BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2610 Okunma
bakara 243-246

 

 

ADİL DÜZEN 416

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 78. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ أُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ فَقَالَ لَهُمْ اللَّهُ مُوتُوا ثُمَّ أَحْيَاهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَشْكُرُونَ(243) وَقَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (244) مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللَّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ(245)

 

أَلَمْ تَرَ (Ea LaM TaRa)  “Re’yetmedin mi?”

Kur’an’da âyetlerin başlarında “elemtera” 31 defa geçmektedir. 31 çift sayıların toplam dizilişidir. Bunun bir deyimi ifade etmesi gerekir, bunun bir hükmü vardır, yani böyle başlayan âyetlerde ortak bir ifade vardır. Bunların hukuki hükümleri vardır. Bunu araştırmak başlı başına bir doktora tezidir. Bu âyetler alt alta sıralanmalı, ondan sonra ne ortak özelliklerinin olduğu bulunmalı, sonra varsayımla hepsinde kontrol edilmelidir.

Re’y” kelimesi görme anlamına gelmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki re’ye’l-ayn yani gözün görmesinin bir mânâsı vardır; o da görüş, oy anlamındadır. Nitekim eskiden oya rey denmekte idi. “Re’y” kelimesi “ra’y” kelimesi ile akrabadır. “Ra’yetmek gütmek demektir. “Rai” çobandır.

Re’yetmek” çevreyi gözetleyip ne yapılacağına karar vermektir.

Buradaki soru “Sen görmedin mi?” demektir. Önce biz onları hiçbir zaman görmedik. Çağımızda bunları görür duruma düşmüş bulunuyoruz. Demek ki bilgi edinmek ve geçmişi araştırıp öğrenmek görevimizdir.

Kur’an’da iki defa “elem terav” geçmektedir. Müfret kullanılması içtihadı, cem ise icmayı bildirmektedir. İçtihadın çokluğuna, icmanın azlığına işaret edilmektedir.

إِلَى الَّذِينَ خَرَجُوا  (EiLAy elLaÜIyNa PaRaCUv)  

“Huruc eden kimseleri re’yetmedin mi?”

Onlar üzerinde düşünmedin mi? Görmek “ilâ”sız söylenir. “Raeytü’l-Amre” dersem, Amr’ı gördüm olur. “Raeytü ila Amrin” dediğiniz zaman, Amr’ın hâlini müşahede ettim, onu gözetledim demektir.

Arapça lugat hazırlarken aynı kökten gelen mastarları sıralamamız gerekmektedir. Bunlar baplarla ortaya çıkar. Sonra kalıplara göre kelimeleri bulmamız ve onların değişik mânâlarını ortaya çıkarmamız gerekmektedir. Bir de fiillerin aldığı harflere göre sıralanması gerekmektedir.

a) Mef’ul harfi cersiz kullanılır. “Mer’î alan” dediğimiz zaman, göz önüne gelen alan demektir. “Mer’îdir” derseniz, görülmektedir demektir.

b) “Mer’iyyün minh” ondan görülen kısım demektir. Yani bir kısmı görünüyor bir kısmı görünmüyor demektir. Acaba Kur’an’da bu var mıdır? Lugat bunu tesbit etmektir.

c) “Mer’iyyün ileyh” kendisine nazar kılınan, gözetilen, üzerinde araştırılan demektir. Burada bu kullanılmıştır.

d) “Mer’iyyün anh” Bir konu düşünülmüş ve içinden önemli kısımlar alınmış, diğerleri atılmış bir şeyi ifade etmek istersek “mer’iyyün anh” denmektedir.

e) “Mer’iyyün aleyh” üzerinde düşünülüp görüş bildirilen şey demektir.

f) “Mer’iyyün bih” onunla re’yedilen teleskop, dürbün veya gözlük anlamlarındadır.

g) Mer’iyyün leh” onun için görülen, onun için gözetilen demektir. Lehine olan görüş demektir. Müsbet oy demektir. Evet demektir. “Aleyh” ise hayır demektir.

h) Meriyyün fihi” içinde görülen görünen şeyin bulunduğu alan demektir.

Böylece bir mastardan sekiz çeşit ismi mef’ul üretilebilmektedir.

Bir kelime üzerinde çalışma yapılırken böyle harfi cerlerle beraber düşünülmesi gerekmektedir. Zarfı müstakar olanlar vardır; mine’l-yedi, ile’l-yedi, ala’l-yedi, ani’l-yedi, li’l-yedi, bi’l-yedi, fi’l-yedi ve ke’l-yedi olmak üzere onlar da sekizdir. Böylece harfi cerle yeni kelime türetilmiş olur.

Harac” bir evin dış tarafı demektir. Dahilde iç tarafı demektir. “Huruc ettikleri” çıktıkları demektir.

Bu âyet bize vatan müdafaası emrini vermektedir. Vatan için ölünceye kadar savaşılacaktır. Çıkıp gidilmeyecektir. Eğer düşman işgal ederse ölünceye kadar savaşılacaktır.

Peki, hicret ne zaman farzdır?

Buradaki tehlike dışarıdan gelen tehlikedir. Bir yerde siz iktidarda iseniz, öleceksiniz ama terk etmeyeceksiniz. Demokrat Parti’nin milletvekilleri ve bakanları silahları ile savaşıp ölmeliydiler. Bir tane milletvekili sağ kalmamalıydı. Müdahale edenleri öldürmeliydiler. Siz iktidarda iken size karşı gelenleri yok etmek sizin en doğal hakkınız ve görevinizdir. Ama siz iktidarda değilseniz, başkaları iktidardadır, size de yaşama hakkı vermiyorlarsa, o zaman ülkenizi terk edip gitmelisiniz. Dışarıdan gelen haksız saldırılara karşı da direneceksiniz, bir kişi bile kalsa o topraklar alınamamalıdır. Kolay savaşlar, savaşların sonunda ağır olmayan yaptırımlar, sürekli savaş içinde olma anlamına gelir. Siz o kadar hazırlıklı olmalısınız ki, kimse size saldıramamalıdır. ‘Ya istiklâl ya ölüm’ün mânâsı budur.

مِنْ دِيَارِهِمْ (MiN DiYARiHiM)  

“Diyarlarından huruc etmişlerdir.”

Ganimet fetihleri yoktur. Her topluluğun bir diyarı vardır. Kişiler diyarlarında bağımsızdırlar. Her devlet bağımsızdır, her il bağımsızdır, her bucak bağımsızdır, her ocak bağımsızdır. Kişi bağımsızdır. Kimsenin iç işlerine müdahale edilemez. Sadece ortak işlerde merkezi yönetim vardır. Kimsenin yurduna göz dikilemez. Yeryüzü insanlığındır. İnsanlar bunu işgalle bölüşmüştür. Herkes kendi yurdunda oturma ve yaşama hakkına sahiptir. Herkes kendi topraklarını imar eder ve onun üzerinde oturur. Toprağın adil şekilde dağıtılması gerekir. Madem ki yeryüzü insanlığındır, burası benim burası senin denemez.

Şimdi bu adaletin sağlanması için neler gerekiyor, onu ele alalım.

a)      Önce bir toprağa sahip olmak için devlet olarak oranın savunması yapılmalıdır. Savunmasını yapamayan devletler devlet sayılmaz, toprakların yönetimi ellerinden alınır. İller iç güvenliği sağlamalıdır; sağlayamıyorlarsa o zaman o il değildir, toprakları ellerinden alınır. Bucaklar hukuk düzenini kurmalı ve herkesin işi ve aşı olmalıdır. İnsanların barış içinde çalışmalarını sağlayamıyor, sosyal güvenliğini temin edemiyorsa, ellerinden alınır. Herkes sahip olduğu mülkü şeriata uygun olarak işletebilmeli ve koruyabilmelidir. Yoksa işletme mülkiyeti ellerinden alınır. Demek ki bir şeye mâlik olmak demek, ona hizmet etmek demektir.

b)      Sonra herkes sahip olduğu mülkü şeriatın hudutları içinde kullanmalıdır. Çünkü mülkün sahibi değil bekçisidir. O geçmiş ataların emeği ile oluşmuştur. Gelecek çocuklarındır. Biz emanetçiyiz. Yararlanır ve çocuklarımıza devrederiz.

c)      Bir devlet, il veya bucak vergisini aldıktan sonra, orada üretilenlerin serbest piyasada satılmasını önleyemez. Böylece dünyanın her yerinde üretilen mallar her yere gitmiş olur.

d)     Yeryüzünde dolaşmak herkesin hakkıdır. İstediği yere gider, istediği işi yapabilir. Gümrükler, vizeler, pasaportlar yoktur. Sadece bir vatandaşın vize vermesi yeterlidir.

Böylece herkesin kendi yurdunda kalması ve ona sahip olması sağlanmıştır. Bunun dışında az nüfusa sahip olan devlet veya ülke ya göç kabul etmelidir veya toprağından bir parça vermelidir.

Demek ki savaşsız da dünya düzeni sağlanabilmektedir. Yeter ki insanlar hakem kararlarına uysunlar. Hakem kararlarına uymayanlarla savaşmak ise mü’minlerin görevleridir.  

وَهُمْ أُلُوفٌ (VaHuM EuLUvFun)  

“Onlar binler iken.”

Elf” bin demektir. Çoğulu “âlâf” veya “ülûf” gelir. “Âlâf” kıllet çoğuludur, “ülûf” ise kesret çoğuludur. Üçten ve ondan çok demek olur.

Biz bir bucağın nüfusunu kıyas yoluyla 3 000 ile 10 000 arasında hesapladık. Burada nass ile de tesbit etmiş oluyoruz. Demek ki, burada anlaşılan bucak nüfusu 3 000 ile 10 000 arasında olacaktır. Yine burada anlaşılan her bucak sivil savunma teşkilatını kurmuş olacaktır. Düşman saldırdığı zaman bütün halkı ile ölesiye karşı koyacaktır. Her bucak saldırılara karşı kendisini savunacaktır.

Bugün savaşlar havadan yapılan tahribatlarla başlamaktadır. Her bucak üstüne gelen savaş uçaklarını def edecek uçaksavarlara sahip olacak. Yaklaşan uçak ve helikopterleri düşürecek tedbirleri almış olacak. Ayrıca siperler ve dağınık durum alma tedbirlerini baştan almış olacak. Herkesin çadırı veya kır evleri olacak, bunlar dağınık olacaktır. Sonra buralarda siperler bulunacak. Yeraltı barınakları olacak ve gerektiğinde içeri girilecektir. Bunun dışında kimyasal, biyolojik ve atom saldırılarına karşı tedbirlerini alacaklardır.

Demek ki, bu âyet bize bucaklarda sivil savunma teşkilatının yer alacağını bildirmektedir.

حَذَرَ الْمَوْتِ (XaÜaRa elMaVTi)  

“Ölüm korkusu ile”

Ölümden korkmamak gerektiği ifade edilmektedir. Ölümden korkanlar ülkeden ülkeye yerlerini değiştirirler. Korkmayanlar dünyaya vâris olurlar.

Burada saldırırlar anlamında değil ama savunma anlamında ölümü göze alırlar. Her insan bilmektedir ki nasılsa ölecektir. Bağımsızlığını kaybeden bucak yaşamasa daha iyidir.

Burada başka bir husus ortaya çıkmıştır. Merkezi dayatmalara karşı da yerel yönetimlerin savunma hakkı vardır. Kişilerin savunma hakkı vardır. Mevcut yönetime isyan edilmez ama saldırılırsa, o zaman savunma yapma hakkı vardır. Hakem kararı olmadan kimse kimseye müdahale edemez. Şeriat buna izin vermez. Saldıran kanun değil asi memurdur, ona karşı her zaman savunma hakkı vardır. Görevlilerin yetkileri içindeki görevlerine müdahale kısası kaldırır, ağır diyeti gerektirir. Ama görevlilerin görevlerini aşarak yetkisiz davranmalarına karşı her vatandaşın savunma yapmak hakkıdır. Bunu kanıtladığı takdirde tüm hakları elde eder.

Böylece yurtlarını terk edenlerden bahsetmektedir.

