
Hasan, kerim, zinet ve zuhruf Kur’an’da geçen ve güzelliği ifade eden kelimelerdir. Bunlar arasındaki farkı tesbit etmemiz için bu kelimeler alınacak, Kur’an’da geçen yerler üzerinde durulacak ve sonunda onlar arasındaki farklar ortaya konacaktır. Karşılaştırma nasıl yapılacak?
a) Her birinin etimolojisine gidilecektir. Biri büyük diğeri küçük iki sivri dağ varsa, büyüğüne hasan, küçüğüne hüseyn denir. Üzümün salkımdaki yeni tanelerine kürüm denir. Ziynet güzelliğe denmektedir. Semadaki yıldızlar güzeldir. Zuhruf ise daha çok özel şekillerle yapılan süslemelerdir.
b) İkinci başvuracağımız karşılaştırma, her birine akraba kelime aramalıyız. Ziynete akraba kelime arasak zeyl etek demektir. Etek üzerinde işleme yapmak, kumaş üzerindeki desenler ziynettir demektir. Kurum kelime sözü ile akrabadır. Üzüm bağını budama demektir. Kurum salkım, kelime de daldır.
c) Karşılaştırmada başvuracağımız üçüncü kaynağımız da Kur’an’dır. Kur’an acaba bu kelimeleri cümlede nasıl kullanmaktadır? Buna göre mânâsı nedir?
d) Karşılaştırmada kullanacağımız diğer bir usul da Lisanu’l-Arab gibi lugatlardan alınan halk deyimleridir. Halk günlük hayatta kullanırken mutlaka bu kelimeleri farklı kullanmaktadır. Bugünkü Arapçaya ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Dünya dilleri ve Arapça etimolojinin tesbitinde işe yararlar.
Kur’an Arapçası Asrı Saadet’teki Kureyş Arapçasından farklıdır. Kureyş Arapçası o günkü Hicaz Arapçasından farklıdır. O günkü Arapça bugünkü Arapçadan farklıdır.
“Tezyin olundu” demek, onu sevdiler, orada kalmak ve yaşamak istemektedirler demektir. Dünyaya mü’minlerden daha fazla bağlıdırlar demektir. Mü’minlerin dünyada yaşama arzuları daha fazla sevap alarak cennete gitmek ve orada daha yüksek mevkiye ulaşmayı istemek demektir. Kâfirlere göre öldükten sonra hayat yoktur. Bu dünya acı ve ıstıraplı bir dünyadır. Biraz sonra öleceğiz. Fazla yaşamamıza ne gerek var deyip intihar etmeleri gerekirken, böyle olmamakta, dünyaya daha hırslı sarılmakta ve daha çok yaşamak istemektedirler.
Ehli Kitap günahlarından dolayı daha çok yaşamak istiyor. Hesaptan korkuyor. Kâfirler ise dünyaya bağlılıklarından dolayı daha çok yaşamak istiyor. Mü’minler ise daha çok ameli salihi yapabilmek için daha çok yaşamak istiyor. Başka bir deyişle, yaşama isteği canlılığın özelliğidir. İnsanın bunu iyi değerlendirmesi gerekir. Zevk için yaşamak başkadır, iş yapmak için yaşamak başkadır.
لِلَّذِينَ كَفَرُوا (Li eLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olan kimseler.”
“KAFARA” kelimesi hafredilmiş kabri kapatmak, gömmek demektir. Tohumu toprağa gömmek de küfretmektir. İyiliği gömmek anlamında nankörlük için kullanılmaktadır. Kâfir, bile bile gerçekleri gizleyen demektir. Lugat mânâsı budur. Kur’an dilinde kâfir, hakem kararlarını kabul etmekle beraber, bize cizye vermeyen kimselerdir. Hakem kararlarını kabul ettikleri için onlarla savaşmayız. Ama bize cizye vermedikleri için onları koruma görevi de bize düşmemektedir. İşte bunların özelliği dünya hayatının ziynetini sevmektir.
Kur’an’da bir kelime hemen her zaman iki şekilde yorumlanmaktadır. Biri esas mânâsı olan Allah, kâinat, insan ve âhiret anlamları içinde yorumlanır. Bu yorumda kâfirlerin mânâsı ilâhi düzeni kabul etmemeleri ve Allah’ın ilmen sabit olan Kur’an’ı reddetmeleridir. Bunlar dünya hayatını çok seviyorlar. Kur’an’ın diğer yorumu için Allah yerine O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluk, kâinat yerine insanların sosyal yapısı, insan yerine vatandaş, âhiret yerine gelecek anlamları yüklemiştir.
الْحَيَاةُ الدُّنْيَا (eLXaYATu elDuNYAy) “Dünya hayatı ziynetlendirildi.”
“Dünya hayatı”nın birinci anlamı ölmeden evvelki hayattır. “Dena” yakın demektir, aynı zamanda alçaklık demektir. İleri hayat, öldükten sonra hayat, bir de ikinci mânâda gelecek hayat demek, kendi hayatındaki çok çocuklarının hayatı demektir. Kur’an mü’minlerin bu dünya hayatından ziyade öldükten sonraki hayatı düşündüklerini, kendi hayatlarından çok topluluğun yani gelecek neslin hayatlarını düşündüklerini ifade eder.
Mü’minler geçmişte kazandıklarını yerler, şimdi de gelecek için çalışırlar. Kâfirler ise öldükten sonraki hayatı hiç düşünmezler, toplumun değil kendi çıkarlarını esas alırlar, çocuklarından ziyade kendi zevk ve eğlencelerini tercih ederler, gelecek kazanç yerine günlük kazancı tercih ederler.
