ADİL DÜZEN 342
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 4. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ(11) أَلَا إِنَّهُمْ هُمْ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لَا يَشْعُرُونَ(12) وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُوا كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُوا أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاءُ أَلَا إِنَّهُمْ هُمْ السُّفَهَاءُ وَلَكِنْ لَا يَعْلَمُونَ(13) وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ آمَنُوا قَالُوا آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُوا إِنَّا مَعَكُمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ(14) اللَّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ(15) أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوْا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ(16)
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ (Va EiÜAv QIyLa LaHuM) “Onlara kavl olunduğunda.”
Tefsir yaparken takip edeceğimiz metot ‘sorular sormak’tır.
Soru 1- “Ve” harfi nereye atıftır?
Cevap - “Ve Mâ Hum Bi Mü’minin.” Çünkü en yakın cümledir.
Soru 2- “Ve” hâl vavı mıdır, yoksa istinafiye midir?
Cevap - “Oysa onlar mü’min değildirler.” ifadesi hâldir. Bu cümle onların hallerini anlatmaktadır.
İkinci hâldir, birinci hâlin açıklaması değildir. Onun için “Ve” getirilmiştir.
Soru 3- Neden “İzâ” gelmiş de “İn” gelmemiştir?
Cevap - Böyle söylenmesi teşri edilmiştir. Emredilmiştir. Böyle bir tebliğin gerçekleştirilmesi gerekir.
Soru 4- Niçin “Kiyle Lehüm” denmiş de “Kulte Lehüm” denmemiştir?
Cevap - “Kulte Lehüm” denseydi, bu görev sadece başkanlara verilmiş olurdu. Oysa bu görev bütün mü’minlere verilmiştir. Herkes böyleleri ile karşılaştığı zaman onları uyaracak ve ifsad etmeyin diyecektir.
Soru 5- “LeHum” zamiri kimlere gitmektedir?
Cevap - “Hum” zamiri “Âmennâ” diyen kimselere gitmektedir. Yani inanmadıkları halde ‘inandık’ diyen kimselere gitmektedir. Böyle münafıklarla karşılaşıldığı zaman onlara ‘ifsad etmeyin’ uyarısında bulunmak başkanların ve bütün mü’minlerin üzerinde borçtur. Birinizin aklına sual gelir, diğeriniz ona cevap ararsınız. Bir cevap sizi tatmin eder. İşte o zaman size nâzil olan manâ odur. Başkasına başka manâ nâzil olabilir, ertesi gün okuduğunuzda size de başka manâ nâzil olur. Benden sadece usûlü öğrenmiş olacaksınız; yorumu ve içtihadı ise kendiniz için kendiniz yapacaksınız. Buradaki “Hum” zamiri sizin muhatabınız olan münafıklardır.
لَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ (Lav TuFsiDUv Fi elEaRWı) “Arzda ifsad etmeyin.”
Yeryüzünün adı “arz” olmakla beraber, diğer gezegenler de birer arzdır. Dolayısıyla yalnız arzı değil, ‘uzayı da ifsad etmeyin’ denmiş olmaktadır.
“Arz” hayvanın karın tarafıdır. Sırt tarafı semadır. Sonra yeryüzünün adı olmuştur. Karaları ve denizleri içine alır. Arzın çevresini de kıyasla içerir.
“Fesad/İfsad” bir şeyin bozulması ve işe yaramaz hâle getirilmesidir. Yeryüzünü canlıların, bilhassa insanların yaşaması için var edilmiştir. Diğer canlıların hepsi yeryüzünün salahı için çalışırlar. Dengeyi korurlar. İnsanlar ise dengeyi bozarlar. Çevre kirliliği yaparak yeryüzünü canlıların ve insanların yaşamasına imkan vermez hâle getirirler. Kur’an’ın başka bir yerinde, “İnsanların eliyle karada ve denizde fesad zuhur etti.” denmektedir. III. bin yıl için en büyük tehlike çevre kirliliği olmaktadır. Gökte uçan kuşlar kuş gribine dayanıyor ama, kümesteki hayvanlar dayanamıyor. Çünkü onlara insan eli değmiştir. Sadece kendi çıkarlarını düşünen insanlar çevreyi ifsad etmektedir. ‘Bunu yapmayın’ dendiği zaman onu kabul etmemektedirler.
Bu durum doğa için böyle olduğu gibi sosyal düzen için de durum aynen böyledir. ‘Zina yapmayın’ dendiği zaman, ‘Biz iyi iş yapıyoruz!’ derler. ‘Faiz almayın’ dendiği zaman, ‘Biz iyi iş yapıyoruz!’ derler.
Biz onları uyaracağız. Ama onlar kabul etmeyeceklerdir. Kur’an bunu bize bildirmektedir.
قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ (QAvLUv EınNAMAv MuWLiXUvNa) “Biz ıslah edenleriz derler.”
‘Sırf kâr etmek için çevreyi kirletmeyin’ dediğiniz zaman; ‘Biz çevreyi kirletmiyoruz, üretim yaparak insanlığa hizmet ediyoruz!’ derler…
“Kümes tavuklarını dışarıya salmayın. Yemek artıklarınızı verin. Ayrıca birleşerek küçük tavuk yemi fabrikası kurun, doğal kaynakları oraya götürün ve yem hâline getirin, tavuklarınıza o doğal yemi verin. Hayvanların açık alanlarını kafesle çevirin, üstünü de şeffaf şeyle örtün, göçmen kuşların hastalık bulaştırmasını önleyin.” dendiği zaman; “Biz bununla doğal tavuk üretiyoruz” diyerek onunla muslih olduklarını iddia ederler.
Çevre kirliliğinde durum böyle olduğu gibi sosyal kirlilikte de durum aynen böyledir. Faizi büyük yatırımlar için zorunlu görürler… Zinayı, eşcinselliği, sarhoşluğu ve benzeri kötülükleri insanların hürriyetine saygı olarak meşrulaştırırlar. İdamı kaldırmakla insanlığa hizmet ettiklerini iddia ederler.
أَلَا إِنَّهُمْ هُمْ الْمُفْسِدُونَ (EaLAv EinNaHuM HuMu eLMuFSİDUvNa)
“Biliniz ki onlar müfsitlerin kendileridir.”
“İnneHum”daki “Hum” zamirdir. İkinci “Hum” ise fasıl humudür. Türkçedeki “dir” anlamındadır.
“Elâ” kelimesi uyarma anlamındadır. Türkçede sonunda “Ha!” kelimesini getirerek o uyarıyı yaparız. ‘Gördüğünde selam vermezlik etmeyesin ha’ deriz. “Onlar müfsitlerin kendileridir ha” şeklinde tercüme edebiliriz. Ama bu ifade Türkçede biraz kaba olmaktadır. Arapçada ise çok işlek ve beliğ bir kelimedir.
Cümlenin başına gelir. Osmanlılar “Agahi mütenebbih olunuz” diye tercüme ederlerdi. “Agah” Farsça, “Mütenebbih” Arapça ayılma ve uyanma demektir. Gaflette olmayın, dikkat edin, anlayın anlamındadır.Yani, onların ‘muslihiz, ıslah edicileriz’ demeleri sizleri yanıltmasın.
Buradaki “müfsitler” kurallı erkek çoğuldur. Demek ki bu sözler topluluğa söylenmekte, örgütlenmiş topluluktan cevap alınmaktadır. Gerek çevre kirliliği, gerekse sosyal kirlilik örgütlü toplulukça yapılmaktadır.
İşte, Adil Düzen Çalışanlarına verilen vazife, yeryüzünü doğal ve sosyal kirlilikten, fesattan kurtarmaktır. Bunun için ilk işimiz bunları tanıyıp uyarmaktır. Çevremiz böyle münafıklarla doludur. Mesela, Irak’a saldıran ABD ‘buraya ıslah için saldırıyorum’ demişken, söylediğine kendisi de inanmamıştır.
وَلَكِنْ لَا يَشْعُرُونَ(12) (Va LAvKıN Lav YaŞGuRUvNa) “Velâkin bunun şuurunda da değiller.”
“Avrupa müktesebatı” dediğiniz zaman bu bir pisliktir, fesadın kendisidir. Ama bunlar bunun farkında değildirler. Bir ülkeye okumadan kanunları aktaranlar da aynı derecede fesadın şuurunda değildirler.
a) Dışarıdan aktarılan kanunlar kan uyuşmazlığı sebebiyle, organ uyuşmazlığı sebebiyle fesattırlar.
b) Bir ülkede kanunlar bilinmezse, o kanunları bilenlerin halkı sömürmesi için araç olur. Halka anlatmadan, tartışmadan, okumadan kanunlar çıkarmak, o kanun ne kadar iyi olursa olsun zararlıdır. Halk bilmediği için uyamaz. Bilenler ise uymayan halkı ezmek için onu araç olarak kullanırlar.
c) Gelişigüzel Meclis’ten kanunları geçirip mevzuatı çoğaltmakla mevzuat arasında çelişkiler olur ve yine kötü niyetliler ondan yararlanırlar. Çelişki olmasa bile, onları öğrenmek mümkün olmadığı için o kanunlar yok gibi olur. Çok kanunlu bir ülke, kanunsuz bir ülke gibidir. Devlet aşaması öncesi ülke yönetimidir, ilkeldir.
d) Her kanun eski kanunlarda mutlaka değişiklik yapar. Durmadan kanun çıkarmak istikrarı ortadan kaldırır, ülke yaz-boz tahtasına döner. Türkiye’de uygulanan Kemal Derviş ekonomi formülleri belki dünyanın en saçma ve kötü formülleridir. Ama beş senelik istikrarlı uygulama ülkeye pek çok yarar getirmiştir. Çünkü istikrar olduğu için halk ne yapacağını bilmiştir.