İsrail oğullarının yurtlarını terk etmelerine de işaret etmektedir.

Nikah ve talak bahislerinden sonra tekrar topluluklara dönmüş bulunmaktadır.

Şimdiye kadar aileyi ve aşireti anlattı, onların hükümlerini ortaya koydu. Şimdi ise kabileyi anlatmaktadır. İsrail oğullarını kavim olarak anlattı. Sonra aile ve aşirete geçti. Çünkü devlet şeriatın bekçisidir, koruyucusudur. Son güç devlete dayanmaktadır. Diğer birimler şeriatın ürünleridir.

فَقَالَ لَهُمْ اللَّهُ مُوتُوا (Fa QAvLa LeHuMu elLAHu MUvTUv)  

“Bunun üzerine Allah onlara mevt edin dedi.”

Buradaki “mevt” kişilerin ölümü değildir, toplulukların ölümüdür. Topluluklar da insanlar gibi doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Bir bucak doğar, gelişir, yaşar ve ölür.

Bunun için “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda belli kriterler getirilmiştir. Bir bucak ancak 3000 kişilik nüfusa sahip ise yaşar. Oradan göç çoğalmış, oraya göç azalmış ve nüfusu 2500’den aşağı düşmüş ise bucağın tüzel kişiliği son bulur. Aşiretler varlıklarını korurlar, komşu bucaklara katılırlar. Bir de aşiretlerin ölümü vardır. Nüfusları 25’ten aşağı düşerse aşiret dağılır, istedikleri aşirete katılırlar.

Böyle ülkelerini terk edip gidenlere Allah “mevt edin” demektedir. Yurtsuz kalınca hayat hakları kalmıyor. O halde onlar topluluk olarak ölmüş, memleketleri harap olmuştur. Çünkü kalan yerlere koyacak insanlar kalmamıştır.

ثُمَّ أَحْيَاهُمْ  (ÇümMa EaXYAvHuM)  

“Sonra onları ihya etmiştir.”

Yeniden diyarlarına dönmüş ve yeniden bucaklarını kurmuşlardır. Bu nasıl mümkün olmaktadır?

Torunlar bir araya geliyor ve eski vatanlarına dönüyorlar. Demek ki devlet onların tekrar yurtlarına dönüp bucaklarını kurmalarına izin verecektir.

Şimdi bu hususu tarihimize uygulayalım. Osmanlı hanedanı sona ermiştir. Yeryüzüne dağılmışlardır. Kim ne kadardır bilinmektedir? Onları seven Türkler de vardır. Şimdi onlara bir toprak vermeliyiz. İstanbul’da on bin dönüm kadar yer vermeliyiz. Onlar orada bucaklarını kurmalıdırlar. Onlar artık imparatorluk olarak değil ama bir beylik olarak varlıklarını sürdürmelidirler. Bir uygarlığın yaşatıcısı ve Avrupa uygarlığının doğurucusu olan bir hanedan yok olup gitmemelidir.

Yine Türkiye’de Hititlerden, Frigyalılardan ve Lidyalılardan, Bizanslılardan gelen bir ırk vardı. Bunlar Anadolu Rum ve Ermenileriydi. Bunlar Batı’ya güvendiler ve İstiklâl Savaşı’nda karşımızda yer aldılar. Sonunda tehcir edildiler. Ama bunların Anadolu’da siteleri bulunmalıdır. Bucaklarını kurmalıdırlar. Birbirinden uzak bucaklar herhangi bir sorun oluşturmaz.

Bunun gibi Amerikan yerlileri için de aynı şeyler söylenebilir.

Bu âyet bize ölmüş sitelerin ihyası için devletin gerekli tedbirleri alması gerekir demektedir.

Türkiye’de mevcut Müslüman kabileler vardır. Mesela Lazlar, Arnavutlar ve Kürtler bunlardandır. Bunların bağımsız bucaklar kurmalarına izin verilmelidir. Devlet bu bucakları nasıl oluşturacaktır?

a)      Bucak kurmak isteyenler on kişilik bir merkez aşiret oluşturacaklardır. Sözleşmelerini yapacaklar ve bucaklarını nerede kurmak istediklerini bildireceklerdir. Devlet projelerini uygun bulursa tasdik edecektir. Son kararı hakemler verecektir.

b)     O bucakta kalmak istemeyen yerlilerden evlerini ve arazilerini devlet satın alacaktır. Burada devletin herhangi bir zararı yoktur. Çünkü toprak almıştır. Buraya göç edip yerleşmek isteyenlere aldığı fiyatla satacaktır.

c)      Buraya göç etmek isteyenin nesi varsa; evi, dükkanı, tarlası, onları da devlet satın alacaktır. O para ile buradaki parsellerden satın almaları mümkün olacaktır.

d)     Bu sitede 2000 işçiyi çalıştıracak işyerleri kurulmalıdır. Devlet faizsiz olarak bu krediyi site kurucularına vermelidir. Onlardan ürünü satın almış olacaktır. Yani selem sistemini işletecektir.

إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ (EinNa elLAHa LaZUv FaWLin GaLay elNASi)  

“Allah nâsa züfadldır.”

Buradaki “nâs” herhangi bir topluluktur. Nâs kelimesinin tekili yoktur.

Tüzel kişiliği olsun olmasın, her topluluk “nâs” ile tesmiye olunur. Geçici de olsa, insanlar bir araya gelince mutlak fazilet yani fazıllık doğar. Birlikte bereket vardır. Kurulacak bucaklara taşınanlar eski hayatlarından çok daha üstün hayata ulaşmış olacaklardır.

Allah insanlara birtakım faziletler yani üstünlükler vermiştir. Bu üstünlüklerin başında topluluk oluşturmaları, kişiliklerini kaybetmeden topluluk oluşturmaları gelir. Yeryüzünün mâliki olmaktadırlar. Allah onları öldükten sonra tekrar diriltecek ve onlara yeniden hayat bahşedecektir. Gelecekte insanlık yeniden teşkilatlanacaktır. Birçok ölü diller veya topluluklar yeniden insanlık sahnesinde boy göstereceklerdir.

Tevrat’ta sayılan yahut diğer kitaplarda adları geçen birçok kavimler vardır ama bugün onların dillerini bilmiyoruz. Gelecekte aşiret dillerini öğrendiğimiz zaman bu diller arasındaki akrabalıkla insanlık tarihi yeniden yazılacaktır. Dil, toplulukların özelliklerini gösteren bir kaynaktır. Jeolojide toprak altındaki kalıntılardan o uygarlıkları öğreniyoruz. Diller üzerinde yapacağımız araştırmalarla da insanlığın tarihini öğreneceğiz.

Ocaklar ve bucaklar oluşacak, her biri bağımsız olarak kendi dilleri ile yaşayacaklardır. Bu Allah’ın insanlara verdiği en büyük nimet olacaktır. Merkezi yönetimin yerini yerinden yönetim alacaktır. Her Cuma cemaatine ve her günlük cemaatlerin sağlanan imkânlarıyla bir kabile içinde yaşamak insan için en büyük zevk olacaktır. Nasıl insan karı koca olarak yaşamak istemekte ve birçok dikenlere katlanmakta ise, aynı şekilde insan kendi aşireti ve kendi kabilesi içinde yaşamak, aşireti ve kabilesi için ölmeyi isteyecektir. Bugün insanların mahrum oldukları şey, bekâr kalan erkek ve kadın gibi aşiretsiz ve kabilesiz kalan insanlıktır.

Allah’ın bahşettiği bu aşiret ve kabile şeklinde yaşamanın verdiği haz insana has bir şeydir. İnsan kişiliğini muhafaza ederek bunları fikir hâline getirmektedir.

وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَشْكُرُونَ (VaLAKinNa EaKSaRa elNAvSı LAv YaŞKuRUvNa)  

“Velâkin insanların çoğu şükretmiyor.”

İnsanların çoğu şükretmiyor” demek, kendilerine verilen imkânları kullanmıyor demektir.

Biz ilk olarak 1967’de çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşmış kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışmayı sağlamak üzere Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduk. Önce herkes karşı çıktı. Müslümanlar karşı çıktı. Lâikler karşı çıktı.

Sonra Turgut Özal Akevler’den ilham alarak toplu konut projesini geliştirdi. Böylece birçok siteler oluştu. Toplu Konut İdaresi (TOKİ) hâlâ faaliyettedir.

Ne var ki, bunlar sadece evler edinme yolunu tuttular. Ama sonunda aynı kooperatifte toplananlar siteler oluşturmaya başladılar.

Biz Akevler’i “Adil Düzen Sitesi” olarak kuramadık. Bunun başlıca sebebi, bizim yeteri kadar bilgimiz olmadığı için hatalar yapmış olmamızdır. Şimdi biz deniyoruz. Er veya geç “Adil Düzen Siteleri” kurulacaktır. İnsanlar şükredecektir. İnsanların çok azı şükredecektir. Adil Düzen sitelerini çok az kimseler kuracaktır. Ama devlet onların emrinde olacaktır.

***

وَقَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ (VaQAvTiLUv FIOy SaBiLi elLAHi)  

“Ve Allah sebilinde kıtal ediniz.”

Yurtlarından çıkarılanlardan bahsettikten sonra bize harp etmeyi emretmektedir. İnsanlar nizaya düştükleri zaman hakemliğe başvuracak ve sorunlarını çözeceklerdir. Hakem kararlarına uymayanlara karşı da savaş açılacaktır.

Burada müfa’ale bâbı gelmiştir. “Onlar kıtal ederlerse siz de mukabele ediniz” anlamı çıkar.

Allah’ın sebilinde” demek, devletin sebilinde, topluluğun sebilinde, bucağın sebilinde demektir. Yeryüzünde fitne kalkıncaya ve dinin hepsi Allah’ın oluncaya kadar mukatele ediniz diyor.

Yani iki şey için mukatele vardır. Biri, güvenlik için hakem kararlarına uymayanlarla kıtal yapılır. İkincisi de, demokrasi ve lâiklik için. “Dinde ikrah/zorlama yoktur” dediğimizde, din düzen olarak anlaşıldığı zaman demokrasi olur; din ittika/takva olarak anlaşıldığı zaman da lâiklik olur.

Kur’an’a göre lâiklik ve demokrasi ancak birlikte olabilir. Gerçek lâiklik varsa orada demokrasi vardır, gerçek demokrasi varsa orada lâiklik olabilir.

Bu neden böyledir?

Bu böyledir, çünkü lâiklik herkesin kendi kendine yaşaması ve başka insanların hayatlarına karışmamasıdır. Bunun anlamı demokrasidir. Demokrasi de halkı kendi inançları ile serbest bırakmaktır. Ekseriyet demokrasisi ne demokrasi ne de lâikliktir. Gerçek demokrasi ancak İslâmiyet’te vardır. İşte kıtal bu birleşik iki müessese için yapılabilir, yani gerçek demokrasi ve lâiklik için yapılabilir. Bunun teminatı da hakemlerdir, yargının üstünlüğüdür.

وَاعْلَمُوا (VaİGLaMUv)  

“İlmediniz.”

Eğer bir şey ittifakla karara bağlanacaksa, Kur’an o zaman “i’lemû” der, “biliniz” der. Eğer bir şey içtihada bırakılmışsa, o aman “ittika ediniz” der.

Burada “ilmediniz” deniyor. Allah’ın semi’ ve alîm olduğunu bilin deniyor.

Yani kayıtların ve yorumların neşri tek usulle yapılacaktır. Topluluklar veya kişiler ayrı ayrı kayıt tutmayacaktır. Kayıtlar bir merkezde Genel Hizmet tarafından tutulacaktır. 25 Genel Hizmet kişilere verileceği gibi, ortaklıklara, kişilere ve kamu kuruluşlarına da verilecektir. Yazılanlar farklı olacaktır, dosyalar aynı usulle tutulacaktır.

Hukuk çokluğu demek yargı çokluğu demek değildir. Yargı tektir, o da hakemlerdir. Hukuk ise çoktur. Herkesin kendi sözleşmeleri ve kararları vardır.

أَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (EınNA elLAHa SaMIyGun GaLIyMun)  

“Allah semi’dir, alimdir.”

