ADİL DÜZEN 387
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 49. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُوا مِنْ الَّذِينَ اتَّبَعُوا وَرَأَوْا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمْ الْأَسْبَابُ(166) وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُوا لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّءُوا مِنَّا كَذَلِكَ يُرِيهِمْ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنْ النَّارِ(167) يَاأَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْأَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ(168) إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاءِ وَأَنْ تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ(169)
إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُوا (EiÜ TaBarRaEa elLaÜINa utTüBiGUv)
“Tâbi olunanlar teberri ettiğinde.”
“Lav Terahu İz Gadibe/ Onu kızdığında bir görseydin” dendiğinde; geçmişte o kişi kızmıştır, kızmanın şiddetini anlatmak için öyle söylersin. “LaV” fiil mazi olsun, muzari olsun geçmişi ifade eder.
“İZ” de böyledir. Bu olay geçmişte değil de gelecekte olsaydı “Lav Tarahu İza Gadibe” denmesi gerekir. Kızacağı zaman onu bir de şimdi görebilseydin anlamı çıkardı.
Burada âhirette olacak bir olayı geçmişte olmuş gibi anlatmaktadır. Gelecek geçmiş olmaktadır. Kur’an’da zamanların böyle ters çevrildiği çok olmaktadır. “Saat yaklaştı Ay inşikak etti” deniyor. Birisine kızdığın zaman ‘Sen öldün!’ dersin. Kesin olacak şeyi olmuş gibi gösterirsin. Bu bütün dillerde böyledir.
“Tâbi olunanlar” yani kendilerine uyulanlar kesin olarak “teberri edecekler”dir anlamı çıkar.
“Teberri etmek” demek, kendini aklamak demektir.
“Beri olmak” yani benim alakam yoktur, ben karışmıyorum demektir.
“Tâbi olmak” peşinden gitmek demektir. Hiç kimse başka bir kimseyi kurtaramaz. Herkes kendi içtihadına göre hareket edecektir. Tâbi olan sorumludur, tâbi olunan sorumlu değildir. Kimse de ‘bana tâbi olun’ diyemez. ‘Kendiniz takdir edin, ben doğru yoldaysam bana tâbi olun’ diyebilir.
Tâbi olmak iki şekilde olur. Önce ayrı ayrı içtihat ederiz. Bir şeyi yapmamız gerektiğinde ittifak ederiz. Sonra onu birlikte yapmamız gerekir. Aramızdan birini imamlığa seçeriz. Biz hareketlerde ona uyarız.
Burada içtihatta tabiiyet yoktur, içtihadın icrası esnasında tabiiyet vardır. Namazın imamı buna örnektir. İmam halka dönük değildir, kıbleye dönüktür. Allah’a ibadet etmektedir. Kişiler de hareketlerinde birlik sağlamak için imama uymaktadır. Oysa Alevilerde ve Hıristiyanlarda imam cemaate dönmektedir. Böyle olunca buradaki tabiiyet kişiye ait değildir. Kişi sadece harekette birlik sağlamaktadır.
Papa 16. Benedikt Sultan Ahmet Camii’ni ziyaret ederken İstanbul Müftüsü ‘isterseniz huzura duralım’ dedi. Papa hemen kıbleye döndü ve durdu. Müftü de ona uymak zorunda kaldı. Buradaki tabiiyet Allah’adır. Birleşebildik. Halbuki bu kilisede olsaydı Papa’nın öne geçip cemaate dönmesi ve ‘huzuruma dönün’ demiş olması gerekirdi. Bu da müftünün Hıristiyan veya papanın Müslüman olması demek olurdu.
İslâm’da namazın ne kadar birleştirici olduğu burada görülmektedir.
İkinci tâbiiyet ise içtihatta tabiiyettir. Siz delilleri ile sonuca varamazsanız, eğer sizden daha iyi bilen birisi varsa ona tâbi olursunuz. Burada da tâbi olduğunuz kimse size emretmemektedir. Bana tâbi olun dememektedir. Siz kendiniz onun içtihadını benimsiyorsunuz. Burada da sorumluluğunuz tamamen size aittir. Tâbi olunan sorumlu değildir.
İçtihat yaparken ya kendiniz içtihat yapıyorsunuz, ya da içtihat yapana uyuyorsunuz. O da içtihattır. Çünkü müçtehidinizi kendiniz içtihatla seçiyorsunuz. Burada bahsedilen bu ittibalar değildir. Burada bahsedilen içtihat yapmayan birini körü körüne taklittir. Allah’tan başkasını Allah’tan daha fazla sevenlere uymadır.
مِنْ الَّذِينَ اتَّبَعُوا (MiNe elLaÜIyNa itTaBaGUv) “Tâbi olanlardan teberri edince.”
Tâbi olunanlar tâbi olanlara teberri edince zalim olanlar şimdi rey edebilseydiler de zulümde tâbi olmasalardı. Bu âyet bundan önceki âyetteki ‘zulmedenler rey etselerdi’ cümlesine bağlıdır. Azabın sadece zulümden olacağı belirtilmiş olmaktadır. Tâbi olma, zalimlere zulümde tâbi olmak demektir.
ABD Irak’a girmektedir. Zulüm yapmak için biz de ona tâbi olursak işte bu tabiiyetten bahsedilmektedir. Avrupa Birliği’nin gayesi nedir? İyi tahlil etmek gerekir. Avrupa dünyaya hakim iken, II. Cihan Savaşı’ndan sonra bu hakimiyetini kaybetti. Sömürüye ve zulme devam edebilmesi için birleşmek zorunda kaldı. İşte biz de onlara tâbi olursak burada Allah’ın vaat ettiği zulme uğrarız. İkinci olarak, Avrupa sömürürken şimdi ABD onu sömürüyor. Avrupa bu sömürüden kurtulmak için Avrupa Birliği’ne ihtiyaç hâsıl olmuştur. İşte bu zamanda Avrupalılarla birleşir ve Avrupa’nın sömürülmesini önleriz. Burada birleşme meşrudur. Ne var ki Avrupa güçlenince ne olur? Bu sefer tekrar dünyayı sömürmeye yönelir. Bunun olmaması için Avrupalıların “Adil Düzen”i kabul etmeleri gerekir. Biz Avrupa’ya “Adil Düzen”i kabul ettikleri takdirde girmeliyiz. Avrupa kendi anayasasını yapamamıştır. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı kabul etmeleri şartı ile AB’ye girebiliriz. Ekseriyet sistemli, gümrük sistemli, faizci ve zinacı Avrupa’ya girmemiz bizi yarın kötü durumlara düşürür. Kopenhag kriterlerinin yanında Kur’an’ın kriterlerini koymamız gerekir.
Akevler’de olsun, Yenibosna’da olsun, bizim faaliyetlerimizde de böyle zalimlerin zulümleri sürdürebilmeleri için teklifler gelecektir. Şimdi zayıfız, o sebeple bizimle ilgilenmiyorlar, ama güçlenince cazip teklifler alacaksınız. Yüz market oluşturun, o zaman size ne tekel sömürücü teklifler gelecektir. İşte onlara uyarsanız sonra onlar sizden teberri eder, ah vah edersiniz ama artık iş işten geçmiştir.
وَرَأَوْا الْعَذَابَ (Va RaEaVuv eLGaÜAvBa) “Ve azabı rey ettiklerinde.”
Tâbi olunanlar azabı görür ve tâbi olanlardan teberri eder. Yahut tâbi olunanlar teberri eder ve tâbi olanlar azabı rey ederler. Burada azap görenler her iki taraf olabilir. Zalim olanlar bir gün mazlum duruma düşerler. Bunun çok açık örneği Saddam’dır. Dün ne zulümler yapmıştı. Ama bugün mazlum durumdadır. Geçmişteki zulmü unuttuk da nerede ise ona acıma durumunda olduk. Dün Saddam’a zulümde tâbi olanlar da artık Saddam’ı kurtaramıyor, hattâ onların tarafı bile olamıyor.
İnsan kendisi dört delile dayanarak içtihat edecek. İçtihat edemiyorsa, içtihat edeni içtihadıyla bulacak ve ona göre hareket edecektir. Bu kişi Allah’a tâbi olmuş olur, dünyada ve âhirette saadete erer. Bunlar hatalarının günahlarını dünyada çekerler ve âhirete aklanmış olarak giderler. Günahları yoksa âhirette bu dünyadaki sabra karşılık dereceleri yükselir. Zalimlere ortak olanlar için azap görmek mukadderdir.
وَتَقَطَّعَتْ بِهِمْ الْأَسْبَابُ(166) (Va TaQaoOaGaT BiHiMu eLEaSBAvBu)
“Onlarla esbab takattu’ etmiştir.”
Onlarla olan yollar kesilmiştir. Tâbi olanlar tâbi olunanlara ulaşamamakta, dertlerini anlatacak kimseleri bulamamaktadırlar. Allah’ın insanlardan istediği, kişinin içtihat etmesi ve içtihadına göre amel etmesidir. İçtihadında hata olmuş olabilir. Ondan sorumlu değildir. Eğer kendisi içtihat edemiyorsa, içtihadı ile bir müçtehidi bulup onun içtihatları ile amel etmelidir. İçtihat yapmadan veya içtihatla müçtehidini belirlemeden amel etmek caiz değildir. Zulme âlet olunduğu takdirde artık koruyucun yoktur. Buna kul hakkı denmektedir. Zulüm Allah’ın halifeleri olan insanların haklarına karışmaktır. Yani, onların görev alanlarına girmek demektir.
Nasıl bir polis tapu memuruna tapu işlerinde karışamazsa, tapu memuru da nüfus işlerinde nüfus memuruna karışamazsa, insanlar da başka insanların işlerine karışamazlar. Çünkü her insan Allah’ın kendi bedeninde ve mülkünde görevlidir. Burada önemli olan husus, insanın kendi kendisine de zulmetme yetkisi yoktur. Çünkü insan kendi kendisini yaratmamıştır. Dolayısıyla göz benim değil mi, istersem çıkarırım diyemezsiniz. Çünkü göz sana emanettir. Sahibi sen değilsin. Sen var etmedin, seni var eden onu sana verdi.
Demokrasinin temeli de, lâikliğin temeli de burada yani içtihat ve içtihatla amel müessesesinde yatmaktadır. Kimse kimseye hesap vermez, herkes Allah’a hesap verir. Bu dünyada ise hakemlerden oluşan bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargıya hesap verir. Hakemini kendisi seçmiştir, onun kararına uyacaktır.
***
وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُوا (Va QAvLa elLaÜIyNa itTaBaGUv) “Tâbi olan kimseler kavlettiler.”
Tâbi olunanlar teberri edince tâbi olanlar şöyle dediler, yani demiş olacaklar. Tâbi olanlar diyecekler.
Kime diyecekler? Kendi kendilerine diyecekler. İnsanlar hayrı ve şerri Allah’tan bilmezler. Şerri diğer insanlardan bilirler, hayrı da diğer insanlardan beklerler. Yani, insanlar devamlı şirk içindedirler.
Bunlara birkaç misal vereceğim.
a) 1950’lerde Tük halkı Halk Partisi’nin zulmünden kurtulmak için Demokrat Parti’ye sığındı. Oysa Halk Partisi’nin zulmü Halk Partililerden gelmemekteydi; mevcut düzenin şerri idi. Türk halkı bu zulme neden düştüğünü araştırıp “Adil Düzen”i bulacağına, Demokrat Parti’ye sığındı. Sonunda ne oldu? Daha kötü azaba uğradı.
b) 28 Şubat’ın zulmüne uğrayan halkımız bunu Allah’tan değil de, o günün yöneticilerinden bildi ve kurtuluş için AK Parti’ye sığındı. Ne oldu? Esbabı buldu. Oysa 28 Şubat DYP’nin “Adil Düzeni bırak seninle koalisyon yaparım” önerisinde bulunması ve Refah Partisi’nin de bunu kabul etmesi nedeniyle olmuştur. Yani, “Adil Düzen”i bırakıp zalim düzen içinde adalet yapacaklarını sanmaları idi. Onlar gittiler ama halkımız yine uslanmadı; “Adil Düzen”e cephe alan ve zalim düzeni kerhen de olsa kabul eden AK Parti’ye gitti!
c) Türkiye’de yine Batılıların tezgahı ile zulüm yapılmaktadır. YÖK gibi kimlerin yönettiği bilinmeyen kurumlar insanımıza zulüm yapmaktadır. Bu Allah’tandır. Allah istemese bu zulmü yapamazlar. Yapacağımız iş “Adil Düzen”e yani şeriat düzenine gitmedir. Bunu yapacaklarına sokakta başörtüsü mücadelesini vermekte, “Adil Düzen”e de cephe almaktadırlar. AK Parti ise kurtuluşu faizci ve zinacı Avrupa Birliği’nde bulmaktadır. Oysa bütün bunlar Allah’ın bizi uyarmak için verdiği belalardır. Bizim yapacağımız iş Kur’an’a dönüp ‘ne yapalım’ sorusunu sormaktır. Kur’an bize yol gösterecektir. Bu soruyu müsbet ilmin verileri içinde sormamız gerekir. İşte “Adil Düzen” budur.
d) Akevler’de ve Yenibosna’daki başarısızlıkları da kendimizde aramaz, başkalarında arar; çözümü de kendi içtihadımızla anlayacağımız Kur’an’da değil de sağda solda görürsek, bizim başımıza gelecek olan da farklı olmayacaktır.
لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً (LaV EanNa LaNAv KarRaTan) “Bize kerre olsaydı. Bizim için tekrarlansaydı.”
Fırsatlar her zaman ele geçmez, sonraki pişmanlıklar da para etmez.
Cumhuriyet Halk Partisi ile Millî Selâmet Partisi 1973 yılında koalisyon yapmıştı. Kıbrıs’ı fethedecek kadar bir güçle işler iyi gidiyor, terör olaylarına rastlanmıyordu. Sermaye Ecevit’i kandırdı ve koalisyonu bozdurdu. CIA’nın etkisiyle CHP iktidar oldu. Sonra iktidardan düşürüldü. O zaman CHP’ye oy verenler, ‘ellerimizi kesseydik de CHP’ye oy vermeseydik’ dediler.
