ADİL DÜZEN 424
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 86. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمْ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنْ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(257) أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَاجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رَبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّي الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللَّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنْ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنْ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ(258)
اللَّهُ (elLAHu) “Allah”
“Allah” kürsi âyetinde zatı ile yani bizi ve kâinatı yaratan olarak tarif edilmiştir.
Burada ise halifesi olan toplulukların velisi olarak tarif edilmektedir Dinde zorlama yoktur. Rüşt gayden ayrılmıştır demiştir. Şimdi burada O’nun halifesi olan toplulukların velisi “Allah” tarif edilmektedir.
Allah kâinatı yaratmış, kâinatı kullanmak ve orada kendi adına emaneti muhafaza etmek üzere insanı yaratmış ve onu kendisine halife yapmıştır. Bir de onun amellerini dengede tutan kâfirleri yaratmış ve onlara da muhalefet görevi vermiştir. Muhalefet görevi yüklenen kâfirleri bir parti yapmış, iktidar görevi yüklenen mü’minleri ayrı parti yapmıştır. İktidar partisinin başına kendi halifesi olan topluluğun başkanını koymuştur. Mü’minlerin görevi yapmaktır, kâfirlerin görevi yıkmaktır. Yıkmak yapmak içindir. Yenisinin ve daha iyisinin gelmesi için eskisi yani bozulmuş olan yaşlısı yıkılacaktır.
Allah yıkmayı değil yapmayı murat ettiği için O yapanların yanındadır. Kendi adını kullanma imtiyazını onlara vermiştir.
“Allah” burada müptedadır, bundan sonra gelen cümleler haberdir.
وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا (VaLıyYu elLaÜıYNa EaAvMaNUv) “İman etmiş olanların velisidir.”
“Allah iman etmiş olanların velisidir.”
Yeryüzünde iki parti vardır; hizbullah ve hizbuşşeytan. Allah’ın hizbinde olanlar yeryüzüne salahı, islâmı yani barışı getirmek için çalışırlar; şeytanın hizbinde olanlar ise ifsad için çalışırlar. Her ikisini de var eden Allah’tır. Şeytan ‘beni ateşten yarattın’ diyor. Şeytanın da halikı Allah’tır, onun hizbinin halikı da Allah’tır. Mü’minlerin partisi Allah’ın partisidir. Çünkü esas olan onlardır. Karşı tarafta olanların görevi muhalefettir, yani mü’minlerin iyi olmalarını sağlamadır.
Biz şimdi Kur’an okuyoruz, Allah’ın hizbine kaydolmuşuz. Bu Allah’ın bize olan en büyük ihsanıdır. Ne kadar şükretsek yine azdır. Şükretmemiz görevlerimizi yerine getirmektir.
Yerine getirmemiz gereken bu görevimiz nedir?
Şeriatı tamamen yeniden anlamaktır. Baştan başlayarak her şeyi yeniden anlamak zorundayız. Kur’an’ı yeniden anlamak zorundayız. Allah Kur’an’ı yeniden bize nâzil etmiştir. Bugünkü hayatımızı düzenlemek için onun mânâsını yeniden bize inzâl etmektedir. Zalim düzensizliklerin içinde helâk olup gitmememiz için Allah’ın bize yüklediği şerefli görevi mutlaka yerine getirmek zorundayız.
Allah bizim velimiz olmuştur. Bu şerefli görevi yerine getirmek üzere biz kendisi için canımızı verecek kadar hazır olmalıyız.
“Velayet” ne demektir, “velilik” ne demektir?
“Veli” bel, sırt demek, arka demektir. Allah mü’minlerin velisidir, onların arkasıdır.
İslâmiyet’te devletin temeli velayettir, dayanışma ortaklığıdır.
İnekler dinlenecekleri zaman sırt sırta verirler ve bir daire oluştururlar. Başları dairenin dışına doğrudur. Canavar saldırsa, bir yerden görülse, hemen birbirlerine haber verir ve tedbir alırlar. Boynuzları ile canavarı def ederler. İşte bu şekildeki dayanışma suretiyle kendilerini canavarlara karşı savunurlar. Buna “velayet” denir.
Diğer taraftan insanlar evlerini de böyle halka şeklinde yapar, ortasını güven altına alırlar. Buna “mena” denmektedir. Menaya girmek ise emandır. Menayı güven altına almak demek, iman etmek demektir. İnsanlığın güvenini sağlamak amacıyla oluşan ortaklık iman etmiş olanların ortaklığıdır. İnsanlar aşiret içinde velayet içine girerler, dayanışma içinde olurlar. İnsan aile içinde doğar ve büyür, evlenir ve kendisi aile kurar. Sonra yaşlanır ve ölür; aile içinde ölür. Ne var ki aile tek başına yaşama imkanına sahip değildir. İnsanlar ve aileler birleşerek birlikte yaşarlar, dayanışma ve yardımlaşma içinde yaşarlar. Bugün aile küçülmüş, aşiret ise dağılmıştır.
İşte, iman etmek demek, aşireti/ocağı tesis etmek demektir. Günde beş vakit namazı beraber kılmaya başlamak demektir. Kadınların temizlik, erkeklerin bekleme nöbetlerini tutmaları demektir. Yani mü’min olmaları demektir.
Sonra kabilelerini/bucaklarını oluşturacaklardır. Bucaklar ortak çalışma yerleridir. Orada dayanışma içine gireceklerdir. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kuracaklar, kendilerini emana alacaklardır. Allah her insanla ayrı ayrı beraberdir. Her aşiretle ve her kabile ile de beraberdir. Ocak ve bucakla beraberdir. Günde beş defa Allah’la buluşur, O’nun emirlerini ve talimatlarını alırız. Haftada bir defa da kabile içinde O’nunla buluşup haftalık işlerimizi tanzim ederiz.
Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur, beş vakit namazı kılan cemaattir, Cumaları kılan cemaattir. Buralara, bu topluluklara devam etmek demek, Allah’a inanmak demektir. Onun için imanın şartları arasına namaza devam da alınmıştır. Namazlara gelenler mü’mindir.
İşte, biz bugün madem ki Allah’ın istediği bir şekilde beş vakit namaz kılamıyoruz, Allah’ın istediği bir şekilde Cuma kılamıyoruz; bu durumda biz henüz iman etmiş değiliz. Fıkıhtaki namazı kılabildiğimiz gün mü’min oluruz. Biz henüz Mekke dönemindeyiz, Medine dönemine geçmiş değiliz. Hayatımızı namazımıza göre düzenlemiş değiliz.
Biz henüz iman etmedik ki Allah velimiz olsun. Eğer biz bugün sıkıntıda isek, bunun sebebi henüz aşiretimizi ve kabilemizi oluşturamamış olmamızdır. Hicret edip velayetimizi ve emanımızı kuramamış olmamızdan dolayıdır. Gerçekten iman etmiş olmak için neler yapmalıyız?
a) Önce on kadar aile bir araya geleceğiz ve “Adil Düzen”i öğreneceğiz. “Adil Düzen” Kur’an’la öğrenilir, Kur’an’ı usulü içinde okumamızla öğrenilir. Kur’an’ı usulü fıkıh içinde öğreneceğiz. Kur’an bizim ana kitabımızdır. Biz onu atalarımızdan devraldık, onların anladıkları şekliyle devraldık. Onlar olmasaydı biz kitabı nereden bilecektik. Ama onlar Kur’an’ı kendilerine göre anladılar. Biz de kendimize göre anlayacağız. Arapçayı öğreneceğiz. On aile aşiret içinde iman etti ve Allah da onlarla beraber oldu mu, birinci adım atılmış demektir. Bunu başarmak kolay değildir. Biz 1967’den beri bunun için uğraştık ama başaramadık. Bununla beraber bunu gerçekleştirmek için şartlar hazırladık.
b) Ondan sonra yüz veya bin dönümlük yer bulacak, oraya on aileyle hicret edeceğiz. Orada kabilemizi yani bucağımızı bir belde olarak kuracağız. Mü’minler malları ve canları ile oraya geleceklerdir. Orada kooperatif içinde düzenimizi kuracağız. Tapuları ortaklara vermeyeceğiz, dolayısıyla bize uyum sağlamayanlar ortaklıktan çıkarılacaktır. Orada Cuma namazlarımızı kılacağız, haftalık toplantılarımızı yapacağız. Orası örnek kent olacaktır. İşte biz böyle bir bucak kurduğumuz zaman Allah bizim velimiz olacak, o topluluk içinde Allah tecelli edecektir. Biz Akevler’de aşiretimizi kurmadan bucağımızı kurmaya başladık. Büyüdük ama “Adil Düzen”i getiremedik. Hatamız, aşireti oluşturmadan kabilemizi kurma isteğimizdir. Ondan sonra F. Gülen cemaati dünyayı fethetti, okullar kurdu. Millî Görüş anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu. Ama bütün bunlardan sonra, faiz ve zina uygarlığına girmek için kapıda pineklemektedirler!
c) Kurulacak Adil Düzen bucağı örnek alınacak ve İstanbul Adil Düzen bucakları ile dolacaktır. Çünkü kriz dönemleri gelecek ve insanlar Adil Düzen bucakları dışında bir yaşama imkanı bulamayacaklardır. İşte o zaman İstanbul süratle teşkilatlanarak bir Adil Düzen merkezi olacaktır.
d) Nihayet İstanbul’dan Türkiye’ye yayılacak ve Anadolu “Adil Düzen”e kavuşacaktır. Ülkemizdeki her beş aileden biri İstanbul’da yaşamaktadır. Anadolu’ya “Adil Düzen”in gelmesi İstanbul’dan sonra birkaç yılı alır.
e) Bundan sonra bütün insanlık “Adil Düzen”e göre şekillenecektir. Buraya varma bir iki asır alacak, III. Bin Yıl Uygarlığı oluşacaktır.
يُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ (YuPRiCuHuM MiNa elJuLuMAvTı EiLay elNUvRi)
“Onları zulumattan ihrac eder.”
Onları zulumattan nura ihrac eder. Mü’minleri zulumattan nura ihrac eder.
Bugün dünya zulumattadır. Sokaklar elektrik ampulleri ile aydınlanmıştır ama insanlar karanlıklar içine gömülmüştür. Siz evinizin üstündeki ve evinizin altındaki insanları görüyor musunuz, tanıyor musunuz? Sokakta rastlasanız komşunuz olduğunu biliyor musunuz? Tanımıyor ve bilmiyorsunuz. O halde siz karanlıklar içindesiniz. Çünkü çevrenizi göremiyorsunuz.
Şeriatı olmayan, kuralsız yaşayan topluluklar karanlıklar içindedir. Çünkü onlar Tevrat’ı ve Kur’an’ı taklit ederek kanunlar yapıyorlar ama o kanunlara uymuyor, istedikleri gibi yorumluyorlar. Sizin için kanun diye bir şey yoktur, memur o gün ne anlamışsa kanun odur! O halde kanunsuz ve kuralsız bir dünyada yaşıyorsunuz demektir. Bu zulumat değil midir?
Hastalansanız hangi doktorun tedavisine düşeceğinizi bilmiyorsunuz, size ne tedavi uygulayacağını bilmiyorsunuz. İşte bu durum zulumattır. Yarın ne iş yapacağınız belli değildir. Her an işinizi kaybetme veya işten kovulma ile karşı karşıyasınız. İşte, zulumatta olmak demek, bilgisizlik demektir. İstikrar yok demektir.
Eskiden insanlar birbirlerini tanıyor, yakın kimselerle ilişkiler kuruluyordu. Şimdi tüm dünya tek bir köy hâline geldi. Yedi milyar insan bir yerde toplanmış gibidir. Ama karanlıklar içindeyiz. Birbirimizden haberimiz ve bilgimiz yoktur. Nerede neyimiz var, haberimiz yoktur. Dolayısıyla hayatımızı nasıl sürdüreceğimiz hususu karanlıklar içindedir. Türkiye’de kayıtsız ekonomi var demek, karanlıklar içindeyiz demektir. Herkes körebe oynuyor demektir.
Allah bize vermiş olduğu emirlerle bizi aydınlığa çıkarmak istiyor.
إِلَى النُّورِ (EiLAy elNUvRı) “Nura”
Bir odaya girdiğinizde orası karanlıksa, sağa gider ve bir şeye çarparsınız, sola gider bir şeye çarparsınız. Ama bir mum bile sizin çevrenizi aydınlatır ve siz her tarafı görürsünüz. Bu sayede aydınlığa çıkar ve selametle istediğiniz işi yaparsınız.
İnsanlar şimdi karanlıklar içindedir. Zulumatla zulüm birlikte sokaklarda dolaşıyor.