İşte kâfirler ile müslim ve mü’minler arasında olan fark budur. Mü’minler ve müslimler gelecek için, kâfir ve müşrikler şimdi için çalışırlar. Allah kâfir olduklarından dolayı onlara kötüyü iyi göstermiştir. Böylece onları da kendi istediği işlerde çalıştırmaktadır. İlâhi nizam böyle sürüp gitmektedir. Kâfirlerin yaptıkları kendilerine kötülük olmakta, mü’minlerin yararına olmaktadır . Sosyalistler dünyada çok büyük zulüm yaptılar, 40 milyondan fazla insanın ölümüne sebep oldular ama Allah’ın nizamına hizmet ettiler, dünyanın tarım döneminden sanayi dönemine geçmesine yardım etiller, bâtıl inançları ortadan kaldırdılar, hak inanca yer açtılar.
Meşrutiyet bize içtihat kapısını açtı. Sevr ile Kuvayı Milliyeyi kurdurdular. Lâiklik batıyı öğretti, sömürü devletçiliği öğretti, müdahaleler bizi anayasa ekseriyetine götürdü. Görülüyor ki, kâfirlerin yaptığı kötülükler kendilerine kötülük olmuş, bize iyilik olmuştur. Şehitlerimizin cennetteki yerleri asıl kazancımızdır.
وَيَسْخَرُونَ (Va YaSPaRUvNa) “Mashara ediyorlar, eğleniyorlar.”
“Mashara almak” karşı tarafı küçük görmek, onu ciddiye almamaktır.
Onlar kendilerini akıllı, bilgili ve başarılı görürler; mü’minleri ise zavallı, ilkel düşünen, geri kafalı, saf ve acınacak kimseler olarak görürler. Onlara üstten bakanlar hattâ insan olma hakkını bile onlara tanımazlar. Dünya hayatı onları şımartmıştır. Faizle aldıkları paralarla zevk ve eğlenceye dalarlar. Geleceklerini düşünen ve şimdi israf yapmayan mü’minlerin kanaatli davranışlarını zavallılık olarak görürler ve onlara gülerler.
Yirminci asır bu âyetin ortaya çok açık bir şekilde ortaya çıktığı bir asırdır. Dinlerin ortadan kalkacağı, dünyaya kapitalizmin ve sosyalizmin hakim olacağı ve sömürüye dayanan işçilik sistemi ile dünyayı kolay idare edilir tek bir devlet hâline getireceklerini sanmışlardı. Oysa III. bin yılın başı Türkiye’de AK Parti’yi anayasa ekseriyeti ile iktidar yapmış, Papalığı Batı dünyasının en güçlü kurumu hâline getirmiştir.
مِنْ الَّذِينَ آمَنُوا (MiNa elLaÜİeNa EAvMaNUv) “İman etmiş olan kimseleri”
İnanmış kimselerle alay etmektedirler. Onlara göre kendileri yemiyor, başkalarına yediriyorlar. Gerçeği söylüyorlar, hapse giriyorlar. Hakkı korumak için canlarını veriyorlar. Onlara göre bunlar birer aptaldırlar, kendileri ise akıllı kimselerdir. Bugün sömürü sermayesini ellerinde tutan birkaç yüz insan insanlığı oynatmaktadırlar. Güvenliği sağlayacağız diye bürokratik işlemler koydular. İnsanlık işkence içinde kıvranıyor.
Bir taraftan zinayı mukaddes hâle getirdiler, diğer taraftan evlenmek isteyenlere işkence çektiriyorlar. Haftalarca evlenme işleri bitmiyor. Anayasalarda bir taraftan seyahat hürriyetini koyuyorlar, diğer tarafından vize engelleri ile insanları hareketsiz hâle getiriyorlar. Boşanmayı zorlaştırıyorlar, zinayı serbest bırakıyorlar.
İşte, bunun gibi zulüm düzeni ile insanları işkence içine atıp onlara gülüyor, insanlığı maskaraya alıyorlar Bu işkencelere son verecek olan “Adil Düzen”i küçümsüyor ve ondan bahsetmeye bile tenezzül etmiyorlar. Halbuki “Adil Düzen”de evlenmek basit ahitlerdendir. Erkek ve kadın evlendiklerini açıkladıkları andan itibaren evli olurlar, sonra sadece bildirmekle tescil olunurlar.
İdam cezasını kaldırdık derler, insanları kandırıp ondan sonra kıs kıs gülerler. Bugün mevcut olan tüm bürokratik işlemler tarih olacaktır. Arşivler tetkik edildiğinde bu işkenceler tesbit bile edilememektedir. Bugün senaryo yazmak çok kolaydır. Herhangi bir yabancının yaşadıklarını girişten itibaren takip ediniz, başına gelenleri yazınız, göreceksiniz ki ne kadar gülünç senaryolar çıkar. İnsanlık gerçekten maskaraya alınmıştır.
Şimdi biraz İslâm’daki evlenmeden söz edelim.
İslâm’da yasak evlenmeler vardır. Akrabalar evlenemez. Bir kadın iki kişi ile evlenemez. Ama bunun kontrolü polise bırakılmıştır. Herkes kendisi istediğini yapar, mesela kardeşi ile evlenir. Ama bu evlilik geçersiz olur, zina sayılır ve kişiler cezalandırılır. Bir kadın iddeti doldurmadan başkası ile evlenemez. Evlenirse zina yapar ve cezasını çeker. Buna önceden tedbir alınmaz, kayıtlara bakılmaz. Evlenme beyanında bulunanlar hakkında isterse devlet tahkikat yapar. Evlenenlere şu belgeyi getir denmez. Sağlık raporu da yoktur. Herkesin aile doktoru vardır. Evlenmesi yasak olan bir hastalık varsa, aile doktoru bunu ona tebliğ etmiştir. Uymazsa cezası verilir, mahkeme gerekli cezayı verir. Eşini aldatmışsa tazminatı öder.