Halkımız beş sene zulmünü çektikten sonra DSP’nin oyunu % 22’leden % 1’lere indirdi.
Bugünkü AK Parti büyük imkanlara sahiptir. Anayasa ekseriyetini elde etmiştir. Bu ekseriyetini bundan sonraki seçimlerde de koruyabilecektir. Ama ekseriyet elde etmek bir şey ifade etmiyor. Başörtüsünü kendisine namus borcu olarak yaptığı halde çözmedi. Bunu çözmek için anayasa değil, kanun değil, tüzük değil, hükümet kararı da gerekmez. Mesele eski başbakanlardan Bülent Ulusu’nun yetkisiz tamiminden ibarettir. Yapılacak iş, başbakanın kamu görevlilerinin kıyafetleri ile ilgili bir tamim yayınlamasıdır. Kanunda resmi kıyafetlerle ilgili hüküm bulunmayan yerlerde kıyafet serbesttir denecek. Sokakta ne giyilebilirse kamu görevinde de o giyilir denip yayınlayacak. Ondan sonra da içişleri, jandarma ve polise bir genelge yayınlayarak, kıyafet hususunda rahatsız edilenlere yardım edilmesini, saldıranların yakalanarak yargıya teslim edilmesini isteyecektir.
O halde AK Parti’nin yapacağı işler nelerdir?
a) Önce devlet başkanını askerden seçerek orduyu arkasına alması gerekir. Orduya dayanmayan yasa, yasa değildir. Başbakan genelkurmay başkanına danışmayacak, devlet başkanından talimat alacaktır.
b) Ondan sonra siyasi partilerin aldıkları oy nisbetinde gönderecekleri ilim adamlarından oluşan bir anayasa kurulunu kurmalıdır. Cemal Gürsel ve Kenan Evren’in yaptığını asker cumhurbaşkanının desteği ile siyasi partiler yapacaktır. Bunlar “Adil Düzen Anayasası”nı hazırlayacak ve ordunun da onayını alarak seçime gideceklerdir.
c) Seçimi kazanır kazanmaz ilk yapacakları iş, bu anayasanın yürürlüğe girmesine başlanması için bir kanun çıkaracak ve yeni anayasa kurumlarını kurmaya başlayacaklardır. Beş sene sonra kurumlar tamamlanmış, sonunda yeni anayasa kabul edilmiş ve ona göre seçimlere gidilmiş olacaktır.
d) Yeni anayasa ile III. Bin Yıl Uygarlığının örnek devleti kurulmuş olacaktır. Ondan sonra Türkiye “Adil Düzen”e göre komşularıyla ittifaklara girecektir.
Bu AK Parti’nin eline Allah’ın verdiği en büyük fırsattır. Ama o bunu yapmayacak, iş yapmaz anayasa ekseriyetinin yanına bir de güçsüz cumhurbaşkanı koyacak ve devrilecek. Allah devirecek. Sonra ah vah edecek ama fayda etmeyecektir. Bugün onu Çankaya’ya taşımak için körükleyenler yarın teberri edeceklerdir.
AK Parti Cumhurbaşkanını bahane ederek sorunları çözmüyor. Oysa devlet başkanı yurt dışına gitmekte, Bülent Arınç da vekalet etmektedir. Bir günde o güne kadar geçmeyen bütün kanunları geçirir, Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini de kısıtlar ve iş biter. Öyle değil de, AK Parti orduyu ikna edemediği için bunu yapmamaktadır. Bunda da haklıdır. Orduyu ikna yolu asker cumhurbaşkanından geçer.
فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ (Fa NaTaBarRAEu MiNHuM) “Biz de teberri etsek.”
Onlar bizimle ilgiyi kestikleri gibi biz de onlarla ilgiyi kessek diyecekler. Allah’ın gösterdiği yoldan başka yol tutanlar sonunda bunu demek zorunda kalacaklar. Oysa, bizim yapacağımız iş, bu Kâinatı var eden Allah’ın emirlerine uyarak iş yapmak ve O’na teslim olmaktır. Sonra O ne takdir etmişse ona rıza göstermektir. Sonuçlar bizi ilgilendirmez. O ne isterse onu yapar, işler O’nundur.
Yenibosna’da toplanan kardeşlerimiz bu teslimiyet içindedirler. Onlar kendi içtihatları ile ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktadırlar. Ondan sonra geleceklere de razıdırlar. Market kuruyorlar. Ama sonucu Allah’tan bekliyorlar. Bu sabır ve sebat onları başarıya götürecektir. Şimdiden başarıdadırlar. Çünkü onlar Kur’an’ı tefsirleri ile okuyor ve tartışıyorlar. Kur’an’ın söyledikleri bir bir çıkınca onların imanları artıyor.
Kur’an ne diyor? “Size en yakın olarak biz Hıristiyanız diyenleri bulursun.” diyor. Kur’an ne diyor? “Hazreti İsa’ya tâbi olanlar kıyamete kadar kâfirlerin fevkinde olacak.” diyor. Biz ne demiştik? III. Bin Yıl Uygarlığı Hıristiyanlarla Müslümanların işbirliği ile doğacaktır demiştik. Sömürü sermayesinin tüm karşı faaliyetleri sonuç vermemiş, Papa’nın ziyareti İslâmiyet-Hıristiyanlık yakınlaşması ile sonuçlanmıştır.
كَمَا تَبَرَّءُوا مِنَّا (Ka MAv TaBarRaEUu MınNAv) “Bizden teberi ettikleri gibi.”
Allah’tan başkasına bağlananları sonunda onları terk etmiş olarak görürsün.
Bir dernek kuruyorsunuz ama o derneğin sözleşmesi İslâmî değil. Siz sözleşmeye değil, oradaki iyi insana tâbi oluyorsunuz. İşler baştan iyi gidiyor. Dernek büyüyor. İşte şeytan taifesi bu merhalede geliyor, o zalim sözleşmede rahatça hareket ediyor ve bir de bakıyorsunuz ki, sizin çok sevip beğendiğiniz insan karşı tarafa geçmiş; ya da o gitmiş ve onun yerine başkası gelmiş!
Bu ikisine en açık örnek Erbakan ile Tayyip’tir. Erbakan başbakan oluyor ama o gidiyor ve onun yerine Tayyip geliyor. Tayyip gitmiyor ama Tayyip artık başka Tayyip’tir. Hâsılı, her iki halde de serap ile karşı karşıyasınız. Oysa Akevler’dekiler Allah’a teslim oldular, bir şey istemeden Allah yolunda amel ettiler.
Şimdi bakıyorlar, ne değişti? 1960’larda Müslümanların adları bile anılmazken, şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar. Dünyanın her yerinde müsbet ilimle uzlaşmış çağdaş örgütler Allah’ın dinini yaymaktadırlar. Halk ekonomisine dayanan holdingler oluşmuş ve “Adil Düzen” de artık ilimde kendisini ortaya koymuş bulunmaktadır. Gelecekte neler olacağını bilmeden Allah’a hamd etmektedirler. Kişiler olarak bu dünyada değil, âhirette cenneti istemektedirler.
كَذَلِكَ يُرِيهِمْ اللَّهُ (KaÜaLiKa YuRIyHıMu elLAHu) “Böylece Allah onları irae edecektir.”
Bu ifade çok açık olarak gösteriyor ki, yukarıda geçen “İZ”le geçmişte değil gelecekte azabı göreceklerdir. Yukarıda “İZ” kullanılması olmasının kesinliği sebebiyledir. Yahut “İZ” ile “İZA” birbirinin yerine kullanılmaktadır. Müfessirler “İza Cae”deki “İza”yı geçmiş için mânâlandırmaktadır. Sûrenin fetihten sonra geldiğini ileri sürerler. Bize göre ise sûre fetihten önce gelmiş ve fethi haber vermiştir.
Biz bu tür birbirinin yerine kullanılması yolunda mânâ vermeyiz. Ama burada görülüyor ki, âyetin delâleti ile “İZ” gelecek anlamında getirilmiştir. Kesinliğe işaret içindir.
أَعْمَالَهُمْ (EaGMAvLaHuM) “Amellerini.”
“Amellerini” demektedir; “imanlarını” veya “kavillerini” dememektedir. Zulümlü ameller yaptıkları zaman Allah onu gösterecektir. Her şey ameli salih içindir. Bu dünyada ameli salih ile yaşanır ve diğer insanların yaşamasına imkan verilir. Böyle hareket etmeyenler imtihanı kaybetmiş olurlar. Bu dünyaya gelişlerini mânâlandıramazlar. Aksi halde Allah onları yaratmakla abes işler yapmış olur. Zalim olmama, adil olma bunun için gerekmektedir. Devlet sadece adalet için vardır. Bir yerde haksızlık olduğu yani zulüm yapıldığı zaman mahkemeye başvurulur. Mahkeme şahitleri dinler ve adilane hükmeder. İcra da mahkemenin kararını icra eder.
Bu konuda bugünkü durum nasıldır?
a) Mahkemeye verdiğiniz zaman mahkeme senelerce sürer. En kısa davalar iki senede biter. On sene, yirmi sene süren davalar vardır. Böylece zalim zulmüne yirmi sene devam eder.
b) Yirmi sene içinde olayların çoğu unutulur, şahitler ortadan kalkar, taraflar ölür. Sonunda dava içinden çıkılmaz hal alır. Ya müruru zamandan dosya kapanır, ya da usulde bir hata olur, biri bir gün itirazı geciktirmiş olur, dosya karara bağlanır. Dosyanın adil karara bağlanması ihtimali % 10’ların içindedir. Suçlu yoktur, ama zaman gerçeğin ortaya çıkmasını geciktirmiştir. Bu dava sistemini sömürü sermayesi insanlığa eziyet etmesi için icat etmiştir.
c) Seneler sonra sonuca bağlanan kararın icra kabiliyeti kalmamıştır. Çünkü bu esnada mahkum olacak kişi icra imkanını vermemek için gerekli tedbirleri almıştır. Sizin elinize sadece boş bir karar geçmektedir. Davayı kazandınız, çuval sizin oldu ama çuvalın içi saman dolu.
d) Bunun dışında avukatlar para kazanmak için davaları uzatır. Şahitler ve hakimler savunmasız olduğu için daima karar vermekten kaçınırlar. Çünkü onların güvenceleri sağlanmamıştır. Bir de temyiz sözkonusudur. Bu sebeple dosyalar gerçeklere göre değil, Yargıtay’ın onaylayacağı şekilde hazırlanır. Olaylara kanun uydurulmaz, olaylar kanunlara uydurulur. Türkiye’de kayıt dışı ekonomi olduğu gibi kayıt dışı yargı da mevcuttur. Avukatların yazdığı senaryolar muhakeme edilir.
İşte bu zulümdür. Kötü tarafı, zalim yoktur ama zulüm vardır. Sistem zulüm yapmaktadır.
“Adil Düzen” bu zulmü ortadan kaldırma çabasıdır. Bu ekolden gelenler şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar ve bu zulmü bizzat yaşamışlardır. Ama bu düzeni değiştirmeyi düşünmemektedirler.
حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ (XaSaRAvTin GaLaYHiM) “Onlara hasarat olarak irae edecektir.
Allah onlara amellerini hasarat içinde irae edecektir.”
Noktalı “H” ile olan “HASAR” hasır kelimesinden gelir. Zarara uğrama, hurdahaş olma demektir. Noktasız “H” ile “HASAR” hasar esnasında duyulan sıkıntıdır. Türkçede özlemek anlamında kullanırız.
Geçmişte olan bir olayda sıkıntı duymak, bunu neden böyle yapmadım veya neden olmadı demek hasrettir. Kur’an’da tekil olarak hasret kelimesi geçmektedir. Ama buradaki kurallı dişi çoğul olarak “HASARÂT” kelimesi de iki yerde geçmektedir. Bir iş yaparsınız, onun sonucu bir kötülük olur, onunla hasarat duyarsınız. Ama bir iş yaparsınız, onun sonucunda zincirleme yanlışlar oluşur ve ömür boyunca o yanlışlıklardan kurtulamazsınız, o da hasarat olur. Birbirini destekleyen zulmedenlerin hâli budur. Yahut kendi çıkarları için zalimlerle işbirliği yapanların hâli budur. Zincirleme pişmanlıktır.
Biz insanların refah ve saadet içinde yaşamaları için çalışmalıyız. Refah, maddî zenginliktir. Saadet ise insanların sosyal rahatlığıdır. Bizim asıl işimiz “Adil Düzen”dir. “Adil Düzen” dengeli düzendir. Sokakta yürüyen insan şundan emin olmalıdır. Bana kimse zulmedemez, haksızlık yapamaz, çünkü arkamda devlet var diyecektir. Yine sokakta yürüyen insan şunu diyecektir. Ben bir suç işleyemem, çünkü işlesem karşımda devlet var. Eğer halk sokakta bu anlayışla yürüyorsa yüzde doksanı-doksan beşi bu anlayışta ise o devlet adil devlettir. Ama, bana bir şey olsa, beni koruyan kimse yoktur, dolayısıyla ben kendimi korumalıyım, ben bir şey yaparsam kim görecek, kim bilecek diyebiliyorsa, işte orada zulüm yönetimi vardır. İktidarda olanlar bu zulmü kaldırmakla yükümlüdürler. Kendilerinin zalim olmaması yeterli değildir. Çünkü devlet demek zulmü sona erdirme kuruluşudur demektir. Halk vergiyi bunun için verir. Yol yapma, halkı zengin etme işi devletin asıl işi değildir.
Tayyip çıkıp da diyebiliyor mu ki; “Artık ülkemde zulüm yoktur, faili meçhul cinayetler yoktur, yıllarca süren davalar yoktur, rüşvet yoktur, yolsuzluk yoktur, hortum yoktur…”
Diyebiliyorsa, işte o zaman iktidarı hak etsin. Zalimlerin zulüm için kullanacakları yol onun olsun, fabrika onun olsun. Bütün bunlar hasarat olacaktır.