Aydınlığa kavuşmamız için neler yapmamız gerekir?
a) Önce örgütlenmemiz gerekir. Örgütlenmemiş topluluk malzeme yığınıdır. Örgütlenmiş topluluk makine gibidir. Ocaklar, bucaklar, iller, ülkeler ve insanlık olarak örgütlenmeliyiz. Ailelerin yanında semtler, ilçeler, bölgeler ve kıtalar birliklerini oluşturmalıyız. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklılarını kurmalıyız. Evrak, zimmet, envanter ve tapu kayıtlarını yapmalıyız. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî imtihanları yapıp teminatlı ehliyetler vermeliyiz. Planlama, sağlık, bakım ve güvenlik kurumlarını kurmalıyız. Millî basın, yayın, ulaştırma ve haberleşme hizmetlerini vakıflar şeklinde oluşturmalıyız. Tescil, tesbit, tahkik, soruşturma ve hakemlik sistemlerini kurmalıyız. Hâsılı, genel hizmetleri oluşturmalıyız. Böylece biz her türlü hizmetlerle birbirimizi ve mallarımızın varlıklarını bilmiş oluruz.
b) Örgütlenmeden sonra her türlü kayıtları tutmalıyız. Mesela, benim geçmişteki hastalıklarım kayıt içine alınmalıdır. Dünyada neler var, neler yok, bilmeliyim. Örgütlenme ve kayıtlar içine alma.
İşte, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran nur bunlardır. “Adil Düzen” bunu sağlamaktadır. Bunun düzeni bulunmaktadır. Kur’an bize bunları yapmamızı emrederken bizi zulumattan aydınlığa çıkarmaktadır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı okuduğunuz zaman, orada o düzenin bir bütün olduğunu görürüz. Yani parça parça değil, hepsi birden nurdur. Orada her şey açıktır ve serbesttir. Açıktır, çünkü her şey kayıt altına alınmıştır ve insanlar birbirleriyle ilgi kurabilsinler diye örgütlenmişlerdir. Bir insana ulaştığım zaman onu tanımak için komşulara sormayacağım. Ya ne yapacağım? Kayıtlara bakacağım ve onu kayıtlardan öğreneceğim. Bugün başka türlü hayat sürmemiz mümkün değildir. Her gün herkesle karşılaşıyoruz. Kimin kim olduğunu bilgisayardan öğreneceğiz.
Evimize boyacı mı geldi? Adını soracak ve bilgisayara bakacağız. Mensup olduğu kabilesini öğreneceğiz. Sonra hangi dayanışma ortaklığında olduğunu öğreneceğiz. Tezkiye derecesini bileceğiz. Ona göre boya yaptıracağız veya yaptırmayacağız.
وَالَّذِينَ كَفَرُوا (Va elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olanlar.”
Küfretmiş olanlar, gizleyenler, kapalı çalışanlar, varlıklarını inkâr edenler, nankörler.
Yirmi beş genel hizmet vardır. Sadece bir tanesi, evrak kaydı yarı yarıya gizlidir. Tecessüs etmeyin âyetine uyarak onun mahremiyetine ittila etmeyiz. Onun dışındaki yirmi dört genel hizmet açıktır. Hiçbir şey gizlenmez. İnsanlar birbirlerini kandırmazlar. Oldukları gibi görünürler.
Bunun yararı nedir?
Herkes iyi olmaya çalışır, iyi görünmeye çalışmaz. Bu da insanları iyilikte yarışa götürür.
“Adil Düzen” aynı zamanda ahlâki düzendir İslâmiyet’te gizli istihbarat örgütü yoktur. Çünkü her gizlilik sonunda fesada gider. Açık istihbarat örgütü vardır. Getirdikleri haber hemen ilgiliye bildirilir. Böylece, kötü niyetli biri ‘yaptıklarımdan haberleri var’ deyip onları yapmaktan vazgeçebilir.
أَوْلِيَاؤُهُمْ الطَّاغُوتُ (EaVLıYAvEuHuMu elOAvĞUTu) “Onların evliyası taguttur.”
Onların dayanışma ortakları taguttur.
“Tagut” yani tuğyan burada marife gelmiştir. Demek ki bunlar da bir kuruluştur. Bunlar şeytan ehlidir, şeytanla beraber olanlardır. Gizli kapaklı toplantılar, gizli kuruluşlar, yeraltı faaliyetleri taguttur. Onların görevi bozmak ve dağıtmaktır. Savaşların körükleyicisidirler. Sen savaşacaksın, öleceksin ama öldürmeyeceksin, esir almayacaksın. Kimsenin toprağını işgal etmeyeceksin. Peki, niye savaşacağım? Ortalık karanlıklar içinde olsun diye mi savaşacağım?!.
“Tagut” kelimesinin yorumunu şöyle yapacağız. İdam cezasını kaldıran, hapishaneleri otele çeviren, gizliliği kutsallaştıran, savaştıran ama esir aldırtmayan, işgali yaptırmayan zihniyet taguttur.
Sömürü sermayesi tagut olarak adlandırılır. Belirlilikten belirsizliğe giden yollar taguttur. Merkezi yönetim taguttur. Çünkü “merkezi yönetim” demek birçok kanunlar demektir ama; uygulanmayan ve halk tarafından bilinmeyen kanunlar demektir. Oysa “yerinden yönetim” ora halkının kendi işleri için koydukları bir sistemdir, kurallardır. Türkiye’nin değişik yerlerinde ve değişik zamanlarda gerekli olan bütün hususlar için bir yasalar düzeni öğrenilemez ve uygulanamaz. Oysa her ocak ve bucak kendilerinin sorunlarını çözen kuralları yaşayarak öğrenip öğretmektedir.
يُخْرِجُونَهُمْ (YuPRıCUvNaHuM) “Onları ihraç eder.”
İnsanlık bugün sosyal tufana doğru gitmektedir. İnsanlığı sosyal tufana götürenler kimlerdir? Çevre kirliliği yapan, yeraltı faaliyetleri ile insanlığı birbirine kırdıran, savaşları alevlendiren, yeryüzünü barut deposu hâline getirenler kimlerdir? İşte onlar taguttur. Tagut insanlığa saadet yerine açlık ve yoksulluk getirmektedir.
Bir kimse yarın ne iş yapacağını bilmezse, nasıl yaşayacağını bilmezse, o kimse karanlıklar içinde değil midir? Ürettiği malı nereye satacağını bilmeyen karanlıklar içinde değil midir?
Oysa yılbaşında selem yoluyla sipariş vermişse, herkes işini ve aşını bulmuş durumdaysa, bu aydınlık değil midir?
Gizli cinsi ilişkiler kurulan veya zinanın serbest olduğu bir dünya, doğacak çocuğun kime ait olduğunun bilinmediği bir dünya, karanlıklar dünyası değil midir? Oysa, normal şekilde evlenip çocuğun kimlerin akrabası olduğu belli olan dünya aydınlıklar dünyası değil midir?
مِنْ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ (MiNa elNUvRı EiLAy elJuLuMAvTı) “Nurdan zulumata götürmek.”
Bugün ekonomik bir hareket vardır. Herkes çalışıp yaşamaktadır. Bütçenin dörtte biri maliye bakanlığına gitmekte ve vergi tahsili için harcanmaktadır. Kayıtlar tutulmakta, yazılar yazılmaktadır. Bir o kadar da işletmeler ve o işletmelerin muhasebesini tutan serbest muhasipler bulunmaktadır. Demek ki devlet gelirlerinin yarısını kendisi harcamaktadır. Verim yüzde ellidir.
Oysa,” Adil Düzen”e göre vergi tarh edilse ve toplansa, bu oran yüzde sekize inmektedir.
Bu kadar kayıt dışının yapıldığı bir dünyada yazılanların hayatla alakası bulunmamaktadır. Herkes vergi kaçırmakta ve ekonomi kayıt dışı faaliyet göstermektedir. Vergi kaçırayım diye hiç kimse gerçek muhasebesini tutmamakta, dolayısıyla herkes karanlıklar içinde yaşamaktadır.
Merkezi yönetim ve gelir vergisi sistemi karanlıklar dünyasıdır. Zulumat yalnız yeraltı faaliyetlerinde, mafyada ve CIA’da değildir. Tüm muhasebe ve maliye bakanlığı gerçeklerden uzak hayali bir dünyanın kayıtlarını yapmakta, insanları aydınlıktan zulme götürmektedir. Kişi kazandıklarını göstermemek için hep gizli bir dünyada faaliyet göstermektedir.
İnsanlar hürdür, istediklerini yapmakta serbesttir. Ama yaptıkları işler açık olacaktır. Birbirimizin neler yaptığını bilmemiz gerekmektedir.
İslâm ceza düzeninde suçlar çok basit ve sadedir.
a) Hataen işlenen cinayetler diyete dönüşmekte, kişiye bedeni ceza verilmemektedir. Diyet de fail tarafından değil, âkilesi yani dayanışması tarafından ortaklaşa ödenmektedir. Gizlemesi hâlinde ise hata olmaktan çıkmakta ve kasta dönüşmektedir. Böylece aydınlık zorlaması vardır.
b) Açık işlenen kasdi cinayetlerde kısas hükümleri geçerlidir. Mağdurun affı ile diyete dönüşmektedir. Çünkü bunlarda aydınlık vardır. Af ihtimali olduğu için kişiler cinayetlerini gizlememektedir.
c) Gizli işlenen cinayetler ise cezalandırılmaktadır. Artık bunlarda af bulunmamaktadır. Yani bir kimse adam öldürür de itiraf ederse cezası kısastır ama ekseriyetle affedilmektedir. Oysa, eğer kişi cinayetini gizlerse ve biz onun cinayetini ortaya koyarsak, o zaman artık bunun affı yoktur. Öldüren öldürülür. Kolunu ve ayağını keseriz.
d) Bunun dışında kişilere değil de topluluklara karşı işlenmiş suçlar vardır. Bunların hepsi gizli oluşundan doğan cezalardır.
1- Zina, gizli cinsi ilişkilerde bulunanlara verilen cezadır. Sopa atılmaktadır. Gizlilik karanlıktır. Oysa nikah aydınlıktır. Kimin kiminle ilişki kurduğu bilinmektedir. Doğan çocuk kimin kardeşi olduğunu bilmektedir. Allah aydınlığa, tagut ise karanlığa çağırmaktadır.
2- Hırsızlık malların gizli alınmasıdır. Bu sebepledir ki gasp suç teşkil etmez. Sadece tazminatı gerektirir Oysa hırsızın kolu kesilir. Çünkü orada gizlilik vardır, zulumat vardır. Başkasının malını almak suç değildir, gizli almak suçtur.
3- Zina veya suç iftirasıdır. Böylece insanlar itham edilmekte, kişinin iffetli olup olmadığı tesbit edilememektedir. Karanlıklara gidilmektedir. Devletin ne yapacağına karar verememesi demektir.
4- Birçok gizli suçlar işlenir ama siz onu yakalayamayabilirsiniz. Karanlıklar içinde fesat ve fitne alıp yürür. O zaman bucak başkanı belirlediği kişileri bucaktan çıkarır. Ancak ispat edilmediği için ceza verilmez. Sadece uzaklaştırılır. Mağdur edilmez. Tüm malları satın alınır, cari fiyatla satın alınır.
Ekseriyet sistemi zulumat sistemidir. Çünkü istikrarsız bir sistemdir. Bugün şu parti biraz fazla oy alır, yarın öbür parti fazla oy alır. Yaz-boz tahtasına döner. Geleceğimizi bilemez hâle geliriz. Bu sebepledir ki onlar ancak beş senede bir seçim yapabilmektedirler.
Oysa, istişareye dayanan ortak vekalet sistemi ve seçilenlerin yaş haddine kadar görev yapması ilkesi istikrarı sağlamaktadır. İçtihat ve yerinden yönetim sistemi de demokrasiyi sağlamaktadır.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ(EuLAEiKa EÖXABu elNARi) “Onlar nâr ashabıdırlar.”
“Nâr” burada marife gelmiştir. Bilinen bir nârdır, âhiretteki cehennem nârıdır.
Buradaki “ulaike” kâfir olanlardır. İman ve küfür karşılaştırılmaktadır.
İman ehli aydınlık ehli olarak anlatılmakta, küfür ehli de karanlıklar ehli olarak anlatılmaktadır. Kurallarla yaşayanlar nur ehlidir, kuralsız yaşayanlar zulumat ehlidir. Nâr ile nur aynı kökten gelirler. Her ikisinin yapısı aynıdır ama nâr yakar, nur aydınlatır.