Hâsılı, evlenme adi sözleşmeden ibarettir. Alenilik şartı vardır. Sonradan devlet veya ilgililer araştırır.
Boşanma da bundan farksızdır. Beyan etmekle boşanma gerçekleşir. İddet beklenir. Kayıtlar sonra yapılır. İslâm’da zina yasaktır ama evlenme ve boşanma çok kolaydır. Sermaye tersini yapıyor, evlenme ve boşanmayı zorlaştırıyor, zinayı takdis ediyor. Böylece insanlığı oynatıyor.
İkamet için ise bir bucağa girmek için o bucakta sakin olup seçme hakkına sahip kimselerden birinin davetlisi olmak yeterlidir. Kişi evde veya sokakta yatar, kimse ona karışmaz. İl içinde dolaşabilmek için bucak siyasi başkanının davet edenin imzasını onaylaması gerekir. Ülkede serbest olarak dolaşmak için il siyasi başkanlarından birisinin imzayı onaylaması gerekir.
Mekke ve hac topraklarında dolaşmak ise serbesttir. Davete gerek yoktur.
Güvenliği sağlamak için yapılacak iş, kişinin parmağı ile çalışan akbil benzeri elektronik anahtar verilir. O anahtar her kapıyı açar, ancak aynı zamanda kimin ne zaman geçtiğini kaydeder. Girerken kaydeder, çıkarken kaydeder. Her kapıdan geçişte kaydı vardır. Hangi zamanda cinayet mahallinde kimlerin bulunduğu bellidir. Bunlar arasında kasame yapılır. Cani bulanamazsa, orada olanlar kendileri veya âkileleri diyetlerini tazmin eder.
Görülüyor ki, çağımızın imkânları ile giriş-çıkışlar sadece kayda alınacaktır. Mesela, Türkiye’de on kadar giriş kapısı varsa, bir yabancı buradan girmek zorundadır. Akbile basıp girmelidir. Çünkü böyle giriş yapmayanların akbilleri Türkiye’de çalışmaz, hiçbir kapıyı açıp geçemez. Çıkarken de akbille kapıyı açıp çıkmalıdır. Kaçak çıkan başka kapı açamaz. Sonra suçlu yakalanınca da çok ağır ceza verilir. Kesin ispat yapılamazsa diyete dönüşür. O da caydırıcıdır.
Demek ki bürokratik engeller işkenceden başka bir şeye yaramamaktadır.
İşte, “Adil Düzen” tüm bunları kaldıracak, insanları cehennemden çıkarıp cennete götürecektir. İnsanları sömürerek geçinenler de helâk olup gideceklerdir. Biz ceza vermeyeceğiz, zalim sistemin çarkları onları yok edecektir. Onların çarkı bizi üzüyor ama ezemiyor. Bizim çarklar onları ezecektir. İsteyenler “Adil Düzen” yanında yer alıp kurtulacaklardır. Bir çocuğun hapishanede doğduğunu düşünün, orada büyüyecek ve oranın sıkıntılarına alışmış olacaktır. Olanları normal sanacak, şikayet etmeyecektir. Ama hapishaneden çıktığı zaman neler çektirildiğini o zaman bilecektir. İnsanlar bugün bu düzende yaşamaya alışık oldukları için normal olarak sabredip devam ediyorlar. Biz Kur’an’dan “Adil Düzen”i öğrenince, bu sisteme ancak “Adil Düzen” ile bu düzeni mukayese etme zevkine dayanarak sabrediyoruz. Nikah dairesine giderken, yabancılar şubesine giderken gördüklerimiz bizi “Adil Düzen”e sarılmaktan başka çarenin olmadığını öğretti.
Burada yeni bir şeye de işaret etmek isterim. Eskiden dairelere gittiğimiz zaman zorluğu memurların çıkardığını zannederdik. Oysa şimdi zaten genç ve çalışkan kimseler iş başındadırlar. Tüm kurallara zorluk çıkarmadan uyuyorlar. Sistemin hataları ve bizim sistemin nasıl çalıştığını bilmeyişimizden doğan işkence vardır. Yoksa bürokratların kötü çalışmalarından doğan bir zorluk yoktur. Artık Türkiye bu bürokratlarla rahatlıkla “Adil Düzen”e geçebilir. Yapılacak iş, muamele taraflarca yapılacak. Belgeyi tanzim edip muhtara yahut karakola verecekler. Ondan sonraki işlemleri bürokratlar yapacak. Gerekli işlemler yine yapılacak ama artık vatandaşın bunlardan haberi olmayacaktır. İtiraf etmeliyim ki, bundan yirmi sene evvelki kadro ile bu inkılâbı yapamazdık. Bu konuda sağ hükümetlerin büyük gayretleri olmuş ve buraya kadar gelinmiştir. Artık memurlar rüşvet almıyor. Hortumlama yüksek yerlerde oluyor. Belediyeleri henüz bundan kurtaramadık.
وَالَّذِينَ اتَّقَوْا (Va elLaÜIyNa itTaQaV) “İttika eden kimseler.”