‘Ben bunu Avrupa Birliği ile yapacağım’ diyenler daha çok zavallıdırlar. O Avrupa ki, kendisi muhtacı himmet bir dede, nerde kaldı başkasına himmet ede. Siz Avrupa sokaklarında kurtuluş arayacağınıza; Akevler’e gelin, “Adil Düzen”e gelin, size Kur’an’ın yolunu gösterelim. Orada her çeşit çözümü bulursunuz.
وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنْ النَّارِ(167) (Va MAv HuM PaRıCIyNa MiNa elNAvRi)
“Onlar nârdan huruc edecek değildirler.”
Bu âyet gösteriyor ki, buradaki hasarat âhiretteki hasarattır. Bununla beraber bu dünyada da küçüğü olacaktır. O zaman bu nâr mecazi mânâda olur. Savaştan ve terörden bu akılları ile çıkamazlar demek olur.
Burada “NÂR” kelimesi üzerinde biraz duralım. Kur’an’da deveden bahsedilir, hurmadan bahsedilir, ateşten bahsedilir. Yani, Arabistan’da mevcut olanlardan bahsedilir. Kimileri şöyle yorum yapmaktadırlar.
Arabistan’da soğuk değil sıcak beladır. Bundan dolayı cehennemden bahsetmektedir. Ama eğer Sibirya’da olsaydık orada cehennemden değil de, buzhanelerden bahsedecekti. O halde Kur’an gerçeklerden değil de, o topluluğun psikolojisine uygun olanlardan söz eder. Bunların gerçekle ilgisi yoktur. Orta Asya’da olsaydı hurmadan değil de elmadan bahsedecekti. Amerika’da olsaydı deveden değil de inekten bahsedecekti.
Kur’an’ı böylece genelleştirip mânâ vermek yanlıştır.
Ateşten maksat bir azaptır diyorlar. Bunlara burada bu vesileyle gerçekleri anlatalım.
Kur’an’da “HADİD” kelimesi geçmektedir. Bu demirin atom numarasını, periyodik cetveldeki satır ve sütununu, hattâ atom ağırlığını da vermektedir. Bu nasıl olmaktadır? Olmaktadır çünkü Allah Arapçayı Kur’an’ı anlatacak şekilde bir dil olarak hazırladı. Kur’an’ın inzâli için bir dile ihtiyaç vardı. O dil Arapça olarak planlandı. Sonra Arabistan yaratıldı, Araplar yaratıldı. Onlara Arapça öğretildi. Dolayısıyla Kur’an Arabistan’a göre nâzil olmadı, Arabistan Kur’an’a göre oluşturuldu.
“NÂR” kelimesi bu bakımdan gerçekleri ifade eder. Buz maddenin donmasıdır. Cisimde fiziksel yapı değişmez. Madde gene molekül olarak kalır. “NÂR”da ise yüksek sıcak nedeniyle atomlar çevrelerindeki elektronları atarlar. Artık onlar düzgün yörüngelerde hareket etmezler. Çevrelerinde gelişigüzel bulunurlar. Atomlar çekirdek bağları ile birbirine bağlanıp cisimler olurlar. Güneşte de su vardır, kömür vardır, azot vardır, DNA’lar vardır, karalar vardır, denizler vardır. Ancak burada moleküllerde kimyasal bağlar değil çekirdek bağları vardır. Cinler böyle yaratılmıştır. Oysa donmuş buzda sadece durgun moleküller vardır. Onun için cehennemin buzdan değil ateşten olması gerekir. Allah Arabistan’ı bunun için sıcak yapmıştır. Bu da Kur’an’ın bir mucizesidir. Cehennemi donmuş bir alan olarak tanımlasaydı orada hayat olmayacak ve anlatılanlar ütopik olacaktı.
***
يَاأَيُّهَا النَّاسُ (YAv EayYuHav elNASu) “Ey insanlar.”
Bakara Sûresi’ndeki bu “Ey nâs” hitabı ikinci hitaptır. Kur’an önce kendisini tanıtmış, ona karşı tavır alanları anlatmış ve ondan sonra “Ey nâs” diye iman bahsine geçilmiştir. Hazreti Adem’den, İsrail oğullarından, Hazreti İbrahim’den haberler vererek insanlığın İbrahim milletine gelmeleri konusunu ele almıştır.
Bu arada kıblede dinler için bir farklılık alameti olduğu belirtilmiştir.
Şimdi de “Ey nâs” diyerek imandan ameli kısmına geçmektedir. Bundan sonra insanların amelleri ile ilgili hükümleri getirecektir. Burası 24’üncü sayfanın sonudur. Bakara 48 sayfadır. Yani, Bakara’nın yarısı imandan bahsetmektedir. Geri kalan yarısında amelden bahsetmektedir. İkinci “nâs” ile bu ayırımı yapmaktadır.
Bu sûrede başka “Ya Eyyuhe’n-Nâs” da yoktur. İşte Kur’an’ın her tarafı böyle sayılarla takviye edilmiştir. Hiçbir şey tesadüfen yerleştirilmemiştir. Mânâsı kadar sözleri de yerli yerine konmuştur.
كُلُوا مِمَّا فِي الْأَرْضِ (KuLUv MinMAv FIy eLEaRWı)
“Arzda olandan ekledin.”
İnsanlara ilk emir ekl etmeyi emretmesidir. “Yeyin” deniyor. Arapçada bu “yiyebilirsiniz” mânâsına da gelir. Ancak bu emirdir. “Et’imû” denmiyor da “KÛLÛ/EKLEDİN” deniyor. Böylece bu ekl yiyecek olduğu gibi giyecek de girmektedir. İnsanlar için neler ihtiyaçtır? İhtiyaçları şöyle sıralayabiliriz.
a) Yiyecek ihtiyaçtır. Su da yiyecek içinde sayılabilir. Kıyas yoluyla hava da yiyecek içindedir. Yani dışarıdan alınıp bedene ithal edilenlerin hepsi taamdır, yiyecektir.
b) Libas giyecektir. Libasın iki fonksiyonu vardır. Biri, bedeni dışarıdan gelecek zararlı şeylerden korur ve vücut içinde oluşan sıcaklığın dengelenmesini sağlar. Bu sağlık fonksiyonudur. İkinci fonksiyon da tanınma ve bilinme fonksiyonudur. Karşı tarafa mesaj vermedir, yahut kendini kamufle etmedir. Böylece giymenin iki çeşit fonksiyonu bulunmaktadır. Giyinmek de doğal ihtiyaçtır. Hayvanlarda bu ihtiyaç doğal olarak yerine getirilir. İnsan ise çıplak yaratılmıştır, bu ihtiyacını ürettiği libas ürünleriyle yapmaktadır.
c) Mesken, barınılacak yer demektir. Hayvanların çoğu yuvalarını yaparlar. İnsanlar için de meskenlere ihtiyaç vardır. Meskenler sakinlerini sıcaktan ve soğuktan, canavarlardan ve haşerelerden korurlar. Meskenlerde aydınlanma, temizlik, ısınma, dışkılıkları uzaklara götürme de temel ihtiyaçlardandır. Telefon, televizyon, buzdolabı, koltuk, sandalye, dolap hep bu ihtiyaçlar içindedir. Meskenlerin mesken olabilmesi için altyapıya ihtiyaç vardır. Su, elektrik, gaz gibi her çeşit yollar mesken ihtiyacı içindedir. Toplu mabetler ve alanlar da meskenin uzantısıdır.
d) Bir başka ihtiyaç da araçlardır. Telefon, internet, ulaşım ve diğer her türlü araçlar dördüncü ihtiyaçtır. İnsanların ulaşım ve iletişim ihtiyaçlarını giderir. Bunları kullanmanın hepsi “ekl” içine girer ve “ihtiyaçlarınızı giderin” denmiş olur.
Bu maddi ihtiyaçların dışında insanın hislerine, fikirlerine, iradesine, sosyal yönsemelerine hitap eden ve üretim yapabilmesi için birtakım araçlara da ihtiyacı vardır.
Emir yalnız mü’minlere verilmemiştir. Tüm insanlığa yani müslimlere verilmiştir. İnsanların nasıl yaşamaları gerektiğini insanlara öğretmektedir. “Ben müslimim, ben barışçıyım” demek ne demektir?
Tüm hayatı kurallar içinde ve hakkına razı olarak geçirmektir.
“Arzda olanlardan” denmektedir. Yeryüzü insanlar için yaratılmıştır. İnsanlara yaramayan hiçbir şey yoktur. Bazı şeyler yenmez ama başka yararı olur. Nitekim bugün insanların bu bir işe yaramaz, gereksizdir diye attıkları bir şey yoktur. Her şeyden bir yanıyla yararlanılmaktadır. Böyle bir yararı olacağını düşünerek sıtma mikrobunu yaşatmaya çalışmaktadırlar. Burada “arzda olanlardan ekl edin” denmesinden, gökte olanlar haramdır anlamı çıkmaz. “Gökte sizin için rızık vardır” âyeti başka ekl edilecek şeylerin olduğunu bildirir. Bu da muhalif mefhumla istidlalin yapılamayacağını ispat eder.
حَلَالًا (XaLALan) “Helal olarak ekledin.”
“Helal olmak” çözülmek demektir. Yani, sindirilecek şekilde yeyin denmektedir.
Bu bize zararlı olan şeyleri yemememizi ifade eder. Bir başka haramlık da başkalarının hakkını yememektir. Zulmetmek demek, başkalarının hakkını yemek demektir.
“Zalimler görselerdi” ayetinden sonra bunun gelmesinden anlaşılıyor ki, yiyecek şeylerin helal olması gerekmektedir. Böylece barışın temini sağlanmış olmaktadır. Barış demek, insanların birbirlerinin haklarını çiğnememeleri ve hakem kararlarına uymaları demektir.
طَيِّبًا (OayYıBan) “Tayyib olarak.”
“TAYYİBAN” kelimesi ya helalin sıfatıdır, ya da halden sonra haldir.
Buradan iki mânâ çıkarırız.
a) Bir şeyin helal olması yeterli değildir, onun helal olarak kullanılması da gerekir. Yeteri kadarı kullanıldığı zaman faydalı olan aşırı olunca zararlı olur. İsraf ve tebzir haram kılınmıştır. Her şeyi uygun kullanmak gerekir. Helaldir diye onu işe yaramayacak şekilde kullanmamak gerekir. O halde burada helal “M”nın sıfatı olur, bu da sıfat olur. Yani, kendisi helal olmalıdır, kullanılması da helal olmalıdır.
b) Yahut ikisi de hâl olabilir. Helal olanı yani başkasının olmayanı ekl ediniz. Tayyib olanı da, habis olmayanı, zararlı olmayanı da ekl ediniz demek olur.
Demek ki iki kelime bize iki şeyi öğretmektedir. Biri, bir canlı olarak o şey bize yaramalıdır. İkincisi de o meşru yoldan kazanılmalıdır. Biri dinî, diğeri hukukidir. Hangisi hangisidir hususu tartışılabilir.
وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ (Va LAv TatTaBIGUv PuOuVAvTı elŞaYOANı)
“Şeytanın hatvelerine tâbi olmayınız.”
“ŞEYTAN” özel bir yılandır. Sinsi bir avlama metodu olmalıdır. Canlılar genellikle avlarını ağızları ile avlarlar. Oysa yılan önce yüz yüze gelir, siz onu yüz ile karşılayıp uğraşırken o birden kuyruğu ile zehrini akıtarak avını öldürür. Şeytan bu isimle adlandırılmıştır. Seni gereksiz şeylerle meşgul eder, arkadan seni zehirler. Belki de o yılan bazı hayvanlara farklı yüzle görünür. Avlanacaklar onun düşmanlığını bilemezler. Çünkü yüz ile saldırmamakta ve sevimli görülmektedir. Şeytan günlük olayları yararlı gösterir, kandırır, acısı sonra ortaya çıkar. İçki, sigara, zina, kumar benzeri fiiller önce hoş görünür ama sonunda zehir olur.
Sonu kötü olan hatalar şeytanın hatalarıdır. Borç alarak israf etmek de böyledir. Banka kartları sebebiyle nice insanlar intihar etmektedir. Helal ve tayyib olanları kullanmamak sonunda insanı helâke götürür.
إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ(168) (EinNaHUv LaKuM GaDuvVun MuBıYNun)
“O sizin için mübin aduvdur.”
“UDVE” yaka demektir, vadinin yakası demektir. Savaşta karşı cephe demektir.
İnsanlar önce cephelere ayrılır, sonra birbirlerine saldırırlar. Bununla beraber adavet her zaman savaşı gerektirmez. Karşı tarafı yenmek için oluşturulmuş taraflar aduvdur. Futbol takımları birbirinin aduvvudur.
Allah şeytanı da bize aduv yapmıştır. Bizim karşı cephemize yerleştirmiş, bizim onunla maç yapmamızı emretmiştir. Maçı kazanırsak cennete gideceğiz, kaybedersek cehenneme gideceğiz.
“O sizin aduvvunuzdur” derken, oyun oynayacağınız karşı takımdır demektir. İnsanlar arasında da karşı cephede yer alanlar olacak, şeytanın takımına geçecekler bulunacaktır. Ama burada hitap bütün insanlara olduğuna göre, isterlerse şeytanın takımına kimse katılmaz. Maçın kurallarını değiştirebiliriz.
1- Maçta kadro sınırlaması yoktur. Her gelen oyuna katılabilir. Hattâ maçta oynayanlar dışında seyirci bile bırakılmayabilir.
2- Oyuncu maçta istediği tarafta yer alır. Oyuncu kendi takımında oynayabildiği gibi karşı takıma da katılabilir. Maç oynayanlar ne kadar oyuncu bulurlarsa o kadar oyuncu ile oynarlar.
3- Maç sona ermiyor. Maçın öyle kuralları vardır ki, orada oynayanlar kaybetmekte veya kazanmaktadır. Maç belki hiç bitmiyor. Katılırsın ve karşı cepheye top atarsın. Kalelerden birine attın mı sen gol kazanırsın. Sen belli zaman içinde oynamayabilirsin. O zaman içinde attığın gol kadar kazançlı olursun.