İşte, “Adil Düzen”in oluşturduğu topluluk ile ekseriyet sisteminin karanlıklar dünyası arasındaki fark budur. Dünya işlerine Allah’ı karıştırmıyorlar. Onlar dinsiz lâiklerdir. Dünyayı kendileri yarattılar, kendileri idare etmek istiyorlar! Allah -haşa- onların uşağı imiş; kâinatı yaratacak, ondan sonra da onlara teslim edecek, onlar da onu kendi işlerine karıştırmayacaklardır!
İşte böyle bir zavallılık elbette “Adil Düzen”e karşıdır.
Onlara göre lâiklik demek, Allah’ı insanların mutlak olarak temsil etmemesi demektir. Yani dini kuruluşların ve din adamlarının Allah adına başkalarına zulmetmeleri demektir, hükmetmemeleri demektir. Onlara göre Allah dünya işlerine karışmazmış!
Bu ne biçim bir mantık ve düşüncedir? Siz O’nsuz bir soluk nefes alabilir misiniz? Küfrün sonu ateştir. Bu ateş bu dünyada başlar ve devam eder. Âhirette de onlar kurtulamazlar.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(257) (HuM FıyHAv PavLıDUvNa) “Onlar orada hâliddirler.”
Kur’an’ın devamlı olarak vurguladığı husus âhiret inancıdır. Bizim uzayımızda izleri bulunmayan bu hayat Kur’an’da çokça anlatılmaktadır. Vurgulanan hususlar şunlardır:
a) Bu dünya yaratılmıştır ve sonu vardır. Ama sonra daha ileri başka hayat başlayacaktır. Bu hayat insanları eğitip o hayata hazırlamak için yaratılmıştır.
b) Âhirete gidildiğinde bu dünyada sınıflarını geçenler orada belgelerini gösterip cennete gidecekler; sınıflarını geçemeyenler ise belgeleri ile cehenneme gideceklerdir. Böylece orada iki sınıf birbirinden ayrılacaktır. Bu durum çok çok ve tekrar tekrar anlatılmaktadır.
c) Âhiret hayatı sonu olmayan bir hayattır. Orada devamlı kalınacaktır. Ölüp yok olma yoktur. Allah abesle meşgul olmaz, yarattığı bilinçli varlıkları yok etmez.
d) Oradaki cennet hayatı saadet hayatıdır. Bu dünyadan çok çok ileridir. Cehennem hayatı da ölümlü değildir.
Burada bize şu bildirilmektedir ki, bizim görevimiz iman etmektir. Onların işi de küfretmektir. Bizim velimiz Allah’tır. Onların velisi taguttur, şeytanın hizbidir.
İktidar muhalefete dayanmalıdır. Karşı takımı olmayanlar maç yapamazlar. Karşı takımı yenmemiz gerekir ama yenebilmemiz için karşı takımın varlığı da gerekmektedir.
Şunu bilmemiz gerekir ki, kâinatta ölüm vardır ama yok olma yoktur. Ölüm, daha iyi hayat için eskilerin hayattan çekilmesidir.
Sonbaharda yaşlı yapraklar dökülür. Neden dökülür? Dökülenler işe yarasın ve aynı zamanda yenileri gelsin diye dökülür. Dökülen yapraklar yeni hayata besin olur. O halde yaprakların dökülmesi demek sadece hayatın yenilenmesi demektir. Dallarda yeni yapraklara yer açılmış oluyor, köklere de o yapraklar gübre oluyor. Bu dolaşım devam ederken, bir taraftan canlılar çoğalıyor, yeryüzü daha çok canlının yaşayabilmesi için imar ediliyor; diğer taraftan canlılarda evrim oluyor.
Âhiret hayatı da evrimin bir basamağıdır. İnsanlar orada hâliddirler.
Başka yerlerde cennet ve cehennemliklerden birlikte bahsettiği halde, burada sadece cehennemliklerden bahsetmektedir. Mü’minler için onların Allah’ın velileri oldukları belirtilmiş ve sadece bununla yetinilmiştir. Çünkü ondan büyük mertebe yoktur. Zulumattan nura ihrac etmesi yeterli görülmektedir. Dünya zulumattır. Cennet nurdur.
***
أَلَمْ تَرَ (EaLaM TaRa) “Re’yetmedin mi? Yani sen re’yettin.”
Kur’an’da böyle hitaplar vardır. Hikâyeyi kendisi anlattığı halde “re’yetmedin mi?” diyor.
Hazreti Muhammed dahil biz nerden re’yetmiş olacağız? Re’yedeceğiz.
Tevrat’ta ve Kur’an’da Mezopotamya peygamberlerinden bahsedilmektedir. Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb peygamberler anlatılmaktadır. Hazreti İbrahim oradadır. Oradan hicret etmiştir. Sonra Hazreti Musa da orada evlenmiş ve sekiz-on yıl kalmıştır. Ne var ki bu peygamberlerin nerede oldukları dahi bilinmezken, 19. asrın sonlarında bir İngiliz subayı tabletler bulmuştur. Tuğla üzerine yazılan bu tabletlerden sonraları pek çok çıkarılmış, kütüphaneler bulunmuş, yazıları okunmuştur. Ne var ki bunlar henüz tetkik edilip ortaya konmamıştır. İşte ileride bu yazılar okununca görmüş olacağız.
Başka bir yorum da; “re’yetmedin mi, düşünmüyor musun?” demiş olur. “Lem” harfiyle yapılan menfiler hâli içerir. Biz Türkler hâli gelecek fiili ile ifade ederiz. Oysa Arapçada geçmiş sigası hâle getirilir. Müsbette “kad”, menfide “lem” getirilir. “Lem” “Lâ” ile “Mâ”nın birleşmesidir. Fiili muzarinin başına gelmiştir. Geçmişte olan ama hâlen devam eden menfiliği ifade eder. “Mâ câe” dersen, geçmişte gelmedi ama şimdi gelmiş olabilir demektir. “Lemma câe” geçmişte gelmedi, şimdi de burada değildir demektir. “Lem yeci’” ise şimdi burada değil ama geçmişte olabilir demektir.
O halde “re’yetmedin mi?” şeklinde tercüme edebildiğimiz gibi; “re’yetmiyor musun?” “Düşünsene, öğrensene” demek olur.
إِلَى الَّذِي حَاجَّ إِبْرَاهِيمَ (EalLaÜIy XAvcCa EıBRAvHIyMa)
“İbrahim’le hicac yapana bakıyor musun?”
Onun üzerinde düşünüyor musun?
“Icac” eğri büğrü demektir. “Hıcec” ise sallanmak, gidip gelmek demektir. “Hac” da bu anlamdadır. Kişi memleketinden kalkacak, memleketinin delegesi olarak hacca gidecek, kongreye katılacak ve gerisin geriye gelecektir. Buradan oraya birşeyler götürecek, oradan da buraya bir şeyler getirecek. Bu izahtan sonra hacılık ancak gidip-gelme ile tamamlanır, oradan geçmekle tamamlanmaz. İhram memlekette başlar, sonunda memlekette biter.
“Huccet” delil demektir. Siz bir önerme ortaya sürersiniz, o da ona karşı önerme sürer. Deliller iki önermeden oluşur. Üçüncü önerme sonuçtur. Karşı taraf da aksi önermeler ileri sürer.
Kur’an burada bir tartışma örneğini vermektedir.
فِي رَبِّهِ (FIy RabBıHIy) “Rabbi üzerinde tartışmıştı.”
“İbrahim’le tartışan kimseyi re’yetmedin mi?” diyor. Tartışan meliktir, tartışan Hazreti İbrahim değildir. Buradaki zamir İbrahim’e gitmektedir. İbrahim’in Rabbi hususunda tartışmıştır.
“Yıldız rabbimdir” demiş, sonra vazgeçmiş; “ay rabbimdir” demiş, sonra vazgeçmiş; “güneş rabbimdir” demiştir. Sonra bunların rabbi olmadığını, arz ve semavatı halk edenin rabbi olduğunu ifade etmiştir. Bu husus ülkede yayılmış, melik de onu çağırıp soru sormuştur. “Senin ibadet ettiğin rab kimdir?” diye sormuş, o da cevabını vermiştir. Tartışmayı başlatan Hazreti İbrahim değil, meliktir. Bu sebeple burada Hazreti İbrahim tartışılan kimsedir, tartışan kimse değildir.
Burada bize çok önemli bir husus belirtilmiş olmaktadır. Biz karşı tarafa saldırmayız, onlar bize saldırırlar. Biz savunmaya geçeriz. Hedefimiz hakkı öğretmektir. Bu sebepledir ki biz teşhisle değil de, tedavi ile meşgul oluruz. Hattâ tedavi de yanlıştır. Biz sağlığı koruruz.
Sömürü sermayesi ise hakkın ortaya çıkmaması için hep karşı tarafın kötülüklerini anlatır, böylece onların güçlenmemesini sağlar.
Erbakan AK Parti’ye çatmış ve sonuç olarak oyumuz %50’nin üstüne çıkmıştır. Merkez partiler erimiştir. Sol yerinde saymıştır. MHP de yeterli oy almıştır. 22 Temmuz seçimi İslâmiyet’in zaferi ile bitmiştir. AK Parti % 47.5 Saadet Partisi % 2.5 MHP % 15 oy almıştır. Böylece % 65 oy sağın olmuştur. Zafer İslâmiyet’e inanan ve saygılı olanların olmuştur. Kalan % 35’in ancak % 7.5 kadarı merkez partilere kalmıştır. Saldırıya uğrayan güçlenir.
Sonuç ise hiçtir. Çünkü güç ancak beyinle, akılla, düşünceyle birleşirse bir anlam ifade eder.
*
Açıkça ilân ediyorum:
“Adil Düzen” dışındaki çözümlerin hepsi seraptır.
Akevler Adil Düzen Ekibi ile işbirliği yapmadıkları takdirde başarılı olmaları mümkün olmayacaktır. Allah’ın emri olarak hem Saadet, hem AK Parti, hem de Hareket Partisi’ni davet ediyoruz; Gelin, Akevler Adil Düzen Ekibi ile çalışın, iktidarınız başarılı olsun.
CHP’yi davet etmiyorum, çünkü alenen “Adil Düzen”e cephe almıştır.
ANAP ve DYP’ye gelince; eğer gerçekten partinizi diriltmek istiyorsanız “Adil Düzen”i kabul ediniz.
*
Bunları burada neden yazdım? Partiler ders alsın diye yazdım. Karşı partinin kusurlarını göstermekle uğraşmayın, kendi meziyetlerinizi anlatın. Siz onlara çatmayın, onlar size çatsın.
Buradaki “İbrahime Fî Rabbihi” bunu ifade ediyor.
أَنْ آتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ (EaN EAvTAyHu elLAHu eLMuLKa) “Allah ona mülk verdi diye.”
Allah ona saltanat vermiş, insanları onun emrine inkıyat ettirmiştir. Astığı astık, kestiği kestik olmaktadır. Allah acaba ona bu imkânı niye verdi, halka neden zulüm yaptırdı? Çünkü halk zalimdi, öyle bir zalim hükümdarı hak etmişlerdi. Allah onlara o meliki gönderdi. Ama Hazreti Lut’u ve Hazreti İbrahim’i de gönderdi, bu peygamberler onları hak yoluna çağırdı.
Dünyada kötülerin yanında iyiler de aynı azabı tadarlar. Dünyada vakti geldiğinde hicret etmedikçe kâfir-mü’min ayrılığı yoktur, müfsit-salih ayrılığı yoktur. Âhirette ise herkes kendi yaptıklarının cezasını çekecektir. Orada da topluluğa cezalar yoktur. İktidar olup da herkes onu dinlemeye başlayınca kendilerini tanrı gibi görmeye başlarlar ve kendilerine karşı çıkan herkesi yok ederler.
Melik tek tanrı fikrine şiddetle karşı çıkmaktadır. Çünkü kendisi tanrıların en büyüğüdür. Bütün tanrılar yok olunca kendi tanrılığı da gitmekte ve bitmektedir.
Kur’an kişilerin isimlerini zikretmez. Firavun diye bahsedilen de melik gibi bir mertebedir. Bunun sebebi şudur ki, bunlar sadece tarihte gelip geçmiş kişiler değildir. Her zaman böyle kimseler gelecektir. Dolayısıyla o zaman da bu tür mânâlar verilebilsin diye isimden bahsetmemekte, Hazreti İbrahim peygamberden bahsetmektedir. Çünkü Hazreti İbrahim peygamber insanlara tartışmanın kurallarını öğretmiştir. Hazreti İbrahim tüm insanların imamıdır, dini babasıdır.
إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ (EiÜ QAvLa EiBRAHIyMu) “Hani İbrahim demişti.”