Bugün helal para kazanmak mümkün değildir. Hepimiz haram para yemekteyiz. Ben gençken sigortadan aldığımız paranın haram olacağını söylemişim. Suphi Koral arkadaşım ‘alıyor musun’ diye sordu. Ben ‘alıyorum’ dedim, çünkü helal kazanç yok ki. İşte bu devirde zengin olmak çok tehlikelidir.
Haram para ile zarureten yaşanır, Allah sormaz ama haram para ile bir de lüks hayat yaşamaya başladınız mı, artık onun hesabını âhirette veremezsiniz. Demek ki, kâfirlerin masharaya aldığı kimseler kimlerdir? Takva sahibi kimselerdir. Haram kazançtan kaçtıkları için zengin olamayan kimselerdir.
فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (FaVKaHuM YaVMa eLQıYAMaTi)
“Kıyamet yevminde onlardan üstün olacaklardır.”
Bu mü’minler için iyi haber değildir. Çünkü bu dünyada “Adil Düzen” gelse de onlar zengin olamayacaklar demektir. Hani söyleriz ya, onun işi kıyamete kaldı! Acaba mü’minler neden kâfirlerden zenginlik bakımından hiçbir zaman üstün olmayacaklardır? Çünkü İslâm’da zenginlerin üstünlüğü yoktur da ondan. İnsanlar servetlerine göre sınıflanmazlar, zenginler üst sınıf oluşturmazlar.
İslâmiyet’te soyda üstünlük yoktur. Siyasette asker olanların asker olmayanlara yönetimde üstünlükleri vardır. Malda üstünlük yoktur. Zengin-fakir herkes eşittir. Önce herkesin çalışma kredisi vardır. Sonra işveren kredileri de mevcuttur. İşi bilenin işini yapması için sermayeye ihtiyacı yoktur. İsraf haramdır. İş yapmak için sermayeye ihtiyaç yoktur. Herkes sigortalıdır.
Peki çalışmak ne için? Zekâtını verip sevap kazanmak için çalışılacaktır. İlimde üstünlük vardır.
Burada “âhirette üstündürler” değil de, “kıyamet gününde üstündürler” denmektedir. İnsanlar dünyaya gelir ve ölürler. Sonra bir gün bu dünyadaki halleri ile mezardan çıkarlar, ona “kıyamet günü” denmektedir. Henüz dünya hayatına benzer bir durum vardır. İşte orada mü’minler onlardan üstün olacaklardır. Muhasebeden sonra değişmeler olacak ve beden artık yaşlanmayacaktır. Nasıl ipek böceği kurt iken kelebek olursa, insanlar da melekleşeceklerdir. Bu hayat benzeri hayat olacak ama insanlar yaşlanmayacaklardır.
وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ(212) (Va elLAHu YaRZuQu MaN YaŞAvEu BiĞaYRı XiSABin)
“Allah meşieti olanı hesabın gayrisiyle rızıklandırır.”
Servet bakımından kâfirler mü’minlerden üstündürler, çünkü bütün varlıkları servete bağlıdır. Paralarından başka hiçbir şeyleri yoktur. Tanrıları paradır. Para gelmeyince tanrı onları bırakmış olur!
Mü’minlerin ise paradan başka Allah’ın bahşettiği nimetleri vardır, yakınları vardır, devletleri vardır; onlara karşılıksız rızıklar ikram etmektedir.
“Hesapsız” demek, karşılıksız demektir. Prim alınmadan herkesin sosyal hakları var demektir.
“Adil Düzen”de paranın kıymeti dördüncü derecededir. Birincisi ilimdir; ikincisi takvadır yani dindir; üçüncü sırada makam gelir, başkanın siyası derecesi diğerlerinden üstündür; son olarak zekât verenler de birbirlerinden üstün olurlar. Mü’minler yarışırlar, kazandıklarını da başkalarına harcamakta yarışırlar.
Hâsılı, mü’minlerde yaşamak çalışmak içindir, çalışmak yaşamak için değildir.
***
كَانَ النَّاسُ (KAvNa elNAvSu)
“Nâs oldu.”
Her kavmin dili var, ayrı ayrı toplulukları var. Zamanla topluluklar ayrı ayrı tanrıları edindiler, her topluluk kendi tanrısı için savaştı, birbirine düşman topluluklar oluştu. Oysa bütün insanlar bir tek anne babadan türediler. İnsanların ayrı ayrı devlet kurmalarını Allah istemektedir. Ancak devletlerin ordu birlikleri gibi tek bir topluluğun üyeleri olmalarını istiyor. Nasıl bir aile var ama kabile de vardır. Bağımsız olarak iller içinde bucaklar, ülkeler içinde iller varsa, insanlık içinde de bağımsız devletler vardır. İnsanlığın kişiliği vardır. Bir tek imamları vardır. Ama kavmin de imamı vardır. Hukukta yani hakemler karşısında eşittirler. Birinin diğerinden üstün kişiliği yoktur. Ocak birlikte yaşamayı, bucak birlikte çalışmayı, il iç güvenliği, devlet dış savunmayı, insanlık da uygarlaşmayı sağlar. Kişiler bunların ayrı ayrı üyeleridir. Yani, kişiler devletlerine iller aracılığı ile bağlı değildirler. Doğrudan devletin vatandaşı, ilin ildaşı, bucağın bucakdaşıdırlar.
أُمَّةً وَاحِدَةً (EumMaTan VaXıDaTan)
“Vahit ümmet bulunmaktadır.”