4- Şeytanın takımında kazananlar cehenneme, peygamberlerin takımında gol atanlar cennete giderler. Kişiler böyle katıldığı takıma göre mükafat gördükleri gibi, bir de peygamberler takımında oynayanlar da farkına varmadan şeytan takımının oyununa düşebilirler. “Hutuvât” burada kurallı çoğul kullanılmıştır. Çünkü şeytan tuzağını bir düzende kurar ve adım adım sizi ateşe götürür.
İki komşu vardır. Birincisinin parası, ikincisinin toprağı, mülkü, fabrikası var ama nakdi yoktur. Zengin komşu parayı ne yapsın? Yer, içer, bitirir, aç kalır. Komşusunun toprağında gözü var. Komşusuna borç vererek onu zevk ve eğlenceye, lükse ve israfa alıştırır. Baştan borç verir ve çok kolaylık gösterir. Borç gittikçe artar. Sonunda alacağını talep eder. Komşu tarlasını ona satmak zorunda kalır. Bu merhalede borç da vermez. Komşusu çalışıp yaşayacak toprağı da kalmadığı için oradan ayrılıp gitmek zorunda kalır. Sürünerek ölür.
İşte Osmanlılara böyle yaptılar. Osmanlılar güya İslâm devleti idi, güya faizli işler yapmıyordu.
Faizle borç aldılar ve saraylar yaptılar, israflı hayat sürdüler ve sonunda aç kalıp helâk oldular.
‘Osmanlı niçin yıkıldı?’ diyen varsa, gerçekten aklına şaşarım. Allah’ın haram ettiği faizli borçlarla devleti yaşatmak istediler. Batılılar önce borç veriyor, sonra savaştırıyordu. Böylece savaşan imparatorlukları bu şekilde yıktılar. Şimdi de 1950’den beri hükümetlerin yaptığı bundan başka bir şey değildir. AK Parti de aynı yolu izliyor. İşte şeytanın hatveleri/adımları bunlardır. Yapılacak iş bundan kurtulmaktır.
Eskiden borç almak zorunda idik, çünkü tesislerimiz yoktu. Eskiden borç almak zorunda idik, çünkü kâğıt para bilinmiyordu. Şimdi ne var? İş yerlerimiz boş duruyor. TL de dolar kadar kıymetli hâle gelmiştir. Satın al, dolar borcunu öde. Bankaya gelen 60 milyar doları ne tutuyorsun? Buna karşılık on milyar dolar faizi ödüyorsun! Bunu vermekle bankaya on milyar zaten geri gelmiş olur. Ama şeytanın hatvelerini takip edecekler!
Unutmayın ki Yenibosna’da da şeytanın hatveleri vardır, adımları vardır. Dikkat etmeliyiz. Her an uyanık ve nöbette olmalıyız, birbirimizi uyarmalıyız.
***
إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ (EinNAMAv YaEMUvRuKuM Bi elsSUvEi)
“O size sadece sûi emreder.”
“İNNEM” Tükçedeki sadece veya yalnız anlamındadır. “İNNE” hatayı düzeltmek içindir, “M” da cümleyi isme çevirir. “İnne” cümleye gelmez. “İnnemâ Câe Ahmed” dediğimiz zaman, ‘sadece Ahmet geldi, arkadaşı gelmedi’ anlamındadır. “İnnemâ Ahmedü Câe” dediğimizde ‘Ahmet sadece geldi’ demek olup, başka bir iş yapmadı anlamını taşır. Bununla beraber gelen yalnız Ahmet’tir ve Ahmet yalnız gelmiş, başka bir iş yapmamış mânâsını da içerir. Türkçedeki yerlerden farklıdır. ‘Yalnız Ahmet geldi’, ‘Ahmet sadece geldi’ deyimleri açıktır. Arapçada ise “İNNEM” cümlenin başına gelir, dolayısıyla bu ayırım yapılamaz.
Burada ‘size kötülüğü yalnız şeytan emreder’ mânâsını mı vereceğiz, yoksa ‘size şeytan yalnız kötülüğü emreder’ mi diyeceğiz? Eğer birinci tahsisi yapacak olursak, ‘şeytandan başka size kötülüğü emreden yoktur’ mânâsı çıkar. Kötülüğü emreden insan yoktur demek olur. Bu takdirde mânâsı, ‘kötülüğü emreden herkes şeytandır’ çıkar. Biz bu mânâyı vermeyeceğiz.
İkinci mânâ verdiğimizde ‘şeytan sadece sûü ve fahşayı emreder’ denmiş olur.
Başka bir âyette fahşa ile birlikte münker ve bağyden de nehy eder denmektedir. Şeytan onları emretmez mi? O zaman sû’ kelimesini münker ve bağy ile tefsir etmiş olur. Başka bir söz ile söylersek, fahşa ve sû’ vardır, başka kötülük yoktur. Fahşa olmayan bütün kötülükler sû’dür. Dil kurallarına göre önce hafif olan söylenir, sonra ağır olan söylenir. Öyleyse sû’ fahşadan daha hafif olanlardır. Şeytan önce sûü emreder. Hafiften alıştırmaya başlar. Önce tadımlık içki içirir, sonra gittikçe artırır. Sonra onunla da yetinmez, esrar içirmeye başlar ve dozu da gittikçe artırır. Önce haram gözle baktırır, sonra elle ilişki kurar, ondan sonra zinaya gider. Onunla da yetinmez, zinayı meslek hâline getiri ve fuhşa götürür.
Fıkıhçılar bunun için mekruhlarda ısrar haramdır, haramlarda ısrar ise küfürdür derler.
Biz bunun için diyoruz ki, eğer bira veya sigara alışkanlık hâline gelmişse ve artık onu bırakamıyorsan haram olur. Şeytanın bu tedricilik taktiği mafyanın oluşmasında ana araçtır.
Masum birisi ellerine düştü mü, önce yasak olan basit bir maddeyi şuraya götür ver, mesela tabancayı falana ver sana şu kadar lira derler. Sonra kendisine silah taşıtırlar. Sonra birini ona saldırtırlar, o da kendisini savunur ve o kişiyi öldürür. Artık o mafya elemanı olmuştur. Bundan sonra ben bunu yapamam diyemez. Çünkü polise ihbar edeceklerini bildirirler. Sonra belli dereceye gelince işlediği suçlar çok büyük olursa, mafyaya karşı da suç işletilmişse, o zaman ona şu vaatte bulunurlar: ‘Seni öldüreceğiz. Bundan kurtuluşun yoktur. Ama eğer intihar bombası ile ölürsen, yakınlarına şu kadar dolar vereceğiz!’ derler. Her halükârda öleceğine ama intihar bombası ile ölürse yakınlarına büyük meblağ verileceğine inandırılır. Buna anlatılan hikâyelerle inandırırlar.
İşte ondan sonra gider ve canlı bomba olur.
Devlet dairelerindeki memurlara da aynı tuzaklar kurulur ve suç işletilir. Sonra yetkiler verilir. Bundan sonra artık o memur hep suç işlemeye devam etmek zorundadır. Akıllı müdürlerin taktiği hep budur.
Önce basit yolsuzluk yaptırmak, ondan sonra onu istediği gibi kullanmak.
وَالْفَحْشَاءِ (Va eLFaXŞAEi)
“Ve fahşayı emreder.”
“FAHŞA” iki türlü yorumlanır. Biri sû’ cinsinden olmayan kötülüktür. Diğeri ise kötülüğün şiddetli olanıdır. Kur’an zinadan bahsetmektedir. Buna yüz sopa vurulur. Bir de fahişeden bahseder. Onun cezası daha fazladır. Kadınlar için müebbet hapis ve köleleştirmedir. Erkeklerin daha başkadır. Kanunlarımızda da zina serbest hâle getirilmiştir ama fuhuş suçtur. Demek ki fahşa sû’ gibi kötülüklerin ağır olanıdır.
Bu şekilde yorumladığımız zaman fahşayı mesela örgütlü suç olarak sayabiliriz. Yahut bir suç meslek hâline getirilmiştir. Mesela, tetikçi katlin fahşasını işlemekte, suçu kazanç vasıtası yapmaktadır. Buna uygulayacağımız ceza adi katlden farklıdır. Adi katl kısasa tâbidir. Diyetle affedilir. Hattâ suç ilçesinden hicrette de affa dönüşebilir. Diyeti ödenirse takip edilmez. Tetikçi affedilmez, öldürülür. Ayrıca tetikçiyi kullanan diyeti de öder. Biz bunu “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na istihsan ile yazmıştık. Bu âyet istihsanımızı teyit etmektedir. Zinanın fuhşu da böyledir. Meslek hâline getirenlere ağır ceza verilir.
Tevrat’ta recm vardır. Fıkıhçılar recm cezasını da uygularlar. Herhangi bir suç örgütlenerek işlenirse, bu takdirde örgütün yöneticilerine fahşa cezası verilir. Örgüte katılarak emir-komuta zinciri içinde suç işlerlerse onlara adi ceza verilir. PKK teşkilatını ele alalım. Eğer bu teşkilata katılmış ve emretmemiş ama emir almış ve dolayısıyla suç işlemişse, buna işlediği suçun kanunda yazılı cezası verilir. Ama emredenler eğer sadece emretmiş ve zorlamamışsa, o zaman onlara sadece diyet ödetilir. Ama zor kullanmış ve itaat etmeyeni bertaraf etmişlerse, bunlar fahiş suç işlemiştir. Artık onların cezası kısasa tâbi suç değildir. Kur’an’da sayılan katl, salb, el ve ayak kesme ile sürgündür. Bunların affedilmesi de caiz değildir.
Demek ki PKK elemanlarını ikiye ayırmamız gerekir.
Zor kullanarak suç işleyenler hemen öldürülmelidir. Öcalan’ın cezası ölümdür.
Ama emir alarak suç işleyenler kısasa tâbidir. Devlet ailelerine bedel ödeyerek affettirebilir.
وَأَنْ تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ (Va EaN TaQUvLUv GaLay elLAHi)
“Ve Allah’ın üzerinde kavletmenizi.”
“Allah üzerinde kavletmek” Allah’ın yaptıkları üzerinde kavletmedir.
Kâinatı ve insanı var eden Allah’ın üzerinde bilmeden konuşmadır. Kâinatı beğenmemedir. ‘Allah niçin Himalayaları yarattı? Neden yılanı, kaplanı yarattı? Neden şeytanı yarattı? Bana neden günah işletiyor? Niçin insanlara eziyet ederek zulüm yapıyor?’ gibi bir takım bilmeden konuşmalar yapmadır.
Oysa bugünkü ölümlü Kâinatın en iyi yaratılış şekli budur.
Müsbet ilimlerle konuya eğildiğimizde, boş yere gereksiz hiçbir şey yaratılmamıştır. Kâinatın düzeninde bir eksiklik ve yanlışlık yoktur. İnsan günah işleyebiliyorsa, sevap işlesin de derecesini yükseltsin diye işliyor. Bu imtihanlardan geçirmeden de insanları cennete koyabilirdi.
‘Neden koymadı?’ gibi bir soru soran akıl düşünmelidir ki, o soruyu sorduran da O’dur.
İşte şeytan sizlere bunları söylemenizi vesvese verir. Amele intikal etmedikçe bunların cezası yoktur. Ama böyle sözler sonunda fahşaya ve sû’a götürür, yahut sû’ ve fahşayı insana böyle söyletir.
“ALLAH” kelimesinden Allah’ın halifesi olan topluluk, devlet, il, belediye anlaşılırsa, şeytan bulunduğu topluluk aleyhine konuşturur.
Şimdi en basitinden Yenibosna cemaatini ele alalım.
Buraya katılan arkadaşların şunları bilmeleri gerekir.
a) Bu topluluk ya iyidir ya da kötüdür. Kötü ise bu topluluktan uzak durmanız gerekir. İyi ise de bu topluluğu kötüleyecek bir kelime söylememeniz gerekir. İçinde bulunduğun topluluk daima iyidir. Yenibosna Akevler cemaati iyidir. Bahçelievler Belediyesi iyidir. İstanbul şehri iyidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti iyidir. Nihayet insanlık iyidir. İyi değildir diyorsan; ayrıl ve çekip git, katılma.
b) İkinci olarak ise topluluk kimsenin değildir. Herkes eşit olarak topluluğun ferdidir: Topluluğa katıldıktan sonra artık hukuk bakımından kimsenin diğerinden üstünlüğü yoktur. Kimse ikinci sınıf üye değildir. Başkan da, kurucu da, sonradan katılan da eşit haklara sahiptir. Bunun anlamı şudur ki, başkan da olsa, yönetici de olsa, kurucu da olsa, işlediği hatadan dolayı topluluğu suçlayamazsın. Suçlu varsa, hatalı varsa, o fiili yapandır. Topluluk içinde bulunduğun takdirde, orada kaldığın müddetçe asla o topluluk hakkında tenkitte bulunamazsın. Hatalı olanları tenkit edebilir veya onlardan davacı olursun.
c) Kişiler aleyhinde gıybet etmek yoktur. Kişinin yüzüne söyleyeceksin. Hakkı tavsiye edeceksin, sabrı tavsiye edeceksin, arkasından konuşmayacaksın. Bir mecliste oturduğunuz zaman herkese söz verilir, kişiler başkalarına yaptıklarını orada söyleyebilirler. Bunun dereceleri şöyledir. Önce kişiye başkasının yanında değil, baş başayken söyleyecek, topluluk içinde uyarmayacaksın. Baktın olmadı, o takdirde toplantıda cemaatin içinde ama kendisi de var iken söyleyeceksin. O söyleme de işe yaramadıysa, o zaman hakemlere gidecek ve ona uygulanacak müeyyideyi talep edeceksin. Hakem kararlarına kayıtsız şartsız uyma zorunluluğu vardır.
d) Hakem kararlarına da uymazsa, o zaman açıkça her yerde konuşma hakkın vardır. O takdirde sizin aleyhinize gıybet ediyor diye o dava açabilir, haksızsan mahkum olursun. Cezayı çekebilirsin. Mensup olduğun topluluklara karşı bulunmak, Allah’a karşı bulunmaktır. Şeytan ise topluluğu bozmak için onu kötületir. Topluluk kötü ise neden ayrılıp gitmiyorsun?