Görülüyor ki, kanunları çıkarmak marifet değildir. Çözüm üreten ve yarım asır, hattâ bir asır değiştirilmesi gerekmeyen kanunları çıkarmak gerekir. Şeriattaki hükümlerin çoğu bin yıl sonra bile uygulanır durumdadır. İşte, farkında olmadan AK Parti fesat içindedir. Yine farkında olmadan Bush ve ABD Irak’a saldırmakla fesat içindedir. Bugün faizli işlem yapanlar bilmeden fesat içindedirler. Tek evliliği savunanlar bilmeden fesat içindedirler. İdamı kaldıranlar da aynen böyle fesat içindedirler.
İşte mü’minlerin işleri bunun için zordur. Önce kendimiz uyanacağız ve bu tür şuursuzca fesada düşmeyeceğiz. Sonra da onlara bu yaptıklarını anlatacağız. Bugün uygulanmakta olan bütün olayları tahlil edip onlara sonuçları göstermek zorundayız. Mü’min demek bu demektir. Bunu yapabilmek için mü’min karnını doyurdu mu, vaktinin kalanını da ilimle geçirmek zorundadır.
***
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ (Va EıÜAv KIyLa LaHum) “Onlara dendiğinde.”
“Ve İzâ” bundan önceki “İzâ”ya bağlanmıştır. Kur’an’ın üslubudur. Nereye bağlandığını göstermek için ondan sonra gelen kelimeyi tekrar eder. Mesela “Lekad”dan sonra “VeLekad” getirir. Yahut “Enne”den sonra “VeEnne” getirir. Burada doğrudan “Kîle” de denebilirdi. O zaman aynı zamanda cereyan eden bir konuşma olurdu. Burada söylenen başka yerde, orada söylenen başka yerde söylenmiştir. Onun için “İzâ” tekrar edilmiştir. Hâl ve şartlara göre hatip ve muhatap farklı kimseler olabilir. Mü’minlerin görev olarak yalnız fesat noktasında değil, iman noktasında da uyarmaları gerekir.
آمِنُوا كَمَا آمَنَ النَّاسُ (EaAvMiNUv KaMAv EAMaNa elNAvSu)
“Nâsın iman ettiği gibi siz de iman ediniz dendiğinde.”
Burada “Nâs” kelimesinin özel kullanılmış şekli vardır.Yukarıda münafıkların da nâstan olduğu belirtilmiştir. Burada ise nâsın inandığı gibi inan denmiştir. Diğer insanların inandığı gibi siz de inanın denmektedir. İnanmak, güvenlik içine girmek demektir. Kendilerini sigorta yaptırma demektir.
Bir devletin kanunlarına itaat edersiniz, o kanunlar sizleri korur. Takiyye yapmayacaksınız. O kanunlar sizi korumuyorsa kalkıp o ülkenin dışına gitmelisiniz. Bulunduğunuz bir topluluğa güveneceksiniz. O zaman o topluluk da size güvenir. Devletin yetkililerine ve kanunlarına uyacaksınız. Burası küfür diyarıdır diye devletinize ve topluluğunuza ihanet etmeyeceksiniz.
Sovyet ülkesinde yaşayan bir kimse zulme rağmen tebliğ için orada kalabilirdi. O ülkeye saldırıldığı zaman yine de gidip o ülke için ölmesi gerekirdi ve şehid olurdu. Çünkü tebliğ ülkesi olarak bir İslâm ülkesidir; ileride oraya İslâmiyet gelecektir. Onun için orada yaşamaktadır. Yoksa, ümidini kesmiş olsa orada durmaması gerekir. Türkiye’de yaşayıp Türkiye aleyhinde olmak, onun için herkesin askerlik yaptığı gibi askerlik yapmamak münafıklıktır.
“Âminû” demek, güven altına alınız demektir. Neyi? Nâsın güven altına aldığını siz de güven altına alınız. Ya cizye verin, ya da savaşa katılın. Bunu yapmayacaksanız o ülkeyi terk edin. Herkesin verdiği vergiyi siz de verin.
Burada önemli olan husus, Allah’ın kanunlarına uyun denmiyor, halkın uymakta olduğu kurallara uyun deniyor. Bu sebepledir ki fıkıhçılar herkes KDV’yi kaçırıyorsa siz de kaçırabilirsiniz diyor, ama; genel olarak kaçırılmıyor. Belvi umumi oluşmamışsa siz de kaçıramazsınız.
قَالُوا أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاءُ (QAvLUv Ea NuEMiNu KaMAv EaAvMaNa elSuFaHAEu)
“Sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?”
“Sefih” kelimesi “Sefk” kelimesine akrabadır. Sefk, boşa akıtılan kan demektir. Yani boşuna dökmek demektir. Öyle kimseler vardır ki, onlarda mal sevgisi yoktur. Kendilerine irsen intikal eden serveti saçıp savururlar. Anne-baba veya akrabalardan kendilerine irsen intikal eden malların emanetçisidirler. Onları çoğaltarak çocuklarına bırakmalıdırlar. Böyle yapmayıp da bu malları heder eden kimselere “sefih” denir. Bunlar hacredilirler. Bunlar kendi kazandıklarını istedikleri gibi harcayabilirler. Ama kendilerine intikal eden veya çocukları doğmadan önce elde ettikleri servetlerini istedikleri gibi harcayamazlar. Bunların bu malları tevkif edilir, ancak bir vasisinin onayıyla kullanabilirler.
Kendi çıkarı yerine topluluğun çıkarını düşünen, ülkesi ve devleti için canlarını veren kimseler onlara göre sefihtirler. Samimi olarak topluluklara bağlananları avanak kabul ederler. Kâinatı var eden Allah’a inanıp O’nun koyduğu şeriata bağlananları budala kabul ederler, kendilerini büyük görürler. XX. yüzyıl dindarların horlandığı bir asır olmuştur. Zenginsen namaz kılmazsın. Bürokratsan namaz kılmazsın. Askerler hâlâ namaz kılamıyor. Başı örtülü isen lüks mağazalarda çalışamazsın. Onlara göre dindar olan kimseler zavallı ve akılsız kimselerdir. XXI. yüzyılda bu anlayış hâlâ görülmektedir. Irkçılık savunuluyorsa ulusçuluk ayıplanıyor.
Yani; hak olan her şeye düşmanlık yapılıyor. Mü’minler bu anlayışla karşılaşacaklar, karşılaşıyorlar. İçki içmenin şeref sayıldığı bir topluluk, içmeyen başbakan ve meclis başkanını yeni yeni sindirebilmektedir. Bugünkü Türkiye’de hâlâ devlet başkanı olabilmek için pür lâik olmak gerektiği kanaati korunuyor!
Türkiye’deki bu anlayışa Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından darbe vurulmuş ve bütün kamu alanlarında mescitler tesis edilmiş, Erbakan Millî Güvenlik Kurulu toplantılarında bile namazını kılarak onlara bunun şeref olduğunu göstermiştir. Görüyorsunuz, Kur’an ne kadar güncel insanları tanıtmaktadır.
أَلَا إِنَّهُمْ هُمْ السُّفَهَاءُ (Ea Lav EinNaHuM HuMu elSuFaHAvEu) “Biliniz ki süfeha olan onlardır.”
Mübteda ve haber marife olunca ahstı ifade eder. Yani, onların süfeha dedikleri kimseler süfeha değil, kendileri süfehadır. Topluluk olmasa insan yaşayabilir mi? Nasıl vücudun dışına çıkan kan yaşayamıyorsa, daldan kopan yaprak nasıl kuruyorsa, topluluğun dışına çıkan insan da öylece ölür.
O halde kendi hayatının oluşması ve korunması için topluğa ihtiyaç olduğu gibi, akıllı olanlar o topluluğa hizmet eder ve kendisine güvenlik sağlayanlara katkıda bulunurlar. Bunu yapmayanlar sefihtirler. İmkanlarını boş yere savurmaktadırlar.
İnsan yaratılmıştır ve çevresi ile birlikte yaşamaktadır. Kâinatı ve kendisini yaratıp yetiştiren kimse aptal olabilir mi? Allah kendisine sigara içip kanser olma diyor, zina edip AİDS olma diyor. Temizlen ve sağlık bul diyor. Ortak yol yapıp üzerinde yürüyün diyor. Dine düşman olan gerçek salaklar, söyleyin bakalım, Allah’ın hangi emrinde kötü bir şey vardır. Size içkinizle caka satmayı mı emretmektedir. Katil 30 000 kişiyi öldürecek ama sen onu öldüremeyeceksin! Hangi mantık bunu izah eder? Sen yapacaksın ama sana yapılmayacak! Sefihlerin, kısasın ve diyetin makul izahı vardır. Katilin 20 yıl hapsedileceği hükmünün hangi izahı vardır?!.