“KÂNE”nin iki mânâsı vardır. Biri geçmişte öyleydi, şimdi böyle oldu anlamı çıkar. Diğeri, devamlı olarak böyledir anlamı vardır. Yani, nâs her zaman vahid bir ümmettir.
Bu mânâyı verdiğimiz zaman ümmet kelimesi marife gelmediği için diğer ümmetler de vardır demektir. Kavimler de ümmettir, şa’blar da ümmettir, kabileler de ümmettir; hattâ aşiretler de ümmettir.
“ÜMMET” demek, imamı olan cemaat demektir. Geçmişte öyle idi, şimdi böyle oldu sözü de doğrudur. Çünkü insanlık önce aşiret hâlinde yaratıldı, sonra kabileler oluştu, sonra şa’bler oluştu, şimdi de kavimler oldu. Ve insanlık birleşiyor, kavimler topluluğu oluyor.
فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ (Fa BaGaÇa elLAHu elNaBiyYIyNa)
“Allah nebileri ba’setti.”
Buradaki “Fe”ye vereceğimiz mânâ ikidir. Biri, insanlık tek ümmet idi, ihtilafa düştüler, birbirlerinden ayrıldılar, ayrı ayrı ümmet olmaya başladılar. Biz bunun üzerine ihtilafları halletmek için nebiler gönderdik.
Bu mânâyı vermemiz için “Fe”den sonra hazfedilmiş bir cümleyi takdir etmemiz gerekir.
İkinci mânâda ise insanlar tek ümmet olmakla beraber aralarında ihtilaf edecek şekilde yarattık. Hemen içlerinde ihtilafı halledecek nebiler de ba’settik. Burada cümlenin hazfı var ama zaman aralığı yoktur. “Sümme” değil “Fa” gelmesi bunu ifade eder. Yani, Allah insanları hem bir tek ümmet olarak yarattı ama ondan sonra da onları birbirlerinden ayıracak ihtilaf hususları verdi ve çözmeleri için de mübeşşir ve münzir nebiler gönderdi.
“NEBİLER” kurallı erkek çoğul gelmiştir. Yani, Hazreti Adem’den sonra gelen tüm resul ve nebileri içine alır. Ancak bunlar aynı yerde ve aynı zamanda gelmedikleri için bu anlam mecazi olur. “El-Eenbiya” denmemiş de “el-Nebiyyine” denmiştir. Biz ise buna şöyle mânâ vermekteyiz.
Buradaki nebiler bugün yeryüzünde yaşayan âlimlerdir; kendilerini nebilerin vârisleri kabul eden âlimlerdir. Bugün ayrı ayrı nebi yoktur. Çünkü vahiy alınmamaktadır. Ama cemaatçe nebiler vardır. Bunlar icma ettikleri hususlarda vahiy almaktadırlar. Bu mânâyı verdiğimizde yeryüzündeki bütün âlimlerin bir tek topluluk oldukları anlatılmış olmaktadır. Kur’an resullerden bahsederken “İRSÂL” olarak adlandırmaktadır. Nebilerden bahsederken ise “BA’S” olarak adlandırmaktadır.
“NEBİLER” âlimlerden oluşan milletvekilleridir. Onlar halk tarafından seçilerek gönderildiler, mebusturlar. “RESULLER” ise meclis tarafından seçilen kişilerdir, resuldürler. Bu da şunu ifade etmektedir ki, devlet başkanı meclisin üstünde değildir, meclis onun üstündedir. Elçi olarak onu göndermektedir.
Bu sorun bugün de çözülmüş değildir. Başkanın yetkileri ile meclisin yetkileri birbirine girmektedir.
Kur’an burada bu sorunu çözmektedir. Başkan meclisin yani şuraların üstünde olan kişi değildir, şuraların ortak vekilidir. Onlar adına karar alır. Başkanın aldığı kararlara karşı şura üyeleri tarafından hakemlere gidilmektedir. Şuranın ittifak ettiği hususlarda başkanın aksine karar alma yetkisi yoktur. Başkanın kendisinin muhalefeti şuranın ittifakını bozmaz. Çünkü o mürseldir, mebus değildir.
Buradaki başka bir husus da hükme bağlanıyor. Başkanlar dayanışma ortaklıklarının başkanı değildirler. Yani, cumhurbaşkanı seçilenin meclis üyeliği sona erer. Kur’an bunları sistematiği içinde ifade etmektedir. İnsan aklı da bunları keşfetmiş bulunmaktadır. Çünkü akıl ve nakil çelişmez, birbirini destekler.
مُبَشِّرِينَ مُنذِرِينَ (MüBaşŞiRIyNa MüNZiRIyNa)
“Mübeşşir münzirler olarak.”
“Sevindirici ve uyarıcı olarak.” Zeyd ayakta ve yerde konuştu dersiniz. Buradaki ve veya mânâsındadır. Zeyd ayakta gülerek konuştu derseniz iki hâl bir arada olmuş olur.
Burada mübeşşir olarak veya münzir olarak değil de, “mübeşşirler ve münzirler olarak gönderildiler” demektir. Burada milletvekillerinin âlimlerden oluşması gerektiği de ortaya çıkıyor.
Kişi dayanışma sorumlusunu seçerken ondan aldığı fetvalarla amel edecektir. Artık onun sorumlusu onun hareketlerinden de sorumludur. Ya onun temsilciliğini kabul etmeyecek, ya da yaptıklarından sorumlu olacaktır. Yani, milletvekilleri yalnız temsil etmezler. Temsil ettiği kimse bir zarar verirse onun dayanışma ortaklığı bölüşerek öder. Bu sebeple münzir mübeşşirdirler. Mübeşşirdirler, çünkü onları sigortalamışlardır. Münzirdirler, çünkü haksız görürlerse dayanışmadan çıkaracaklardır.