Burada “semi’” ve “alim” nekire gelmiştir. O halde burada ifade edilen “Allah” insanların devletin, ilin, bucağın, insanlığın halifesi olduğu Allah’tır. Yoksa harfi tarifle gelmiş olurdu.

Şimdi, usulde bu kuralı biz koyduk ama biz bunu kendi kafamızla koymadık. Eski dilcilerin ve usulcülerin kurallarını uyguladık. İnsanın Allah’ın halifesi olduğu hususunu usulcüler tesbit etmişlerdir. “Hukukullah” demek, hukuku âm yani genelin hukuku demektir. Bu usulün ana kaidesidir.

Yine usulcüler haber nekre olunca orada hasr yoktur, marife olursa hasr vardır demişlerdir. Burada nekrede hasr yoktur. O halde Allah’tan başka da bilen vardır.

İşte bu tesbitlerden hareket ederek biz mânâ verirken diyoruz ki, bunları topluluğun da yapması gerekir. Bu usulde yenilik değildir. Bu usulün kuralları içinde geliştirilmesidir, beyanıdır. Bidat değildir.

Semi’” nedir? Kayıtları tutmak demek, bilgileri toplamak demektir. Burada dikkat edilmesi gereken şudur ki, halk bilgi üretecek, kamu ise sadece bunları kaydedecektir. Fiziki müşahedeleri halk yapacak, onu sözlere çevirecek, ondan sonra Genel Hizmet de bunları kaydedecektir. Bunun için “semiun” demiş de “basirun” dememiş.

Alim” ise bu bilgilerin sınıflandırılması, yerli yerine yerleştirilmesidir. Bu suretle ona kolayca ulaşılabilir olacaktır. Devletin haber toplayan kurumları olacak, bunları derleyip kurallar hâline sokan ve tasnif eden kurumları da olacaktır. 25 Genel Hizmet bu işleri yapacaktır.

“Allah’ın sebilinde kıtal ediniz ve biliniz ki Allah semidir, alimdir.” deniyor.

Şimdi bir bucağa saldırıldığı zaman bucak savunmaya geçer. Savunma nasıl olur? Bucak başkanı vardır. Bucak başkanının semtlere tayin ettiği emirler vardır. Halk bu emirlerden birinin askeridir. Savaş olur olmaz bunlar kıtalarına gidip cephede yerlerini alırlar. Ayrıca ocaklarda ikinci başkanlar vardır. Bunlar daha çok kadınlardır, yahut yaşlı emekli olmuş erkeklerdir. Bunlar da silahlanır ve bulundukları yerde savaşa hazır olurlar. Bunlar o semtin emirine bağlıdırlar. Tüm halk askeri nizama geçmiştir.

Tüm mallar ve mekânlar, yerler ve araziler de emirlerin komutasındadır. İşte bunların tamamı zaten kayıtlıdır. Artık kişiler kendileri kullanamazlar. Emirlerin emrindedir. Savunmaya böyle geçilir. Gerek işletmeler, gerekse tüketim tamamen merkezi yönetimle yürütülür. Savaş biter. Savunma tam olarak yapılmış ve savaştan zaferle çıkılmıştır. Savaş esnasında da kayıtlar aynen devam etmiştir.

Savaşın sonundaki bilânço da hazırdır.

a)      Savaşta ölen yahut sakatlanan insanlar vardır. Bunların diyetleri sözkonusudur.

b)     Savaşta zayi edilen mallar vardır. Bu zayi de topluluğun zararıdır. Kalan mallar eksilen miktar mevcut olanlarla kapatılır. Kalanlar eski mülkiyet ilkesi ile halka bölüştürülür.

c)      Kişilerin diyetleri kişiler tarafından taksit olarak bölüştürülerek ödenir. Malları ise mallarından tenzil edilir.

d)     Bucak bunu il ile beraber yapmışsa, ortak savunma şeklinde yapmışsa, il bütçesi içinde bu bölüşme olmuş olur. Jandarma olan kimseler bunları bölüşürler. Eğer devlet çapında olmamışsa o da illere yardımcı olur. İşte burada savaş hukuku seferberlikle başlar. Seferberlik demek, bucaklardaki mülkiyetin askıya alınması, bucağın tam sosyalizmle yönetilmesi demektir.

***

 

مَنْ ذَا الَّذِي (MaN Üav elLaÜİy)  

“Böyle olan kimse”

Men” soru olarak yorumlanabilir. O zaman bu kim olabilir? Böyle olan kimse kimdir? Bu özellikleri taşıyan kimse kimdir? Soru tazim veya tekbir için sorulur. “Elemtera” görmedin mi? Yani, gördün, ne büyük bir olaydır. Burada da böyle olan kim vardır? Bazan “Men” mübtedadır, “” onun haberidir. Ondan sonraki “Ellezî” cümlesi “Za”nın sıfatıdır, yahut bedelidir.

Bu kimdir?

Koskoca başbakan diyebilirsin. Yahut koskoca başbakan olan bu kimdir? Burada “ellezî” müfret olarak getirilmiştir. O halde ikraz edene bir yarar sağlanmalıdır.

Bankaya para tevdi edene veya ambara misliyatı tevdi edene ne yararlar sağlanacaktır? Faiz olmadığına göre kişi ne yarar görecektir? Bunları şöyle sıralayabiliriz.

a)      Önce, bankaya faizsiz para koyan bankadan faizsiz kredi almayı istihkak eder. Bu da parasının katlanması demektir. Herkes kredisini kullanmayacağı için bu zamanla birkaç kat olabilir. Böylece para artmadan paranın hareketi sağlanmış olur.

b)     Faizsiz kredileşme karz olduğu gibi şirketi kıraz da ikrazdır. Şirketi kırazda sermayeyi bir taraf, emeği diğer taraf koyar ve iş yapılır. Bu suretle üretim meydana gelir. Bu üretimden kişi yararlanmış olur.

c)      Bende beş lira, sizde beş lira, Ahmet’te beş lira olsa, hiçbir işe yaramaz. Bunları birleştirir de bir iş kurarsak, ortak sermaye ile bir işyeri açar ve o işyerinde hepimiz çalışırız, üretim yaparız. Toplanan yüz bin lira belki haftada bir devredeceği için biz bir yılda elli misli iş yapmış oluruz. Böylece karz-ı hasen veren verdiğinin birkaç mislini kazanmış olur.

d)     Karz-ı hasen verip onunla işletmeler kurulur, vergiler yani zekât ödenir. Zekât ile de altyapı yapılır, elektrik ve su getirilir, ülke imar edilir. Bizim arsamız bir lira iken yüz lira olur. İşte, demek ki karz-ı hasen kişiye birkaç katı ile dönmektedir.

يُقْرِضُ اللَّهَ (YuQRiWu elLAHa)  

“Allah’a ikraz ederse.”

Karz” kelimesi bir şeyi kesip koparmak demektir. Para hâline getirmek demektir. Altın ve gümüşte sikke yapmak anlamına gelmiş olur. Diğer misliyattan olanlarda ise denkler yapıp damgalamak demek, yani ambalajlamak demektir. Böylece standart hâle getirilmiş ve damgalanmış mal ambara teslim edilir.

Kasaya teslim edilirse buna ikraz denir.

Burada verilen misliyattandır. Yani siz bir daha o malı almayacaksınız. Onun benzerini alacaksınız. Bunun size sağladığı fayda, siz o malın muhafazası külfetinden kurtulmuş olursunuz. Onu taşıma külfetinden kurtulursunuz. Kırk kilo patates taşıyacağınıza, elinize aldığınız patates senedini taşırsınız. Alırsınız, satarsınız. En sonunda kim kullanırsa o taşır.

Kur’an ona da taşıtmıyor. Kişi ambara verirken onun taşıma masraflarını da vermektedir. Ondan sonra kâğıdını satınca alan kişi kendi bakkalına gidip sipariş vermekte, nakliye evine teslim etmektedir.

İnsanlık henüz bu seviyeye çıkmamıştır. Ama çıkmak üzeredir.

Allah’a ikraz etmek” sözü, ortak kasa ve ortak ambar demektir.

Kapitalistler henüz bu seviyeye çıkmamışlardır. Ama Sovyetlerde böyle ortak ambar vardır.

Kişi ürettiği malı kontrolöre götürür, muayeneden sonra damgalatır, ambara teslim eder. Mallar oralarda muhafaza edilir. Bu organizasyonlar olmasaydı kişi üretim yapamaz, patronun işçisi olmaya mahkûm edilirdi. Nitekim bugün bu böyledir.

İşte, buradaki “ikraz”ın müfret olarak kullanılmasının hikmeti, özel teşebbüsün mevcut olmasıdır. Kapitalistlerde hiç ambar yoktur. Sosyalistlerde ise devlet ambarı vardır. Ama işçiler ücret almaktadırlar. Dolayısıyla çalışanlar işçi durumundadırlar. Oysa Kur’an ortak ambar koymakta ama üretimi halk yapmaktadır. Halk ürettiği standart malları ambara teslim etmekle ikraz etmektedir. Yani liberalizm korunmakta ama sosyalizmin faydalarını da içermektedir.

Burada “karz” kelimesi nekire gelmiştir. Çünkü değişik senetler vardır. Onun karşılığı olarak değişik mallar vardır. Dolayısıyla karz da değişiktir. Selem senetlerindeki tenzilat serbest piyasa kuralları içinde yapılmaktadır.

قَرْضًا حَسَنًا (QaRWan XaSaNan)  

“Hasen karzı ikraz ederler.”

Hasen olmayan karz nedir? Faizli karz hasen olmayan karzdır. Ben borç veriyorum. Karşılığında daha fazlasını istiyorum. Zarara da iştirak edersem bunu istemek hakkımdır. Bu şirketi kırazdır. İşçi emeğini zarar eder, sermaye sahibi de malından zarar eder.

Karz-ı hasenin başka çeşidi de kredileşmedir. Yani siz bana altı ay bin lira kullandırıyorsunuz, ben de size üç ay 2000 lirayı kullandırıyorum. İşte, ister şirket-i kıraz olsun, ister tekaruz olsun, bu karz-ı hasendir.

Allah faizi haram etmiştir. Faizi Allah ve resulü ile savaş şeklinde ilan etmiştir. Ama kredileşmeyi de farz kılmıştır. Bugün hiçbir ekonomist çıkıp da; yahu bu yanlış uygulamadır, başarısız sonuç alınır demiyor, diyemiyor.

Biz meydan okuyoruz. Bunun kötü veya eksik tarafı varsa, gelsinler bizi aydınlatsınlar, biz onlara uyalım. Gelemezler, konuşamazlar, söyleyemezler. Çünkü onlar da bunları bizim kadar bilmektedirler. Belki de fazlasını bilmektedirler. Ama bu sermaye tekelini kaldıracağı için satılmış beyinler bundan fazlasını yapmazlar.

فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً  (Fa YuWaGıFaHU LaHu EWGAvFan KaÇİRaTan)  

“O ona çokça katlandırılır.”

İnsanlar ortak üretir ve özel olarak tüketirler. Ortak üretim ancak ve ancak kredi müessesesi ile gerçekleşir. Eğer kredi müessesesi olmazsa gelişmiş ekonomilerde hayat olmaz.