Arapçada bütün fiiller üç harflidir. Arapça olmayan kelimeler de Arapçalaştırılarak aktarılır. Biz ona Arapça mânâ veririz. Kendi dillerinde başka mânâsı olsa da biz Arapça mânâlandırırız. Çünkü Kur’an Kur’an’ın Arapça olduğunu söylemektedir.
“İbrahim” kelimesinde “B” ve “H” harfleri asıldır. Çünkü bunlar zaid olmaz. “R” ve “M” harfleri ise zaid olabilir. O halde “İbrahim” kökü ya “BRH”dir, ya da “BHM”dir.
“BRH” burhan demektir. “BHM” ise olgun hayvan demektir. Burada istihsanen “BRH” kökünü alırız. Çünkü “İbrahim” insanlığa tartışmayı, burhan ibraz etmeyi öğretmiştir. “Furkan” kelimesi ile de akrabalığı vardır; ayırıcı demektir.
Hani İbrahim ona demişti, cevaben demişti. O senin rabbin kimdir diye soruyor. O da rabbim filandır diyor. Orada her kabilenin bir rabbi vardı. En büyük rab ise o idi. Senin rabbin kimdir ki benimle ölçüşsün diyordu. O yeryüzündeki hükümdarlığın rab olmak için yeterli olduğunu sanmıştı. Melik Hazreti İbrahim’in Rabbi ile kavga edecek ve onu yenecekti. O öyle düşünüyordu.
Bugün de öyle düşünen zavallılar vardır. ‘Lâiklik, lâiklik’ deyip Tanrı’yı yeryüzünden kovacaklarını sanmaktadırlar. Oysa gerçek lâiklikte herkesin Tanrı’sı olan tek Allah herkesin ayrı ayrı Rabbi’dir. Çünkü onları ayrı ayrı yetiştirmektedir. Bu husus iyi anlaşılmalıdır. Senin Tanrı’n benim Tanrı’m diye ayrı olmaz. Ama tek Tanrı beni ayrı yetiştirir, seni ayrı yetiştirir. Rab sıfatı ile bana başka şekilde, size başka şekilde tecellidir. Kur’an’da “Rabbim” veya “Rabbimiz” çokça geçer.
رَبِّي الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ (RabBıYa elLaÜIy YuXYı Va YuMIyTu)
“Rabbim ihya eden ve imate eden kimsedir.”
Hazreti İbrahim önce ihya eden ve imate eden cümlesiyle cevap vermiştir. Çünkü yaratılıştaki gaye ihya ve imatedir. İnsan olmasaydı, cin olmasaydı, melek olmasaydı, ruh olmasaydı kâinat ne işe yarardı? Abesle iştigal olurdu.
“Ellezî” gelmiştir. Ahd içindir ve başka ihya ve imate yoktur. Mevt uyku veya uyanıklık hâline benzer. Zaten hay diri yılan, meyyit de kış uykusundaki yılandır. Uyku nasıl yok olmak değilse, ölüm de yok olmak değildir. Daha zinde olarak uyanmak için istirahata çekilmedir.
قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ (QAvLa EaNa EuXYı Va EuMIyTu)
“Ben ihya ediyor ve imate ediyorum dedi.”
Devletim olmazsa bu insanlar nasıl yaşayacaklar, çocuklar nasıl doğup büyüyecekler, nasıl evlenecekler ve nasıl geçinecekler? Bugün devletimiz olmazsa, topluluğumuz olmazsa, bizim yaşamamız mümkün müdür? O halde biz hayatımızı topluluğumuza borçluyuz.
Topluluk da melikin olunca sorun bitiyor; o diriltiyor, o öldürüyor olur!
Bu mantık bugün bile sokaklarda dolaşmaktadır.
Mustafa Kemal olmasaydı biz olmazdık/mış! Oysa millet olmasaydı, Mustafa Kemal de olmazdı. Bu millet Mustafa Kemal’siz da yaşıyor ama, o milletsiz var olamazdı. Eğer güç onda olsaydı Erzurum’a değil de memleketi olan Selanik’e giderdi. Oysa Selanik’i sonunda alamamıştır bile.
İşte, insan mantığı böyle çarpık mantıktır. İktidar olunca insanlar ne oldum delisi olurlar. Çevre de onları tanrılaştırır. Çevredekiler insanları tanrılaştırmakta, hele ölümünden sonra ona adeta taptırmaktadırlar. Putperestlik hâlâ devam etmektedir. Kimileri hâlâ Mustafa Kemal’in hata etmediğini iddia etmektedir. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal’in doğru yaptıklarını bile sık sık söyleyemiyoruz. Hatasını söyleyemezsen doğrusunu da söyleyemezsin. İnsanlar hiçbir şey yapmazlar, insanlar niyetlerine göre sevap ve günah alırlar. Yapılanlar ise Allah’ın izni ile olmaktadır.
Melik burada mugalata yapmaktadır. Melik ihya etmiyor. O sadece topluluğu temsil ediyor. İhya ve imate topluluk tarafından yapılmaktadır. Onlar da ihya etmiyor. Çocuk anne karnında döllenirken ona müdahale etmeye kimin gücü yetiyor?
Biz anahtarı çeviririz ve lamba yanar. Biz lambayı yakmayız. Elektrik yoksa ortalık aydınlanmaz. Bir anahtar alıp evirip çevirseniz, ortalığı ne kadar aydınlatırsınız? İşte, melikler sadece birer anahtardır. Biz elektrik tesislerini yapan, santralleri kuran, suyu akıtan, güneşi yaratan kimseye ibadet ediyoruz. Mesele bu kadar açık iken; sadece cevap vermek için ‘ben de diriltiyorum ve öldürüyorum’ diyor.
قَالَ إِبْرَاهِيمُ (QAvLa EiBRAHIyMu) “İbrahim cevap veriyor.”
Yunanistan’da gelişen mantık kuralları ile cevap vermiyor. Onun yanlış önermesini kendi mantığı içinde çürütmek için cevap veriyor. Hazreti İbrahim’in Rabbi ile melikin kendisi arasında tartışma vardır. Bir kimse ev yapıyor. İçine her türlü konforu koyuyor. Yapan ustalar, işçiler ve mimarlardır. Onlar bunları yaptıktan sonra evi satıyorlar. Yeni ev sahibi alıyor. Kullanmaya başlıyor.
Hazreti İbrahim kâinatın mimarisini anlatıyor, bu binayı yapanı anlatıyor. Hattâ içerisindeki insanları koyanı anlatıyor. Firavun, evin sahibi olması sıfatı ile sanii unutuyor. Oysa o evi ona evin mimarı vermiştir, hem de karşılığını almadan vermiştir. “Allah ona mülk verdi” deyince bu ifade ediliyor. Kiracı bile değil; şimdilik sen kullan diyor. O ise kendisinin olduğunu iddia ediyor.
İşte, dinsiz lâikçilerin mantığı budur.
فَإِنَّ اللَّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنْ الْمَشْرِقِ (Fa EinNa elLAHa YaETı Bı elLŞaMSı MıNa eLMaŞRıQı)
“Allah güneşi maşrıktan getiriyor.”
Öyleyse, madem sen de ihya ve imate ediyorsun, onu biz ihya ve imate sayalım. Allah güneşi doğudan getiriyor, yani dünya doğuya dönüyor. Güneş ışıkları oradan dünyaya geliyor.
Şark izafidir. Nasıl sağ ve sol izafi ise şark da izafidir. Bizim sağımızda olan solumuzda olanın sağındadır. Güneş yeryüzündeki bütün yerlere doğudan doğar. Güneşe yüzümüzü çevirdiğimizde her yerde sağ kolumuz güneyi gösterir. Oysa öğleyin güneşe doğru yönelsek, doğu sağımızda kalır, güneyde yaşayanların solunda kalır. Dünya batıdan doğuya doğru döner. Ayın, güneşin, gezegenlerin, galaksinin dönüşleri hep aynı yöndedir. Bu sebepledir ki dünya yavaşlamıyor. Yoksa gün geçtikçe yavaşlardı. Allah dünyayı batıdan doğuya doğru çeviriyor. Buna “dâllun bi’l-iktiza” denmektedir.
فَأْتِ بِهَا مِنْ الْمَغْرِبِ, (FaETı BıHAv MıNeL MaĞRıBı) “Onu sen magribden getir.”
Doğudan batıya doğru dönsün.
Hazreti İbrahim burada başka bir şekilde cevap veriyor. Kanıtları karşı tarafın da varsayımlarına dayandırmaktadır. Allah’ın kâinatı yarattıktan sonra kendisine halife tayin edip çekilmesi bir varsayımdır. Olabilir. Olup olmayacağının tartışmasına girmiyor. O’nun düzeni var. Her şeyi uygun bir şekilde var etmiştir. İşte O benim Rabbimdir diyor. Burada ders alacağımız şey, Hazreti İbrahim melikten iktidarı bırakmasını istememekte, sadece melik kalmasını istemektedir.
Bu sebepledir ki bizim de iktidara talip olmamız yanlıştır. Biz “Adil Düzen”in gelmesini istiyoruz, yoksa biz iktidarı istemiyoruz. 1960’lardan beri ortak hedefimiz vardı; o da İslâmiyet idi. Ama bazı arkadaşlarımız bu hedefi iktidar olarak anladılar. İşte onlarla yolumuz bu sebeple ayrıldı. Biz, ‘asker devlet başkanı olsun, adil düzen gelsin’ dedik; o arkadaşlarımız, ‘Abdullah Gül gelsin, zalim düzen devam etsin’ dediler. İşte onların Kur’an’la olan çelişkileri buradadır.
Hazreti İbrahim aleyhisselâm ‘sen melik değilsin’ demiyor; ‘sen rab değilsin’ diyor.
Ama hayır, o rablığı da kendisinde tutmak istiyor.
فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ (FaBuHıTa elLaÜIyNa KaFaRa) “Küfretmiş olan kimse ibhat olundu.”
“Baht” “mevt” ve “fevt” kelimelerine akrabadır. Cevap veremez hâle getirdi demektir, susturdu demektir.
Buradaki önemli husus şudur: Şimdiki yöneticiler halkla ilişki bile kurmuyor, halkla muhatap olmuyorlar. Oysa Firavun ve bu melik Hazreti Musa’yı ve Hazreti İbrahim’i muhatap almışlardır. Çünkü halk sağduyuludur. Eğer dikkate almazsa kendi otoritesi gitmiş olur.
Şimdi biz ne söylersek söyleyelim, kimse nazarı itibara almamaktadır. Çünkü söylediklerimiz sermayenin kendi bağrışması ve çağrışması içinde kaybolup gitmektedir.
Bu durumdan hiç endişe duymamanız gerekir.
Bediüzzaman böyle susturulmuş, kitapları yasaklanmış, adını ağıza almak bile korkulu olmuştur. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, bugün onun başlatmış olduğu hareket nerelerdedir?
Biz ilk partiyi kurduğumuz zaman da kimse bizden bahsetmiyordu. M. Şevket Eygi’nin Bugün gazetesi vardı, sadece o söz ediyordu. Millî Görüş bugün nerelerdedir?
Bize karşı ambargo devam ediyor. Allah böyle olmasını istediği için böyle oluyor. Hiç kuşkunuz olmasın, Allah bizi koruyor. Henüz bunlarla mücadele edecek gücümüz yok, görev verilse yapacak durumumuz yok, onun için böyle oluyor.
وَاللَّهُ لَا يَهْدِي (Va elLAHu LAy YaHDıY) “Allah hidayet etmez.”
Sözler tohumlar gibidir. Doğru söz söylediğiniz zaman size itiraz ederler ama; o söz kulaklarına girer, sonra o çimlenir, ağaç olur, orman olur...
O sözün sizden çıktığını siz de bilemezsiniz. Birçok sözleri siz kendiliğinizden söylediğinizi zannedersiniz. Oysa onu başkasından duymuşsunuzdur.
Hazreti İbrahim tartışmıştır. Orada o unutulmuş gibi olmuştur. Ama şimdi biz burada yazıyor ve okuyoruz. Allah istediği sözü kendisi duyurur. Siz onu duyurmakla uğraşmayacaksınız, söylemeye çalışacaksınız. Dinleyeceksiniz, söyleyeceksiniz ve birlikte çalışacaksınız.
İki kişi bir arada çalışıyorsanız bu büyük bir başarıdır. Ama asıl başarı üç kişi ve daha fazla olabilmektir. Bunun için kişilerin birbirlerine sabretmeleri gerekir. Beraber çalışmada zaman kaybettiğinizi sanırsınız. Oysa Allah; iki olursanız Allah üçüncüdür diyor. Demek ki tek başına olmak, Allah’tan uzak olmak demektir. Ama kişi beraber olursa Allah da yanlarındadır.
الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ(258) (eLQaVMa elJAvLıMIyNa) “Zalim kavme hidayet etmez.”