وَأَنزَلَ مَعَهُمْ الْكِتَابَ (Va EaNZaLa MaGaHuMu elKiTABa)
“Ve onlarla beraber Kitab’ı inzâl etti.”
Burada “KÜTÜBE” denmiyor, “El-KİTABE” diyor, marife olarak getiriliyor. Tekildir ve bu kitap Kur’an’dır. Kur’an’ı okurken ve anlarken kabul ettiğimiz bir ilke vardır. Bize şimdi nâzil olmaktadır. Çünkü Kur’an her çağa hitap eder. O halde “onlarla beraber inzâl etti” demek, Kitab’ın mânâsını anlattı demektir.
“NUZUL” konaklamadır. Yani Allah’ın kitabını onların beyinlerine yerleştirdi demektir.
Yeryüzünde bir tek kitabın, Kur’an’ın hükümleri cari olacaktır. Bu da yerinden yönetimli hakemler denetiminde içtihat, sözleşme, ortak vekâlet ve hakemler sistemidir; demokratik, lâik, sosyal ve liberal düzendir.
بِالْحَقِّ (Bi eLXaqQı)
“Hak ile”
Yani, onlar kitabı icmaları ile doğru anladılar. Haktır; içtihat olarak da haktır, icma olarak da haktır. İcmaa aykırı olmayan içtihatlara da hak diyebiliriz. Çünkü Allah neye hak demişse o haktır. Hataları affettiğinden dolayı artık bâtıllar içine giremez. Burada icmanın kesin doğruları içerdiği de ifade edilmiş oluyor.
“HAK” bâtıla karşı kullanılan kelimedir. Doğru, iyi, yararlı ve adil olan haktır. Yanlış, kötü, zararlı ve zulüm bâtıldır. Nebilere gelmiş olan tek bilinen kitap ile hükmedecekler demektir.
Peki, diğer kitaplar bâtıl mıdır? Hayır, onlar da haktır ama onlar Kur’an içinde mündemiçtir.
“Kitab”ın müfret olması, nebilerin erkek kurallı çoğulla ifade edilmesi gösteriyor ki, bu âyet günümüzün âlimlerinden bahsetmektedir.
لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ (Li YaXKuMa BaYNa elNAvSi)
“Nâs arasında hükmetmesi için.”
“HÜKMEDEN” burada müfret gelmiştir. Hükmeden kimdir?
Hükmeden Allah’tır, nebiler değildir. Nebiler sadece tebliğ ve tebşir yaparlar, tenzir yaparlar. Hükmeden Allah’tır, yani devlettir; yani milletvekilleri, parlamento, hattâ başkanlar hükmedemezler; hükmeden devlettir; yani, şahit ve hakemlerin kararı ile hükme varılır.
Peki, nebilerin yani parlamentonun görevi nedir?
Kitab’a dayanarak hükümler ortaya çıkarmak, icma ve içtihatlar yapmaktır. Uygulama ise insanlara aittir. İhtilaflar da hakemlerden oluşan yargı tarafından çözülür. Hakemlerin verdiği karar, Allah ve resulünün verdiği karardır. Haksızlık yapılmışsa O’nun izni ile yapılmıştır. Aleyhlerinde dava edilebilir ama karara mutlak şekilde itaat edilir.
“Nâs arasında hükmedilmesi için gönderilmiştir.”
Hakemlerden oluşan yargı uluslararasıdır. Tüm insanlar davacı ve davalı olurlar. Bütün yöneticiler de eşit şartlar içinde davalı ve davacı olabilmektedir. Bu sebeple “Beyne’n-Nâs” denmektedir.
Bugün yargı hâlâ ulusal olarak ve hakimler olarak çalışmaktadır. Bunun yerine “Adil Düzen”de yargı uluslararasıdır. Davalının bulunduğu yerde muhakeme olunur, oranın hakemleri davalara bakar. Tarafların o bucaktan ve o ülkeden olmaları gerekmez. Çünkü her mahkeme insanlık mahkemesidir.
فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ (FIy MAv iPTaLaFuV FIyHİy)
“İçinde ihtilaf ettikleri hususları.”
“İhtilaf etmek” ayrılığa düşmek demektir. İhtilaf farklı anlayıştan gelir. Âlimler bunların sorunlarını çözerler. Hiçbir yaptırım güçleri yoktur ama halk kendilerinin haklı veya haksızlıklarını öğrenmiş olurlar.
Tevrat’ı ve Kur’an’ı dışlayarak kurmaya çalıştıkları XX. yüzyıl düzeninin dünyaya kaça mâl olduğu iyi bilinmektedir. Günümüzde artık sosyalizmi savunan yoktur. Kapitalizmin de methi yapılmamaktadır. Avrupa uygarlığından söz ediliyor. Hıristiyanlığı dışlamaktan vazgeçilmiş ama hâlâ şeriata karşılar!..
III. bin yılın başlarında, belki XXI. yüzyılda, hattâ 2033 yıllarına kadar ortaya çıkacak “Adil Düzen Âlimleri”, yani çağın nebilerinin görevini yüklenenler onlara doğruları göstereceklerdir. Bu âlimlerin içinde yalnız Müslüman âlimleri olmayacaktır; Kur’an’a göre Yahudi âlimleri olacaktır, Hıristiyan âlimleri olacaktır; kıyas yoluyla Hint ve Çin âlimleri olacaktır. “III. bin yıl Adil Düzen Uygarlığı”nı dindar âlimler kuracaklardır, İbrahimî dine mensup olan âlimler kuracaklardır. Bunlar insanların barış içinde yaşamaları için neler yapmaları gerektiğini öğreteceklerdir. ILO’nun değil, Kur’an’ın ve diğer ilâhi kitapların emrettikleri ile onlar barış yolunu, yani ihtilafı kaldırma yolunu göstereceklerdir.
وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ (Va MaPTaLaFa FIyHı)
“İçinde ihtilaf ettikleri hususlar dışında başkası değildir.”
Buradaki “FÎHİ” zamiri nereye gitmektedir? Yukarıdaki zamir “M”ya giderdi. Buradaki “M” nefy mâsı olduğu için oraya gitmez. O mânaya gidebilir mi? Yani, ihtilaf ettikleri hususlarda ihtilaf edenler, o onlara verilen kimselerdir mânâsını verebilirdik. Ama o zaman ihtilaf verilenler mânâsı çıkar ki, bu uygun mânâ değildir. O halde buradaki zamir Kitab’a yani Kur’an’a gitmektedir. Kur’an içinde ihtilaf ettiler, farklı mânâlar verdiler. Bu haber henüz gerçekleşmiş değildir.
Bundan sonra ne olacaktır? Dünyanın beş İbrahimî dinine mensup olan âlimler bugünkü tavırları bırakarak konuları yeniden ele alacaklardır.
إِلَّا الَّذِينَ أُوتُوهُ (EilLav elLaÜIyNa EUvTUvHu)
“Onun kendilerine verilmiş olan kimseler ihtilaf ettiler.
Kitabın yani Kur’an’ın kendilerine verilmiş olanlar ihtilaf ettiler.”
Burada III. bin yıl uygarlığının kuruluşunda insanların ihtilaf edeceği de belirtiliyor. III. bin yıl uygarlığı nasıl oluşturulacaktır. Bu uygarlık birçok bakımdan özel uygarlıktır.
a) Bu uygarlığın birinci özelliği, ilk peygambersiz uygarlıktır.
b) Bu uygarlığın ikinci özelliği, tarım döneminden sanayi dönemine geçme uygarlığıdır. Hazreti Nuh ile başlayan uygarlık, bu bin yılda tamlanmış olacaktır. Doğal tufanın yerini sosyal tufan alacak, Kur’an’a dayalı sosyal gemi Adil Düzen gemisi insanlığı kurtaracaktır.
c) Bu uygarlığın üçüncü özelliği, ilk olarak bütün İbrahimî dinlerinin âlimlerinin katıldığı bir düzen olacaktır. Yani uluslararası bir çaba sonunda bu hak uygarlığı oluşacaktır.
d) Dördüncü özellik olarak, ilk defa dinî hükümlerle ilmî hükümler birlikte bâtıl ile savaşa gireceklerdir. İlim ile din dayanışma içinde zulüm düzenine son vereceklerdir.
مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ (MiN BaGDı MAv CAvEaTHuMu eLBayYiNAvTı)
“Kendilerine beyyinât ciet ettikten sonra.”
Nebilerle yani âlimlerle beraber Kitabı indirdi. Nebileri ba’setti, onlarla beraber Kitabı inzal etti. Sonra onlara beyyinât ciet etti.
“BEYYİNÂT” nedir? Usulü fıkıh ile oluşan fıkıhtır. İçtihat ve icmalardır. İcma olursa herkes ona uyar. Reyi değilse de icmaa uyma zorunluluğu vardır. Kendi yeni reyi ile amel edemez. Bir kuruluşta da böyledir. Eski icmalar değişmez. İhtilaflı konularda herkes kendi reyine göre amel eder ve bu ihtilaf olmaz. Aksine ittifaka vesile olur. Sen benim içtihadımla amel etmek durumundasın demek ihtilafa sebep olur, sen senin içtihadınla ben de benim içtihadımla amel edeyim demek ittifaka vesile olur.
بَغْيًا بَيْنَهُمْ (BaĞYan BayNaHuM)
“Aralarında bağy olmak üzere ihtilafa düştüler.”
Kendilerine beyyinât geldikten sonra aralarında bağy olmak üzere ihtilaf ettiler.
“BAĞY” saldırmak demektir. Saldırmak nedir? Senin içtihadın yanlıştır, benim içtihadıma gel demek bağydır. Sen senin içtihadınla, ben benim içtihadımla amel edeyim demek ittifaktır. Eğer değişik içtihatlar uygulanamıyorsa hakemlere gidilecektir. Hakemlere gitmeden birinin diğerine tahakküm etmesi de bağydır.
Allah bize bugünkü düzeni anlatmaktadır. Bugün Batı henüz usul ilmini öğrenmemiştir. Doğu da hesap ilimlerini öğrenmemiştir. III. bin yıl uygarlığı bunların sentezinden doğacaktır.
فَ (Fa) “Ve”
Buradaki “Fa” harfi çok önemli hususları bize anlatmaktadır. Bağy olmamak üzere ihtilaf kötü değildir. Yani değişik görüşlerin ortaya çıkması ve alternatif çoklu uygulamalar kötü değildir. Kötü olan bağyen ihtilaftır.
Bağyen ihtilaf nedir? Kişinin kendi içtihadını karşı tarafa dayatmasıdır. Sen başını örteceksin, sen başını açacaksın. Bu dayatmadır, bağydır. Kötü olan budur. Ama taraf tutma kötü değil, iyidir.