وَلَكِنْ لَا يَعْلَمُونَ(13) (Va LAvKiN LA YaGLaMUvNa) “Ve lâkin ilmetmiyorlar.”
Fesat çıkarmayın dendiği zaman biz muslihiz diyorlar. Akılları başlarındadır ama muslih olmadıklarının farkında bile değiller. Duyguları onları fesatlıklarını algılamakta yanıltıyor. Burada “bilmiyorlar” diyor. Sefih oldukları için, akılsız oldukları için, aptal oldukları için bilmiyorlar denmektedir. Fesat şuura mânidir. Sefahat ilme mânidir. XX. yüzyılın kronik cehaleti sebebiyle ilim tam tersini ispat ettiği halde akıllı olduklarını zanneden zavallılar, anlamadan okuyanlar ilmi imana karşı göstermişlerdir. Oysa ilim imanı teyid etmektedir. İnsanın yaşadığı topluluğa ihanet etmesini hangi müsbet ilim ortaya koymaktadır. Kâinatın yaratılışı ve düzen içinde yaşamamızı sağlaması hangi ilim tarafından onaylanmakta, onun sebepsiz varolduğunu ileri sürebilmektedir?!.
***
وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ آمَنُوا (Va EıÜAv LaQUIv elLaÜIyNa EaMaNUv)
“İman etmiş olanlara lıka ettiklerinde.”
Buradaki “Va” önceki “Ve İzâ Kîle”lere bağlıdır. Buna “İzâ” delildir. Fiiller mazidir.
“Ellezîne Âmenû” Kur’an’da bir deyimdir. Kur’an ehline verilen addır. Yahudiler için “Ellezîne Hâdû”, Hıristiyanlar için “Nasâra”, diğer dinler için “Sabiîn” denmekte; Kur’an ehline ise “Ellezîne Âmenû” deyimi kullanılmaktadır. Bu ifade Kur’an’da Mekkî sûrelerde yer alır.
Allah yeryüzünde şeriat düzenini tesis etme görevini iki cemaate vermiştir. Bunlardan biri İsrail oğullarıdır. Seçilmiş kavimdir. Kendi şeriatları kendilerine aittir. İkinci millet ise Kur’an ehlidir. Bunlar Allah tarafından başlangıçta seçilmiş Arap kavmi idi. Kur’an onlara indi ve ilk uygulama onarla yapıldı. Sonra bu bütün insanlığa yayıldı. Baştan da açık idi. İsteyen mü’min olup askerlik hizmetini yapmakta, isteyen cizye vermektedir: Güvenliği sağlama yetki ve görevi askerlik hizmeti yapanlara verilmiştir. Bunlara “mü’min” dendi. İsrail oğullarını Allah seçmiştir. Onlardan isteyenler irtidat etmiştir. Mü’minler ise kendi kendilerini seçerek Allah’ın emrine girerler. İnsanlık içinde güvenlik onlardadır.
“Âmenû” kalıbı if’al bâbından olabilir, başkasını güven altına alma anlamındadır. Mufaale bâbından olabilir. Birbirini güven altına alan kimseler demek olur. Dayanışma ortaklığının adı olur. Bi, Alâ gibi cer harfleri ile bu dayanışmanın zarfleri ortaya konur. Bir bucaktaki başkan ve koruma nöbetleri tutanlar için “Ellezîne Âmenû”dur. Diğerleri cizye verirler. İl içinde iç güvenlik nöbetleri tutulur. Ülkelerde ise savunma nöbetleri tutulur. İnsanlıkta nöbet yoktur. Ocaklarda bekleme nöbetleri tutulur. Ocaklarda kadın-erkek ayrı ayrı nöbet tutarlar. Bucak, il ve ülkede yalnız erkekler nöbet tutarlar. Kadınlar nöbet tutmasalar da mü’min olabilirler. Müslimlerin kadınları da cizye ödemezler.
قَالُوا آمَنَّا (QAvLUv EaManNAv) “İman ettik derler.”
Mü’minlerle beraber olduklarında “iman ettik” derler. Barış zamanı cizyeden kurtulmak için “biz de mü’miniz” derler. Savaş zamanında ise savaşmamak için çeşitli yollar ararlar. Allah kimseden kalben iman etmiş olmayanların cihad yapmalarını istememektedir. İslâmiyet savaş karşıtıdır. Yeryüzünde savaşan insanlar az olmalıdır. Ben savaşa katılmak istemiyorum, siyasi hakları da istemem diyecektir. Savaşanlar ise insanlığın güvenliğini korumayı yüklenenlerdir. İnsanların çoğu kendileri savaşmak istemez ama yönetimde de olmak ister.
Bugünkü tekel sermayesi bu rahatlık içindedir. Sermayesiyle ordular besler, savaştırır, sonunda döner masada sorunları halleder. Son birkaç asırdır bu böyledir. Sosyalizm fikri buna karşı oluşmuştur.
Sonra bugünkü dünya zorunlu askerliğe dayanmaktadır. İsteyen-istemeyen herkes asker edilmekte, sömürü sermayesi de bunları boğuşturmaktadır.
“Adil Düzen”in ilk yapacağı şey, müslim ile mümini ayırmak, müslimlerden cizye almak, mü’minleri ise silahlandırmaktır. İnanmadıkları halde inanmış görünerek insanlığı kandıranlardır bunlar. Türkiye’deki mason teşkilatı böyle görünmektedir. Renksiz partiler böyle görünmektedir.
وَإِذَا خَلَوْا إِلَى شَيَاطِينِهِمْ (Va EıÜAv PaLaV EıLay ŞaYAvOıNıHıM) “Şeytanları ile halvet edince.”
Burada ad “İzâ” gelmiştir. “İzâ Lakû”ya bağlanmıştır. Münafıkların iki yüzü vardır. Biri görünürdeki yüzleri, diğeri de şeytanları ile baş başa kaldıklarındaki yüzleridir. Bunlar kapalı toplantılar yaparlar, gizli görüşmeler yaparlar. Mü’minlerin ise gizli ve kapalı toplantıları yoktur. Necva nadiren zorunlu halde yapılır. Gizli toplantıları yapmak şeytan işidir. Biz bu sebepledir ki yeraltı faaliyetine karşıyız. Masonlara muhalefetimiz de bundandır. Kapalı toplantılar yapmayız. Tarikatlardaki esrarlılık bu bakımdan şeriata aykırıdır.
“Şeytanları ile baş başa kalınca”da ifade edilen, kapalı toplantılar yaptıkları zaman şeytan orada hazır bulunur ve onlara kötülükleri vesvese eder. Oysa açık istişare toplantılarında melekler hazır olur ve iyi şeyleri söyletir. Seçimlerde de gizli oy şeytan işidir. İnsan açıklığa biat eder. İnsanların cesur olması gerekir. Onların yönetme hakları yoktur. Korkaklar cesurların emrine girerler, böylece adil yönetim olur. Şeytanları ile halvet olmak” demek, kapalı veya gizli toplantıları yapmak demektir. Başka bir manâsı da, öyle toplantılar yapanlar mecazi olarak şeytan olarak adlandırılmış oluyor. Müslümanlar asla gizli toplantılar yapmamalıdır.
قَالُوا إِنَّا مَعَكُمْ (QAvLUv EınNAV MaGaKuM) “Biz sizinle beraberiz.”
Türkiye’de Halk Partililer dine açıkça cephe almışlardır. Lâikliği savunuyoruz diye dine karşıdırlar. Yahudiler de İslâmiyet’e karşıdırlar. Arada olan renksizler karşımıza çıkınca müslüman görünüyor ama onlarla yalnız olunca da ‘biz sizinle beraberiz’ derler. Görünürde kavga ederler, baş başa kalınca da inananlar aleyhinde karar alırlar. Biz hayatımızda hep bunları gördük. 1960’tan önce ben tarafsızdım, ne Halk Partisinde ne de Demokrat Parti tarafında idim. Oyumu Millet Partisi’ne verdim. İhtilâl olunca sen demokrat partilisin diye genel müdürlük tarafından atıldım ve o da yalnız bendim. İzmir’de Sanayi Bölge Müdürüne iftira yaptılar, Adana’ya tayin ettiler. Benim hakkımda soruşturma yapılmadan beni de uzaklaştırdılar.
إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ(14) (EınNaMAv NaXNu MuSTaHZıEUvNa) “Biz onlarla istihza ediyoruz.”
Münafıkların özelliği orada güvenilir kimse değildirler, burada da güvenilir kimse değildirler. Foyamız ortaya çıkacaktır diye devamlı korku içinde olurlar. Oysa mü’minler ve kâfirler açık oldukları için endişeleri yoktur. Biz müstehziyiz derler.
“Hazzetmek” silkelemek, kendine çekmek demektir. “Hezy etmek” kişileri sallamak, sarsmak anlamındadır. Onlarla dalga geçmektir. Kendilerinin farkına varamadığı şekilde eğlenmektir. Beceriksiz insana ne kadar beceriklisin demek, cüceye ne güzel uzun boyun var demek istihzadır.
“Biz onlarla istihza ediyoruz” derler. Hasan Mezarcı’yı Mesih yapıp günlerce televizyonda oynattılar.
***
اللَّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ (EalLAHu YaSTaHZİEu BiHiM) “Allah onlarla istihza etmektedir.”
Münafıklar geçici olarak başarıya ulaşır, böylece istihza edilmiş olurlar.