Bugün insanlar artık kendileri üretip kendileri tüketmiyorlar.

a)      Tek başına üretim olmamaktadır. Bir üretime herkes katılmakta ve birlikte çalışılarak üretim yapılabilmektedir. Üretimi yapabilmek için girdilere ihtiyaç vardır. Tesis kiralanacaktır, işçi çalıştırılacaktır, ham madde alınacaktır. Sonra da organize olunacaktır. Bütün bunları yapabilmemiz için girdilere bir bedel ödememiz gerekir. Bu da paradır. O para nedir? Girdilere karşı verilen senettir. O halde bir senet mukabili bir malı satmak veya ortaya koymak da kredidir. Bir adada olduğunuzu farz edin. Herkes çalışıyor, çalıştığını deftere yazıyor. Sonunda elde edilen buğdayı bölüşüyorlar. İşte burada kişinin emeğini baştan ortaklığa koyması karz-ı hasendir. Eğer böyle bir ortaklık kurulmasaydı da kişiler emeklerini koymasaydı asla üretim olmazdı. Dolayısıyla bu sayede ürün meydana geldi ve bu ürün birkaç kat oldu. İşte karz-ı hasen budur. Senede elli defa devrederse elli misli katlanmış olur.

b)     Üretmek yeterli değildir. Üretilenin satılması gerekir. Eğer halkın elinde satın alma gücü yoksa ürettiğin mal hiçbir işe yaramaz, çürüyüp gider. Bu sefer yine karz-ı hasene başvuruyoruz. Önce herkese diyoruz ki; emeğinizin karşılığı bir pay senedini alın, mamulü almayın, çünkü sizin işinize yaramaz. Onunla sizin ihtiyacınız olan malları satın alın. Burada da üreticiler ambara koymakla, faizsiz koymakla karz-ı haseni ifa etmiş olurlar. Daha önce emeklerini vererek karz-ı hasen yaptılar. Şimdi de mallarını satarak karz-ı hasen yapmaktadırlar. Senin evinde bir ton süt olsa, sana üç kilosu yarar, geri kalanı dökmek durumunda kalırsın. Ama eğer bunu karz-ı hasen olarak ortaya koyarsan yüzlerce kat yararlanmış olursun. Ortak üretim sizi zengin etti, ortak tüketim de sizi zengin etmektedir. Ed’âf-ı mudaaf olmaktadır.

c)      Yine mevcut adamıza dönelim. Yağmurla sulanan bir tarla dönümüne ancak 20 kilo vermektedir. Eğer bent yapar kanal açarsak verim yüzleri aşar. Oysa tek başınıza kanal açamazsınız. Bu sefer birleşiyoruz, hepimiz birlikte emeklerimizi yatırıma yöneltiyoruz. Bent yapıyoruz, kanal yapıyoruz. Tarlamızın verimi kat kat artıyor. Oysa böyle yapmasaydık o emeğimiz boşa gidecek, kumar ve içkide harcanacaktı. Buna “imar” diyoruz. Herkes artırdığı zamanı ortaya koyuyor, imar ediliyor, kat kat verim artıyor. İşte burada da karz-ı hasen kat kat geri dönüyor. Bizzat kişiye geri dönüyor.

d)     İşler burada bitmiyor. İnsanlar ilim yapıyorlar, keşif yapıyorlar, alet icat ediyorlar. Buluşlarını ortaya koyuyorlar ve o sayede verim kat kat artıyor. Bir insan parmakları ile günde birkaç metrekare yer kazıyabilir. Ama çapa bulunduktan sonra bu yüzlerle yükseldi. Sonra sapan bulundu, gene yüzlerle katlandı. Şimdi traktör de sapanın yaptığının yüz katını yapabilmektedir. Bu her sahada böyledir. Yaya yürürsünüz, ata binersiniz, at arabasına binersiniz, otobüse binersiniz, uçağa binersiniz. Ne kadar verimli sonuç alınmaktadır. İşte, bilgilerini ve buluşlarını ortaya koyanlar da karz-ı hasen vermektedirler ve sonra kat kat yine kendilerine dönmektedir.

 

Bu işi başarmamız için karz-ı hasen verenlere bir belge vermemiz gerekmektedir. O belge de paradır. İşte paranın bu sebeple sağlam olması gerekir. Çünkü orada bütün karzlar yatmaktadır.

Para politikasını buna göre ayarlamamız gerekir.

a)      Karşılıksız para çıkarmamalıyız. Piyasaya çıkan her senedin bir karşılığı olmalıdır. Bu anda olmasa bile ileride olacağı taahhüdünde bulunulmalıdır. Bu senetler toplulukça garanti edilmektedir. Paranın sağlığı için bu şarttır.

b)     Faiz karşılıksız paradır. Bir yerde üretim olmaksızın artan paradır. Selemden farklıdır. Selemde ne artacağı, kimin artıracağı bellidir. Faizde ise maldan bahsedilmemektedir. Dolayısıyla faize karışan para sağlıklı para değildir.

c)      Para kamunun teminatı altında olmalıdır. Onu koruyan ordu bulunmalıdır. Kişilerin para çıkarması caiz değildir. Yani senedi devlet çıkaracak, kredi olarak insanlara verecek, onlar da satın aldıkları emeğe karşı, eşyaya karşı bu senedi veya parayı vereceklerdir.

d)     Para serbest olarak dolaşmalı, fiyatlar, ücretler ve kiralar serbest değerlendirilmelidir. Liberal bir ekonominin aracı olmalıdır. Bu özellikleri haizse o karz-ı hasen aracıdır.

Bu arada karz-ı haseni ikraz et deniyor. Oysa başka yerde de karz-ı haseni ikraz ediniz diyor. Böylece karz-ı hasen aynı zamanda para ikrazı demektir, banka demektir.

Şimdi faizli sistemde bu hasenlik sömürü sülüğüne dönüşmüştür.

“Adil Düzen” faizsiz düzeni yani karz-ı hasen düzenini tesis edecektir.

وَاللَّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ (Va elLAHU YaQBıWu Va YaBSUOu )  

“Allah kabzeder ve basteder.”

Burada ekonominin temel kuralını koymuştur. Bu da serbest piyasa kuralıdır.

Hazreti Peygamber’e; krizler oluyor, fiyat koy demişler, o da reddederek kabıd ve basıt olan Allah’tır demiştir.

Burada da bir hususu iyice öğrenmemiz gerekir. Allah devleti temsil eder. Resul hükümeti temsil eder. Hükümet hiçbir zaman devletin temsilcisi değildir, onun elçisidir.

Burada “Allah kabzeder ve basteder” dendiğinde, topluluk demek isteniyor, yöneticiler değil. Arz ve talep kanunları çalışır. Denge kurulur.

Faiz neden haramdır? Haramdır, çünkü serbest piyasa kurallarını ortadan kaldırmaktadır.

Kapitalistler bunu devletin müdahalesi şeklinde anlamakta ve serbest piyasaya müdahale ediyor diye sosyalizme karşı çıkmaktadırlar. Sosyalistler de tam tersine olarak, sermaye tekeli piyasaya müdahale ediyor diye kapitalizme karşı çıkıyorlar. Her ikisi de yarı yarıya haklıdırlar. İstenen “tekeli önlenmiş serbest rekabetli piyasa”dır. Halk ekonomisidir. Adil Düzen budur. Dengeli ekonomi demektir.

İşte, çağımızda serbest rekabetin korunması için elde mevcut imkânlar nelerdir?

a)      Kredi faizsiz olacak ve cebri icraya tâbi olmayacaktır.

b)     Kredi faizsiz olarak halka ve çalışanlara verilecektir.

c)      Kredi bütçesi yapılacak, takdiri kredi yerine istihkak kredisi verilecektir.

d)     Kredi teminat altında olacaktır.

Zekât yani vergi karşılığı faizsiz kredi verilecektir. Geçmişte ödenen vergilerin gelecekte kredileri olacak, faizsiz kredileri olacaktır. Vergi karşılığı mallar sigortalanacaktır. Primli sigorta olmayacaktır. Herkes ve her şey sigortalanmış olacaktır. Sigorta dayanışma ortaklığı şeklinde oluşacaktır. Kapitalizm mantığı içinde sigorta olmaz.

وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ(245)  (Va EiLaYHi TıRCaGUvNa)  “Ona irca edilirsiniz.”

Karz-ı hasen müessesesinin arkasından serbest piyasa kurallarını koydu. Şimdi de “Ona irca edileceğini” beyan etti, devlete rücu edileceğini bildirdi, bucağa rücu edileceğini bildirdi.

Tüm senet ve kredileşmede kamu kefildir. Borç faizsizdir. Kamu tarafından verilmektedir. Kamunun garantisindedir. “Siz ona irca edilirsiniz” deniyor. Yani kişiler yaptıkları bütün tasarrufları devletle yapmış olurlar. Akevler sözleşmesinde şu yazılıdır. Kredi limitleri içinde kim birine bir şey verirse kooperatife vermiş olur ve kooperatiften alacaklı olur; kim birinden bir şey alırsa kooperatiften almış olur ve kooperatife borçlu olur. Alacağınızı alamazsanız kooperatife başvurup alırsınız. Son merci kamudur.

Cahiller vardır. Sömürü sermayesinin uydurduğu cümleleri tekrar ederler, İslâmiyet’te devlet düzeni yoktur derler. İslâm âlimleri de sükût ederler. Devlet düzeni yalnız İslâmiyet’te vardır. Nerede dine/düzene dayalı olmayan devlet kurulmuştur? Kur’an burada da ne kadar büyük bir sistemi ortaya koymaktadır. Böylece ekonomik tıkanmalar tamamen kalkmaktadır.

 

ADİL DÜZEN 417

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 79. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلَإِ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ مِنْ بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمْ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ أَلَّا تُقَاتِلُوا قَالُوا وَمَا لَنَا أَلَّا نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَأَبْنَائِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمْ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ(246)

أَلَمْ تَرَ (EaLaM TaRa)  “Re’yetmedin mi?”

Tarihi bir olayı anlatmaktadır ve “sen re’yetmedin mi?” demektedir. Tarihi olay nasıl re’yedilir?

Re’yetme her zaman re’ye’l-ayn yani göz ile görmekle olmaz, re’ye’l-ilm ile de olabilir. Eğer siz üzerinde düşünürseniz ve ilmen öyle olduğuna kanaat getirirseniz, re’ye’l-ilm olur. Bunun böyle olmasının çok büyük önemi vardır. Şahitlerin bir şeye şehadet etmeleri re’ye’l-ayn yani göz görüşü ile değil, ilmin görüşü ile olmaktadır. Bir soruşturmacı soruşturma sırasında kesin kanaate varırsa; ben bunu böyle re’yettim, kıyas yoluyla ben bunu böyle müşahede ettim diyebilmektedir.

Yine bu bize öğretmektedir ki, tarihi olayları tetkik ettiğimiz zaman ilmen onun öyle olduğuna kanaat getirsek ayn gözü ile görmüş oluruz.

Burada “terav” değil de “tera” olarak hitap etmesi, “sen re’yetmedin” denmesi, “siz re’yetmediniz” denmemesi, herkesin tarihi olaylardan kendisinin ibret alması gerektiğini ifade eder. Herkes tarihi olayları tetkik etmez ama tarihçilerin yazdıklarına inanır. O halde mütevatiren sabit olan tarihi olayları tesbit edip ortak bir tarih kitabını yazmamız gerekmektedir. Bu Kur’an’da zikredilen peygamberlerin hikâyesinden ibaret kalmamalıdır. Çünkü “tera” deniyor, “sana kasas edilen” denmiyor. Yine bu ifade bize gösteriyor ki, belli ilimleri tahsil etmek bütün kişilere farzdır. Sekiz yıllık ilköğretimi çocuklara yaptırmak velilere farzdır. İnsanın ömrünün sonuna kadar ilim tahsil etmesi farzdır. İcma ile sabit olan tarihi vakaları çocuklara öğretmek ve insanlara ulaştırmak farzdır. Üç yıllık temel eğitim bir tarafa bırakılacak olursa, yirmi yıllık beşer yıla taksim edilmiş ilk, orta, yüksek ve akademik ders kitapları olacak, bu kitaplar okunacak. Her yıl bu kitaplardan imtihanlar yapılacak. Yapılan imtihanlardaki başarılarına göre insanların ilmî dereceleri yükseltilecek ve başaranlar derece atlayıp ehl-i amil, ehl-i zikr, fakih ve rasih olabileceklerdir. “Elem tera”nın taşıdığı mânâlar bunlardır.

إِلَى الْمَلَإِ (EiLay elMaLaEi)  “Melei re’yetmedin mi?”

Burada “re’y” kelimesi “ilâ” ile teaddi etmiştir. Oysa “re’yetmek” zaten muteaddidir. O zaman gözle görmek olur. “İlâ” ile gelirse ilmî araştırma yapma, zihni ona yöneltme demektir. Bu bilgiye kitaplarla ulaşıldığı için “ilâ” kelimesi gelmiştir.