Kendilerini tanrı kabul eden kimseler zalimdirler. Allah onlara hidayet etmez.
Başkanlara tazir cezası verme yetkisini tanıma büyük hatadır. Tazir cezasını kabul etsek bile, bucak meclisi veya şurası tarafından belirlenmiş suç ve cezalar olmalıdır. Yargı yoluyla muhakeme edilip cezalandırılmalıdır. Belki başkana verilecek yetki; a) Ev hapsine koymak, b) Boykot ilan etmek, c) Kamu görevinden men etmek, d) Sürmek olmalıdır.
Bunlara karşı da yargı yolunu daima açık tutmak gerekir.
Tazir cezası ise aşağıdaki kimseler tarafından uygulanır.
1) Anne babanın çocuklara tazir cezası uygulama yetkisi vardır.
2) Askerlikte üstlerin astlara tazir cezası verme yetkileri vardır.
3) Kötü yollara düşüleceğinden korkulan kadın için alınan hacr kararının uygulamasında velinin tazir etmeye hakkı vardır.
4) Öğretmenlere de öğrencilerine tazir etme hakkı tanınabilir.
Başkanlara ceza yetkisini veren topluluklar zalimdir.
Biz bu âyetten bu hükmü çıkarabiliriz.
ADİL DÜZEN 425
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 87. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّى يُحْيِي هَذِهِ اللَّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَأَمَاتَهُ اللَّهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانظُرْ إِلَى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانظُرْ إِلَى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ آيَةً لِلنَّاسِ وَانظُرْ إِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (259)
أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَى قَرْيَةٍ (EaV Ka elLaÜIy MarRa GaLAv QaRYaTin)
“Veya karyeye mürur eden gibi”
Burada “ve” getirilmemiş de “ev” getirilmiştir. Ya Hazreti İbrahim ile tartışan kimseye bak; onların tartışmasını dinle ve Hazreti İbrahim’in kendisiyle tartışanı susturduğunu görsen de onun gibi ol, Hazreti İbrahim’in yolunu tut. Ya böyle ol ya da “Unzur kellezî nazara/bakan gibi bak”. Burada o kişiye bak şeklinde değil de, onun baktığı gibi bak denmektedir.
“Karye” burada nekiredir. Hangi karyeye uğradığı belli değildir. Uğrayan marifedir, uğraması da marifedir. Bahsedilen kimse kimdir? Temsil yoluyla anlatılan kimseler de marife olarak gelebilir. “Meseluhum Kemeselillezî İstevkada Nâran”da böyle zikredilmektedir. Beyninizde böyle bir kimse tasavvur edin ve tasavvur ettiğiniz kimseyi düşünün. İşte o kimse anlamına gelmiş olur. Cins için olmuş olur. Hiçbir cins isim yoktur ki gerçek olsun onların hayalen mahsulüdür. “Ke” kelimesinin gelmesi de bize temsililiğini bildirmiş olmaktadır.
Hazreti İbrahim ile tartışan temsili kişi değildi. Çünkü orada Hazreti İbrahim ve Hazreti İbrahim’in muhatabı olan melik maruftur. Oysa burada “karye”nin nekreliğinden biliyoruz ki “ellezî” maruf değildir, yani cins isimdir. Çünkü fiilin de marife olması gerekiyor. O zaman “karye” nekre olmaz. Bundan sonra anlatılan olmuş bir vakadan ziyade, düşünülebilen temsili bir vaka anlatılmaktadır.
Burada elbette şunu söylemiyoruz. Allah için bunu yapması güç değildir. Allah her şeye kadirdir. Ancak Allah abesle meşgul olmaz, sünnetini durup dururken değiştirmez. Mucize olması gerekmektedir. Binlerce yıl önce olmuş olan bir olay bize nasıl âyet olacaktır? Sonra, biz kendimiz öyle mânâ vermek için bunları söylemiyoruz. “Ev” gelmesi, “Ke” gelmesi ve karyenin nekre olmasından bunu istihraç ediyoruz.
Hazreti İbrahim gibi olmak yahut o temsili kişi gibi olmak. Bunlar iki zıt kişiliktir. İkisi de gerçek kişiliktir. Hak yolu aramaktır. Hazreti İbrahim akıl yoluyla hakkı arıyor. Temsili kişi ise batıni yoldan hakkı arıyor. Çevresinde oluşan mucizevi olaylardan ders alıyor. Biri afaki, diğeri enfusi yoldan yürümektedir. Ya afaki ol ya da enfusi ol demektir. Enfusi olan yol dil ile ifade edilemediği için temsili olarak anlatıyor.
Onları yani velileri bize örnek olarak gösteriyor.
Hazreti Musa’nın hikâyesinde de arkadaşından bahsetmektedir. Elbette arkadaşı vardı ama arkadaşının adını zikretmemektedir. Onlar dille değil de halle bilinirler. Onlara nazar edilmez, onlar gibi olunur. Bir şeyhin meclisine gidersiniz ve oturursunuz. Herkes sükut içinde istiğraktadır. Kimse konuşmuyor. Şeyh de konuşmuyor. Sizin beyniniz orada dünyaları gezmektedir. Sıkılmıyorsunuz. Huzur içindesiniz. Konuşmak istemiyorsunuz. Meclisi terk ettiğinizde sizde tuhaflık olmuştur. Size çok şeyler söylenmiş gibi bir hâl vardır. Eğer devam ederseniz sonraları ne olduğunu anlarsınız. Onu anlamak için oraya devam etmek gerekir. Benim gibi devam etmeyenler onları sözlerle anlamazlar. Onlar konuşmazlar. Konuşsalar bile bizim anlayacağımız dille konuşmazlar. O kelimelerin lugatlarda o mânâsı yoktur. O dili öğrenmek için çocuk gibi onları dinlemek gerekir. Kur’an o halleri bize temsili olarak anlatmaktadır.
وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا (Va HiYa PAViYaTun GaLAy GuRUvŞıHAv)
“Ve o arşı üzerinde havi idi.”
“Hava” iki şey arasındaki boşluk demektir. Binanın çökmesi demektir. Arş, en üst demektir. Çatı demektir. Çatının üzerine çökmesi demektir. Çatının üzerine çökmesi, çatının yerle bir olması, altın üste gelmesi demektir.
Karye öyle sarsılmıştır ki, altı üstüne gelmiştir. Tarikatta bunun mânâsı ne olabilir? Halk o kadar bozulmuş, ipsiz sapsız hâle gelmiştir ki, artık onların düzelmesi mümkün değildir.
22 Temmuz 2007 seçimlerinde Necmettin Erbakan’ı dinleyenler hep ‘doğru söylüyor’ demişler ama aynı zamanda ‘artık bunların düzelmesi mümkün değildir’ demişlerdir.
Geçmişteki olaylar hep böyle olmuyor muydu?
İnsanlar ümitlerini kesip beklemeye geçerler. Yani iki yol vardır; ya cihat yapar ve küfürle mücadele eder, yahut kış uykusuna yatar gibi sabırla beklersin. Bir gün gelir ve o fırtına gelip geçer. O zaman siz hayata yeniden başlarsınız.
Kentlerin yıkılması iki şekilde olmaktadır. Ya gelen âfetler kentleri yıkmaktadır, yahut da kentler artık eskimişler ve oturulamaz hâl almışlardır. Kentleri yenilemek için eski yerleşim yerleri yıkılmıştır. Bütün hayat budur. Eskiler ölür ve çürür, yeni hayat başlar. Kentlerin dirilmesi de böyledir. Eski kentlerin yerine yenileri kurulur.
Kur’an burada iki yolu göstermektedir. Bu yollar mevcut olan düzeni düzeltme ve çökmeden yeni bina oluşturma yahut çökmüş binayı yeniden yapmadır.
Biz iki yoldan birini tutacağız. Ya mevcut cumhuriyeti “Adil Düzen”e ikna yoluyla demokratik yolla getireceğiz. Nitekim Hazreti İbrahim bunu yapmaktadır. Hâl ehli ise yüz sene uyuma yolunu tutmaktadır. Yani; biz artık bunlarla uğraşmayacak, bekleyeceğiz. “Adil Düzen”i mevcut düzen tamamen ortadan kalktıktan ve kendi kendine yaşayamaz hâle geldikten sonra kuracağız. Adil Düzen Çalışanları o zaman ortaya çıkacaktır.
قَالَ أَنَّى يُحْيِي هَذِهِ اللَّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا (QavLa EanNAy YuXYı HaÜıHıy elLAHu BaGDa MaVTıHAy)
“Mevtinden sonra Allah bunu nereden başlayıp ihya edecektir dedi.”
Burada bahsedilen ölü kentin ölümüdür. Yani canlının ölümünden değil, kentin ölümünden bahsetmektedir. İşe yaramayan arazilere ölü araziler dendiği gibi; bir yeri işe yarar hâle getirmek de ihya ile olmaktadır. İmar bakımından çökmüş şehrin nasıl ihya edileceği bilinmektedir. Ama sosyal bakımdan çökmüş bir topluluğun nasıl ihya edileceği bilinmemektedir. Burada kişinin sorduğu sual budur. Buna Allah’ın iktidarı yetmez anlamında değil de, nereden başlanacağı anlamındadır.
“Adil Düzen İnsanlık Anayasası”nı ülkemize getireceğiz ama nereden başlamamız gerekmektedir? Onu öğrenmek amacı ile sormaktadır.
“Keyfe”de menfilik mânâsı sözkonusu olabilir. “Keyfe yuhyihâ” dendiği zaman, nasıl yapacak, yapamaz, zor anlamı çıkar. Ama “ennâ” nereden anlamında soru edatıdır. Nereden başlayacağını sormaktadır. Hazreti Meryem’e “Bu yemek nereden?” diye sorulunca, taaccüp için değil, öğrenmek için sormaktadır.
Bir topluluk çöktüğü zaman nereden başlanacaktır?
“Adil Düzen” uygulamalarına nereden başlamamız gerekir?
1. Önce on kişi çıkacak ve “Adil Düzen”in ne olduğunu öğrenecek, sonra öğrendiklerini kendi apartmanlarında uygulayacak.
2. Ondan sonra bu on kişi bir ortaklık oluşturup bin kişilik site kuracak ve o sitede “Adil Düzen” uygulanacak. Biz İzmir Akevler’de aşiret kurmadan site kurmaya kalkıştık. “Adil Düzen” kurulamadı ama “Adil Düzen”in şartları oluştu.
3. Ondan sonra mevcut beldelerin yönetimi ele alınacak ve o beldelerde “Adil Düzen” kurulacak. İşte orada nasıl kurulacak? Onun planını ayrıca yapmamız gerekmektedir.
4. Ondan sonra devlet çapında uygulamaya geçilecek...
Bizim nesil yarım asır boyunca “Adil Düzen” çalışmasını yaptı. Sizlere birçok bilgi ve imkan bırakıyoruz. Bu yarım asır içinde de siz “Adil Düzen”i kuracaksınız. İşe öğrenmekle başlayacaksınız. Arapça, Matematik ve Muhasebe öğreneceksiniz. Çağımızın fıkhı muhasebedir.
Ben hep Ebu Hanife gibi bir ekol kurulmasını arzu etmişimdir. Bu hususta ümitli olmadım. Şimdi Yenibosna’da Lütfi, Emine ve Fatma hanımlarla muhasebe çalışmaya başladık. Bunu devam ettirirsek, bir muhasebe ekolü oluşacak; o da fıkıh olacak, geleceğin fıkhı olacaktır.
Biz müçtehitlerin yaptıklarını yapmayacağız. Onların kurdukları kata yeni kat ekleyeceğiz. Fıkhın muhasebeleştirilmesi yapılacaktır. Muhasebeyi kuracağız, uygulayacağız, başaracağız; o zaman herkes bizim muhasebemizi uygulamak zorunda kalacak ve böylece ölü fıkıh yeniden dirilecektir.
فَأَمَاتَهُ اللَّهُ مِائَةَ عَامٍ (Fa EaMATaHu elLAHu MiEaTa GavMın)
“Allah onu yüz yıl mevt ettirdi.”
Kişi temsili olduğu için gerçekten mevt ettirilmiş olması gerekmez. İmate edilmiş olsa bile, bizim görmemiz gerekmez. Bununla beraber ölülerin diriltilmesi hususu Kur’an’da değişik yerlerde geçmektedir. Ashabı Kehf’in diriltilmesi, Hazreti İsa’nın diriltmesi, bu âyetteki ihya ve kuşların dirilmesi gibi hikâyeler anlatılmaktadır.