Bir hikâye anlatayım. Elektrik cep lambasının Türkiye’ye yeni geldiği tarihlerde bir okumuş köye gitmiş. Lambayı yakıp söndürerek caka satıyormuş. Bir köylü ağzında sigara boynunu okumuşa uzatmış. Okumuş istihzaen dakikalarca feneri tutmuş. Kahvedekiler biraz sonra kahkaha atmışlar. Gafil okumuş dalga geçtim diye sevine sevine ayrılıp gitmiş. Sigarayı yakmak için tutan köylü ‘enayinin pilini bitirdim haberi yok’ demiş. İstihza eden istihza edilmektedir.
وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ (Va YaMudDuHuM FIy OuĞYANıHıM)
“Onlara tuğyanları içinde müddet vermektedir.”
“Tuğyan” kaynayan kazanın taşmasıdır. İnsanların şeriat dışına çıkmaları tuğyandır.
Tarihte büyük tartışmalar vardır. İnsanların peygamber gelmeden önce, kitap inmeden önce şeriatları mı vardı? Tuğyanları vardı. Mu’tezile aklın şeriatı tesbit edeceğini söylemektedir. Dolayısıyla aklın öğrettiği şeriata uymayanlar tuğyan içindedirler.
Bugünkü Bonapart gibi doğal hukukçular bu görüştedirler. Eş’ari ise aklın kendi başına bir şeriat oluşturamayacağı görüşündedir. Dolayısıyla vahiy gelmeden önce insanlar için şeriat sözkonusu değildir. Onların şeriat geldikten sonra tuğyanları doğrudur. Bugünkü pozitif hukukçulara göre de böyledir. Meclis’ten kanun çıkmadan bir şeriat olmaz. Maturidi’ye göre insanın aklı tam doğru çalışırsa ve hata etmezse doğruyu bulur. Vahiy aklın doğru çalıştırılması içindir. Çünkü Allah insanlara şeriatı anlamak için iki delil vermiştir. Akıl ve nakil. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı bu esası kabul etmiştir. Hukuk ilmini de kaynak saymıştır. Demek ki Maturidi mezhebi en doğru mezheptir. Tuğyanları ise akla kulak vermemeleri gibi aklı da kullanmamalarıdır.
İnsan aklına bazı ilkeler verilmiştir.
a) Çevremden ve başkalarından yararlanarak yaşıyorum, o halde onlara borcum vardır. Aldığımın karşılığını vermeliyim. b) Bana yapılmasını istemediğim bir şeyi ben de başkalarına yapmamalıyım. c) Yaşadığım toplulukların örf ve âdetlerine uymalıyım. d) Zararlı olan davranışlara karşı çıkmalıyım.
Bunlar insanın vahiy gelmeden önce de bildiği şeylerdir. Bunlara uymayanlar tuğyan etmiş olurlar.
“Medd” gerilmiş kalastır. Zaman için müddet karşılığı kullanılmaktadır. Ecel zaman ile belirlenmiştir. Müddet ise olay ile belirlenmiştir. Belli olay oluncaya kadar serbest bırakmak demektir.
Onlarla istihza etmekte ve onları tuğyanları içinde müddet vermektedir. Hattâ imdad etmekte yani onlara tuğyan edebilsinler diye imkan hazırlamaktadır. Güç vermektedir. Bu da şunu ifade etmektedir.
Kâfirlerin yaptığı işlerin hâlikı da Allah’tır. Allah istemezse onlar bir şey yapamazlar. Zalimler zulmediyorlarsa Allah onlara izin vermiştir. Böylece mü’minler için imkânlar hazırlanmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılmasaydı Cumhuriyet kurulamazdı.
Türkiye’de 200 yıldır yapılan ve dine karşı girişilen inkılâplar olmasaydı biz “Adil Düzen”i tesis edemezdik. 28 Şubat da böyle bir nimettir. Çünkü hatalı uygulamalarımızda Allah bizi uyarmıştır.
AK Parti iktidarı dine karşı olanlara bir şamar olduğu gibi; onun başarısızlığı da Adil Düzencilerin yolunu açacaktır. Zinalı ve faizli uygulamaların başarıya ulaşmadığı görülmelidir ki, halkımız Allah’tan başka, onun şeriatından başka, “Adil Düzen”den başka melce olmadığını anlasınlar. 28 Şubat süngüsü görülmeseydi, İslâmiyet’te laiklik ve demokrasi var sözlerimiz küfür kabul ediliyordu. İslâmiyet’in değerleri İslâm karşıtı gösteriliyordu. Tekrar yazmakta ve söylemekte yarar vardır.
Demokrasi = Şeriat, Lâiklik = İslâm, Liberallik = Adil Düzen, Sosyallik = Hak Düzen
Kur’an’ın getirdiği dört kavramın Batı’da benimsenip bozulmaları ve sahteleştirilmeleridir. Batı’da sahte demokrasi vardır. Ekseriyet sahte demokrasidir. Batı’da sahte lâiklik vardır. Dinleri dışlayan lâiklik sahte lâikliktir. Batı’da sahte liberallik vardır. Faizle tekelleşmiş bir ekonomide liberallik sahtedir. Batı’da sahte sosyallik vardır. Sigorta primleri ile oluşturulmuş sosyallik sahtedir.
İslâmiyet’te ise serbest sözleşmeye dayalı yerinden yönetimli, istişareli ve hakemli gerçek demokrasi vardır. İslâmiyet’te, dinde asla zorlamanın olmadığı ama bütün dinlerin cemaatleri nisbetinde yönetime katıldığı gerçek lâiklik vardır. Malların devrinde rıza şartının aranması ile oluşan genel hizmetlerle desteklenmiş faizsiz, karzı hasen kredili gerçek liberallik vardır. İslâmiyet’te yeryüzünün kirası karşılığı alınan vergilerle muhtaçlara haklarını veren, bir karşılık olmadan genel sigorta vardır. Bu da gerçek sosyalliktir.
İşte bu şeriatın gelmesi için geçmişte kapitalist ve sosyalist uygulamaların olması ve başarısızlığın görülmesi gerekirdi. Allah insanlığa rahmet olmak üzere bu kötü rejimleri XX. yüzyıla uygulattı.
Şimdi insanlık “Adil Düzen” uygulamasını beklemektedir.
يَعْمَهُونَ(15) (YaGMaHUvNa) “Amhederler.”
“Amy” körlük demektir. “Amâ” kördür. Gözleri olmayandır. Kataraktlılar da âmâdır. Yani, göz var ama üzerinde ğişavı olduğu için görmeyen kördür. Onların basarları da ğişavelidir.
“Amhetmek” kör kör el yordamı ile dolaşmak demektir.
Bir kör nasıl yürür? Elleriyle onu yoklar, bunu yoklar, sağa sola toslar ve bununla yol bulmaya çalışır.
Münafıklar da böyledir. Bir kanun yaparlar, olmaz; onu daha uygulamadan bozar ve yenisini yaparlar.
Ceza kanunu hürriyet için değiştirildi. Şimdi sadece haksızlıklar için kullanılmaktadır. Meclis yaz-boz tahtasına dönüştürülmüştür. Tıpkı körün yol aramasına benzemektedir. Yap, olmazsa yensini yaz.
Bugünkü yönetim ve teşri sistemi tam amhetmektir. Niçin? Çünkü kanunları müsbet ilmin ışığından ve on bin senelik şeriat uygulamasından modalarla ortadan kaldırmışlardır. Kısas aklî bir cezadır. Af sosyal iyileştirmedir. Ama idamın olmaması acaba hangi akla hizmet eder? İlâhi kitaplar on bin senedir dünyayı aydınlatmakta ve bugün insanlar onlar sayesinde çobanlık döneminden bilgisayar çağına ulaştılar.
Bu uygulamalardan yararlanmayıp, bizim aklımız çalışır diyerek uydurma düzenin başarısı körebe oynamaktan ileri gidemez. İşte yetmiş senelik uygulamalar ne getirdi? Kırk milyon insan öldürüldü. Şeriat düzeni geldiğinde yeryüzünde kırk milyon insan belki de yoktu. Şeriat sayesinde kırk milyon beş bin senede yedi milyar oldu. Siz ise elli senede kırk milyon insanı öldürdünüz. İşte bu başarı şeriatsız düzenin başarısıdır.
***
أُوْلَئِكَ (EuLAEiKa) “İşte bunlar.”
Muttakilerden bahsederken “Ulâike” deyip hem aklî imana, hem naklî imana sahip olanları birleştirdi.
Burada da kâfir olanlarla münafıkları birleştirmiş olur. Mü’min ve münafıklar bir arada anlatılmış olur.
Bunlar ticaretten kâr etmiş olurlar. Yahut sadece münafıklara işaret etmiş olabilir. Çünkü münafıklar elde ettiklerini sattılar. Onu istismar ettiler. Oysa kâfirler zaten elde etmişlerdi.
Kâfirler de baştan itikadı değil de küfrü tercih ettiler. Kendi lehlerinde olanları reddettiler. Peşin hükümlü oldular. Dolayısıyla bu “Ulâike” onları da içermiş olur. Her iki yorum da doğrudur.
الَّذِينَ اشْتَرَوْا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى (elLaÜIyNa iŞTaRaVuv elWaLALaTa Bi eLHuDAy)
“Onlar hidayetle dalâleti iştira etmişlerdir.”