M. Lütfi Hocaoğlu’nun yaptığı ilmî çalışmalara bir yenisi daha katılmalıdır; fiillerin harfi cerlerle kullanılması. Mesela, “Elemtera keyfe feale rabbuke bi eshabil fil”de harfi cersiz kullanılmıştır. Burada “ilâ” ile getirilmiştir. Acaba “re’y” kelimesi başka harfi cerlerle getirilmiş midir? Buna dair çalışmalar yapılıp bilgisayara geçirilmelidir. “Re’y” kelimesinin Kur’an’daki mânâsı böylece açıklanmalıdır.

“Mil’” dolu demektir “İmla’ etmek” demek, doldurmak ama ağzını kapatmamak demektir. “İmlal” ise çuvalın ağzını doldurarak kapatmak demektir. “Mele’” bir topluluğun en üst yöneticileridir. Bunlar şunlardır. Başkanlık çevresindeki kimselerdir. Mukarrabundur. Bunlar her bucakta beş ile yirmi kişi kadar olacaktır.

Mele’” ümmet gibi çoğul ismidir, ellezîne ile tavsif edilmektedir, vav elifle yazıldığı yerler vardır. Topluluğun en üst temsilcileridir. Yönetim kuruludur.

مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ (MiN BaNIy EiSRAEIyLa)  “İsrail oğullarından.”

Burada “Min” teb’iz için değildir, tebyini cins içindir. Yani “İsrail oğullarının seçtiği melei re’yetmedin mi” demektir. Mele’ kelimesi marife gelmektedir. Teb’iz için olsaydı nekire gelmesi gerekirdi.

Bizim bilmediğimiz bir mele’ olduğu için bu İsrail oğullarının meleidir. Bundan sonra nebinin nekire gelmesi melein marifeliği, melein sürekli olmasıdır. Yani kabinenin üyeleri teker teker değildir ama kabine değişmez. Bu şunu ifade eder, hükümet düşmez, bakan düşer. Mes’uliyet şahsi olduğundan her bakan ayrı ayrı muhakeme edilir, gerekirse düşürülür. Başbakanın başarısızlığı bakanların başarısızlığına götürmez. Bakanlardan biri değişir, biri gelir diğeri gider, hattâ başbakan gelir gider ama hükümet değişmez, hükümet hep aynı hükümettir. Onun için nebi nekire geldiği halde mele’ marife gelmiştir.

Buradan yine şunu öğreniyoruz ki, bakanlar cumhurbaşkanı tarafından atanmaz, meclis tarafından seçilerek gelir. Cumhuriyet’ten önceki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşma şekli ile oluşur. Düşürme meclisin ekseriyeti ile olmaz, hakemlerin kararı ile olur.

Buradaki “min” atanmış değil de seçilmiş kabine demektir. Kabinenin de devamlılığı esastır.

مِنْ بَعْدِ مُوسَى (MiN BaGDi MUvSAy)  “Musa’nın ba’dinde.”

Hazreti Musa’dan sonra İsrail oğullarının melei yani kabinesi olan nebilerine denmektedir. Hazreti Musa hem nebi hem resuldür; kurucu resuldür. Hazreti Muhammed de kurucudur. Kurucuların imtiyazı vardır. Onun ümmeti olarak addedilirler. Yani onun baş imamlığı devam eder. Hazreti Musa İsrail oğullarını teşkilatlandırmış, eğitmiş ve yerleşik devlet kuracak hâle getirmiştir. Ama Hazreti Musa zamanında vaat edilen topraklar alınamamış ve İsrail devleti kurulamamıştır. Bu görev Peygamber Yuşa’ya verilmiştir. Yuşa vaat edilen topraklara girmiş ve İsrail devletini kurmuştur. Hazreti Davut peygamber 200 yıl sonra gelmiştir.

إِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمْ (EiÜ QAvLUv LiNaBiyYin MinHuM)  

“Onların nebilerine demişlerdi.”

Burada “iz” gelmiştir. O halde geçmişte olanlar anlatılmakta ama “re’yetmedin mi” denmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, re’yetmek gözle görmek anlamında değildir. “Nebi” nekiredir. Onun için “linebiyyihim” denmemiş, “linebiyyin lehum” denmiş, “onların kendi nebilerine” denmiştir.

Bu âyet önemli bir sorumuzu çözmektedir. Bugünü ele alalım. Bir “nebi” vardır, bir de “resul” vardır. Resul devlet başkanıdır, nebi meclis başkanıdır. Meclisin görevi yasaları yapmak, bakanları ve bölge müdürlerini atamak, bakanlıkların ve bölge müdürlüklerinin bütçelerini yapmak, nihayet bakan ve görevlileri denetleyerek gerektiğinde hakemler nezdinde dava açmaktır.

Mecliste dört şura vardır; ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şuralar. Meclis başkanı hem meclise başkanlık yapar, hem de bu şuralara başkanlık yapar. Bu nebidir. İlmî şuranın üyeleri nebilerdir. Bu baş nebidir. Buradaki “nebi” işte bu baş nebidir. Resul ise başbakanı atama ve yargılama ile ilgili bakanlıklar arasında koordinasyonu sağlama, bölgelere emirler atayarak orduları oluşturma ve barışta başkomutan görevini yüklenmiştir.

Şimdi bir soru ortay çıkar: Meclis başkanı mı protokolde ilerdedir, yoksa devlet başkanı mı ilerdedir?

Bu âyet gösteriyor ki meclis başkanı protokolde cumhurbaşkanından daha ilerdedir. Çünkü resulün yerini alacak meliki nebi atıyor. Bugünkü çelişki işte buradadır. Meclis hükümetin üstündedir. Hükümetin başkanı meclis başkanının altındadır. İşte bu çelişki dengesizlikleri oluşturmaktadır. Kur’an bu çelişkiyi kaldırıyor, meclis başkanını yönetimin başının üstüne çıkartıyor. Kur’an’a göre barış zamanında nebi ile resul yani meclis başkanı ile cumhurbaşkanı aynı kişi olmaktadır. İmam yani başkan bölgelere emirler, ordu komutanları atamaktadır. Onlar kendi bölgeleri dışındaki halktan askerlerini toplamakta ve ordularını oluşturmaktadır. Yeter sayıda katılanlar bulunursa ordu teşekkül etmekte, komutanlar da meclisin yani siyasi şuranın üyeleri olmaktadırlar. Ayrıca bakanlar kuruluna başkanlık etmek üzere başbakanını yani vezirini atamaktadır. Kendisi nebi resul olarak görev görmektedir.

Eğer dış saldırı bir cepheden gelirse, cephe komutanı savunmasını yapmaktadır. Ama eğer tüm ülke savaşa girecekse, o zaman seferberlik ilan edilir ve hukuk düzeni yerine askeri düzene geçilir. İşte o zaman başkomutan atanır. Meclis, yani askeri şura, yani ordu komutanları o zaman bir başkomutanın atanmasını isterler. Çünkü başkan resuldür, melik değildir. Barış döneminde meliklik yoktur. Kendisi de denge unsuru olma durumundadır.

Demek ki normal zamanlarda genelkurmay başkanı yoktur, ordu komutanları vardır ve doğrudan doğruya devlet başkanına bağlıdırlar. Bu başkan aynı zamanda birinci derecede meclis başkanıdır. İllerde gerekli görülürse il başkanı sıkıyönetim ilan ederek ordudan askeri birlik ister ve yönetimi ona teslim eder. İstediği zaman da alır. Devletin asker isteyebileceği bir mercii olmadığı için başkomutan atanır. Yönetim ona teslim edilir. Görevi sona erdiğinde başkomutanlık da sona erer.

“Li rasulin” demeyip de “li nebiyyin” denmesi, meclis başkanının protokolde daha ileri olduğunu ifade eder. Benim bu mânâ verişimi herhalde hiçbir fıkıhçı yadırgayamaz. Çünkü mecliste ilmi şura oluşmuştur. Onların başkanı meclis başkanıdır. Aynı zamanda devlet başkanıdır. Alimler nebilerin vârisleri değil midirler?

İşte ben de onu anlatıyorum. Yönetim tarihte safhalar geçirmiştir. Önce din adamları yönettiler, sonra siyaset adamları yönettiler, şimdi de iş adamları yönetiyorlar. Gelecekte insanlığı ilim adamları yani nebilerin vârisleri yönetecektir. Savaş zamanlarında ise seferberlik ilan edilecek, başkomutan atanacaktır. Başkan ise yönetimi ona devredecektir. İstediği zaman da savaş durumuna son verecektir.

ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا (iBGaÇ LaNAv MaLiKan)  “Bize bir melik ba’set.”

Melikler yönetimi yerine resullerin yönetimi demektir. Resul elçidir. Askeri yönetim şekliyle yönetmez. Nezaret eder. Re’yetemz. Melik ise re’yeder, merkezi yönetimi uygular.

Krallık yönetimi sona ermiştir. Yerine hukuk yönetimi, risalet yönetimi getirilmiştir. Ancak savaş risalet yönetimi ile olmaz, o amaçla savaş zamanında melikin atanması gerekir.

Burada tekrar askeri yönetim ile hukuk yönetimi arasındaki farkları gözümüzün önüne getirmeliyiz.

Her askerin ve sivilin bu farkları iyi bilmesi ve birbirlerinin usullerine karışmaması gerekir.

a)      Hukuk düzeninde şeriat vardır, kurallar vardır. Herkes kurallara uyar ve hakemlere karşı sorumlu olur. Askerlikte ise emir-komuta vardır, herkes amirin emrine uyar ve amirine karşı sorumlu olur.

b)      Hukuk düzeninde kişiler davranışlardan sorumlu olurlar, sonuçlar ise faaliyet sonunda ortaya çıkar, kollektif olarak ortaya çıkar. Kişi sorumlu değildir. Askerlikte ise sonuçtan sorumluluk vardır. Hedefe ulaş da hangi yolla gidersen git.

c)       Hukukta sorumluluk şahsidir. En yakını olsa bile kimse kimsenin yaptığından sorumlu olmaz. Kişi kendisi sorumlu olur. Askerlikte ise sorumluluk ortaktır. Kaybederlerse hepsi suçlu olur, kazanırlarsa hepsi zafer kazanmış olur.

d)      Hukukta haklı kuvvetlidir. Kim haklı ise o kazanır. Askerlikte ise  kuvvetli olan haklıdır. Kim savaşı kazanırsa haklı olan odur.

Bir kimse eğer askerlikte yetişmişse askeri kurallara alışmıştır. Hukuk düzeninde başarılı olamaz. Hukuk düzeninde yetişmiş ise askerlikte başarılı olamaz. Bunun için devlet başkanlarının asker olması gerektiği görüşünü hep savundum. Bu savunmamda küçük bir değişiklik yapıyorum. Meclis başkanları profesör olmalıdır. Yönetim başkanları asker olmalıdır. Yönetim başkanı meclis başkanına tâbi olmalıdır. Bugünkü anayasamıza en yakın çözüm budur.

“Adil Düzen Anayasası”nda ise barış zamanında meclis başkanı ile cumhurbaşkanı aynı kişi olmalı, seferberlik hâlinde başkomutan melik olarak atanmalıdır. Savaşlarda yani böyle olağanüstü hallerde olağanüstü yetkili başkomutanlar atanmıştır. İstiklâl Savaşımızda Mustafa Kemal böyle olağanüstü yetkilerle donatılmış başkomutan olarak atanmıştır.

نُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (NuKaTiL FIy SeBİyLi elLAHi)  “Allah’ın sebilinde kıtal edelim.”

Allah’ın sebilinde kıtal etmek” demek, meşru olan kıtali yapalım demektir. Birisi toprağınıza saldırsa, ona karşı savunmaya geçme haktır. O topluluk için savaşmadır. O da Allah yolunda savaşmadır. Bir de zulme uğramış toplulukları zulümden kurtarmak için hakem kararları ile mahkum edilen ama hakem kararlarına uymayan kimselerle savaşmaktır ki, bu insanlık için savaştır.