Bugün çok önemli bir keşif yapılmıştır. Bir erkek hücreyi dondurup saklıyorlar ve seneler sonra tekrar canlandırıp dölleme yapabiliyorlar. İnsanları donduramıyorlar. Çünkü çok süratli bir şekilde donması gerekiyor. Dolayısıyla henüz bunu başarmış değiliz. Ama ileride başarılamayacak demek değildir. Dolayısıyla bu imkânsız değildir. Hattâ ileride insanları bile dondurabileceklerdir.
Ne var ki, biz şimdi bize dönelim ve Kur’an bize ne diyor, ona bakalım.
Farz edelim ki bu kişi ölmüştür; 1907’de ölmüştür. O günkü şartlarda Osmanlı İmparatorluğu artık yıkılmaktadır. Sosyal bakımından çökmüş ve beklenen savaşlarla daha da çökecektir. 1918’deyiz.
2018’de bu adam dirilsin. Dirildiğinde neler görecektir? İşte, biz şimdi onu karşılaştıracağız.
Bu durum sadece bir imparatorluğun yıkılması değildir; bu aynı zamanda bir uygarlığın çökmesidir. Sonrasını, yüz sene sonrasını takip edelim. 2020’ler olmuş, düzenden eser yok! Demokrasi ve lâiklik allak bullak olmuş. 2023’e gelmişiz ve bir de görmüşüz ki, “Adil Düzen” kurulmuş. İşte o yüz sene sonra dirilen insanın göreceği şeyler neler olacaktır? Bu âyette o durum anlatılmaktadır.
ثُمَّ بَعَثَهُ (ÇümMa BaGaÇaHUv) “Sonra ba’setti.”
Burada uygun olan “Fa Baasahu” olması gerekir. Çünkü yüz senenin arkasından öldürdü. Yahut “Fa Ematehu Sümme Baasahu Ba’da Miete Amin” olması gerekir. Yüz sene öldürüyor, ondan sonra ba’sediyor. Burada diriltmeden bahsetmiyor. Sonra ba’sediyor. Diri olarak gelmesi gerekmiyor. Ondan sonra o kişiyi dünyaya gönderiyor; bak, neler olmuş gör, diyor.
Burada ölülerin gelip bizi görmeleri temsili olarak anlatılıyor. Gerçekten gelmiş de olabilir. Böylece ölüler istedikleri zaman gelip buraları görmezler ama zaman zaman, Allah istediği zaman onları gönderip ziyaret ettirebilir. Geçen zamanı görmüş olabilirler. Bunun için yeniden dirilmeleri gerekmez. Onlar bu hayatı oranın imkanları ile görebilirler. Mesela, rüyada gerçekleri görebilirler gibi.
Buradaki “sümme” ihyanın değil de ba’sın olmasından yani imateden sonra ba’s, hayatta iken ba’s değil anlamında gelmiş olabilir.
Ölü şehrin tekrar dirilmesi yüz seneyi gerektiriyor demektir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ölü uygarlığın, çöken uygarlığın yeniden doğumudur; Osmanlı Devleti’nin yerine kurulmuştur. “Adil Düzen”e geçilebilmesi ve yeni uygarlığın başlaması için 100 seneye ihtiyaç vardır demektir.
Biz 33’er yıl olarak düşünüyoruz.
İlk 33 yıl İslâm düşmanlığı ile geçti.
Sonraki 33 yıl duraklama ile geçti.
Son 33 yılda “Adil Düzen”e doğru adımlar atıldı, Batı düzeninde “Adil Düzen” savunuldu.
2033’e kadar da yeni uygarlık, “Adil Düzen Uygarlığı” ortaya çıkmış olacaktır.
Mustafa Kemal;
1923’te “Muasır medeniyetin bütün icaplarını yerine getireceğiz.” demiş;
1933’te de “Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız.” demiştir.
O halde;
2023’te “Adil Düzen”in iktidar olması ve;
2033’te de Türkiye’nin çağın en ileri bir devleti olması beklenebilir.
2008’de Meşrutiyet benzeri Türkiye’yi yıkacak bir iktidar, Meşrutiyet benzeri bir hükümet iktidar olabilir.
2018’de Türkiye Sevr benzeri bir dayatma ile karşı karşıya kalabilir.
2020’de bir asker veya benzeri şahsiyet ortaya çıkıp “Adil Düzen”i benimser ve Türkiye yeniden cumhuriyeti kurabilir.
2033’de inkılâplarını tamamlamış ve “Adil Düzen”e geçmiş olabilir.
Bu âyet buna işaret etmiş olabilir. Olabilir diyorum, çünkü bunlar ilmî verilerden ziyade manevi duyuruya dayanmaktadır. Her zaman hata etme ihtimalimiz vardır.
قَالَ كَمْ لَبِثْتَ (QAvLa) “KaM LaBiÇTa) “Ne kadar kaldın? dedi.”
“Kimin dediği” burada açık değildir. İhya eden Allah olduğuna göre Allah demiştir. O zaman burada uygun olan “Ve Kâle” olması gerekirdi; “Ba’setti ve kavletti” demesi gerekirdi. Sonra ba’setti dedi. Eksik ifade gibi gelir. Oysa ba’setmesi ile demesi aynıdır, yani ba’setmenin bedelidir. Onu uyandırdı, sorarak uyandırdı. Ba’s ile uyanma aynı olduğu için arada “ve” harfi getirilmemiştir. Ona ne kadar zaman geçmiştir diye soruyor.
Uykudan uyandığın zaman ne kadar uyuduğun hakkında fikrin olur. İşte o da aynı duygu ile karşı karşıyadır. O temsili adama soruyor. Kim soruyor? Allah soruyor. Ama lisan-ı hâl ile sormuş ve lisan-ı hâl ile cevap vermiş olabilir. Buna delalet eden atıf harfinin gelmemesidir.
“Libas” giyinmek, barınmak anlamındadır. Ölü hâlinde ne kadar kaldın demektedir. İnsan yaşlandıkça aynaya bakmasa da yaşlı olduğunu bilmektedir. Ancak ölü hâlinde değişebilir.
Şimdi burada şu sorulur: Bir ölü yüz yıl sonra tekrar nasıl dirilebilir?
Şunu bugün artık çok iyi biliyoruz ki, bizim hücrelerimiz ölüyor ve yenileri geliyor. Biz hep yenileniyoruz. Dört boyutlu uzayda bu işler çok kolay ve basittir. Bir film seyrederken, eski günlere gelmek demek, eski kısmı kopya edip burada yapıştırmak demektir. Biz bilgisayarda bunu her zaman yapabiliriz. Geçmişte kullandığımız bir metni buraya taşımak istersek, gider kopya eder ve getirir, buraya yerleştiririz. İşte, bizim bilgisayarda bunu yapmamız ne kadar basitse, melekler için de geçmişteki bir durumumuzu kopya edip buraya getirip eklemek o kadar kolaydır.
Biz fizikte bunu yapamayız ama planda pekâlâ yaparız. Başka planın bir yerini kesip buraya eklersek, sonra onu imar edenler aynen imar etmiş olurlar. Belkıs’ın köşkü de böyle olmuştur.
Uzayımızda ışık hızından daha fazla gidemeyiz ama dört boyutlu uzayda hareket ışık hızından çok farklıdır.
قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ (QAvLa LaBiSTu YaVMan EaV BaGWa YaVMın)
“Bir gün veya birkaç gün kaldım dedi.”
İnsan ruh ve bedenden ibarettir. Bunların yapıları farklıdır.
Beden topraktan yaratılmıştır. Yeryüzünde ve kâinatta mevcut dayanıklı elementler yüz adetten azdır. Olabilecek element 118 kadardır. Bütün canlıların bedenleri bunlardan oluşmuştur. Canlılık, nebati canlılık bunlardan ibarettir. Başka bir canlılık maddesi yoktur. Bunlar cansızlardan oluştuğu için insanlarda mevcut ruhsal olaylar bunlarla oluşamaz.
Ruh var, nefis var. Beden bir varlıktır. Belli şekilde dizilmekle yahut düzenlenmekle hayat bulur. Hayat bedenin özelliğidir. Ruh da bir varlıktır. Bedenden ayrılarak başka yerde yer alabilir. Ruhta bedenle ilişki kuracak özellik vardır, buna “nefis” denir. İnsan bedeninin özelliği ruh ile irtibat kurmaktır. O kadar ki ben elimi biliyorum; nerede durduğunu ve ne iş yaptığını biliyorum. Durumuna göre acı duyuyorum.
İşte, benim ruhum şoföre benzer. Direksiyona geçince arabayı idare eder. Ama kontağı kapatıp da eve çekilince artık araba ile ilgisi kalmaz. Boşa da alıp bırakabilir. Ruh da uykuya çekilince kontağı kapatmadan evine gider, istirahat eder. Ölünce de kontağı kapatarak gider. Şoför nasıl araba değiştirebiliyorsa, ruh da bedenini değiştirebilir.
Araba yerine bilgisayarı misal olarak alabiliriz. Bilgisayarı kapatmadan bırakıp gidersiniz. Uykudasınız. Kapatıp giderseniz öldünüz demektir. Ama hard diskiniz bozulmamış veya bilgileri diskete aldınız. Taktığınızda o eski bilgisayar gibidir. İşte, öldükten sonra böyle olacaktır. Bizim hafızamız yerine gelecektir. Bilgisayarın alt köşesinde saat vardır. Eğer saat durmuşsa, tarih durmuşsa, sizin tarihiniz geçmemiş olur. Onun üzerinde bıraktığınız tarihi okursunuz. Duvar takviminin yapraklarını sökmemiş iseniz, evden gittiğiniz tarihi okursunuz.
İşte, yüz sene sonra uyanan adam da böyle sanacaktır. Ben bir gün veya bir günün bazısında uyudum sanacaktır. Çünkü takvim o kadar çalışmıştır. Pil çalışmış, sonra bitmiştir. Onun için o bir gün veya daha azı geçmiştir sanmaktadır.
قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ (QAvLa BaL LaBiSTa MıEaTa GavMın)
“Bel miete âm lebsettin diye kavletti. Sen yüz yıl ölü kaldın dedi.”
Onunla muhavere eden kimdir? Muhavere edeni Allah olarak almak en doğrusudur. Ancak melek veya yaşayan insanlar da olabilir. Bugün nebati hayata girip yıllarca yaşayanlar vardır. Bunların ayılmaları mümkün olmamaktadır. Ama ilerde olmaması için bir sebep yoktur. Bu konuşmalar bu dünyada olmuş olabilir. Yahut Allah burasını göstermiş ve oradaki hâl ile sormuştur.
Şoför gelmiş ve arabasını kontakt yerinde bulmuştur. O zannediyor ki benim bıraktığım kontaktır. Oysa arabayı başka şoför çalıştırmıştır.
İnsanların hastalanması, hayal görmesi, rüya görmesi hep böyle yabancı şoförlerin bedene müdahalesi demektir. Seziler, ilhamlar ve vesveseler hep başka ruh, melek veya cinin arabaya yani beden arabasına müdahalesidir. Bunları her gün müşahede ediyoruz. Ondan sonra da bunlara inanmıyoruz.
İnsanı laboratuarda deniyorlar. Oysa laboratuarda deney yapan insanın ruhudur. İnsan orada kendisini aynada görüyormuş gibidir. Bedenini görebilir ama ruhunu göremez. İnsan üzerindeki deneyleri kişilerin ifadelerinde aramamız gerekir. İnsanlara soracak ve onlardan aldığımız cevapları inceleyeceğiz. Afrika ormanlarında yaşayan insana sorular sorarız; bize cevap verir. Türkiye’deki insana da sorarız; o da cevap verir. Bunlar arasındaki benzerlik bize insanın o husustaki davranışını belirler. İnsanlar hep birbirlerini etkilemiştir. Ama dillerdeki benzerlik kadar benzerlik olabilir. İnsan psikolojisini laboratuar deneyleri ile değil, insanların konuşması ve davranışı ile deneyebiliriz.
Şimdi temsili olarak anlatılan kişi yüz yıl sonra dünyaya gelmiştir. 1907’de ölmüş ve bugün dirilmiştir. Onda 1907’nin bedeni ve hafızası vardır. O zaman fayton süren adam gelmiş ve şimdi otomobille karşılaşmış, uçakla karşılaşmıştır. Yüz senede ne değişmiştir? O insan bu yeni dünyayı nasıl karşılar? İşte Kur’an bunu bize temsili olarak anlatıyor.
Daha Meşrutiyet ilan edilmemiş… Osmanlı Hanedanı hükümran... Abdülhamit sağ ve etkin...
Bugün nerdeyiz?
Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçiliyor... Cumhuriyet hükümeti kurulmuş…
O kişi bu dünyaya nasıl bakar?