Fatiha’da Allah’tan hidayet istemiştik. Allah muttakilere hidayet olmak üzere Kur’an’ı inzâl ederek hidayeti göstermiştir. Küfreden kimseler ise baştan reddetmişlerdir. Münafıklar ise kabul etmiş ve Allah’ın hidayetini benimsemiş ama sonra onu dalâlete çevirmişlerdir. Ondan doğru yolu bularak hidayete ereceklerine, onu istismar ederek paraya veya oya çevirmişleridir. Kapanırız diye “Adil Düzen”den vazgeçmişlerdir. Oysa parti “Adil Düzen” için vardır. “Adil Düzen” olmayacaksa, o zaman partiye ne gerek vardır. Partiniz zavallı duruma gelmiştir. Oysa “Adil Düzen” için cihad edip şehit olsaydı daha iyi olurdu. Nitekim Nizam, Selâmet, Refah, Fazilet partileri böyle şerefle sahneden çekilmişlerdir. Halk onları daha çok desteklemiştir.
فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُم (Fa MAv RaBiXat TiCAReTuHuM) “Ticaretleri rıbh etmemiştir.”
“Fa” harfi getirilmiştir. Bu alışverişten ticaret etmediler.
“Bey’” var, “Ticaret” vardır. Bey’, almak veya satmaktır. Ticaret ise alıp satmaktır. Bu alıp satışta kârlı çıkmaktır. Önce mü’miniz deyip imanı satın almak, sonra şeytanları ile baş başa kaldıklarında ‘biz istihza ettik’ deyip orada da imanı küfür olarak satmak kârlı bir iş değildir.
“Vecr” tilki demektir. Durmadan avlanmak için dolanır. Türkçedeki ‘becerme’ kelimesi de aynı kaynaktandır. “Acara” kelimesi vardır. Piyasayı dolaşır mal bulur, piyasayı dolaşır müşteri bulur. Ucuza alıp pahalı satar, arada fiyat farkı doğar. İşte böylece kâr edilir. Ticarette iki çeşit kâr sözkonusudur. Ya para artar, ya da mal artar. Faizli ekonomide kâr parada yapılır. Zekâtlı ekonomide ise kâr mal üzerinden yapılır. Öyle iki işlem yapılır ki para üzerinden kâr ettiği halde mal üzerinden zarar etmiş olabilir. Faizli sistemde asıl olan paradaki artmadır. Zekâtlı sistemde asıl olan malın artmasıdır.
وَمَاكَانُوا مُهْتَدِينَ(16) (Va MAv KAvNUv MuHTADIvNa) “Mühtediler de olamadılar.”
Fatiha’da “hidayet” isteyen insana hidayet gösterilmiştir. O da Kur’an olmuştur. Burada muttakilerin hidayete erdiklerini, oysa münafıkların ise böyle ikili oynadıkları için ihtida edemediklerini bildirmektedir.
“İhtida” ve “ittika” kelimeleri bu âyetlerde işlenmiş ve temel kavranmış olmaktadır. İttika etmek pasif korumadır. İhtida aktif harekettir. İhtida, ittika, içtihat demektir. İttiba da uymadır.
ADİL DÜZEN 343
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 5. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا أَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللَّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ
لَا يُبْصِرُونَ(17) صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ(18) أَوْ كَصَيِّبٍ مِنْ السَّمَاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ مِنْ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللَّهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ(19)
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(20)
مَثَلُهُمْ (MaÇaLuHuM) “Onların meselleri.”
“Temsil” heykel demektir. İnsanın veya bir hayvanın benzerini yapma demektir. “Resim” de temsil olabilir. “Şibh”de görünüşte bir benzerlik vardır. “Temsil”de sistemde benzerlik vardır. Bitki hayvana benzemez ama o onun misli olabilir. Canlı olması, hücreleri olması, ayaklarının yerine kökleri olması, ciğeri yerine yaprağının olması, yumurtanın yerine tohumunun olması, kemikleri yerine gövdesinin olması ile onlar birbirinin misli olurlar. Dil benzerlere ortak ad vermekle oluşur. Cümleler benzer olayları bir söz grubu ile ifadedir.
“Mesel” veya Türkçede söylendiği gibi “masal” hayali benzetmelerle anlatılır. Kurt cesur hür adama, köpek de sadık köle adama benzetilir. Kurt ile köpek meseli anlatılır. Masal, insan zihninde tasavvur edilen ve insan ı anlatan bir benzetmedir. Hazreti Adem’in yaratılışını ele alalım. Allah insanı, melekleri, şeytanı yarattı ve insandaki iradeyi gerçekleştirmek için melekleri ve şeytanı görevlendirdi. İşte bu görevlendirme bir meseldir.
Allah meleklerle ve şeytanla Kur’an’da söylendiği gibi konuşarak onlara görevlerini öğretmiş oldu.
5, 7 daha kaç eder diye sorduğunuzda, çocuk parmaklar üzerine sayar. Bu toplamanın parmaklarla temsilidir. Daha doğrusu 5 elma ile 7 elmanın toplamı parmaklar üzerinde sayma ile temsil edilmektedir. Harita arazinin temsilidir. Piyes, roman, şekiller hep temsildir. Kur’an kâfirlerle münafıkları anlatırken bir meselle anlatmaktadır. Burada “Ve” harfi getirilmemiştir. Çünkü yukarıdakilerin meselleri anlatılmaktadır. Kâfir ve münafıklara birlikte zamir gitmiş olur. Kâfirler kendi kafalarında hakkın dışında doğru yolu bulacaklarını sanırlar. Münafıklar da dilleri ile hakkı kabul etmekle ortalığın aydınlandığını zannederler. Onların meseli de getirilmiştir. Burada onların bir meseli anlatılmaktadır. Yani, birlikteki tek meselleri denmektedir.
كَمَثَلِ (Ka MaÇaLi) “Meseli gibi”
“Ke” gibi demektir. “Meseli” de benzeri demektir. Benzeri gibi. Burada kâfir ve münafıkların meselini bir kimsenin davranışına benzetmektedir. O benzetilen olay gerçekte olmuş değildir. Ama öyle olay olabilir.
Bu bize roman ve hikâyelerde, piyeslerde hayali olayları anlatmamızın meşru olduğunu gösterir. Hattâ peri masalları ile bir şeyler anlatmak da meşru olmaktadır. Çizgi filimler meşru olmaktadır. O hayali olay ve yaratıklarla bir düşünce veya duygu anlatılmak istenmektedir. Sevap veya günah duygu ve düşünceyi ifade eden araçta değil, duygu ve düşüncenin kendisindedir. Bu ilke kabul edildikten sonra duygu ve düşüncelerin radyo, televizyon, resim, heykel gibi araçlarla ifade edilmesi de meşru hâle gelir. Günah olan Allah’a şirk etmektir. Bunu ister resimle, ister heykelle, ister sözle, ister davranışla ifade edin, hepsi günahtır. Ama şirki ifade etmeyen her araç onunla şirk de ifade ediliyor diye haram olmaz. Şarabın içilmesi günahtır. Yoksa ellerini kolonyalamak günah değildir. Domuz postu yağ ve etten soyutlandığı takdirde kullanılması haram değildir.Onun için domuzun kendisi değil, eti haram kılınmıştır.
الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا (elLaÜIy iSTaVQaDa NAvRan) “Nârı istivkad eden kimse”
Burada “Ellezî” gelmiştir; “Men” değil de “Ellezî” gelmiştir. Burada maruf olan kimse, tebliğ yapan, yani Kur’an’ı anlatan kimse olabilir. “Ünzile İleyKe”deki “Ke/Sen” ile belirtilen kimse olabilir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm yahut bugün tebliğ ile görevli olan kabile başkanı olabilir. Kendi kabilesine bir ateş yakıp aydınlatmak istemiş olabilir. Gece karanlığında halk otururken o yakıt bulmuş ve ortalığı aydınlatmıştır. Ama kabilesi aydınlanmaya alışık olmadığı için kabile reisi bunu başaramamış, kavmini veya kabilesini kurtaramamıştır. Yahut, kâfir veya münafıklardan onları şeriat dışında aydınlatmaya kalkışan kimse demektir.
Mesela, Karl Marks böyle yapmıştı. Hitler böyle yapmış, Mao böyle yapmış, Tito böyle yapmış; ama Allah onların bu aydınlatması işe yaramamış ve sönmüş gitmiştir. Refah Partisi’nin 1996’da kurduğu Refah-Yol Hükümeti böyle bir ışık yakmış ama Allah onu birden söndürmüştür.
Demek ki, “Ellezî” kelimesi marife gelmekle Allah’ın hizbinden veya şeytanın hizbinden olan birileri kastedilmektedir.
“Vakud” yakıt demektir. Yakıldığında ısı ve ışık veren maddedir.
Kömür oksijenle birleşerek ısı veya ışık dağıtmaktadır. Yakıttır. Kimyasallar iki çeşittir, ya ısı alırlar, yahut ısı verirler. Isı verenler yakıttır ve gittikçe tükenmektedir. Ayrıca çekirdek oluşmaları vardır. Hidrojen birleşir, helyum olur ve ısı veya ışık ortaya çıkar. Güneşteki yakıt hidrojendir. İnsanlar kömür benzeri maddeleri yakarak ışık veya ısı elde etmeğe çalışırlar.