مَا لَا تَعْلَمُونَ(169) (MAv LAv TaGLaMUvNa)
“İlmetmediklerinizi söylemenizi emreder.”
İlim zandan farklıdır. Zan içtihatla sabit olur, ilim ise içtihatla sabit olmaz; ya icmalarla sabit olur, ya da hakem kararları ile sabit olur. Bir konuda eğer kabahatin varsa hakemlere gidersin, tesbit davasını açarsın, mahkemece sabit olmuşsa o zaman onun öyle olduğunu söylersin. Yoksa, ben böyle düşünüyorum, böyle biliyorum diye iddia edemezsin. Yöneticilerin yaptıkları hareketleri tenkit edersin.
Mesela, AK Parti’nin zinacı Avrupa Birliği’ne katılmak için taviz vermesini söyleyebilirsin, ama Tayyip Erdoğan’ın kötü niyetli olduğunu söyleyemezsin. İşbirlikçi, satılmış diyemezsin. O onun içtihadıdır, öyle hareket eder. Öyle olduğunu ancak mahkeme kararı ile ispatlayabilirsin. Niyetinin kötü olduğunu göstermek için bu işten onun şahsen binlerce dolar alıp servet edinmesi olabilir. Yoksa tüm yaptıklarını ülke için yaptığını kabul etmek zorundasın. Fiil hatalıdır. Bunu söylemek serbesttir. Ama kötü şeyler okumak serbest değildir.
Benzer muhakeme Mustafa Kemal için söylenebilir. Onun yaptığı bir işin hatalı olduğunu söyleyebilirsin ama onun kötü niyetli olduğunu söyleyip hakaret edemezsin. Bu millet onu kendisine baş yapmış ve onun başkanlığında bu devleti kurmuştur.
Biz bu nedenle diyoruz ki, bir kimse orgeneral olmuşsa, bakan olmuşsa, başbakan olmuşsa, Anayasa Mahkemesi üyesi olmuşsa, artık onu kararlarından dolayı, yolsuzluktan dolayı muhakeme edemezsiniz. O zaman yapmasaydınız. Madem yaptınız, kişilere verdiği zararlar hariç, kamuyu zarara soktu diye muhakeme edemezsiniz. Hortumlamışsa da edemezsiniz. Topluluk ona kendi malını bağışlamıştır; kim ne karışır.
Şeytan böyle dedikoduları dava hâline getirir, hattâ yüksek görevliler mahkum edilir. Ondan sonra da komutan veya bakan ileride beni muhakeme ederler diye eli kolu bağlı oturur ve sonuçta cephe çöker, devlet yıkılır. Bu tür dedikodular şeytan işidir. Bunun sonu diktatörlüğe gider.
Büyükanıt Paşa’ya karşı söylenenler hatırlanmalıdır. Biz o zaman dedik ki, bu tür davalar derhal durdurulmalıdır. Hilmi Özkök Paşa öyle yaptı. Bugün huzur içindeyiz. Aksini düşünelim. Kara Kuvvetleri Komutanı olan insan suçlu olacaktı. Yeni gelen Genelkurmay Başkanı da korku içinde orduya komuta edecekti.
Şeytan işte böyle yapmamızı emreder.
Bir hakimin rüşvet aldığını görsen ve bilsen bile, onu ispat etmedikçe söylemeyeceksin. Çünkü halkın hakime karşı olan saygısı kaybolur. Yaptığı gerçek olsa bile ona saygı gösterilmelidir. Bu mümkün olmadığı için İslâmiyet’te hakemlik sistemi getirilmiş, hakimlik kaldırılmıştır.
ADİL DÜZEN 388
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 50. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ(170) وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَاءً وَنِدَاءً صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ(171) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلَّهِ إِنْ كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ(172) إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللَّهِ فَمَنْ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(173)
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ (Va EiÜAv QIyLa LaHuM) “Onlara kavl olunduğunda.”
91. âyette, “Onlara ‘Allah’ın inzâl ettiğine iman edin’ dendiği halde, onlar ‘biz bize indirdiğine iman ederiz’ derler.” denmişti. Burada da aynı şey dendiğinde, “Biz babalarımızı bulduğumuz şeylere iman ederiz derler.” denmektedir. Buradaki bu “Ve” harfi oraya atıfta bulunmaktadır. Orada “kendilerine kitap verilenlere” denmiş, burada ise “tâbi olunan zalimlere” denmektedir. Tâbi olanlara, zalimlere tâbi olmayın, Allah’ın inzâl ettiklerine tâbi olun dendiği zaman, onlar; “Biz babalarımızdan gördüklerimize tâbi oluruz demektedirler.”
“İZ” gelmiş olması, onlara bunun denmesi gerektiğini ifade eder.
-Kim diyecektir?
İşte mü’minlere düşen vazife budur.
‘Biz “Adil Düzen”de çalışamayız!’ diyenlere bunlar diyeceklerdir. Siz diyeceksiniz.
‘Gelin, Kur’an ne diyorsa onu yapalım.’ dediğimiz zaman, onlar cari sistem ne ise onu yapmaktadırlar. Bizden evvelkiler ne yaptılarsa, bunlar da onu yapıyorlar. Yeniliğe kapalıdırlar. Bizimle onlar arasında Kur’an hakem olmalıdır, Allah’ın inzâl ettiği hakem olmalıdır.
-Bu nasıl olacaktır?
Şüphesiz bu, Kur’an’ı bugün nâzil olmuş gibi okumak ve üzerinde müzakere etmekle olur. İçtihat farklılıkları olabilir. Herkes kendi içtihadı ile hareket edecek ama içtihadını yapacaktır. İçtihat yaparken biz onların sözlerini dinlemeliyiz, onlar da bizim sözlerimizi dinlemelidirler. Bizim AK Parti ve Saadet Partisi’nden istediğimiz budur. Bizim sözümüze kulak verecekler ve kendi içtihatları ile en iyisine uyacaklardır. Diyebilirler ki; biz herkesi nasıl dinleyeceğiz? Ona göre içtihat müessesesini kuracak ve herkesi dinleyeceksiniz. “Adil Düzen” size istişare müessesesini öğretir. Ama onun için de dinlemeniz gerekir. Bu partilere bizim katkımız olmasaydı yine de fazla bir şey deme yetkimiz olmazdı. Oysa onlar bizi yakından tanıyorlar ama dinlemiyorlar!
اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ (EitTaBıGUv MAv EanZaLa elLAHu)
“Allah’ın inzâl ettiğine tâbi olun.”
Allah’ın inzâl ettiği nedir? Burada eğer “Ellezî Enzelellahu” olsaydı, kastedilen Kur’an olurdu. Ama burada inzâl olunan sadece Kur’an değildir, bütün inzâl olunandır. O halde inzâl olunanları tesbite çalışalım.
a) İnzâl olunan Kur’an’dır. Önce Kur’an her gün herkes tarafından okunacaktır. Her rekatta birer âyet de olsa, günde en az 10 âyet okunacaktır. Bu farzdır. Ancak okuma şöyle yapılacaktır. Önce Kur’an’ın Arapçası okunacak, sonra onun Osmanlıca tercümesi okunacak, hattâ gücü yetenler yapacak, sonra onun Türkçeleştirilmiş şekli okunacak, ondan sonra da onun üzerinde düşünülecek, yorumu yapılacak. Bunu kişiler ayrı ayrı kendileri yapmaya çalışacaklar. Sünnet namazları budur.
b) İnzâl olunan istişare ile sabit olmuş mânâsıdır. Müslümanlar bir araya geleceklerdir. On-yirmi kişi, kadın-erkek birlikte olacak, Kur’an Arapça okunacak, Osmanlıcaya tercüme edilecek, Türkçe meali okunacak. Ondan sonra da âyet üzerinde istişare yapılacak. Sıra ile konuşacaklar. Herkes kendi görüşü ile diğerlerine müşavir olur. Cemaat de ona müşavir olur. İstişare esnasında kişilere doğan mânâlar inzâldir. Herkes ona göre amel edecektir. Orta işlerde başkanın istişarî kararı cemaati bağlar. Çünkü başkan vekil olarak onlar adına karar vermiştir.
c) Aramızdaki fakihlerin ve rasihlerin Kur’an ilimlerini ve bugünkü ilimleri öğrendikten sonra yaptıkları yorumlar bize inzâl olunandır. Şöyle ki, altı mertebe vardır. Herkes kendi mertebesini tesbit ederek ona göre amel eder. Fakih ve rasihlerin içtihatları da inzâl olunandır. Hatadan sorumlu değiliz. Ümmiler doğal velilerine tâbi olurlar. Bunlar müçtehitlerini de seçemeyenlerdir. Sailler ise kendi müçtehitlerini seçerler ve onların nezaretinde amel ederler. Âmiller kendi müçtehitlerini seçerler ve onlardan izin aldıkları işlerde amel ederler. Zâkirler rasih veya fakihlerden birini seçer ve onun fetvaları ile amel ederler. Kendisine tâbi olanlara onunla fetva verirler. Yüz yüze görüşmeleri gerekmez, kitaplarını okumak durumundadırlar. Müçtehitlerinin sağ olması gerekmektedir. Ölülerin içtihatlarına tâbi olamazlar. Fakihler ise ehli tercihtirler. İçtihat yapabildikleri yerlerde kendileri yaparlar, yapamadıkları yerlerde de diğer müçtehitlerden birinin o konudaki içtihadını tercih ederler. Bunlar ölü müçtehidin içtihatlarını da tercih edebilirler. Rasihler ise kendileri içtihat yaparlar, diğer müçtehitlerle sadece istişare etmiş olurlar. İşte bu da inzâl olunandır.
d) Yukarıda sayılan inzâl olunanlar sünnet gibidir, kişilerden kişilere değiştiği gibi zamanla da değişebilecektir. Hata ihtimali her zaman vardır. Devamlı dikkat içinde olunmalıdır. Ama bunun yanında icmalarda hata ihtimali kabul edilmez. Bir defa icma olmuşsa artık o hatasızdır demektir. Zamanın değişmesi neticesinde değişebilir, ama onu değiştirmek de yine icma ile olur. Âmiller ocakta icma ederler. Zâkirler bucakta icma ederler ve onları bağlar. Fakihler ilde icma ederler ve onları bağlar. Rasihler ülkede icma ederler ve halkını bağlar. Bütün ülkelerin rasihleri ayrı ayrı icma etmişlerse, icmaların icmaı olmuşsa, bu icma âyet gibidir, bütün insanlığı bağlar. Bu icma Kur’an ve kesin müsbet ilme dayanıyorsa, artık o zamanla değişmez diyenler vardır. Kimi de geçmişte ihtilaf edilmemişse o zaman değişmez diyorlar. Biz de buna uyuyoruz. Değişmediğine de icma olması gerekir. Üç kere üçün dokuz ettiğinde böyle icma vardır. Doğal sayılarda bu değişmez.
İşte, Adil Düzen Çalışanlarının görevi bu inzâllere tâbi olmak, diğer insanları da bu inzallere tâbi olmaları için uyarmaktır. Buradaki “M” Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil, Veda ve Avestaları da içerir. Müçtehitler onları da bilmelidirler. Sünnet ve fukaha içtihat ve icmalarını da bilmelidirler. Bunu ayrı ayrı bir rasihin bilmesi imkansızdır. Onun için işbölümü yapacak, her müçtehit kendi konusunda çalışacak, sonra bir araya gelerek istişare yapacak ve bilgileri aktaracaklardır. Bu sebepledir ki fakih ve ehli zikirler genel çoğulla çoğullandıkları halde, rasihler müzekker kurallı çoğulla çoğullanmıştır, “rasihûn” denmiştir.
قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا (QAvLUu BeL NatTaBiGUv MAv EaLFayNAv GaLaYHı EAvBAEanAv)
“Biz babalarımızda ülfet ettiklerimize tâbi oluruz.”
Bugün buna tutuculuk diyoruz. Yapılan yeniliklere karşı çıkmak, değişmelere direnmek demektir.
Allah doğayı denge üzerine kurmuştur. Genel evren kanunu vardır. Etki tepkiye eşittir. Yeni bir şey geldiği zaman halk önce karşı çıkar, yenilik istemez. Ama yenilik getirenler sabrettikçe ve getirilen de iyi ise yavaş yavaş değişenler cephesine geçilir. Yeterince değişme olduğunda da dengeye gelir ve değişmeler yerleşir. Ama getirenler sabırsız ise onlar da vazgeçerler, böylece yenilik gelmemiş olur.
“Adil Düzen”in hikâyesi böyledir.
Millî Görüşçüler hemen geri çekildiler. Sonra “Adil Düzen”in oyunu kaybettiler, kaybolan oyları AK Parti topladı ama o da “Adil Düzen”e sahip çıkmadı. Böylece o cephede “Adil Düzen” karşıtlığı doğdu.
“Mâ Elfeynâ Âbâenâ” dendi. İzmir Akevler de direnemedi. Bırakmadı ama cihadına devam edemedi.
Şimdi İstanbul Akevler bu işe sahip çıkmıştır, devam etmektedir.
Allah’ın nurunu kimse söndüremeyecektir. Vazgeçenler olursa, Kur’an’da deniyor ki; sizi başkaları ile değiştiririz, sonra onlar sizin gibi olmazlar. Biz elimizden geleni yapıyoruz.
Akevler Yenibosna’nın başarısı, “Adil Düzen” çalışmalarının internete girmesini ve yazılı hâle gelmesini sağlamasıdır. Kendileri daha ileriye gidemeseler bile, sadece bu hizmetleri bile onlara yeter.
Hazreti İsa’dan önce Hazreti Zekeriya geldi, Hazreti Yahya geldi. Biz bizden sonra geleceklere imkan hazırlamış oluyoruz. Kur’an’dan evvel Tevrat geldi, İncil geldi. Allah hiçbir ameli zayi etmez.