Kur’an’dan önce bu görev İsrail oğullarına verilmiştir. Kur’an’dan sonra bu görev Kur’an ehline verilmiştir. Irk olmaktan çıkarılmış ve bu görev artık iman olarak tevcih edilmiştir. Her ne şartla olursa olsun, savaşın Allah yolunda olması için hakem kararları gerekmektedir. Yoksa herkes kendine göre sebilullah der ve diğer taraflara saldırır. Savaş ganimet için yapılmaz, petrol için yapılmaz. Savaş hakem kararlarına uymayan toplulukları hakem kararlarına uymalarına zorlamak için yapılır. Ama savaş bir defa başladı mı, savaşın harcamaları da savaşın sonuçları ile alınır. Onun için ganimet meşrudur. Ganimet için savaş yapılmaz ama gerektiğinde ganimet meşru olur. Ganimet için savaşma Allah sebilinde savaşma değildir. Burada “Li Sebilillahi/ Allah’ın sebili için” denmemiş, “Fî Sebilillahi/ Allah’ın sebilinde kıtal edelim” denmiştir. Allah’ın sebili için kıtal demek, Allah rızası için onun isteği ile kıtal etmek demektir. Allah’ın sebilinde kıtal demek, Allah’ın koyduğu kurallar içinde, şeriat içinde kıtal etmek demektir. Bu sebeple diyoruz ki, Allah’ın sebilinde kıtal demek, hakemlerin izin verdiği kıtal demektir, şeriatın izin verdiği kıtal demektir.

Buradaki “Fi”yi “Li” olarak anlayıp ilayı kelimetullah için savaşı meşru gören ve İslâmiyet’i saldırgan din yapan zihniyet vardır. Oysa Allah sebili için değil, Allah sebili içinde kıtal etme emrolunmuştur, yahut müsaade edilmiştir. “Meliki bize ba’set, meliki bizim üzerimize görevlendir” diyorlar. Bu da açıkça gösteriyor ki, aynı zamanda meclis başkanı olan devlet başkanı başkomutanı atama yetkisine sahiptir.

Yine buradan öğreniyoruz ki, başkanın yetkisinde olan işlerde şura üyeleri ittifakla da olsa karar alamazlar. Başkomutanı atama, savaş ilan etme, savaşı sona erdirme yetkileri başkana aittir.

  قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ (QAvLa HaL GaSaYTuM)  

“Ne yapmak istiyorsunuz, isteğiniz nedir?”

Asa” “eta” kelimesiyle akrabadır. “Eta” gelmek anlamındadır. Gelmesini istemek “asa”dır. Asanın fiili muzarisi yoktur, emir sigaları yoktur. Burada söyleyen nebilerdir. “Bize meliki ba’set” dedikleri zaman ne söylediklerini bilmekte midirler? Nebileri de onlara melik nasbedecektir ama onlara önce nasihat vermektedir.

Yurt dışına gidecek komutanı da devlet başkanı nasbeder. Gönüllüler bu komutana katılırlar. Gönüllüler bu komutanın emrine mâli imkânlar verirler. Bir savaş şirketi oluşmuş olur. Yurt dışına gidip savaşırlar. Uluslararası alınmış kararlara uyarak Allah’ın şeriatı içinde hakem kararlarına uymayanlara hadlerini bildirirler. Ne var ki, savaşa izin vermek kolaydır ama savaşmak zordur.

إِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ (EiN KuTiBa GaLaYKuMu eLQıTALu)  “Size kıtal kitab edilse”

Arapça “Kitab” deyince gelişigüzel kitap anlaşılmaz. Roman kitap değildir. Astronomi de kitap değildir. Kitap, içinde hükümler içeren yazıdır. Sözleşme kitaptır. Kanun kitaptır.

Size yazıldı” demek, size farz kılındı demektir.

Kur’an’da emretmek, vasiyet etmek, farz etmek ve kitabet etmek şeklinde yükümlülükler ifade edilmektedir. Ayrıca hükmetmek ve kaza etmek fiilleri vardır.

Size yazıldı” yükümlü hâle getirildi demektir.

Allah yeryüzünü yaratmış, insanlara vermiştir. İnsanlar bunları Allah’ın emrettiği şekilde oluşturdukları şeriata göre işlerler ve yaşarlar. Bu düzen, şeriat düzeni, içtihatlarla, sözleşmelerle, istişarî kararlarla ve hakemlerin hükümleri ile oluşur. İnsanlar hakemlerin kararlarına uysalar kıtale de gerek yoktur.

İnsanlar hakem kararlarına uymadıkları gibi, ganimet için savaşlar da yapıyorlar.

İşte, hakem kararlarına razı olmayıp savaş çıkaran, diğer ülkeleri sömürmek isteyen bir grup insan vardır. Bunlarla savaşarak onları barış çizgisine yani hakem kararlarına getirme işini Allah bir topluluğa vermektedir. Baştan bu görev İsrail oğullarına verilmiştir. Roma’nın Hıristiyan olmasıyla bu görev İsrail oğullarından Hıristiyanlara intikal etti. Kur’an nâzil olunca da bu görev gönüllü olan mü’minlere verildi. Kıyamete kadar bu görev Hazreti İsa’ya tâbi olanlara verilmiştir. Onlar da Hıristiyanlar ve mü’minlerdir.

İsrail oğulları önce Mısır’dan çıkmışlardır. Bu çıkış kendi istekleri ile olmuştur. Mısır’da köle olarak yaşayan İsrail oğulları Hazreti Musa’nın verdiği mücadele ile oradan ayrıldılar. Çölde kırk yıl dolaştıktan sonra Filistin’de İsrail devletini kurdular. Akdeniz’i idari açıdan göl hâline getirdiler. Demircilik dahil sanayi hamleleri yaptılar. Tevrat’ı  ve şeriatı dünyaya yaydılar. Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarını sentez ederek bugünkü laik uygarlığın temelini attılar.

Ne var ki İsrail oğulları görevli bir kavimdi; tüm insanlığı tek uygarlığa götürmek, Kur’an uygarlığına götürmekle görevli idi. Tarihte parlak iki dönem geçirecekleri yazılıdır. Birini Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman zamanında geçirmişlerdir. Birini de şimdi geçiriyorlar. İsrail oğullarının görevlerini başarabilmeleri için yeryüzüne dağılmaları gerekmekte idi. İki defa ülkelerinden sürülmüşlerdir. Biri Babil sürgünüdür. Babil’e götürülmüş ve orada bir taraftan Tevrat uygarlığını onlara öğretmişler, diğer taraftan kendileri de Sümer uygarlığını öğrenmişlerdir. Tekrar ülkelerine dönmelerine izin verilmiştir. Sonra da Bizanslılar onları dağıtmışlardır. Bugün yeryüzünün her tarafında Yahudiler yaşamaktadır.

Bugün insanların anlaşmaları için artık üniversiteler kurulmuş, lisan okulları ortaya çıkmış, iş dolayısıyla ve göçlerle dünyanın bütün dilleri birbirleriyle tercüme edilir hal almıştır. Oysa o zamanlarda halklar ayrı ayrı dillerle konuşuyor, buradan Ankara’ya gitmek bile haftalar sürüyordu. Bu şartlar altında insanlığı tek uygarlığa götürmek imkansız idi.

İşte, insanlık arasında ilişki kurmalarını sağlamak ve bugünkü uygarlığa ulaşabilmelerini gerçekleştirmek için dünyanın dillerini bilen, her yerde yaşayan bir kavme ihtiyaç vardı. İşte bu kavim İsrail oğullarıdır. Bugün bile uygarlık hâlâ onların eşliğinde gelişmektedir. Savaşma görevi şimdi onların değildir ama hâlâ ekonomide, siyasette ve ilimde onlar dünyada en çok faaliyet gösteren bir kavimdir.

أَلَّا تُقَاتِلُوا (EaN LAv TuQAvTiLUv)  “Kıtal etmemeyi mi istiyorsunuz?”

Yani size savaşmak emredildikten sonra savaşmama durumuna düşmeyi mi istiyorsunuz?

Mü’minler adil düzeni kurduktan sonra o düzene karşı çıkanlarla savaşmakla yükümlüdürler. Ama adil düzeni kurmadan savaşma durumunda değildirler. Savaşmaya izin yoktur.

Mü’minler burasını çok iyi anlamak durumundadır. Yöneticilere karşı gelinmez. Yöneticilere isyan edilmez. Yöneticilere kayıtsız şartsız itaat edilir. Ama bu itaat onlarla fikrî mücadeleyi, hakka davet mücadelesini engellemez. Her şeyi söylemek serbesttir. Ama düzeni bozucu en küçük hareket yapmak yasaktır. Zorda kalırsanız yapacağınız iş hicret etmek, orasını terk etmektir.

İşte, siz iktidar olmadan savaşmak yoktur, iktidarla savaşmak yoktur. Hattâ ülkenizden çıkarılabilirsiniz: Orasını işgal için bile savaş yoktur.

Mesela, bugün Irak işgal edilmiştir. Terör olayları ile orasını kurtarmak yoktur. Yapılacak iş sabırla beklemektir. ABD kendi iç olayları nedeniyle Irak’tan çekilecektir. İşte o zaman Irak’ta adil bir düzen kurarsınız.

Şimdi Iraklıların şöyle düşünmeleri gerekir. Allah bize Kur’an’ı göndermiş, uygarlıkların merkezi yapmış, ancak Saddam’ın zulüm idaresine karşı bir ilmî faaliyet gösterilmemiş; Allah da bize ABD’yi musallat etmiştir. O halde, acaba Kur’an’a nerelerde uymadık ki Allah başımıza bunları getirdi diye düşünüp kendilerini hidayete götürecek yollar arayacaklarına, intihar eylemleri ile Allah’ın gazabını kendilerine çekiyorlar.

İran, Suriye, Türkiye ve Suud devletlerinin yapacakları şey de, Irak’tan gelecek muhacirleri kabul etmektir. Irak’ı boşaltmalıyız. Bakalım kim gelecek de orada oturacaktır?

Biz İslâmî barış düzenini kurduğumuz zaman Allah o zalimleri kendisi helak eder. Onlar rahat durmaz; Türkiye’ye, İran’a, Suriye’ye ve Suud’a da saldırırlar. İşte o zaman biz Washington’a kadar gidebilmeliyiz. Dünyayı at üstünde fethetmeyi bilen milletimiz elbette New York’a gitmeyi de bilecektir.

Önce Ruslarla ve Çinlilerle anlaşarak oralarda adil düzeni kurmalıyız. Sonra bize Alaska yolu açılır; sonra Kanada; derken askerlerimiz karadan Washington’a varırlar.

İşte Allah’ın İsrail oğullarından istediği bu idi. Sürgünden vatana dönmeden evvel ve döndükleri zaman nasıl bir devlet kuracaklarını bilmeleri ve öğrenmeleri gerekir. İsrail oğulları Babil’de büyük iş başardılar. Yahuda ve İsrail diye iki devletleri vardı. Bunların Tevratları da farklı idi. Birbirleriyle savaşıyorlardı. Babil sürgününde bunlar anlaştılar, Tevrat’ı tek kitap hâline getirdiler. Tevrat’ta bazı tekrarlar vardır, sebebi budur. Demek ki Babil sürgününün bir hayrı olmuştur. Sonra yurtlarına döndüler. Bölünmüşlük ortadan kalktı. Bugün Yahudiler dinlerinde ve kültürlerinde birdirler. Nebi onlara savaşı istemeyin, sonra savaşamazsınız, savaşmak için henüz gücünüz yeterli değildir diyor.