“İstivkad etmek” demek, yakmak istemek demektir. Ortalığı aydınlatayım deyip ateş yakan kimsedir.
“Nâr” ateş demektir. “Nûr” da ışık demektir. Nâr, ışık üreten kaynaktır. Nûr ise ışık, nârın verdiği aydınlıktır. Göz içinde aydınlık olur. Ateşten çıkan her ziya aydınlık olmaz. Çünkü göz onları göremez. Göz ışığın bir kısmını alır. Uzaya yayılan televizyon dalgaları, radyo dalgaları da ışıktır. Ama gözümüz onları almaz. Uygun televizyon âleti, uygun radyo âleti yani alıcısı olursa, o zaman görüntü ve ses ortay çıkar. Gözlerimiz olmazsa yahut uygun âletler olmazsa onları göremeyiz.
فَلَمَّا أَضَاءَتْ (Fa LamMAv EaWAvEaT) “Ziyalandırılınca”
Güneş ziya çıkarır ve etrafını aydınlatır. Ateş ziya çıkarır ve etrafını aydınlatır, yani etrafa ışık salar. Işık cisimlere çarpar ve gözlerimize gelir Yansıyan ziya nur olur. Gözümüz onları alır ve beyne götürür. Görüntü olur. Ona da “basar” denir. Güneş ziyadır, çünkü ziyanın kaynağıdır. Ay ise nurdur. Çünkü Güneş’in ışıklarını kendi yapısına göre değiştirip gönderir. Biz o nur sayesinde Ay’ı basarımızla görürüz.
Ziyayı üreten ateş olduğu için burada edanın faili nâr olmuştur.
مَا حَوْلَهُ (MAv XaVlaHUv) “Havlini ziyalandırınca.”
“Hâle” puslu havada Güneş’in etrafında oluşan aydınlıktır. Çevre anlamındadır. Varlığın bulunduğu ortama “Havl” denir. Ateş de ateşi yakanın çevresini aydınlatır.
“Nâr” müennes olduğu için buradaki “HU” zamiri ateşe değil de kişiye gitmektedir. Kişi ateşi çevresi ziyalansın diye yakmıştır. Bu kişi kabile başkanıdır, kabilesini aydınlatmak istemiştir. Şa’b başkanıdır, şa’bı aydınlatmak istemiştir. Kavm başkanıdır, kavmi aydınlatmıştır. İnsanlığın resulüdür, insanlığı aydınlatmıştır.
“Havl” herkes için değişik çaptadır. Ateşi yakan kimse bir karanlıkta yakarsa çevresi aydınlanmış olur. Allah’ın yaktığı ateş ise bütün kâinatı aydınlatır.
Burada önemli bir noktaya dikkat edilmelidir. Kur’an ile diğer beşeri sistemler arasındaki fark, güneşle karanlıkta yakılan ateş arasındaki fark kadardır.
ذَهَبَ اللَّهُ بِنُورِهِمْ (ÜaHaBa elLAHu Bi NUvRiHiM) “Allah nurları ile zihab etmiştir.”
Allah onların nurlarını alıp götürmüştür. Tebliğcileri onlara aydınlık olsun diye ateş yakmıştır. Ateş ışık göndermiştir. Ama onlar için aydınlık olmamıştır. Çevrelerini göremez olmuşlardır. Çünkü onların gözleri ışığı almış ama beyinleri o ışığı değerlendirememiştir. Televizyonun antenindeki veya televizyondaki arızadan dolayı görüntü alınamamıştır.
“Allah onların ışığını alıp götürmüştür” diyor. ‘Ateşi söndürmüş veya ziyayı yok etmiştir’ demiyor.
Küfür ve nifak hakkı ortadan kaldıramaz, hakkı yok edemez, sadece kendileri görmez olurlar.
Nitekim 20. yüzyılda yapılan zulüm yapanların yanına kâr kalmış, ilâhi ziya sönmemiştir.
وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ (Va TaRaKaHuM FIy JuLuMAvTın) “Onları zulumât içine bırakır.”
Nûr zulumât olur. Burada çok önemli bir hususa işaret edilmektedir. Zulumât, karanlık ve yokluk değildir. Nûrdan dönüşen bir varlıktır. Nûr ile zulumâtın ne olduğunu açıklayalım.
Bir askeri birlik sıra olmuş, uygun adımlarla gitmekte, alan içinde dolaşmaktadır. Bu nûrdur. Bir de halk gelmiş, hareketli haldedir ama kimi sağa, kimi sola, kimi ileriye, kimi geriye gitmektedir. Burada da hareket vardır, ama başıbozuk hareket vardır. Bu da zulumâttır.
Rüzgâr bir istikamette esen havadır. Alabora ise karmakarışık hareket eden havadır. Işık, en yüksek hızda bulunun en küçük parçaların bir yönde hareketleridir. Oysa sıcaklık değişik yönlerde hareket eden yine ışık hızında parçacıklardır. İşte, ısı zulumâttır, ısı ortalığı aydınlatmaz. Zulumât karmakarışıklıktır.
Batılılar buna entropi demektedirler.
Kâinatın entropisi artmaktadır. Nûru tükenmekte, zulumâtı artmaktadır.
Burada aydınlanma teorisindeki bütün etkiler sıralanmıştır: Yakıt, Nâr, Ziya, Nûr ve Zulumât.
Bütün bunlar birlikte görmeyi ortaya koyarlar.
لَا يُبْصِرُونَ(17) (Lav YuBÖıRUvNa) “Basar edemezler.”
Yani, göremezler. Şimdi görme olayını ele alalım. Ateşin yakılmasıyla ortalığa ışık gönderilir. Işık cismin üzerine düşer ve yansır. Böylece cismi kendi durumuna göre bir ışık grubu gibi görür. Göz merceğinden geçerek gözün ağ tabakasına cismin görüntüsü düşer. Burada elektrik sinyallerine dönüşür, sinirler vasıtasıyla beyne gider. Beyinde 01’ler şeklinde değerlendirmeleri olur ve insanın ruhu onu algılar.
İşte bu algılama “basar”dır. Asıl görme buradadır. Diğerleri görüntünün şart ve sebepleridir.
Görmek için her şey tam olduğu halde, küfreden kimse, münafıklık yapan kimse göremez, idrak edeme, kavrayamaz. Parça parça görse bile tümüne ulaşamaz.
***
صُمٌّ (ÖuMMun) “Asamdırlar.”
“SuMM” “ESaM”ın çoğuludur, sağır demektir. Kulağı sağlam olsa da, eğer duymuyorsa sağırdır.
Siz ne söylerseniz söyleyin, onlar duymazlar, işitmezler.
Yukarıda basarı anlatmış olduğu halde, görmediğini anlattı. Bu âyet ise sağırlıkla başladı. Hem de basara benzer bir şekilde.
İnsan beyninde ziya olur, dile gelir, dil onu seslere çevirir, ses havada ışık gibi yayılır, kulağa gelir. Kulak onu elektrik dalgalarına çevirir, beyne gider ve söz olarak idrak edilir.
Eğer insan kâfir ise bu sözler bir şey ifade etmez. Beyin onları bir türlü idrak edemez. Böyle bir insanın meseli sağır meseli gibidir. Sağır nasıl sesleri duyamazsa, onlar da Kur’an’ı ve hidayeti duyamazlar.
“Hüm” burada hazf olmuştur. Çünkü aşağıda “FaHüm”da tekrar edilecektir. “Geldi, konuştu, oturmadı, onu ben görmedim” derseniz, başta “o geldi” demenize gerek kalmaz.
بُكْمٌ (BuKMun) “Ebkemdirler.”
Dilsizdirler. Yani, dilleri olsa da konuşamaz durumdadırlar. Duymada dışarıdan gelen işaretler ruha, yani beynin merkezine iletilmiş olur. Beynin merkezinde oluşan karar ağıza iletilir ve cümle hâline gelir.
Sözler söyleseler de kelimelerle kendi düşündüklerini değil, başkalarının cümlelerini tekrar ederler. Klasik manâsız cümleler söyleyip dururlar. Demagoji yaparlar.
عُمْيٌ (GuMYun) “Onlar âmâdırlar.”
“Âmâ” kör demektir. Gözü olsa da görmez, çünkü görme kabiliyeti kaybolmuştur. Görmek demek, bir varlığı toptan kavramak demektir. Kör olmak demek, toptan görüntüyü alamamaktır.
Muttakiler karşısındaki kâfir ve münafıklar sağır, dilsiz ve kör durumdadır.
“UMY” sonradan olmuş olayları değerlendirememektir. Ne kadar başarılı sonuç alırsan al, onlar onu göremezler. Geleceklerini göremezler. Geçmişlerini anlayamazlar. Sizinle işbirliğine giremezler ve geleceklerini göremezler. Geçmişteki, hâldeki ve gelecekteki karanlıklar içindedirler.
فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ(18) (Fa HuM Lav YaRCıGUvNa) “Onlar rücu etmezler.”
“RaC’” akan nehrin ana gövdesinden ayrılıp tekrar eski gövdesine eklenendir. Asla dönmektir. Rönesanstır. Yeniden doğuştur. Türkçede irtica, kötüye dönmektir.