“ÜLFET” kelimesi lif kelimesinden gelişmiştir. Lif, iplik teldir. Ülfet, birbirine sarılıp güçlenme demektir. Topluluk ancak bunlarla yaşar. İnsan topluluğu evrimleşecek şekilde yaratılmıştır.
Evrime uymayanlar sonunda yok olup giderler. Son beşyüz yılın yönetimdeki evrimini takip edelim.
Önce derebeylik vardı. Onlar kalktı, yerine krallık geldi. Krallık içinde yer almayan derebeyleri yok olup gittiler. Sonra krallıklar kalktı, cumhuriyetler geldi. Cumhuriyete uyamayan krallıklar tasfiye oldu. Sonra cumhuriyet evrimleşti, demokrasi geldi. Demokrasiye ayak uyduramayan cumhuriyetler dağıldılar.
Şimdi “ekseriyet demokrasisi”nin yerini alan demokrasi doğmaktadır. Buna “Adil Düzen” diyoruz. “Adil Düzen” demek, denge demokrasisi demektir. Çoğulcu sistem de denge demokrasisidir. Yerel yönetimlerle merkezi yönetimler arasında dengenin kurulmasıdır. Ülke ve ulusun bölünmez bütünlüğü korunmak şartıyla yerinden yönetimin, bağımsız yerel yönetimin gerçekleştirilmesi “Adil Düzen”dir. Buna ayak uyduramayanlar tasfiye olacaklardır. Yenilik demek sadece değişme demek değildir, ileri olma demektir.
Cumhuriyet inkılaplarının en önemli işi, halkımıza çoklu yaşayışı benimsetmedir. Şapka örtmeyen topluluğa bunu yapabilme yeteneğini kazandırmadır. İçtihat kapısını kapatan topluluğu içtihada zorlamadır.
Henüz inkılâplar başarıya ulaşmış değildir. Hâlâ Avrupalıların hazırlattığı kanunları Meclis’ten geçirerek iş yapıyoruz. Türkiye’de sömürücü tekel sermayenin oluşturduğu örgütler vardır. Tekel sermaye tarafından ABD’deki Yahudilerin lehine hazırlanan kanunlar Avrupa Birliği’ne gider, onlar da Türkiye’ye gönderirler. Hükümet onu Bakanlar Kurulu’ndan geçirerek Meclis’e gönderir, Meclis de bunları parti disiplini içinde kanunlaştırır. Demek ki inkılâplar hâlâ içtihat kapısını açamamıştır.
İşte bunu “Adil Düzen” yapmaktadır, İstanbul Akevler yapmaktadır, Yenibosna Akevler yapmaktadır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” tüm anayasalara alternatif olarak hazırlanmıştır. Marks’ın Kapital’inden çok ileridedir. Çünkü Marks sermayeyi devreden çıkarmış, yerine yine tekelci ve yine kuvvete dayanan devleti yerleştirmiştir. Marks bunun farkındadır. Bunu kamufle etmek için getirilen sosyalizm geçicidir, sonra komünizm gelecektir demiştir. Ama komünizmi bir ütopik dünya olarak tanımlamıştır.
“Adil Düzen” ileri bir düzendir. Doğal düzendir. Gerçek kuralları içerir.
“Adil Düzen” karşısında yer alan tutucular kimlerdir?
a) Kapitalistler “Adil Düzen”den hoşlanmıyorlar, çünkü sömürüleri son buluyor.
b) Sosyalistler “Adil Düzen”den hoşlanmıyorlar, çünkü bunların da iktidarları son buluyor.
c) Kendilerine demokrat diyen karmacılar da “Adil Düzen”den hoşlanmıyorlar. Çünkü ekseriyeti baskı altına alarak iktidarı ve sermayeyi ellerinde bulunduran sınıfın baskısı son buluyor. Diktatör artıkları olarak onlar da direniyorlar.
d) Gelenekçi dindarlar da “Adil Düzen”den hoşlanmıyorlar. Çünkü onlar dini sadece mabetlere kapattılar, dünya işlerini ise keyfî olarak zevk içinde yürütüyorlar.
“Adil Düzen” ne yapıyor? Allah’ın inzâl ettiklerini ortaya koyuyor ve insanları bu çözümlere çağırıyor.
Görülüyor ki, ister lâikler olsun, ister dinciler olsun, hepsi “Adil Düzen”e karşı cephe almışlardır.
Necmettin Erbakan toplantılarda saatlerce “Adil Düzen”i anlatıyor, Millî Görüşçü tek bir Allah’ın kulu “Adil Düzen” kelimesini bile ağzına almıyor! İşte Allah bize bunlardan haber vermektedir.
أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ (Ea Va LaV KAvNa EAvBAEuHuM) “Babaları şöyle olsaydı bile mi?”
İşte, ister kapitalistler olsun, ister sosyalistler olsun, ister ekseriyet demokratları olsun, ister dinciler olsun, bunların “Adil Düzen”e karşı çıkmalarını Allah cevaplandırıyor. Ya onlar yanlış yolda idilerse. Siz kendinizi düşünün, kendiniz içtihat edin. Deneyin, araştırın. Ona göre değişin ve yeniliğe uyun.
Kaldı ki burada babadan maksat çok gerilere gidilen baba değildir. Eğer bir topluluk bugün yaşıyorsa o topluluğun geçmişinde mutlaka doğru olduğu zamanlar olmuştur. Arabistan’da yaşayanlar için bu Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail zamanıdır. Yahudiler için bu Hazreti Musa zamanıdır. Hıristiyanlar için bu Hazreti İsa zamanıdır. Kur’an dincileri için bu asrı saadettir, ilk dört asırdır. Ondan sonra ne olmuş? Zamanla bozulmuş ve yakın tarihte bâtıl üzerinde birleşmiş olabilirler. O halde biz atalarımızdan devraldığımız şeriatı veya düzeni iki bakımdan ele almak durumundayız. Biri, evrim dolayısıyla artık eskiyen taraflar var mıdır? Günümüze uyacak şekilde yeniden ele almak zorundayız. İkincisi ise başlangıçtaki doğru yoldan yakın atalarımız sapmışlardır. İşte biz bunları araştırmak durumundayız. Bin sene önce yapılan içtihatları babalarımız acaba doğru anladılar mı?
لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا (LAv YaGQıLUvNa ŞaYEan) “Bir şeyi akledemezler.”
Buradaki “bir şey” tamim için değil de içlerinden bir veya birkaç tanesi de olsa “akledememiş” olabilir. Yani, yanlış yapmış ve gözden kaçırmış olabilirler. O şey de kilit nokta olabilir. Atladıkları olabilir. Çünkü insanlar hata etmez değildirler. Bu takdirde tüm sistem çökebilir. O halde Allah’ın her asırda, her topluluğa ve her kişiye inzâl ettiğine göre davranılması gerekir. Biz Allah’ın inzâline sorarız, o bize atalarımızın yaptıklarından doğru olanla yanlış olanı ayırır, doğrulara uyarız ve yanlışları atarız.
Mustafa Kemal inkılâplar yaptı. Biz o yaptı diye kabul etmeyiz. Bu şirktir. Doğru yaptıklarını alırız, yanlış yaptıklarından düzeltilecek kadar olanları düzeltiriz, düzeltilemeyecekleri atarız.
Burada “akledemedikleri” derken, bilemedikleri ve anlayamadıkları değil de, akıllarına gelmemiş olabilir denir. Yahut hata yapmış olabilirler. Bunun anlamı şudur. Biz bizim atalarımızın yaptıkları yanlışları düzeltirken, onlara karşı gelme, onlara isyan etme şeklinde değil de; eksik bıraktıklarını tamamlama şeklindedir.
Mustafa Kemal ne diyor? ‘Birinci vazifen Türk Cumhuriyetini ve istiklâlini muhafaza ve müdafaa etmektir. Yegane vazifen budur.’ Öyleyse inkılâplar bunun içindir, cumhuriyet ve istiklâl içindir.
Eğer inkılâplar bunu yapmıyorsa elbette onları bırakacağız. Mustafa Kemal Türk ordusuna lâikliği değil, Türkiye devletini emanet etti. Eğer lâiklik Türk devleti için zararlı ise elbette onu bırakacağız. Biz onu devletimize yararlı olacak şekilde tanımlıyoruz. Mustafa Kemal tanımlamadı ama o zamanki düşünürler tanımladı. O tanım bize yararlı ve doğru ise kabul ederiz, yoksa yeniden tanımlarız.
وَلَا يَهْتَدُونَ(170) (Va LAv YaHTaDUvNa) “İhtida etmemiş olabilirler.”
“İhtida” yol bulup hedefe ulaşma demektir.
İnkılâplar yaptık. Niçin yaptık? Muasır medeniyetin fevkine çıkmak için yaptık. Peki, çağdaş uygarlığın üstüne çıktık mı? Hayır! Bunun böyle olduğunu herkes itiraf ediyor. O halde inkılâplar bizi hidayete götüremedi.
Yapacağımız nedir? Muasır medeniyetin fevkine çıkmak için oturup yeniden düşünmek. Yanlışları ve doğruları ayıklamak. Sonra yeniden denemek. Başarırsak sürdürmek.
Başaramazsak elbette o zaman biz yine oturup düşünecek ve daha başka bir yol arayacağız.
Müsbet düşünme budur. Denemek ve sonuçlara göre yeni adımlar atmak.
İşte biz 1960’larda bunu gördük. Gördük ki Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek partili sistemi bizi muasır medeniyetin fevkine çıkaramadı. Demokrat Parti’nin ikili parti sistemi de bizi muasır medeniyete ulaştıramadı. Cemal Gürsel’in ve Kenan Evren’in ekseriyet demokrasisi de bizi muasır medeniyetin fevkine çıkaramadı.
İşte bundan dolayı biz “Adil Düzen” diye yeni bir sistem geliştirdik. Anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk. Baktık ki bu da bizi muasır medeniyetin fevkine çıkarmıyor. Şimdi “Adil Düzen”i yeniden ele aldık ve sıfırdan başladık. Yenibosna; İzmir Akevler çalışmalarının, sıfırdan başka yerde yeniden ele alınmasıdır.
“Babalarımız, atalarımız” derken, onların ölmüş olması gerekmez. Benim gibi yaşı seksene dayanmış olanlar hata yapmıştır, eksik kalmıştır. Siz bize bakarak ne dersek onu yapmamalısınız. Millî Görüşçülerin hatası budur, sadece Erbakan’a bakıyorlar. O zaman ne oluyor? Bakmayanlar çıkıp ayrı parti kuruyorlar. İkisi de hatalıdır. Erbakan’a karşı olmadan, onun başkanlığına saygı göstereceksin ama sen içtihadınla hareket edeceksin.
Bu âyetler çağımızdaki insana şunu anlatıyor. Taklit yoktur. Ne içeride ne de dışarıda birini taklit edemezsin. Tüm halk içtihat edecektir. Müçtehidini seçerken içtihat edecektir. İşte o zaman muasır medeniyetin üstüne çıkılır. Tarihteki bütün uygarlıklar böyle doğdu. İçtihat ve icma tek çıkar yoldur. Gelecek bin yılların uygarlıkları Kur’an’ın bu yeni yorumlarına dayanmaktadır.
Bu âyet hem taklidi reddeder, içtihadı ve icmayı vacip yapar hem de ataları taklit etmeyi reddeder. Mustafa Kemal ve arkadaşları nasıl sultanları taklit etmedilerse, biz de onları taklit etmeyeceğiz. Yeniden ele alıp tekrar tekrar kendi aklımızla karar vereceğiz. Mustafa Kemal ne diyor? ‘Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir’ diyor. Lâikliktir demiyor, inkılâplardır demiyor. Onlara açıkça temas bile etmiyor.
***
وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا (Va MaÇaLu elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olanların meseli.”
Bundan önce 17. âyette “Ve Meseluhum” diyerek münafıkların meselini anlatmıştır.
Burada ise küfredenlerin meselini anlatmaktadır. Buradaki yakın atıf ise biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeylere uyarız diyenlerdir. Bunları kâfir olarak tasvir ediyor, yahut onların içinde kâfir olanlar vardır. Ne kadar anlatırsanız anlatın, kulak vermez ve duymuş olarak kendilerini göstermezler.
كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ (Ka MaÇaLi elLAÜIy YanGIQu) “Na’keden kimsenin misaline benzer.”
17. âyette “ateş yakan kimseye benzer” deniyordu. Burada da “na’keden kimse” diyor.
Bu kelime Kur’an’da bir defa sadece burada geçer. “NAKA” kelimesi ile akrabalığı vardır. Develere komut verme demektir. Hayvanlar çeşitli seslerle dürtülürler. Değişik dillerde farklıdır. Mesela, tavuklar Türkçede cu cu diye çağırılırlar. Arapların da develere nak nak demiş olmaları gerekir.
“Bi” harfi ta’diye için gelir. Hayvanı sopayla veya yularla götürürsünüz, önüne merkep koyarsınız, o ona tâbi olur. Merkebin ayakları incedir, kumlarda daha kolay batar. Develer onun peşine takılarak giderler. Eşek kumlara batmıyorsa, kendileri hayda hayda batmazlar. Kumlardan çok bataklıklarda bu durumla karşılaşılır.
Mesela, ‘gel gel’ çağırma şeklinde develer insana doğru gelebilirler.
Burada kâfirlerin misalini o develere benzetmektedir. Yani, kâfirlerin çağrılarının misali anlamındadır. “Meselu duae ellezîne keferû” demek olmaktadır. “Kıyle Lehum” denmişti. O söylenenler burada akdedilenlerdir. Buradaki “Mâ” küfredilenlerin benzetildiği şeydir.
بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَاءً (Bi MAv LA YaSMaGu EilLav DuGAvEan)
“Duadan başka bir şey sem’etmezler.”
İnsanlar kendi isimlerini en önce bellerler. Daha konuşmasını bilmeden çocuğu kendi ismi ile çağırdığınız zaman sizin tarafınıza döner. İnsanın beynine bu yazılır. Hayvanlarda da böyle bir meleke vardır. Kendilerini adlarıyla çağırdığınız zaman onu duyar ve o sese yönelirler.