O gün onun idesi ne idi, ne ümit ediyordu; şimdi nedir, ne ümit ediyor? Aradan 100 sene geçmiştir. Artık onun dönemindeki bir tek kişi bile yoktur; yahut hayatta olanlar artık etkin değildir.
Bundan 100 sene sonra insanlar ne ile karşılaşacaklar? 2107’de bu satırları okuyanlar bulunursa ne söyleyecekler? “Adil Düzen” gelmiş ve artık dünyaya etkin olmaya başlamıştır. Ama bizim bugün düşündüklerimizden hangileri gerçekleşmiştir? Biz geleceğimizi ne kadar bilebiliyoruz?
Kur’an bunun ip uçlarını bize vermektedir. Geçmiş yüz yılda neler değişti? Bundan sonra neler değişecek, neler değişmeyecek? Bu âyet bize bunların dayandığı ilkeleri anlatmaktadır. Anlatılan temsili bir hikâyedir. Gerçekten de geçmiş olabilir. Herhangi bir zorluk yoktur; Allah için yoktur.
فَانظُرْ إِلَى طَعَامِكَ (FaNJuR EiLAv OaGAvMıKa) “Taamına bak. Yiyeceğine bak.”
Bütün canlıların doğal ihtiyaçları yiyeceklerdir. Hava almadan sadece birkaç saniye yaşayabiliyorlar. Susuz birkaç gün, yemeksiz birkaç hafta yaşayabiliyorlar. Canlılardan hayvanlar diğer canlıları yiyerek yaşarlar. Her canlının besini farklıdır. Mideleri ve hormonları ona göre yaratılmıştır. İnsan da böyledir. Dolayısıyla yüz sene evvel ne yiyorsak bugün de onları yiyoruz. Kişi burada fazla yenilik bulamayacaktır. Evde pişirilen lokantada pişirilecektir. Yağlar etiketli şişelere konmuş olacaktır. Ama besinlerde değişiklik olmayacaktır.
Yiyeceklerimize bakalım. Önceleri ekmek yiyorduk; bugün de yiyoruz. Köy ekmeğini arıyoruz. Et yiyorduk; şimdi de yiyoruz. Sebze yiyorduk; bugün de yiyoruz. Hâsılı, yiyeceklerimiz değişmedi, sadece ambalajları değişti. Taama baktığımız zaman bunu görürüz.
وَشَرَابِكَ (Va ŞaRABıKa) “Ve içeceğine bak.”
Taamdan farklı olarak şaraptan yani sudan bahsetmektedir. Bu da değişmemiştir. Su ile yiyecek arasında bir fark vardır ki ayrıca zikretmektedir. Bütün diğer aldıklarımız bir tarafa, hava dahil su bir tarafa konmuştur. Gerçekten hayat suya bağlıdır. Susuz hayat olmaz. Hayat demek hareket demektir. Su olmadan zerrelerin hareketi olmaz. Suyun dışında bedene ne alırsanız alın, mutlaka değişikliğe uğrayarak çıkar. Hiçbir madde değişmeden dışarı atılmaz. Atılmışsa, o bir şeye kullanılmamış, işe yaramamıştır. Fazlalık olmuştur. Fazlalıkları bağırsaklardan, nefes borusundan, böbreklerden ve deriden terleyerek dışarı atarız. Attıklarımız ya kullanılmıştır ve değişmiştir, ya da değişmemiş, işe yaramamıştır. Su bunun dışındadır. Su olarak girer ve su olarak çıkar ama su olmazsa hayat olmaz. Onun için Kur’an’da taam ve şarap ayrı ayrı zikredilir. Yiyeceklere bakıyorsunuz, yüz sene içinde fazla bir şey değişmemiştir. Suya bakıyorsunuz, hiç değişmemiştir.
لَمْ يَتَسَنَّهْ (LaM YaTaSanNaH) “Tesennuh etmemiştir.”
Bozulmamış, acılaşmamıştır.
Arapçada iki kelime atfedildiği zaman, eğer birincisine bir sıfat gelirse ikincisine de gelmiş olur. “Raeytu Raculen Tavilen ve İmreeten” derseniz, ikisi de uzun olabilir. Ama eğer sıfatı sona alırsanız “Raeytu Raculen ve İmreeten Tavileten” dersiniz; o zaman erkeğin uzun olduğu anlaşılmaz.
Buradaki “Lem Yetesenneh” hâldir, sıfat değildir. Dolayısıyla yemeğin hâli değildir, suyun hâlidir. Su hiç değişmemiştir. Ama yiyecekte bazı gelişmeler vardır. Korunması farklı olmuştur. Ambalajı farklı olmuştur. Ama genel olarak insanlar mağara devrinden beri besinlerini değiştirmediler. Doğada ne varsa onu yemektedirler.
İnsanlar ateşi en başta keşfetmişlerdir. Hattâ Hazreti Adem’den önce de yaşayan canlılar vardı. Bunlar insana benziyorlardı ama insan değildiler. Onlar ateşi biliyorlardı. Dolayısıyla pişirme olayı da tâ baştan başlamıştır.
Burada insan ile hayvan arasındaki farkı belirtelim.
“İnsan konuşan hayvandır” derler; yanlıştır. Bütün hayvanlar konuşurlar.
“İnsan âlet kullanan hayvandır” sözü de yanlıştır. Hayvanlar da âletleri kullanırlar.
“İnsan âlet yapan hayvandır” diyorlar. Hayır, doğru değil; hayvanlar da âlet yapmaktadırlar.
Peki, insanların hayvanlardan farkı nedir?
1. İnsanlar dillerini, araçlarını, meskenlerini, elbiselerini evrimleştirip geliştirirler, değişiklik yaparlar.
2. İnsanlar resim çizerler, yazı yazarlar.
3. İnsanlar mübadele yapmaktadır. Hayvanlarda ortak kullanım vardır, mübadele yoktur.
4. İnsanlar iç içe örgüt kurarlar. Birbirlerinden uzak yaşadıkları halde, bir yerde yaşamış gibidirler. Oysa hayvanlarda bir kovanda yaşayanlar topluluktur.
Bunları yapan insanın yaşı birkaç on bin yılı geçmez. Oysa ateşin kullanılması yüzbinlerce yılı geçer. Taş âletlerde de durum budur. Çok eski zamanlara ait taş araçlar bulunmuştur ama bunlar monotondur. Bir nesilde veya bir ocakta değişmemektedir.
وَانظُرْ إِلَى حِمَارِكَ (Va uNJuR EiLAy XıMARıKa) “Hımarına bak.”
Şimdi yiyeceklerden sonra bineğine bak. Bak bakalım, senin eşeğine bugünkü araçlar hiç benziyor mu? Burada araçların daima değişeceğini bize anlatmaktadır. Bir sineği bile yaratamazlar diyor. Diğer taraftan gelecekteki bineklerden bahsetmektedir.
Demek ki insanlar cansız eşyalarda evrim yapacaklar, geliştirecekler ama bir hücreyi bile yaratamayacaklar. Yiyecek hususunda bir ilerleme olmayacaktır. İnsanlar hayvanları ehlileştirmeden önce, avcılık zamanında sallara binerek denizleri aştılar. Sonra çobanlık dönemine geçince at, eşek ve deveye bindiler. Binlerce yıl başka araçlardan yararlanmadılar.
İlk olarak buharlı gemiyi keşfettiler. Böylece araçlarda yenilik yaptılar. Sonra demiryolu döşediler, motorlu araçları keşfettiler. Uçakla havaya çıktılar. Bugün uzaya yolculuk yapabilmektedirler. Eşekten buraya kadar yükseldiler.
1907’de ölen insan 2007’de bunlarla karşılaşacaktır. Teknolojideki bu baş döndürücü ilerleme demek ki tarımda gerçekleşmeyecektir ve gerçekleşmemiştir.
Mühendislikte plan yaparsınız. Cisimlerin özelliklerini bilirsiniz. Hesabını kitabını yaparsınız. İtirazsız eşya sizi dinler. Dolayısıyla teknoloji insanların emrine verilmiştir. Oysa tarıma ve canlılara siz uşaklık edersiniz, hizmet verirsiniz; onlar yapacaklarını yapar.
Allah canlıyı yaratma işini insanlara değil, meleklere vermiştir. İnsanlar canlıyı yaratabilseydiler ölüme çare bulurlardı. O zaman da dünyanın sonu olurdu.
Batı sanayide yaptığı inkılâbı tarımda yapamamıştır; bundan sonra da yapamayacaktır.
Yolculukla ilgili gelişme devam edecektir. Bugün hidrojen enerjisinden yaralanamıyoruz. Yarın yararlandığımız zaman uzaya açılacak ve uzaydaki hidrojeni yakarak istediğimiz yere gidebileceğiz. Araçlardaki gelişmeler devam edecektir.
Tarımda ise her müdahalemiz dengeyi bozma ve canlıyı dejenere etmedir.
Batı’nın asıl çözemediği sorun hukuk sorunudur, yönetim sorunudur.
Merkezi idare tarım sorununu çıkmaza sokmuştur. Tarım merkezi yönetimle yönetilememektedir. Bu sebeple tarım çöküyor. Halk kentlere kaçıyor. Köyler boşalıyor. Tarım yapılamaz oluyor. Tarım arazileri kırlaşıyor. Sonunda çözümsüzlük ortaya çıkıyor.
وَلِنَجْعَلَكَ (Va LıNaCGaLaKa) “Seni ca’ledelim diye.”
Buradaki “ve” harfi nereye atfoluyor. Yüz sene önce ölmüş ve şimdi dirilmiş insan yerine, şimdi sağ olan sen ey insan; kendini yüz sene önce ölmüş ve şimdi dirilmiş gibi farzet. Yüz sene evvelki durumu düşün, şimdiki durumu düşün ve nerden nereye geldiğini gör. Sen şimdi örnek bir insan olarak onlara durumu göster. O zaman burada hitap edilen bizzat okuyandır.
Bugün ülkemiz her bakımdan çökmüş durumdadır. Ülkenin kurtuluş ümidi kalmamış bulunmaktadır. Biz diyoruz ki; bu ülke nereden kurtulacaktır?
1. Türkiye başta dış borca batmıştır. Her yıl borç azalacağı yerde daha da artmaktadır. Bugün borçlarımızın faizini ödemek için emeğimizin üçte ikisini harcıyoruz. Bu nisbet de gittikçe artmaktadır.
2. Bu yetmiyormuş gibi yirmi yıldır terör belası ile çalkalanıp duruyoruz. Öcalan yakalandı ama bir şey değişmedi.
3. İşsizlik sorununu çözmüş değiliz. Borçlanarak yaşıyoruz. İşsiz gençlik kitlesi anarşi ve terör ortamı için hazırlanmaktadır.
4. Ülkemizi yaşatmak konusunda insanlar ümitlerini kesmiş, milliyetçilikten soğumuş, din artık inanç aracı olmaktan çıkıp istismar aracı olmuştur.
Ordu ile ulusun arası gittikçe açılmaktadır. Bir başörtüsü meselesi, milletin ordusuna düşman olması için yeterli sebep haline gelmiştir. Üniversite ve basın/medya ülke için hiçbir şey yapmıyor. Yargı etkisini kaybetmiş.
Bu şartlar altında Türkiye’nin nasıl kurtulacağını düşünüyoruz.
Bir an önce 1907’lere git; orada olan Türkiye’yi gör; sonra bugüne gel…
Ne fark göreceksin?
İşte bunları 2107’de fazlasıyla göreceksin. Çünkü nasıl ilimde ve sanayide inkılap olmuşsa, “Adil Düzen”le hukukta ve yönetimde devrim olacak; faiz kalkacak, zina serbestliği kalkacak, insanlar saadete erecektir.
آيَةً لِلنَّاسِ (EAaYaTan Li elNAvSı) “Nâsa âyet yapalım diye.”
“Nâs” burada istiğrak için gelmişse, insanlık için âyet yapalım diyor. Yok ahd için gelmişse, bir kavme onu âyet yapmıştır. Biz bilmiyoruz. Bize neden anlatıyor.? Sonra âyet nekredir. Onun âyetliği belli âyetlik değildir. Tekrar dirilmesi değildir. O zaman “el-Âyet” olurdu. Sonra dirilen kişiyi âyet yapmaktadır, herkese yapmaktadır. O halde burada anlatılmak istenen insan bunu alıp anlatacak.
Hakan Kandal arkadaşımız bir senaryo yazmalıdır. 1907 veya 1908 yılını alacak ve o zamanki durumu tasvir edecektir. O günkü tasvirden sonra birden o kimse ölecek ve 100 sene geçecek, 2008’e gelecek ve bu sefer 2008’deki olayları anlatacak. İnsanlar yine aynı ümitsizlikler içinde aynı kaygıları taşıyor olacak. Bu sefer ölecek ve kişi 2108’de dirilecek. O günkü dünyayı tasvir edecek.