Şöyle ifade edelim. Batılılara göre asıl olan kötülüktür. Dolayısıyla eskiye dönmek kötülüğe dönmektir. İslâmiyet’e göre ise asıl olan iyiliktir. Eskiye dönmek de iyiye dönmektir. İrtica kelimesinin kötüye dönme anlamında kullanılması hatılıdır. Kur’an bunu ata babalarının kötülüklerinin peşine gitme şeklinde ifade etmektedir. Buna “irtifa” denmektedir. Asla ve iyiliğe dönme “irtica”dır. İyiye, yeniye gitme inkılaptır. İnkılap ve irtifa hidayettir.İltica ve irtidat dalâlettir. Hakka dönmek farzdır. Dalâletin terk edilmesi gerekir.
***
أَوْ كَصَيِّبٍ مِنْ السَّمَاءِ (EaV Ka ÖayYıBın MıNa elSaMAvEi) “Veya semadan isabet eden.”
“EV” o veya bu olabilir, ikisi de birden olabilir. Muttakiler için onlar hidayettedir, onlar muflihtirler demiş, her iki vasfın birden muttakilerde olduğunu belirtmiştir. Kâfir ve münafıkları tavsif ederken onları iki örnekle anlatmaktadır. Fatiha’da ki dâllîn olanlarla mağdub olanları örneklemektedir. Sırasını değiştirmiştir. Çünkü tekabüliyet yoktur. Hem münafıklar, hem de kâfirler için iki misal da geçerlidir.
“Savab” hedef demektir. Ağaca armudu düşürmek için atarsınız. Armut savabdır. Armudu düşürmek isabettir. Taşın yerine yani hedefine varıp düşürmemesi hatadır. Savab, hata, doğru ve yanlış için de kullanılmıştır. “SaYYıB” isabet eden, yağan demektir. Bombalandığı zaman ülkeye yağan bombalar, ateşler, zehirlerdir.
“Mine’s-Semâi” Gökten, yukarıdan...
فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ (FIyHi JuLuMAvTun Va RAGDun Va BARQun)
“Onda zulumât, ra’d ve berk vardır.”
Ateş aşağıdan yukarı, karşıdan yahut yukarıdan aşağıya yağar. Burada yukarıdan aşağıya doğru yağanlardan bahsedilmektedir. Zulumât, ra’d, berk vardır. Yukarıdan aşağıya doğru akmaktadır.
“Zulumât” buluttur. “Ra’d” gürültüdür. “Berk” şimşektir. Bunlar yukarıdan aşağı inmektedir.
Bunların içinde yıldırım vardır. Bulut su damlalarından oluşmaktadır. Kaotik bir hal vardır. Şimşek, iki bulutun elektriklerini aktarmaktır. Bu arada ses çıkar. Bu gürültüdür. Bunların hepsi yere inmektedir. Su damlaları yağmur, dolu veya kar şeklinde iner. Şimşek şiddetli ışık olarak yere iner. Gürültü de yere ses olarak iner. Elektrik ise buluttan buluta değil de, buluttan yere doğru olursa ona şimşek denmektedir. Önce şimşek çakar, sonra gürültü gelir. Burada gürültü önce gelmiş, şimşek sonra gelmiştir. Gürültü ve şimşek birden olmakta, sadece bize gelişleri farklı olmaktadır. Yani, gürültünün gecikmesi bizim algılamamızdan ileri gelmektedir. Yoksa oluş aynı andadır. Bu sebeple önce gürültüden bahsederek birden olduğuna işaret etmiştir. Sonra yıldırımla şimşek benzer olaylardır ama yere doğrudan inmekte, insanlar yıldırımdan korkmaktadır.
يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ (YaCGaLUvNa EÖABıGaHUM FIy EAvÜANıHıM)
“Parmaklarını azanlarına caglederler. Parmaklarını kulaklarına koyarlar.”
Gök gürültüsüne karşılık kulaklarını tıkarlar. Böylece kendilerini koruyacaklarını sanırlar. Bunu halk dilinde devekuşuna benzetirler. Başını kuma gömmekle bedenlerini koruyacaklarını sanırlar.
Birçok olaylara böyle görünürde tedbir alırlar ve işin çözüleceğini zannederler. Enflasyonun düşmesi, para değerinin korunması, borsadaki değerlerin yükselmesi ile işlerin yolunda gittiğini sanırlar. Odanın sıcaklığını gösteren termometrenin haznesini ısıtırsanız sıcaklığı otuz derece olarak gösterir. Ama o suni ısınma dondurucu soğukluğu ortadan kaldırmaz. Finans ekonomisi, mali ekonomi yahut parasal ekonominin düzelmesi reel ekonomiyi gösterirse o zaman işe ayar. Reel ekonomi üretim yapmaktadır, çalışmaktadır, emeği iyi bir şekilde düzenlemektedir. Para bunu yaptığı müddetçe paradır. Üretim yapıldığı için fiyatlar düşerse, işte o zamanki çözüm çözümdür. Yoksa, şayet üretim yapmazsa, paranın değeri ne olursa olsun, ne işe yarar?
مِنْ الصَّوَاعِقِ (MiNa elöÖaVAGıQI) “Savaikdan.”
Yıldırım düştüğü zaman görülür. Ses sonra bize ulaşır. Bunu bilen halk gürültüye karşı kulakları ile korunmaktadırlar. Oysa saıkanın zararı düştüğü yeri yakıp yıkar, ayrıca radyoaktif ışınları ile kişileri hasta eder. Gürültü ise sonradan gelecektir. Bu hastaların muska yazdırmalarına benzer.
Olayları tahlil etmeden, asıl sebepleri bilmeden, tedbir almadan işler yapacaklarını zannederler.
حَذَرَ الْمَوْتِ (XaÜaRa eLMaVTı) “Mevtten havf ederek.”
Düşman gökten bomba, ateş, hastalık, kimyasal zehir gibi ölüm yağdırmaktadır. Buna karşı tedbir alacaklarına, kulaklarını tıkayıp ses çıkarmamak suretiyle ölümden kurtulacaklarını sanırlar. Duymamazlıktan gelerek sorunların çözüleceğini sanırlar. Türkiye bugün işte tam da bu durumdadır.
‘Borçlar artmakta ve Türkiye Osmanlılar gibi ölüme doğru gitmektedir’ diyorsunuz; kimse duymamaktadır. ‘Millî hasılaya nisbeti artmamaktadır’ diyorlar. İşsizlik, boşa giden enerjidir. ‘Türkiye bu sebeple borçlanmaktadır’ diyorsunuz; ‘bu elli yıldır böyledir’ diyorlar! ‘Bu basın dışa bağımlıdır, millî basın oluşmamıştır, gelin medya kooperatifleri kurarak millî medyayı oluşturalım’ dersiniz; mümkün değil diyorlar! ‘Mahkemeler on yıl sürüyor, yargı etkinliğini kaybetmiştir, bağımsız değildir, haydi düzeltelim, hakemlik sistemini getirelim’ derseniz; biz öyle bir parti değiliz, biz öyle bir söz vermedik, bir şey yapamayız diyorlar. ‘Gelin, ülke kurtulsun, gerekenleri yapalım. Çalışana yani emeğe kredi verelim, üretim başlasın ve işsizlik yok olsun’ diyorsunuz; duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. ‘Ülkenin faizli borçlarını faizsiz iştirake çevirelim’ diyorsunuz; duymuyorlar.
Bütün bu yaptıklarını da akılları sıra iktidarda kalmak, Menderes’in durumuna düşmemek, siyaset sahnesinden atılmamak korkusuyla yapıyorlar. Oysa bu vurdumduymazlık onları ölüme götürüyor.
Korkunun ecele faydası yok. Korktukları başlarına gelecektir. Yıldırıma karşı tedbir almıyor da gürültüye karşı kulaklarını tıkayarak kurtulacaklarını sanıyorlar, hidayeti kararmış olan bu ahmaklar!..
وَاللَّهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ(19) (Va elAHu MuXIyOun Bi eLKAvFıRIyNa)
“Oysa Allah kâfirleri muhittir.”
Bu ifade gösteriyor ki, münafıklar da kâfirdir ve bu temsil hem kâfirleri hem de münafıkları içermektedir. “MeselüHüm”deki “Hüm” zamiri hem münafıklara, hem de kâfirlere racidir demiştik. Bu tercihimiz bu cümle ile teyit edilmektedir.
“İhata etmek” demek, çevirmek demektir. “Hait” çeperdir.
Nasıl ağıla hayvanları atar da dışarı çıkmalarını önlerseniz, kâfir ve münafıkların hâli de böyledir. Belli bir yere kadar yapacaklarını yaparlar, ondan sonra önleri kesilir. Dünya uzun zaman içinde dinlerini bozmuş ve uygarlık çökmeğe başlamıştır. Bâtıl inançlar hak imiş gibi ortaya çıkmıştır. Ameli fasit ameli salih imiş gibi gösterilmektedir. Bu düzenin kökünden değişmesi gerekmektedir. O nedenle iki bâtıl düzen dünyayı dümdüz etmiştir: Kapitalizm ve sosyalizm. Böylece bâtıl inançlar başka bir bâtıl ile yok edilmiştir.