Biz 1960’larda siyasete başladığımız zaman benim savunduğum hep tek başına iktidar olmamaktı. Ortaklığı savundum. Ama iktidar olmayı istemedim. İktidara ortak olmak tebliğ için gerekli idi. Koalisyonlar başarılı geçmiştir. 1969 bağımsızlar hareketinden bu yana Türkiye’de neler oldu? Biz hep askerlere ve sivillere birşeyler anlattık. Onlar artık İslâmiyet’in öcü olmadığını gördüler. Biz iktidara geliriz, ortak oluruz, nasıl idare edeceklerini öğrenirler, şimdi biz de yaparız derler, bizi iterler, kendileri iktidara soyunurlar, başaramazlar; o zaman biz daha güçlü olarak geliriz. 1970’lerde biz iktidar ortağı olduk. 1980’lerde bizi uzak tutmak için Özal’ı iktidar ettiler. 1990’larda biz iktidar olduk. 2000’li yıllarda anayasa ekseriyetini aldık. Şimdi bizi uzaklaştırıp bizden öğrendiklerini kendileri yapacaklar sanıyorlar. Bizi indirecekler, çünkü biz “Adil Düzen”i bıraktık. Ama biz “Adil Düzen”e yaklaşmış olarak daha güçlü bir şekilde iktidar olacağız.

Tekrar hatırlatıyorum. Bir hususu iyi bilmemiz gerekir. Biz iktidara karşı gelmemeliyiz. Ama biz iktidar olursak, o zaman bize karşı gelenlere asla müsamaha göstermemeliyiz. Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargıyı tesis etmeliyiz. İlk işimiz bu olmalıdır. Ondan sonra o yargının kararlarına karşı çıkanların gözyaşlarına bakmadan cesaretle sehpalar dikebilmeliyiz. Devlet budur; adil yargılama, hakemlerden oluşan adil yargılama ve yargı kararlarını kayıtsız şartsız uygulama. Ama biz adil yargıyı tesis etmedikçe değil savaşmak, elimizi bile kaldırmamamız gerekir.

İktidar olmadan da adil yargı sistemini kurabilir miyiz?

Evet, kurarız. Hakemlik sistemini işletiriz. Site kooperatifleri kurarız. Halkımızı “Adil Düzen”e alıştırırız. İktidar zulme devam ederse, Allah onları bertaraf eder ve bizi iktidar yapar. O zaman da biz iktidarın gereğini yaparız. Yoksa böyle yığma ve yığıştırma oylarla iktidar yaması olmak bize yakışmaz.

AK Partili ve Saadet Partili olanların yapacakları iş siyasetten uzaklaşarak “Adil Düzen”i tesis etmeleridir. Adil Düzen Partisi’ni kuracaklar; ama iktidara gelmek için değil, “Adil Düzen”i halkımıza anlatabilmek için parti kurmalıyız.

قَالُوا وَمَا لَنَا (QAvLUv Va MAv LaNAv)  “Ne yararımız var dediler.”

Kıtal etmemizde ne yararımız var diyorlar. Bizim lehimizde ne var?

Burada “Ve” getirilmiştir. Demek ki bundan önce bir cümle hazfedilmiştir. Kıtal ederiz. Kıtal etmemiz için ne yararımız var demektir. “Cae Ahmedu” derseniz, “Ahmet geldi” demiş olursunuz. Ama “Ve Cae Ahmedu” derseniz, “Ahmet de geldi” demiş olursunuz. Yani başkaları da geldi de o da geldi denmiş olur. Burada da “ve mâ lena” derken bir cümle söylenmiştir. Bu cümle ona atıftır demektir.

Kur’an’da bu tür cümleler vardır. Diyen kimdir? Mele’dir. O halde “mele’” kelimesi ya cemdir, ya da kavim/cemaat ismidir.

” soru edatı olabilir, yahut nefyi harf olur. Bizim kıtal etmememiz caiz değildir. Elbette kıtal ederiz demek olur. Yani iki mânâ verilebilir. “Ne yararımız var ki kıtal edelim” ya da “bize kıtal etmememiz yakışmaz” demek olur.

أَلَّا نُقَاتِلَ (EaN LAv NuQAvTiLa)  “Kıtal etmememizde ne yararımız vardır.”

Bugün yeryüzünde devletler oluşmuştur. Devlet aşamasına gelmemiş bir topluluk kalmamıştır.

Devlet demek, ordusu olan demektir, ordusunu adalet için kullanan demektir. Eşkıyaların da orduları vardır ama onlar ordularını fitne ve fesat için kullanmaktadırlar. Devlet ise yargı kararlarının infazı için kullanır demektir. O halde devleti tarif ederken, barış düzenini sağlamak için yargılama müessesesi olan ve ordusu ile yargı kararlarını infaz edebilen örgüttür demektir.

Allah nasıl sağlığın yanında hastalığı da yaratmışsa ve vücut hücreleri yanında mikroplar ve virüsler de varsa, topluluk içinde de devlet yapısına uyan fertler var etmiştir, ama devlet yapısını bozan mikrop insanlar da var etmiştir. Bunlar da örgütleniyor ve şebekeler kuruyorlar. Devlet demek, bu şebekeleri etkisiz hâle getiren kuvvet demektir. Bu da ancak savaşmakla sağlanır. Bu sebepledir ki savaşmak mü’minlere farzdır.

Bazı kavramlar mânâlarını kaybetmişlerdir. İşte bugün çekilen sıkıntı budur.

Adil Düzen Çalışanları bu kavramları iyi anlamalıdırlar.

a)      Mü’minler vergi verirler ve bedenleri ile savaşırlar. Hakem kararlarına uyarlar.

b)      Müslimler vergiden başka cizye yani bedel verirler, bedenleri ile savaşmazlar. Hakem kararlarına uyarlar.

c)      Kâfirler bedel ödemezler ama hakem kararlarını kabul ederler. Biz onları kendi hallerinde bırakırız.

d)      Müşrikler bedel ödemedikleri gibi hakem kararlarını da kabul etmezler. Onların bizim aramızda yaşama hakları yoktur. Kentlerimizden uzak olurlar. Onları savunmayız.

Burada sözkonusu olan mü’min olma konusudur.

İsrail oğullarına mü’minlik emredilmiş ama hazırlanmaları için savaşmak onlara da haram edilmiştir. Müslümanların Mekke dönemi gibi dönemler yaşamakta idiler. Bugünkü bizim durumumuz da budur. Biz vatandaşlık görevimizi yerine getiririz ama iktidar olmadığımız için güvenlik işlerine karışmayız. AK Parti’nin hükümet kurması bundan dolayı yanlıştır. Yapılacak iş; ya uzlaşarak millî mutabakat hükümeti kurulmalı ya da başbakanlık kabul edilmemelidir.

Koalisyona katılabiliriz ama ortaklarımızı “Adil Düzen”e ikna etmedikçe biz hükümeti kurmayız.

فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBIyLı ElLAHı)  “Allah’ın sebili içinde”

Yani şeriat hükümlerine uyarak savaşmak. Hakem kararlarının izin verdiği sahalarda savaşmak. Savaşı ganimet için yapmamak. Köleleştirmede onların emeğinden yararlanmak amacı ile yapmamak, sadece onları asimile ederek vatandaş yapabilmek için ailelerin nezdinde eğitmek.

Bundan daha insani bir muamele olabilir mi?

Bıraksanız, fitne kaynağıdır. Hep saldırıyor. PKK böyle değil mi? Şimdi, diyelim ki 5000 PKK’lı var. Bunları ne yapacağız? 5000 kişiyi öldürelim mi? Buna hangi hukuk kuralı razı olur? Peki, 5000 kişiyi besleyelim mi, ne yapalım? Yapılacak iş affetmektir. Affetmek mümkün değilse, tekrar eşkıyalığa devam edeceklerse, yapacağımız iş onları esir ederek köleleştirmek, diğer ailelere köle olarak vermektir. Kaçarlarsa o zaman öldürmektir. Kölelik devam ederken onlara hür vatandaş olma yollarını açmaktır. Artık o topluluk dağılmışsa kendilerine kredi vererek iş kurdururuz. Değişik yerlerde normal vatandaş hâline getirilirler. Böylece PKK sorunu çözülür. Bu sayede, önce, kölelik nedeniyle korkan kimse bir daha böyle teşebbüslerde bulunmaz, sonra da onlar ıslah olmuş olur.

“Allah’ın sebilinde savaşmak” demek, savaş hukukuna uymak demektir.

وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا (Va QaD EuPRiCNAv MiN DiYAvRıNAv)  

“Diyarlarımızdan ihraç edildik.”

İsrail oğulları diyarlarından ihraç olundular. Ne sebeple ihraç olundular?

Bulundukları topraklarda rahat durmuyor, devlete itaat etmiyorlardı. Onlar yurtlarından çıkarıldılar. Babil’e götürüldüler. Çünkü onlar daha uygar bir topluluktu.

“Min Dârina” denmeyip “Min Diyârina/ diyarlarımızdan” denmiştir. Demek “dâr” kelimesi ulusun sahip olduğu toprak değil de, herhangi bir topraktır. İl toprakları diyardır. Bucak toprakları diyardır.

Neden “diyâr” denmiştir? Bir ulusun toprakları devlet topraklarıdır. Bütün ülkeyi kaplamaktadır. Ondan sonra parça parça il topraklarıdır. Yani il topraklarının bitişik olması şartı yoktur. İller arası kalan topraklar devlet topraklarıdır.

Bugün Türkiye’deki bütün topraklar devlet toprakları kabul edilir. Tüm ülke illere ayrılır.

Kur’an hükümleri böyle değildir. Devlet toprakları illere ait olmayan illeri kuşatmış topraklardır. Merkez illerin toprakları da devlete aittir. “Diyâr” kelimesinin çoğul olması bu hükümleri ortaya koymaktadır.

Biz hadislerden, müçtehitlerin sözlerinden yararlanarak “Adil Düzene Göre Anayasa”yı telif ettik. Şimdi Kur’an’ı okudukça bizim varsayımlarımızı teyit eden âyetler karşımıza çıkıyor. Bazılarını da değiştirmek durumunda kalıyoruz. “Diyâr” kelimesi ile şunu öğreniyoruz ki iller arası boşluklar vardır. Her il kendi sınırını tel örgü ile çevirecektir. Bu hususu ancak bu âyetlerin tefsirinde öğreniyoruz. Biz “diyârina” kelimesinin bu şekilde geçtiğinin henüz farkında değiliz.

وَأَبْنَائِنَا (Va EbNAEiNAv)  “Ve çocuklarımızdan ihraç olunduk.”

Burada anlaşılan, gençler, çocuklar, alınıp götürülmemiş; büyükler, yöneticiler, söz sahibi olanlar, mele’ olarak götürülmüş.

Burada savaşın yeni bir kuralını daha öğreniyoruz. Bir yeri işgal ettiğimizde uygun görürsek halkı orada bırakırız, sadece yönetici kadroyu tehcir ederiz. Nereye tehcir ederiz? Merkez ilin bir bucağında hapsederiz. Yani oradan çıkışlarına izin vermeyiz. Gençler memleketlerinde yeni hayat ve yeni düzen kurarlar. Onlar oralarda yaşarlar.

Burada “una” denmemiş de “ina” denmiş, yani çocuklarımızdan bizi ayırdılar, onları oralarda bıraktılar demektir. Bir ulus mağlup olur, ülkeyi bırakır, göç eder, başka yerde vatan edinir. Orada yeni nesil yetişir. Artık onların eski vatanlarına dönme hakları yoktur.

Kimse şimdi Orta Asya toprakları bizimdir diye iddia edemez. Amerika’ya gidenler Avrupa toprakları bizimdir diyemez. Amerikan yerlileri de bu topraklar bizimdir diyemez. Çünkü artık yeni nesil ortaya çıkmıştır. Eski nesil de toprak olmuştur. Bu sebepledir ki artık Anadolu toprakları üzerinde Rumların ve Ermenilerin hak talep etmeleri sözkonusu değildir.

Peki, ‘Filistinlilerin topraklarını kurtarmak için cihat yapma hakları vardır’ demeleri gerekir mi?

İşte Kur’an burada kriter koymuş oluyor. Eğer aradan o kadar uzun zaman geçmemişse, o yeri yaşayanlar istirdad edebileceklerse bunda hakları vardır. Ama eğer Filistin’den gidenler ölmüşlerse, artık onların oradaki çocukları ‘bu bizim baba vatanımızdır’ diye böyle bir talepte bulunamazlar. Bugün o toprakların işgal edildiğinden beri altmış yıla yakın zaman geçmiştir. O gün yirmi yaşında olanlar şimdi seksen yaşındadırlar. Demek ki artık toprakları için savaşıp geri alma imkanından mahrum olmak üzeredirler. Bir yirmi sene daha kan akabilir. Ama ondan sonra o toprakları İsrail oğullarına bırakmak zorundadırlar. Çünkü artık yeni nesil yetişmiş, bulundukları yere yerleşmiş, orası onların vatanı olmuştur.