Bu hususta fazla araştırma yapılmamıştır. Ancak pratikte büyük baş hayvanlara, atlara, köpeklere isimler takılır ve bununla çağırılırlar. Ayrıca hayvanlar kendilerine mahsus seslerle dürtülürler. Bunu yavru iken analarının davranışları ile öğrenmektedirler. Bu husus iyi bir araştırma konusudur.
Kâfirler de kendilerine bir söz yönelttiğiniz zaman onun kendilerini muhatap aldığını bilmeyebilirler. Ancak bütün sorun o çağrılar hayvanlara fazla bir şey öğretmez. Kâfirler de söylenenler üzerinde durmazlar.
Burada önemli olan tutucuların kâfir olarak belirlenmesidir.
Adil Düzen Çalışanları bu sağırlıktan kendilerini kurtarmış kimselerdir. Yenibosna’daki market denemeleri, bundan önceki Ahşap evler denemesi, Kırgızistan girişimleri hep tutucu olmadığımızın delildir.
Sonuç başka bir şeydir. Ondan biz sorumlu değiliz. O denemeler de kendilerine göre meyve vermiştir.
وَنِدَاءً (Va NiDAEan) “Ve nidadan başkasını duymazlar.”
Burada dua ve nida “Ve” harfi ile getirilmiştir. İkisi bir işlemin vasfıdır. “Ev/veya” gelseydi, dua ayrı nida ayrıdır. Hayvanların seslere karşı duyarlığı, canavarların çıkardığı seslere karşı duyarlığı, yahut yavrularına karşı çıkardığı seslere karşı duyarlığı gibidir. Mekaniktir ve reflekstir.
Bunlar insanlarda alışkanlık şeklinde ortaya çıkar. Hayvanlara hitap etmekle kâfirlere hitap etmek arasında fark yoktur. Çünkü onlar akılları ile değil de, silahla da olsa alıştırıldıkları ile hareket ederler. Baskılı eğitim bunun için yapılmaktadır. Kendilerinden başka bir şeyi dinlemeyecek, başka her şeye kulaklarını tıkayacak, makineleşmiş insan isteyenler kapalı tek tür eğitim yaparlar. Tek tür eğitim insanları hayvanlaştırmaktan başka bir şey değildir. Başlangıç yıllarında aldıkları eğitimi hayatları boyunca bırakamazlar.
Bu sebepledir ki Kur’an’ın önerdiği açık eğitimdir. Yani, çocuk ve halk her şeyi duyacak, her şeyi görecek ve kendi aklıyla doğrusunu tercih edecektir. Kendisini öyle yetiştirecek ve öyle alıştıracaktır.
Ne var ki insanların çoğu değişik şeyleri birleştirerek sentez yapamaz. Bunun için de kişilere sentez yapanları seçme hakkı verilmiştir. Kişi kendi seçtiği müçtehidin içtihatlarına göre hareket eder. Ama karşı mezheplerin görüşlerini de bilir. Anlayabildiği kadar delillerini anlar. Bu kendisinin içtihat yapmasına imkan vermese de müçtehidini seçmede yardımcı olur. Müçtehidini de seçmeyen kimsenin müçtehidini kendisinin seçtiği velisi seçer. Dayanışma ortaklığı budur. Onu da yapamıyorsa, doğal velisi yani anne babası veya yakınları seçer. Şeriat düzeninde, demokrasi düzeninde yöneticilerin seçmesi sözkonusu değildir. O zaman demokrasi olmaz, dikta olur. Öğrenme serbest olacak, birlik sağlamak için de imtihanlar ortak yapılacaktır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu böyle anlaşılmalıdır. Türk halkında doğan aşağılık duygusu bu aktif eğitime tâbi tutulmayışıdır. Adil Düzen Derslerine muhaliflerin katılmasını ve itiraz etmelerini bunun için nimet biliriz, şükrederiz.
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ (ÖumMun BuKMun GuMYun) “Summ, bukm, umydürler.”
17’inci âyetten sonra gelen âyette bu kelimeler aynen tekrar edilmiştir. Münafıklar gibi kâfirler de dilsiz, sağır ve kör olarak vasıflandırılmıştır. Münafıklar da kâfirler de aynı kategoridedirler. Kendilerine göre çıkarları vardır. Münafıkların maddi çıkarları vardır. Kâfirlerin ise atalarına bağlılık taassupları vardır.
Sağırdırlar, söylenenleri duymazlar. Sen söylersin, bir kulaktan girip öbür kulaktan çıkar.
Adil Düzen Çalışanı her söze kulak verecektir. Kim söylerse söylesin, ne kadar yanlış söylerse söylesin, mutlaka o sözü değerlendirmelidir, işitmelidir, anlamalıdır. Mü’min budur. Kâfir ve münafıkların ortak vasıfları da; sen söylersin cevap vermezler, sanki dipsiz kuyuya attığınız taş gibidir. Ses gelmez, cevap gelmez.
Bizim yazdıklarımızı okumayanlar sağırdır, bize cevap vermeyenler dilsizdir. Aynı zamanda kördürler de, yaptıklarımızı da görmezler. ‘Akevler ne yaptı?’ derler. Oysa Akevler’de tüm bugünkü hareketlerin temeli atılmıştır. Bir zamanlar İslâmiyet’te lâiklik yoktur, demokrasi yoktur diyenler, şimdi bunların savunucusu olmuşlardır. Papa’ya karşı çıkanlar, zafer kazanılınca bizden fazla papacı olacaklardır. Biz o din mensuplarının hatalarını yazıp anlattık. Onlar yarın onlar gibi olan insanlara ve mezarlara tapacaklardır.
Zaten bugün de farklı bir şey yapmıyorlar. Onların gözleri yalnız helal-haram demeyip para kazananları görüyor, haklı-haksız demeden iktidar olanları görüyor. Onlar Allah’ın en büyük nimeti olan ilim yapanları görmüyor. Görmezler, çünkü onlar ya kâfir ya da münafıktırlar. Onların da elbette yaptıkları doğru ve iyi işler vardır. Bugünkü Türkiye’ye katkıları vardır. Bizim onları görmemiz gerekir. Türkiye’nin 1990’lardan 2000’lere nasıl geldiğini düşünürseniz, herkesin bunda katkısı vardır. Bunları görmemiz ve kör olmamamız gerekir.
فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ(171) (Fa HuM LAv YaGQıLUvNa) “Onlar akletmezler.”
17’inci âyetten sonra gelen âyette “Fehum Lâ Yerciûn” denmektedir. Burada ise “Fehum Lâ Ya’kılûn” denmektedir. “Münafıklar rücu etmezler” diyor, “kâfirler akletmezler” diyor. Çünkü münafıklar düşünmüş ve öğrenmişler, gerçeği görmüşlerdir ama gerçeğe dönmüyorlar; bilerek dönmüyorlar. Kâfirler ise gerçeği öğrenmek istemeyenlerdir, kulak vermeyenlerdir, isteyerek bilmeyenlerdir. Bunlar kâfirdir. Onlar ise kulak verir, söylenilenleri anlarlar ama bildiklerinden vazgeçmez, körü körüne karşı olurlar.
Bundan önceki âyette de ataları bir şey bilmeseler bile mi? derken “LâYa’kılûn” denmiştir. Görülüyor ki, bölünmede âyetin bir kısmı 17’nci âyetin bölünmesinden doğmuştur. Orada “rücu’” kelimesini başka âyetten almış, burada da “akleden” kelimesini 17’nci âyetten bölüşmüştür. Böyle karşılaştırmalar yapılarak ileride tüm Kur’an Fatiha’da yaptığımıza benzer şekilde ikili bölünmelerle Kur’an’ı oluşturabiliriz. İnsanın kromozomlarını temel alarak insanın da bu şekilde oluşmuş olduğunu anlarız. Böylece Kur’an ile insan arasında bir analoji oluşmuş olur. Kim bilir, belki de kaç bin yıl sonra ulaşılacak bu buluşlar Kur’an’ın o günkü mucizesi olacaktır.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYu HalLaÜIyNa EAvMANUv) “Ey iman etmiş olanlar.”
Bundan önceki 168’inci âyette “Ey nâs” denmiş ve insanlara nelerin helâl edildiğini bildirmiştir.
Burada da “Ey iman edenler” denmiş ve onlara nelerin helal olduğu bildirilmiştir. Bundan önce en yakın olarak “Ey iman edenler, sabır ve salâtla istiane edeniz” denmiş, mü’minlere cihatta dayanıklı halde olmalarının yollarını göstermiştir. Burada da mü’minlerin yiyeceklerini nâsın yiyeceklerinden ayırmaktadır.
Mü’minler seçilmiş kimselerdir. Onlar kendilerini adamışlardır. Mallarını ve canlarını Allah’a satmışlardır. Artık onlar kendi malları ve kendi bedenleri üzerinde tasarrufta bulunamazlar. Malları ve canları Allah’ın kendilerine emanetidir. Onu ona göre korumak durumundadırlar.
كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ (KuLUv MıN OayYıBATı MAv RaZaQNAvKum)
“Size rızıklandırdığımızın tayyibatından eklediniz.”
Nâs âyetinde yeryüzünde ne varsa hepsini helal ve tayyib olarak eklediniz denmiştir. Burada size rızık verdiğimizden tayyib olanı eklediniz denmiştir. Orada bütün nâsa hitap etmiştir. Mü’minler de onların içinde yer alırlar. Burada ise mü’minlere daha fazla şeyler haram edilmiştir. Nitekim İsrail oğullarına da İsrail’in haram ettikleri haram edilmiştir. Yeryüzünün hilafet görevini yüklenenler artık serbestliklerini kısmak zorundadırlar. Müslimler için serbest olanlar, mü’minler için serbest değildir. Mesela sigara içmek serbesttir, isteyenler içer ve erken ölebilirler veya hastalıklı yaşayabilirler. Mallarını ve canlarını Allah’a satmamış oldukları için kendi mallarında ve bedenlerinde istediklerini yapma hakları vardır. Oysa mü’minler sigara içemezler, içki içemezler, domuz eti yiyemezler, kumar oynayamazlar. Bunları yapan olursa İslâm ordusundan ihraç edilir.
“Size rızık olarak verdiğimiz”in mânâsı iki şekilde yorumlanır.
1) Helal olanı yeyiniz, başkalarının haklarına tecavüz etmeyiniz. Halktan vergi alırken beşte, onda, yirmide, kırkta birlerden fazla almayınız. Kimsenin özel mülküne dokunmayınız, insanları zorla çalıştırmayınız. Herkesin zekattan olan paylarını veriniz anlamındadır. Yani, yöneticilerin vergi payları Kur’an’da belirtilmiştir. Kimse onu artıramaz. Halkın özel mülküne dokunamaz. Hakemlerin kararı ile sınırlar belirlenir.
2) Bir başka mânâsı da, Allah sizin için neyi rızık yapmışsa onu yeyin, mesela dana eti size rızıktır ama ayı eti değildir. Sizin bedeni yapınız onları sindirecek şekilde yaratılmamıştır. O halde rızık olmayan şeyleri yemeyiniz, içki içmeyiniz, zararlı olanları kullanmayınız. Sizin olmayan bedeninizi sağlam tutunuz, emanete hıyanetlik etmeyiniz.
وَاشْكُرُوا لِلَّهِ (Va uŞKuRUv elLAHa) “Ve Allah’a şükrediniz.”
Hamdetmek ile şükretmek arasında fark vardır. Hamdetmek kalble ve dille olur. Ona karşı duyulan saygı ve iyi duygulardır, bunu ifade etmektedir. Kalble ve dille hakkı teslim etmektir. Şükretmek ise bedensel olur. Deveye yem verdiğinde eğer etlenirse şükretmiş olur. İnsan eğer bütün bedenini Allah’ın emrettiği yerde ve işlerde kullanırsa şükretmiş olur. Eğer bütün mallarını Allah’ın emrettiği yerde harcarsa şükretmiş olur.
Hâsılı, müslimler sadece zekât vermekle mükelleftirler. Mü’minler ise bütün mallarını ve canlarını cihat yolunda harcamak durumundadırlar. Onlar Allah için çalışır, Allah için biriktirir, Allah için yer ve Allah için yedirirler. Çocuklarını ve diğer yakınlarını Allah’ın emri olduğu için kendileri gibi onlara bakarlar. Bu da şükürdür. Allah göz vermişse göreceksin, kulak vermişse işiteceksin, ağız vermişse konuşacaksın, el vermişse yapacak ve yazacaksın, ayak vermişse yürüyeceksin, erkek yaratmışsa bir eş bulup evleneceksin, kız yaratmışsa bir erkeğe varacaksın. Zekâ vermişse ilim yapacaksın. Demek ki evlenmek müslimlere farz olmayabilir, ama mü’minlere farzdır. Çünkü mü’min her nimeti değerlendirmek zorundadır.
إِنْ كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ(172) (EiN KuNTUM EiyYAHuv TaGBuDUvNa)
“Eğer sadece O’na ibadet ediyorsanız böyle yapmalısınız.”
İbadet etmek demek, yalnız O’nun işçisi olmak, kendi işlerini bile kendin yapmamak demektir.
Maaşını O’ndan alırsın ve yalnız O’nun işçisi veya memuru olursun. Bir başkasının ve böyle her şeyin işçisi olmak mü’minlere haram kılınmıştır. Mü’minler yalnız devletin yani kamunun işçisi ve memuru olabilirler. Başka firmaların işçisi olamazlar. Memurların iş yapmaları bu sebeple yasaklanmıştır.
Kur’an’da bürokrat yoktur, onun yerini mü’minler almıştır. Askerlik yapmayı kabul eden ve savunmaya katılan herkes mü’mindir. Ehliyetine göre tüm kamu görevlerini yapabilir. Serbest meslek erbabıdırlar. Halkın istediği genel hizmetler ile başkanların istediği kamu görevlerini yaparlar. Başkanın olmadığı yerde kendileri başkandır, kamu adına hareket ederler. Maaşlı bürokrat yoktur, ortak bürokrat vardır. Kamu bütçesinin anayasa ile belirlenen ve hakemlerin denetiminde olan vergiler hakkaniyetle yani kurallarla bölüştürülür. Bütçenin geliri çoksa görevlilerin alacakları maaş da çoktur. Bütçe gelirleri azsa alacakları maaş da azdır.