Nasıl yaşlanmış meyve ağaçları sökülüp yenileri dikilirse, dünyada yaşlanmış dinler ve inançlar da sökülüp atılmıştır. Bunu yapmak için belli bir mühlet verilmiş ve bu da sonuçlanmıştır. Uygarlığın oluşması için sermaye terakümüne ihtiyaç vardı. Bu da nacak faizle mümkün olurdu. Bugün uygarlık gerçekleşmiş, artık faizli müesseselere ihtiyaç kalmamıştır. Böylece onlar da artık çepere dayanmışlardır. Bundan sonra yeryüzüne “Adil Düzen” hakim olacaktır. Muttakiler Kur’an’ın hükümlerini yeryüzüne hakim kılacaklardır.
***
يَكَادُ الْبَرْقُ (YaKAvDu eLBaRQu) “Berk keyd eder.”
“Keyd” tuzak demektir. Tuzak bekler, bekler; av ayak basınca birden yakalayıverir. Ani oluşma anlamında kullanılır. Oluş isimlerin başına gelir. Fiiller üzerine gelir. Berk şu özelliği kazanır, olur demektir.
يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ (YaXOaFu EaBÖaRaHuM) “Basarlarını hatfeder.”
“Hatfe” ivme demektir. “Hatve”den dönüşmüştür. Adım demek olan “hatve” sıçrama anlamına gelir. Bir şeyin hızlanması yani ivme hatfedir. Basarları birden ivme kazanır, ortalık aydınlanır.
Küfretmiş olanlar ve münafıklar da zaman zaman hakkı görürler, onların çevresi de aydınlanır. Ne var ki, bu aydınlanma güneşin aydınlatmasına veya lambanın aydınlatmasına benzemez, ateşin aydınlatmasına benzemez. Olaylarda en önemli husus insanın olaylara hakim olabilmesidir. Baraj yapmadan sel olan su, baraj yapıldıktan sonra elektrik olur, nûr olur. Sağanak yağmur toprağı denizlere götürür ama dengeli sulama ile yeşillik olur. Gözlerin aniden her şeyi görmesi ve biraz sonra tekrar kararması dengesiz bir aydınlıktır, herhangi bir işe yaramaz. Aslolan devamlı aydınlıktır.
كُلَّمَا أَضَاءَ لَهُمْ (KulLa MAv EaWAEa LaHuM) “Onlara her zaman ziyalandırdıkça.”
Şimşek çakar ve ortalık aydınlanır. Kâfir ve münafıkların yani bile bile gerçekleri gizleyenlerin, yahut inanmadıkları halde inandık diyenlerin durumu böyledir. Bazen çevreyi doğru olarak görürler. Ama, sonra…
مَشَوْا فِيهِ (MaŞaV FIyHı) “İçinde meşyederler.”
Kapitalizm ve sosyalizm gibi muttaki olmayan çözümler bazen çözüm olur, bazen ise çözümsüzlük olur. Müsbet ilmin metodu şudur. Düşünürsünüz. Bir proje oluşturursunuz. Sonra onu uygularsınız. Olumlu sonuçlara vardınız ise sizin bilginiz sağlıklıdır demektir. Dolayısıyla ilim daima bir hakemedir. Şahittir.
Marks’ın denemeleri sonuçlar verdi ve başarısız oldu. Bu pahalıdır ve inandırıcı bir deneme değildir.
Büyük çapta uyguladığınız zaman şartları gerçekleştiremezsiniz. Ama bu uygulamayı küçük çapta, bucak çapında, beş bin nüfuslu bir beldede uygularsanız, o zaman sonuçları daha iyi görürsünüz.
Devlet gönüllülerin oluşturacağı kimselere kredi vermelidir ve kendi sitelerinde onları rahat bırakmalı, sonucu beklemelidir.
En az 30, en çık 100, ortalama 40-50 kişilik nüfusu olan kimseler bir araya gelir. Bunlar kendi, apartmanlarını kurmak istediklerini devlete bildirince onların taşınmazlarını cari değerle alarak kendi apartmanlarını satın almalarına veya inşa etmelerine imkan sağlamalıdır.
3 000 ile 10 000 arasında nüfusu olan kimseler bir araya gelir de ‘biz kendi sitemizi kurmak istiyoruz’ dediğinde, devlet onların evlerini satın almalı ve oraya taşınmalarına imkan vermelidir.
Böylece insanları ikna eden bir düşünür kendi projesini uygulamalıdır. Bunun bize yararı, insanlığa yararı şudur. Hangi sistemin sorunları daha iyi çözdüğü görülürse o haklı olur. Gelecek dünyada kimin haklı olduğu ilimle deneyerek ortaya çıkacaktır. İslâmî bir oluşun denenmesine izin vermiyorlar. Ama bunlar denenecek ve İslâm’a karşı olanlar gerçekleri gözleri ile göreceklerdir.
وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ (Va EiÜAv EaJLaMa GaLaYHiM) “Onlara ilzam edince.”
İlzam eden kimdir? Harfi atıfla bağlandığına göre, ilzam eden, onları karanlık içinde bırakan berktir, yani şimşektir. Berk aydınlatır ama karanlıkta bırakamaz. Çakması ilzam şeklinde ortaya çıkmış oluyor. Yahut buradaki fail şimşek değil de Allah’tır. O zaman Allah onlara ne kadar yol verirse o kadar ilerlerler, sonra dururlar. Demek ki akıl yoluyla bulunan yol da, küfür ve nifak içinde açılan yol da Allah tarafından aydınlatılan yoldur. Karanlıkta bırakan da Allah’tır.
قَامُوا (QAMUv) “Yerinde kalırlar, bir adım atamazlar.”
Medeniyetler iki çeşittir. Hak medeniyetleri sürekli olarak gelişme ve ilerleme içindedirler. Kuvvet medeniyetleri ise adım atar, beklerler; sonra yine adım atarlar. Çünkü onlar medeniyetlerini yıkar, yeni medeniyet kurarlar. Oysa hak medeniyetler eski medeniyetleri değerlendirip rönesans yaparlar. Uygarlıklar eklenerek gelişirler.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ (Va LaV ŞAyEa elLAHu ) “Allah isteseydi.”
Mü’minlere cihad emredilmiştir. Ama karşısına çıkarılan grup da Allah’ın halkettiği değil midir? Sonra Allah’ın kendi gücü yetmiyor da bizden yardım mı istiyor?
Allah bu düzeni kurmuştur. Her iki yolu kendisi var etmiştir. Kişiden de iradesini kullanmasını istemiş, ona göre kişi eğitilmiş ve kişiliği yükseltilmiştir. Allah’ın meşieti böyle olduğu için böyledir. Çünkü genel denge böyle sağlanmaktadır.
لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ (La ÜaHaBa Bi SamGıHıM) “Sem’lerini giderirdi.”
Onlara söylenen sözleri anlamazlardı. Ama onların sem’leri vardır. Yani onlar öldüğü halde sonra yeniden ortaya çıkarlar. Bu gelişmenin, evrimin zorunlu sonucudur. Nasıl mikroplar varsa, küfür ve nifak da olacaktır. Bunlar da genel düzen içinde görev yapmaktadır. Ne var ki gaye bunlar değildir. Yok olacak yeryüzünün gayesi yoktur. Gaye insanın yetişmesidir. Onun için sem’lerini gidermemektedir.
وَأَبْصَارِهِمْ (Va EBÖARiHiM) “Ve basarlarını izhab eder.”
“Sem’” ve “Basar” aklî ve naklî delildir. İnsanlar kişi olarak çok az şeyi doğrudan görerek öğrenirler. İlmin çoğu başkasından duyularak öğrenilir. Projeler ona göre, sem’e göre oluşturulur. Sonra uygulanır ve sonuç görülür. Böylece duydukları ve iştittiklerinin doğru olup olmadığını öğrenir.
Kapitalistlerin serbest ekonomi düşünmesi doğrudur. Oluşan tekelleri gördükten sonra artık gerçekleri görmeli ve yanlışlarını düzeltmelidirler.
Sosyalizm uygulandı, üretim yapılamadı. Ancak zulümle korundu. Gorbaçov bunu gördüğü için yeniden yapılanmayı denedi. Ama çevreden dolayı başarıya ulaşılamadı.
Demek ki kapitalizmin ve sosyalizmin eksiklikleri vardır, görülmelidir. Demokrat Parti’den AK Parti’ye kadar sonuçlanan denemelerde de faizli sistemin başarısız olduğu görülmelidir, görülmektedir, görülmüştür. Artık “Adil Düzen”e gelmelidirler.
إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(20) (EınNa elLAHu GaLAy KülLi ŞaYEıN QaDIyRun)
“Allah her şeye kâdirdir.”
“Kadir” kelimesi gücü yeten anlamına geldiği gibi ölçülendiren anlamına da gelir. Allah her şeyi ölçülendirmiştir. Küfür, gerektiği kadar müsade edilir.
Sonuç olarak Kur’an hidayet olmak üzere indirilmiştir. Ancak hidayeti isteyenlere hidayettir.
Kur’an’ın hidayetini istemeyen kâfirler ile Kur’an’dan yararlanmak ama başkasıyla yararlanmayı ve birleştirmeyi kabul etmeyen münafıklar bundan yararlanamazlar.
Mü’minler Kur’an’ı okurken bunları bilerek okumalıdırlar. Kur’an’ı elbette kendi çıkarları için okuyacaklardır. Ama başkalarının zararına, kendilerinin lehine ondan yararlanmak isteyenler yararlanamazlar.
ADİL DÜZEN 344