İşte bu “Fa” harfi onu ifade etmektedir. İhtilafın nasıl olması gerektiğini açıklamaktadır.
هَدَى اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا (HaDay elLAHu elLaÜIyNa EaMaNUv)
“Allah’a iman etmiş olanlara hidayet etmiştir.”
Nasda bağyen beynehum ihtilaf ettiler, onlar için saldırı aracı olmuştur. Oysa Allah mü’minlere hidayet etmiştir. Onlar için ihtilaf bağy etme aracı olmaz. Çünkü herkes karşı tarafı dinler. Ona saygı gösterir. Herkesi kendi içtihadı ile amel etmeye zorlarlar.
İçtihat, sistemi insanlığın barış içinde yaşaması için biricik usuldür. İçtihat sistemi barışın anahtarıdır. Herkesin karşı görüşe olan saygısıdır. İman edenlere Allah hidayet etmiştir. Yani onlar haktan sapacak şekilde hata yapmazlar. İhtilaflar da hidayettir. Çünkü değişik görüşler olmazsa değişik ekoller oluşmaz. Böylece hayırda yarış ortaya çıkmaz. Allah iman etmiş olanlara hidayet edeceğini vaat etmiştir. Eğer dalalete gidiliyorsa demek ki iman yoktur.
“Adil Düzen” tesis etmeden iktidar olursanız iki sonuçtan birisi ile karşılaşırsınız. Ya seni oradan indirirler. Erbakan’ın durumu budur. Ya da sizi onların istediklerini yapar duruma getirirler. R. Tayyip Erdoğan’ın durumu da budur. Hiç iktidar olmamak da bir içtihattır. Akevler Adil Düzencileri bunu seçmiştir.
Üç mezhep ortaya çıkmıştır. Herkes kendi içtihadı ile amel eder. Birbirini yermeleri caiz değildir.
Biz AK Parti iktidarının yıkılacağını söylüyoruz, başarısız olacağını söylüyoruz. Ama iktidarı bırakmalarını da söylemiyoruz. Çünkü o zaman iktidar Ecevit hükümetleri gibi birilerinin eline geçer ve hepimiz hepten mahvoluruz. Beş senede Türkiye bakınız nasıl sıkışmıştır.
لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ (Li MAv iPTaLaFa FIyHi) “İhtilaf içinde ihtilaf ettikleri için.”
Buradaki “Li” harfi bize şunu gösteriyor ki, ihtilaf Allah’ın hidayet etmesine illettir. Yani ihtilaf rahmettir. Nitekim Hazreti Peygamber de “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” buyurmuştur. Bugün Sünnî dört mezhep arasındaki ihtilaf böyledir. Bu örneğin büyümesi gerekir. Tüm mezhepler için de aynı şeyi söylemeliyiz. Şiiler ve Aleviler de aynı haklara sahip olmalıdırlar. Onlar da içtihat müesseselerini kabul etmelidirler. Hatta yalnız bütün ehli kitap, İbrahimî dinde olanlar birbirlerine Sünni mezheplerin baktıkları gibi bakmalıdırlar. O zaman ihtilaf rahmet olur. Bu hadis benim çok hoşuma giderdi ama Kur’an’da yerini bulamadığım için de sıkıntıda idim. Buradaki “Li” harfi tüm sıkıntıları gidermiştir. Çoklu sistemi ortaya koymaktadır.
مِنْ الْحَقِّ (Mina elXaqQı) “Haktan ihtilaf ettikleri hususlarda.”
Yani ihtilaf edilen konular haktandır. Her görüş hakkın içindedir. Değişik kimseler için değişik hükümleri içermektedir Buradaki “MİN” edatı yukarıdaki “LİMA”daki “M”nın cinsini beyan etmektedir.
“MİN” edatını “İL” mânâsında aldığımızda, hakka hidayet eder anlamı da verilebilir. İhtilaf ettikleri için onları hakka hidayet etti demek olur. Bu mânâ verildiği zaman hakka ulaşma ancak ihtilafla olur anlamı çıkar. Anayasamız partiler demokrasinin vazgeçilmezleridir demektedir.
Kur’an’a göre ilimde, dinde, yönetimde ve ekonomide çoklu sistem esastır.
بِإِذْنِهِ (Bi EiZNiHIy) “Allah’ın izni ile”
Yani Allah’ın izni ile onları hakka hidayet etmiştir. Allah izin verme yoluyla hidayet etmiştir. İnsanları O serbest bırakır, herkes her kapıyı yoklar, o kapılar kapalı olur ama kapı ona açılır. Buna seleksiyon yoluyla hidayet diyoruz. Evrim teorisi bu Allah’ın iznine dayanmaktadır.
وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ (Va elLAHu YaHDIy MaN YaŞAvEu) “Allah meşieti olana hidayet eder.”
Burada iki anlam verilmektedir. Allah’ın, meşieti olana hidayet yahut meşieti olan kimseye yani isteyen kimseye Allah hidayet eder. İçtihat yapan hakkı istemektedir. Allah da ona hakkı göstermektedir.
إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ(213) (EiLAv ÖıRAvOın MÜSTaQIyMin)
“Müstakim sırata.”
“Müstakim sırat” icmalarla sabit olan sırattır, yahut icma ve içtihatlarla sabit olandır. Nekre gelmiştir. O halde değişik icmalar vardır. Yani her kavmin, her şa’bin, her kabilenin ve her aşiretin kendi icmaları vardır.
Böylece Fatiha Sûresi’ndeki duayı kabul ettiğini beyan etmiş olmaktadır.