“Rızıklandırdıklarımızdan ekl edin” demek, anayasal vergiyi uygulayın demektir.
***
إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ “Allah size sadece şunları haram etmiştir.”
“İNNEM” gelmiştir. Sadece anlamındadır. Ancak “İNNE” sözünden sonra fiil cümlesi gelmez.
Fiil cümlesinin gelebilmesi için “İNNE”den sonra “M” gelmesi gerekir. Bu takdirde tahsis ifade etmez, sadece tahkik ifade eder. Oysa isim cümlesinin başına gelirse orada tahsisi ifade eder.
“İnnema Entum Fukara” derken, fakirler sizsiniz, Allah değildir anlamı çıkar. Fiil cümlesi olsaydı böyle bir anlam çıkmazdı. Size sadece bu haram edilmiştir, başka haram yoktur denemez. O halde buradaki “İNNEM”nın mânâsı “İNNE”den farklıdır. Size yalnız bunları haram etmiştir denmektedir. Neden yanlış biliyoruz, inek eti ile domuz eti arasında ne fark vardır ki biri helal biri haram olsun. İşte bu sebepledir ki haramlar Allah’ın bildirdikleridir. Bunlara kıyas yapılacaktır. Bu âyet aynı zamanda kıyasın da Kur’an’ın içinde olduğunu ifade eder. Haram edilmiştir. Haramın hükmü nedir? Allah’ın helal ve haramının âhirette hesabı vardır. Bu husustaki tebşir/müjdeleme ve inzar/uyarma dinîdir, düzenle ilgili değildir. Biz tefsirimizi Tevrat benzeri sadece şeriata göre yapıyoruz. Dolayısıyla o yönleri üzerinde durmuyoruz. Haramın dünyevi hükümleri şunlardır.
a) Haram edilenler mal değildir. Hukuk onu korumaz. Bu hukuk bakımından temel ilkedir. Müslüman ve mü’minler için geçerlidir.
b) Mü’minler için haram yasaktır da, haramları işleyen kimseler askerlikten ihraç edilebilir. İçkici, kumarcı, zinacı, hırsız askeri birlikler içinde barındırılamaz. Komutanlar bunları kendi askeri birliklerinden uzaklaştırırlar. Bunları kabul eden komutanlar da olabilir, onlar da onların yanında askerlik yaparlar. Hiçbir komutanın kabul etmediği biri olursa, o kimse ülkeyi terk etmelidir ve gittiği ülkede de artık mü’min olarak değil de müslim olarak yaşar.
c) Haram kazançlardan vergi alınmaz. Hukuken korunmadığına göre vergilendirilmesi de olmaz. O halde sigaradan, domuzlardan yahut fuhuştan para kazananlardan vergi alınmaz.
d) Haram işler devletçe kredilendirilmez. Karzı hasen olarak onlara faizsiz kredi verilmez. Ekilen tarlalar veya fabrikalar boş kalmış kabul edilir ve vergi ödemedikleri için kendilerinden istimlak edilir.
الْمَيْتَةَ (eLMaYTaTa) “Meyteyi haram kılmıştır.”
Kur’an’da her tür hükümlerden sadece bir tanesini zikreder ve kalanların onlara kıyas edilerek tesbitini ister. Böylece bütün maddelerin hükümlerini Kur’an içermiş olacaktır.
“MEYTE” kesilmeden, kan akıtılmadan ölen hayvanın etidir. Buradaki zehirlenme kandaki pis hava yani karbondioksittir. Vücutta yanma olur, çıkan duman kana karışır, kalbe gelir, akciğere gönderilir. Pis hava orada dışarıya atılır, temiz hava içeriye alınır. Bir insan nefes alamazsa birkaç dakika sonra ölür.
Demek ki bu zehir büyük bir zehirdir. Kesilmemiş hayvanda bu zehir dışarıya atılmamış ve ete karışmış olur. Kesilmiş hayvanda ise bu kan dışarıya atılır. Böylece zehirleme etkisi ortadan kaldırılmış olur.
Buna kıyas edeceğimiz maddeler şunlardır.
a) Katı olup zehir ihtiva eden maddeler kesilmemiş hayvanın etindeki zehirin etki derecesine kıyas yapılarak, ona göre helal veya haram kabul edeceğiz. Ona göre pis veya temiz kabul edeceğiz.
b) Yiyeceklerin bozulması sonucu oluşan zehiri de bu ölmüş hayvanın eti ile karşılaştırarak temizdir veya pistir, helaldir veya haramdır diyeceğiz.
وَالدَّمَ (Va elDaMa) “Ve demi haram etti.”
“KAN” ise kesildiği zaman dışarıya akmış olan kandır. Bunun yarısı temiz yarısı pistir. Karışmış olanı pis olur. Burada bulunan karbondioksit taşıyan kan hücreleri canlıdır. Bir kanı suya damlattığımızda rengini belli ederse o su pis olur. O kadar sudaki hücre sayısı sıvılarda pislik yaratır. O hücrelerin zehirleme derecesi pislik için ölçüdür. Sularda koli basilini ölçeriz. Bu koli basilinin miktarı işte bu suyu renklendiren kan hücrelerine karşılaştırarak tesbit edilir. Bunlar şimdi uluslararası normlarla belirlenmektedir. Hapis cezaları gibi artarak belirlenir. Kur’an ise ana maddelerini vermiştir. Bizim ona kıyas etmemizi istemektedir. Çünkü insanın belli miktardaki zehire de ihtiyacı vardır. Vücudu uyanık tutar. Onun için temizlikte fazla titizlik de iyi değildir, pislik de iyi değildir; belli kararda olması gerekir. Bunu da Allah Kur’an’da bildirmiştir.
وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ (VaLaXMa elPıNZIyRı) “Ve hınzırın lahmı.”
Burada zikredilen “hınzırın lahmı”dır. Sütü ve kanı gibi bütün yenen kısımlar buna kıyas edilir. Tüyleri ve kılları, toynakları lahma kıyas edilemez. Deri ve kemikler dibağlanmamışsa haramdır. Ama et ve yağı çıkarılmışsa helaldir. Buradaki illet ise besin zinciridir. Omurgalı canlılar ot yerler. Gelişmişleri meyve yerler.
İnsanlar bu meyve yiyenler seviyesinde canlıdır. Besin zincirinde canlılar kendi seviyelerindekilerin etlerini yemezler. Mesela, kurtlar kuzu yerler ama ayıyı yemezler, aslanı yemezler. Her canlı kendisinden aşağı olan canlıların etlerini yer, sütlerini içerler. İnsan, maymun, domuz meyvecil hayvan olduğu için onların etleri haram kılınmıştır. Otobur hayvanların etleri ise helaldir.
Biyoloji ilmiyle canlıların ne cins varlıklar olduğu tesbit edilmelidir. Kuşlar ve memeliler yavrularını besleyen canlılardır. Sürüngenler ve kurbağalar ciğerle soluyan canlılardır. Balıklar ise ciğerleri olmayan hayvanlardır. Haram kılınan yavrularını büyüten memeli ve kanatlı hayvanlardan besin zincirinde meyvecil olanlardır. Kuşlardan yırtıcı olanlardır. Diğerlerinin haramlığı yoktur. Helalliği ise kavminin yiyeceği olup olmamasına bağlıdır. O halde domuz besin zincirindeki yeri ile haram kılınmıştır, eti de yiyecek olma bakımından haram kılınmıştır. Yağı alınmış kıllarla dişleri fırçalamada bir mahzur yoktur.
وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللَّهِ (Va MAv UHilLa BiHIy Li ĞaYRi elLAHi) “
İhlal, hilallemek demektir. Hilal, yeni aydır. Çobanlık döneminde her ay başında kurban kesilirdi. Bu kurbanlar ortak bütçe oluştururdu. Bu sebeple ihlal etmek demek, kurban kesmek demektir.
Kurban ancak Allah için kesilir ve eti de topluluk için harcanır. Allah’tan başkası için kurban kesmek veya vergiyi topluluktan başkasına vermek haramdır. Bugün bütçede teklik ilkesi vardır. Herkes topluluğa vergisini verir, topluluk onu şer’î kurallarla bölüştürür. Bu sebepledir ki sosyal sigortalar, odalar birliği gibi fonlar bütçede birliğe aykırıdır, devlet içinde devlet olmaktır, insanları haraca bağlamaktır. Odalara bütçeden pay verilir. Bütçe topluluğun kalbidir. Nasıl bir insanda iki kalp olmazsa, bir devlet içinde iki bütçe olamaz.
Buna kıyasla, piyasaya sürülen bir mal ne amaçla sürülüyorsa ona göre hüküm alır. İspirto yakacak maddesi olarak piyasaya sürüldüğü için pis değildir, alınıp satılması caizdir. Ama rakı içki olarak piyasaya sürüldüğü için onun alınıp satılması haramdır; hattâ başka amaçlarla kullanılması da haramdır.
Burada etiketleme sözkonusudur. Besmele ile kesme demek, etiketlendirme ve kamunun damgası ile damgalanması demektir. Etiketsiz ve devlet garantisi olmayan malların alınıp satılması ve yenip içilmesi haramdır demektir. Burada çok önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Topluluk içinde artık mallar üzerinde topluluk denetimi olacaktır. Ne var ki bu devlet memurunun denetimi şeklinde olmayacaktır. Dayanışma ortaklıklarının fetvaları ve güvenceli kontrollerini yapan genel hizmetlilerin denetimi ile olacaktır.
ِ فَمَنْ اضْطُرَّ(FaMan ioWuRra) “Kim iztirar içinde kalırsa.”
Usulde arazlar bahsi vardır, mazeretleri inceler. Cenin, küçük, yaşlı ve ölüler mazurdurlar. Akıl hastası, baygın, yanıltılmış, zorlanmış kimseler mazurdurlar. Cinsi farklı olan, köleler, farklı dayanışmada olanlar, yabancılar mazurdurlar. Uyuyan, hata eden, aciz olan, bilmeyen mazurdur. Unutan, muztar kalan, hasta olan, bunayan mazurdur. Sarhoş olan, hezl yapan, hacredilen, iflas eden mazurdur.
İşte usulde 24 sınıf olarak incelenen özürlü olma sistemi Kur’an’da bu âyetle genel olarak ortaya konmuştur. “Iztırar içinde olan” demektir. Darur, miyop veya hipermetrop demektir. Kör değil ama doğru olarak görmemektir. Bu da mazeretin bir sınırıdır. Yukarıda sayılan 24 özürde bu kriter esas alınacaktır.
غَيْرَ بَاغٍ (ĞaYRa BavĞın) “Gayra bağin”
“BAĞYETME” boğadan gelen bir kelimedir. Zevklerini tatmin etme, kasten onu yapma demektir. Açlığını gidermek için domuz eti yiyebilirsin, başkasının olan malı kullanabilirsin, ama bunu zaruret olsa da zaruret bahanesiyle veya zaruretten fazlası için yapamazsın. Bu bağy olur.
“İBTİĞA ETMEK” demek, müteşebbis olma ve onu planlayıp yapma demektir. Mesela, suyu varken, yiyeceği varken onları döküyor, hayvanlara yediriyor da kendisi şarap içiyorsa bu bağydır.
وَلَا عَادٍ (Va LAv GADın) “Adavet etmeksizin.”
“ÂD” udveden gelir, vadinin yakasıdır, cephedir. Taşmaksızın mânâsındadır.
Bunu da birkaç şekilde yapabiliriz.
a) Karnımız doyduğu halde zevk için devam edersek âd olmuş oluruz.
b) Zaruret kalktığı halde biz zaruret varmış gibi devam edersek âd olmuş oluruz.
c) Başkasının hakkını gasp ederek bu işi yapmak da adavettir. Domuz eti yiyebilirsin ama bir Hıristiyanın domuzunu gasp ederek yiyemezsin.
d) Zaruret yaygınlaşmışsa, mesela herkes rüşvet vermek zorundadır. Ben de artık rüşvet vermeliyim dersen, herkes vergi kaçırıyor, ben de kaçırmalıyım dersen ve bunu helâl hâle getirirsen âd olmuş olur. Belv-i umumiler (umumi belalar) zarurettir. Müslimler için bu meşrudur, ama mü’minler için bunlar meşru değildir. Bununla cihad etmek amacı ile bunlar zaruret olur. Faizi kaldırmak için faiz alabilirsin, rüşveti yok etmek için rüşvet verebilirsin. Adil vergi sistemini getirmek için vergiyi kaçırabilirsin. Ama bunlar şahsi çıkarlar için yapılırsa udvan olur.
فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ (Fa LAv EiÇMa GaLaYHı) “Onda ism yoktur.”
Bağy ve udvan olmaksızın zaruret sebebiyle bu haramları yapanlar için “ism yoktur”, günah yoktur.
Günahın bu dünyadaki cezası mü’minler için terfiden mahrumiyettir. Israr edildiği takdirde ordudan çıkarılmadır. Bunlar mazerettir.
إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(173) (EinNa elLAHa ĞaFUvRun RaXIyMun) “Allah gafur ve rahimdir.”
Burada nekire gelmiştir. Kamunun bu hususta müdahalesi istenmektedir: Nefsi müdafaa gibi haller vardır. Bunlar zarurettir. Evine giren hırsızı ev sahibi öldürebilir. Yahut işini engelleyen zorbayı kişi öldürebilir. Ancak diyetini ödemesi gerekir. Bu diyeti âkile öder. Âkile de böyle bağy veya adavet olanları dayanışmasından çıkarır. Böylece denge kurulmuş olur.
Kur’an’ı belirlenen varsayımlarla ve oluşan usulle yorumladığınız takdirde eksiksiz bir sistem ortaya çıkar. Kur’an’ı buna göre yorumlamaktayız.
Bu yorumlama kıyamete kadar devam edecek ve daha iyi düzenlemeler bulunacaktır.