Üç perdelik film böylece bitecek. İşte o temsili insan âyettir. Bunu yazan kimse kendisi yaşayacak, ölecek ve dirilecek. Tekrar âyet olarak dirilecek.
Sen, ey senaryo yazan insan; seni nâsa âyet yaptık, diyor.
O zaman ne olacak? Yüz sene sonra olaylar onu teyit edecektir.
Böylece bu senaryoyu yazan insan âyet olacaktır.
Yüz sene sonra aynı olaylarla karşılaşılacaktır.
وَانظُرْ إِلَى الْعِظَامِ (Va uNJur EıLaY eLGıJAMi) “Ve kemiğe bak, onu nasıl neşzediyoruz.”
“Kemiğe bak” diyor. Karyenin kemiği binaların iskeletleridir, apartmanların betonarmesidir.
Bir kent yıkıldığı zaman onu nasıl dirilteceğiz? Allah’ın kemikleri nasıl dirilttiğini göreceğiz ve ona göre inşaat yapacağız. Âyet bize “Adil Düzen”e nasıl geçileceğini öğretmektedir. Önce kaba inşaat yapılacak, iskelet ortaya çıkacak, sonra halka o şekliyle temlik edilecek. Böylece hem ucuz yapmış olacağız, hem de halkın kendi zevkine göre yapılar yapmasına izin vermiş olacağız.
İzmir Akevler’de yaptığımız denemelerde gördük ve tecrübe edindik ki, her şeyi bitmiş ev teslimi yanlıştır. Çünkü sizin yaptığınızı beğenmiyor, kırdırıyor ve yeniden yaptırıyorlar. Zira insanlarda inşaatçılık zevki vardır. Onu eskisini yıkmakla yapmaktadır.
“Izama bakmak” demek, kaba inşaatın planına bakmak, onu ortaya koymaktır. Izam kısmı plan ve projeye dayanmalıdır. Sağlamlığına önem verilmelidir. Ondan sonrası “lehmen”dir. Artık o kişilerin zevkidir, yani karısının ve kendisinin isteklerine göre kendileri yap[tır]malıdırlar.
كَيْفَ نُنْشِزُهَا (KeYFe NeNŞiZuHa) “Onu nasıl neşz ediyoruz?”
“Neşz” Kur’an’da karı koca arasında kullanılmaktadır. Kadın kocasının, koca karısının nüşüzünden korkarsa… Burada nuşuz nedir?
İnşa etmek, inşar etmek ve inşaz etmek birbirine yakın kelimelerdir. Kur’an’da; kadın kocasının nuşuzundan veya koca karısının nuşuzundan korkarsa diyor. Neşretmek, yaymak anlamında olduğu gibi, aynı zamanda biçmek anlamındadır. Kırıp dökmek de neşrdir.
Burada, kemikleri bizim nasıl inşa ettiğimizi gör diyor. Bir kentin önce iskeleti yapılacak yani halkın ayrı ayrı yapamayacağı şeyler yapılacak; ondan sonrası halka bırakılacak.
ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا (ÇümMa NaKSUvHAv LaXMan) “Sonra lahmı kesvediyoruz.”
Sonra, yani, kaba inşaat bittikten sonra ince inşaat yapılacaktır.
Şöyle bir kural geliştiriyoruz: Önce kişilerin ayrı ayrı yapamayacağı işler biter. Sonra halkın kendisi kendisine düşeni yapar. İşte inkılâbın temeli budur.
Burada “sonra” kelimesi bittikten sonra başlanır.
“Lahm” burada yumuşak demektir. Biz ona “ince inşaat” diyoruz. “Kaba inşaat” dediğimiz zaman dış duvar ve sıva bitecek. Dış doğrama takılacak, asansör ve merdivenler bitecek, dairelerin kapıları takılacaktır. İç bölmeler serbest bırakılacaktır. Böylece kader içinde kaza farklılaşmış olacaktır. Bu kentin inşaatı için böyle olacağı gibi; mesela, yargılama da böyle olacaktır.
Yargı inkılâbını yapmak için işe şöyle başlanacaktır:
1. Sözleşmelerde aksi belirtilmeyen hususlarda, özel hukuk hakemler yoluyla çözülür. Taraflar hakemlerin ücretlerini pazarlıkla belirlerler. Baş hakemi hakemler seçer. Ücretlerinin üçte birini ona verirler.
2. Davalı ve davacı hakem ve avukatlarının bedelini kendileri öderler. Karşı taraftan tahsil edemezler. Avukatlık gelirleri vergiden muaftır. Gider olarak da yazılamaz.
3. Ceza hukukunda bilirkişilerden birini savcı, diğerini de sanık seçer; baş bilirkişiyi bilirkişiler seçerler. Bilirkişi ücretlerini hakim takdir eder ve devletçe ödenir. Savunmadan ücret alınmaz.
4. Müdahil olanlar varsa, bilirkişiyi onlar seçer, savcı onaylar.
Şimdi, bu iskelettir. Önce mevcut düzene dokunulmuyor. Hakemlere gitme yetkisi tanınıyor. Ama hakimlik korunuyor. Sonunda bu sistem uygulanırken, zamanla kendiliğinden şekillenmektedir.
Burada istenen halkın inkılâbı yapması, kendi istekleri ile yapması, zorlama yapılmamasıdır.
فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ (Fa LamMAv TaBayYaNa La HUv) “Kendisine tebeyyün edince.”
Kendisine tebeyyün olunca, yani kemiğin nasıl inşa edildiği ve üzerine lahmın nasıl kapladığı görülünce; “Biliyorum O her şeye kadirdir” diyor.
Demek ki, bizim önce biyolojiyi öğrenmemiz gerekmektedir. Organların nasıl oluştuğunu öğrenmemiz gerekmektedir. Ondan sonra da ona göre proje ve planlama yapıp kentleri yenilememiz gerekmektedir. Yaşlanan bir kentin orasını-burasını yıkıp yapmak değil, hep birden ölüme terk edip sonra onu ihya etmemiz gerekmektedir.
Bugün bilinmeyen bir şey vardır. Acaba yaptığımız bir gökdelen kaç sene sonra yenilenmelidir. Bir apartmanın ömrü nedir? Bir kent için de böyle ömürler mi biçeceğiz?
Süleymaniye Camii ve Fatih Camii binaları veya Ayasofya, yüzlerce yıla hatta binlerce yıla uzanan bir ömre sahiptirler. Acaba kentlerin ömrü nedir? Önce olanı tesbit edip sonra onu yeniden inşa etmeliyiz. Hücre içinde apartmanlar yenilenebilir. Ama apartman yıkılacak, yenisi yapılacak.
“Tebeyyün etmesi” demek, ne demektir?
Burada bir kişi ele alınarak anlatılmaktadır. Şimdi tekrar insan yapısına dönelim.
Bugün bilgisayarlarımız vardır. Onların hafızalarına birçok şeyleri yazıyoruz. İnsan beyni de bir bilgisayardır. Varsayalım, ileride öyle bir bilgisayar bulduk ki, beyindeki kayıtları bizim bilgisayara geçirdik. Varsayalım ki, insan beynindeki bilgileri silip bu eski insanın bilgilerini aktardık. Şimdi ne olacaktır? Artık bu bedenin geçmişi o bedenin geçmişinin aynı olacaktır.
Şimdi şu sorulur; bu yeni bedeni ziyaret etme yetkisi hangisinin olacaktır? Bilgisayar hangi ruhun şifresini tanıyacaktır? Herhalde eski sahibinin şifresini tanıyacaktır. Ne var ki, bilgisayara girdiği zaman bilmediği dosyalarla karşılaşacaktır.
قَالَ أَعْلَمُ (QAvLa EaGLaMu) “İlmediyorum diye kavletti.”
“Biliyorum” diyor, “Bildim” demiyor; yani burada öğrenmedi; baştan itibaren Allah’ın onu ihya edebileceğini bilmektedir. Ancak, nasıl dirilteceğini, daha doğrusu diriltmeye nerden başlanacağını bilmiyordu. Onu da öğrenmiş oldu.
Allah burada temsili bir kişi ile bir asırlık bir inkılâbı anlatmaktadır.
İnkılâbı yapacak kişinin kendisini yüz sene evveline koyması, bugünlere nasıl gelindiğini görmesi ve ondan sonra da gelecek yüz yılın planlarını yapması gerekmektedir.
Bir düşünür böyle yapacaktır. Bir fıkıhçı böyle yapacaktır. Bir senarist böyle yapacaktır.
أَنَّ اللَّهَ (EınNa elLAHa) “Allah”
İnsan çevresini görmektedir. Bu çevre 10 km mesafeyi kapsar. Hava tabakası bunun on katıdır. Işıklı tabaka bunun yüz katıdır. Bu atmosfer kalınlığıdır. Yer yarıçapı bunun altı katıdır. Atmosferli yarıçapın 50 katında ay vardır. Bunun 400 katında güneş vardır. Güneşten ışık sekiz dakikada gelir. Oysa en yakın yıldızdan dört senede gelir. Samanyolu’nun çapı yüz bin ışık yılıdır. Galaksiler arası mesafe iki milyon ışık yılıdır.
İşte, “Allah” bu kadar büyüklüğü olan bir varlığın mimarıdır. Bu da zerre kadardır; kürsinin yanında. Kürsi de zerre kadardır; arşın yanında. Bu görünen âlemdir; bir de bâtın âlem vardır.
Bunları yeniden icad eden biri elbette bir merkebi veya insanı istediği şekilde var eder. Bundan kimsenin şüphe etmesi düşünülemez. Ama düşünenler var. Onun için bu cümlenin başına “inne” gelmiştir.
عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (259) (GaLAy KülLi ŞaYEin QaDIyRun) “Her şeye kadirdir.”
“İnnellaha Huve’l-Kadiru Alâ Külli Şey’in” denmesi gerekirken, burada haber nekre gelmiştir. Çünkü inkılâpları yapan uluslardır. Uluslar Allah’ın halifesi olarak inkılâbı gerçekleştirmektedirler. Burada işaret edilen kişilerin değil, Allah’ın kadir olduğunu belirtmesidir. Temsili kahramanın kendisi yüz sene evvel ölmüş, sonra dirilmişti. Ama değişmeler yine olmuştu. O halde değişmelerde onun dahli yoktu. Değişmeleri Allah yapmıştır; O’nun halifesi olan topluluk yapmıştır.
20. yüzyılın inkılâbını başaran Türk ulusu, 21. yüzyılın inkılâbını da başaracaktır. Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığını sentez ederek muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır. İşte bunun adı “Adil Düzen”dir.
Bu âyetten sonra yine Hazreti İbrahim Peygamberin ölüleri nasıl dirilteceği sorusu ile karşılaşılacaktır. Bakara Sûresi’nin niçin başa alındığını burada çok daha açık bir şekilde anlıyoruz. Çünkü uygarlığın nasıl geleceğini bize öğretmektedir.
Yeni uygarlık kurma başkadır, eski uygarlıktan yeni uygarlığa geçme başkadır.
Kur’an yeni uygarlık kurmuştur. Tevrat yeni uygarlık kurmuştur. Ama İncil eski uygarlığı yenilemiştir. Bugün biz de onu yapacağız. Hıristiyanlar, Tevrat hükümlerinin yerine Kur’an hükümlerini alacaklar, böylece “Adil Düzen” gelmiş olacaktır.
Neden Tevrat hükümlerini bırakıp Kur’an hükümlerini alacaklardır?
1. Tevrat İsrail oğullarına inmiştir. Hıristiyanlık Tevrat uygarlığı değildir. Oysa Kur’an bütün insanlığa gelmiştir.
2. Tevrat’ın aslı yoktur. Olsa bile, hükümleri üç bin seneden önceki devrin hükümlerini içerir, dolayısıyla artık onunla amel edilemez. Oysa Kur’an yeniçağın hükümlerini içerir.
3. Tevrat kazuistik hükümleri yani teferruatlı hükümleri içerir. Oysa Kur’an kanunları öğretmez, kanunların nasıl yapılacağını öğretir, içtihat ve icmaları öğretir. Dolayısıyla çağın kanunlarını yapmak ancak Kur’an’la olabilir.
4. Nihayet, Kur’an onları tasdik etmektedir. Oysa Tevrat onları tasdik etmemektedir. Hazreti İsa Kur’an’dan da haber vermiştir.
20. yüzyılda zulme uğrayınca Müslümanlar ve Hıristiyanlar birleşmek zorunda kalmıştır.
Bugün “Adil Düzen”in gelmesi için şartlar hazırlanmış bulunmaktadır.