Bizim vatanımız şimdi Türkiye’dir. Artık Orta Asya ile bir ilişkimiz kalmamıştır. Ermenilerin ve Rumların vatanları orasıdır, gittikleri yerdir, yeni vatanları vardır. Türkiye ile ilişkileri kesilmiştir.

Buradaki “ebna-ina” kelimesindeki “una” olmayıp “ina” olmasının taşıdığı mânâlar bunlardır.

Kur’an gerçekten şaşırtıcı bir şekilde mucize kitaptır. Kafamızda çözemediğimiz sorunları o çözer.

فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمْ الْقِتَالُ (Fa LamMAv KuTiBa GaLayHiMu elKİTAvLu)  

“Onlara kıtal kitabet edilince.”

Düşmanı yenemeyecek durumda isen onunla savaşmayacaksın. Yenecek güce ereceksin, ondan sonra savaşacaksın. Bazı topluluklar bozulurlar. Allah onlara şer güçleri musallat eder ve onları yurtlarından kısmen de olsa ihraç eder. Sonra hazırlıklarını yapmalı ve o ülkelerini geri almalıdırlar. Aldıktan sonra artık ülkelerinde adil düzeni kurarlar. İstiklâl Savaşı’nı biz böyle yaptık. Onlar işgal ettiler, biz direndik ve kazandık. Bu bize farzdı. Eksiğimiz vardı, hâlâ saltanatı sürdürüyorduk. Düzelttik. Yetmedi. Yine eksiğimiz vardı. Hâlâ içtihat yapmıyor, Kur’an’ı yeniden kendimize rehber yapmıyorduk. İnkılâplar oldu, bizi uyandırdı.

Bugün Kur’an ehli iktidarı kaybetmiştir. 1950’den beri bu iktidarı elimize alabilmemiz için uğraşıyoruz, alamıyoruz. Alamıyoruz, çünkü “Adil Düzen”i öğrenip uygulayacak hâle gelmedik. Geldiğimiz gün hiç tereddüdünüz olmasın, iktidar bizim olacaktır. Zaten adım adım yaklaşıyoruz.

Peki, biz seçimi kazanıyoruz ama iktidarı bize vermiyorlar. Ne yapmamız gerekir? Biz seçimi kazanmadık, seçimde en çok reyi aldık, %35 aldık. Bu da bilerek değildir, küskün oylar bize geldi.

Adil Düzen partileri kurarız. Bunlar “Adil Düzen”i benimseyen değişik partiler olacaktır. Bu partiler %70’ten fazla oy toplarlarsa, o zaman onlar iktidarı verir ama iktidar yaptırmazlarsa, işte o zaman bizim onlarla savaşma hakkımız doğar. Şimdi yapacağımız iş sabırdır ve kendilerinin koydukları kurallara uyulmasını istemektir. Biz yüzde 70 nüfusa sahip olup kendi beldelerimizi adil bir şekilde yönetirken bize saldırırlarsa, o zaman savunma hakkımız doğar, hakem kararları ile doğar.

تَوَلَّوْا إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ (TaValLaV EilLAv QaLIyLan MıNHuM)  

“Onlardan az bir kısmı dışındakiler tevelli etti, savaştan kaçındı.”

Demek ki savaşa az kimse katıldı. Halbuki savaş onların hepsi üzerine farz olmuştur.

İstiklâl Savaşımız gerçekten örnek bir savaştır. Mekke de sekiz sene sonra fethedilmiştir. Yönetimde hâlâ onları oradan çıkarmış kimseler vardı. Bununla beraber Mekke fethedildikten sonra muhacirler Medine’ye dönmediler. Baba evlerine bile sahip çıkmadılar. Hazreti Peygamber’ aleyhisselâmın doğup büyüdüğü ev bile geri alınmadı. Çünkü onlar Medine’de yer bulmuşlardı. Sekiz sene içinde tehcir tamamlanmıştır.

Bugün Müslümanların elinde geniş topraklar vardır. Çöl veya bozkır şeklindedir. Bugünkü Teknoloji ile Türkiye 500 milyon insanı besler. Bizim savaşıp toprak almamıza gerek yoktur. Bizim sorunumuz nüfus sorunudur. Türkiye’ye her gelen vatandaş olarak kabul edilmelidir: İyi yönetim kurulmalıdır. On seneye gerek olmadan Türkiye dünyanın en gelişmiş ülkesi olur. Biz organize olursak bizi bırakanlarla işimiz yoktur. Kalanlar bize yeter.

Demek ki geleceğin Türkiye’si Adil Düzen çalışanlarının Türkiye’si olacaktır. Savaşla değil, barışla iktidar olacağız. %70 oyla iktidar olacağız. Saldıranlar olursa, işte o zaman savaşmak bize farz olur. Ordu onlarla olabilir mi? Halkın %70’inin bir tarafta olduğu ve askerlerin de onlardan oluştuğu bir ordu karşı olamaz. Şimdi ne yapmak istiyorlar? Askerliği paralı hâle getirmek istiyorlar. Halkı silahtan tecrit ederek küçük bir ordu ile ülkeyi idare etmek istiyorlar.

Ordumuz için şunları tesbit etmemiz gerekir.

a)      Ordu millî ordu olmalıdır. Siyasi hakkı olan herkes ordunun bir parçası olmalıdır.

b)      Ordu küçültülmemelidir. Ordu üretici hâle getirilip millete yük olmaktan kurtarılmalıdır. Ordu küçültülmemelidir.

c)      Ordular bağımsız hâle getirilmeli ve bütçeleri de bağımsız olmalıdır. Siyasiler ordu üzerinde oynayamamalıdırlar.

d)      Ordu da sivil hayata karışmamalıdır. Biz bunun siyasetini yürütmeliyiz.

وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ(246)  (Va elLAHu GaLIyMun Bi elJAvLıMUvNa)  

“Allah zalimleri ilmetmektedir.”

Savaşmayı talep etmişler, onlar uyarılmış, sonra ‘yapamazsınız’ denmiş, onlar ‘neden savaşmayalım’ demiş, sonra da savaşa gitmemişler. İşte bu büyük bir sorundur. Zulümdür.

Türkiye’de Müslümanlar hep ihtiyatlı adımlar atmışlardır. İstiklâl Savaşı’nın başkomutanlığını özel hayatı İslâmî olmayan bir komutana vermişlerdir. Neden? Çünkü başka türlü çözüm yoktu. Sonra Mareşal değil de İnönü cumhurbaşkanı olmuştur. Mareşal bunu böyle yapmıştır. Çünkü Mareşal dindardı ve cumhurbaşkanlığını yapamayacağını biliyordu. Millet sonra iktidarı Millet Partisi’ne değil de, Demokrat Parti’ye vermiştir. Sonra Demirel’e, sonra Özal’a, sonra Çiller’e, sonra Ecevit’e, sonra Erdoğan’a…

Erbakan başbakan olmuş ama sürdürememiştir.

Erdoğan başbakan olmuş ama Türkiye ekonomisini içinden çıkılmaz bir duruma sokmuştur.

Burada zulüm nedir, zalim kimdir?

İktidar oldukları zaman Adil Düzen getirmeyi vaat edip iktidar olduktan sonra bundan yüz çevirenler zalimdirler. Demirel ve Özal böyle bir şey vaat etmedikleri için zalim değildirler.

Bu âyeti böyle yorumluyoruz. Allah adına vaat etmeyeceksin. Ama vaat edersen artık onun için savaşacaksın. “Adil Düzen” anayasaya aykırıdır diye ondan vazgeçmek, işte bu zalim olmaktır.

Tabii bu âyeti başka türlü yorumlayanlar da olabilir.

Erbakan ve Erdoğan adildirler ama imkanları olmadığı için yapamamışlardır, yapamamaktadırlar. Oysa diğerleri zalimdirler, çünkü adaletle bir ilişkileri yoktur.

“Adil Düzen” iktidar olduğu zaman ne yapılmalıdır?

İki yoldan birisi takip edilebilir.

Birincisi; “Adil Düzen”in iktidar olmasından önce olanlar cahiliye döneminde olmuştur deyip de onlarla hiç meşgul olmamaktır.

Yahut adil yargılama sistemi getirilecektir. Taraflar birer hakem seçecekler, onlar da baş hakem seçecek ve geçmişte 1960 veya 1950’den sonra olan olayların divanı kurulur, herkes hesabını verir. Hakları gasp edilenlerin hakları verilir. Suçlulara bedeni ceza verilmez, ama mâli imkanları varsa, vârisleri zarara uğramaksızın cezaları verilir.

Ben olsam hangisini yapardım?

Bu onların tevbe ederek hakka teslim olması ile sağlanır. Hakemlerin kararlarına tâbi olanlar ve direnmeyenler affedilebilir. Ama hakem kararlarına karşı gelmeye devam edenlere acımadan gerekli cezalar verilmelidir.

Burada “alimün” kelimesi nekire gelmiştir. O halde devletin zalimleri tesbit etmesi gerekmektedir. Eğer zalimlerin yaptıkları kendilerine kalırsa zulüm bitmez. Âhirette cezalandırılmaları da yeterli değildir. Çünkü onlar âhirete inanmamaktadırlar. Adil Düzen iktidar olacak ve adil yargılama sistemini getirecek, hakemler sistemini getirecektir.

Herkes, hayatta olan herkes, uğradığı zulmün hesabını hayatta olandan isteyecektir. Ölmüş olanlar ölmüştür. Vârislerine veya haleflerine intikal etmez. Ama kişilerin kişilere yaptığı zulümler hesap konusu olacaktır. Bunu da bugün bu âyetle tesbit etmiş bulunuyoruz.

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3343 Okunma
2-bakara11-20
2368 Okunma
3-bakara21-30
2523 Okunma
4-bakara30-37
2252 Okunma
5-bakara37-48
2480 Okunma
6-bakara 49-57
3097 Okunma
7-bakara 59-61
3122 Okunma
8-bakara 62-69
2476 Okunma
9-bakara 70-76
3467 Okunma
10-bakara 77-83
2749 Okunma
11-bakara 84-88
2312 Okunma
12-bakara 89-93
2436 Okunma
13-bakara 94-101
2628 Okunma
14-bakara 102-105
3479 Okunma
15-bakara 106-112
2672 Okunma
16-bakara 113-119
2732 Okunma
17-bakara 120-123
2630 Okunma
18-bakara 124-130
2328 Okunma
19-bakara 132-138
2201 Okunma
20-bakara 139-143
2107 Okunma
21-bakara 144-149
2571 Okunma
22-bakara 150-158
2489 Okunma
23-bakara 159-165
2086 Okunma
24-bakara 166-173
2482 Okunma
25-bakara 174-177
2601 Okunma
26-bakara 178-182
2318 Okunma
27-bakara 185-187
6377 Okunma
28-bakara 188-194
2477 Okunma
29-bakara 195-198
2830 Okunma
30-bakara 199-206
2372 Okunma
31-bakara 207-213
2776 Okunma
32-bakara 215-217
2215 Okunma
33-bakara 218-221
2705 Okunma
34-bakara 222-228
3001 Okunma
35-bakara 229-232
3560 Okunma
36-bakara 233-235
2279 Okunma
37-bakara 236-242
2487 Okunma
38-bakara 243-246
2610 Okunma
39-bakara 247-248
2846 Okunma
40-bakara 249-252
3140 Okunma
41-BAKARA 253-256
2694 Okunma
42-BAKARA 257-259
2515 Okunma
43-BAKARA 260-264
3082 Okunma
44-BAKARA 265-269
2251 Okunma
45-BAKARA 270-274
2633 Okunma
46-BAKARA 275-277
2356 Okunma
47-BAKARA 278-281
2387 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2793 Okunma
49-BAKARA 283-284
2493 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3710 Okunma