BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2093 Okunma
bakara 159-165

 

 

ADİL DÜZEN 385

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 47. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

ِانَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنْ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُوْلَئِكَ يَلْعَنُهُمْ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمْ اللَّاعِنُونَ(159) إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَأُوْلَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(160) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُوْلَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ(161) خَالِدِينَ فِيهَا لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنظَرُونَ(162) وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ(163)

 

ِانَّ  (EinNa)  

Arapçada vurgu ile mânâ vermek yoktur. Vurgunun yerini kelimeler almıştır. Böyle olmasaydı Arapçayı kitaptan okuyamazdık, Kur’an ile kitap birbirine uymaz olurdu.

İNNE” ile vurgulanan ondan sonra gelen cümlenin mânâsıdır. Muhatap münkir ise o zaman cümleye “İNNE” ile başlarsın. “Ketmeden kimseler lânetlenecektir” ifadesini insanların kabul etmeyeceklerini, basit bir cümle olduğunu sanmaktadırlar. Tüm insanlar böyle sanıyor. Ketmedenler mutlaka lânetlenirler. Bunun için başa “İNNE” gelmiştir. Bundan mü’minler de istisna edilmemiştir. Çünkü onlar da her zaman gizleyenlerin gizlemeleri kalacaktır sanırlar.

Âyet “Ve” harfi ile yukarıya bağlanmamıştır. Çünkü Safa ve Merve âyeti ile kemali infisal vardır. Geçen âyetlerde sabırdan bahsedilmişti: “Sabır ve salâtla istiane edin, Allah yolunda öldürülenlere ölüdürler demeyin. Onlar hayattadır. Siz şuurunda değilsiniz. Allah sizi korku, açlık, mal, can ve gelirlerin azalması ile imtihan eder. Sabredenleri müjdele, onlara musibet isabet ettiğinde, biz Allah’a aitiz ve Allah’a döneceğiz derler. Onlar üzerine Rablerinden salavât ve rahmet vardır. Ve onlar ihtida etmişlerdir.” denmişti.

Bu âyeti geçen hafta tefsir ederken -bugün 17 Kasım 2006 Cuma- bundan bir Cuma önce idi. Ondan önceki Çarşamba eşim Zülfiye Karagülle hastahaneye yatmıştı. Pazartesi ameliyat olacaktı. O zaman bu âyet bana bir şey söylemedi. Pazartesi ameliyat oldu ve ameliyat çok iyi geçti. Salı günü iyi idi. Çarşamba günü vefat etti. Son derece acı hissettim. Kolunuzu kestikleri zaman sabredersiniz, ama acı duyarsınız. İşte ben de hiç beklemediğim şiddette acı duydum. Dün Perşembe günü oyalanmak için bugün yapacağım tefsir âyetini açtım. Daha önce ne yazmışım diye baktım. Gördüm ki sabır âyetini tefsir etmişim…

İşte Kur’an size bu şekilde hitap eder, bugün size inmiş olur diye daha önce beyan ettiğimizin bir misalidir bu. Bunları tesadüflerle açıklayamayız.

الَّذِينَ (elLaÜIyNa)  

“Ellezine”den sonra fiil gelir, ismi fail veya ismi mef’ul olur. Dört çeşit ismi fail ve ismi mef’ul vardır.

a)      Hem fail veya mef’ul tarif edilmiş, hem de fiil tarif edilmiştir. Yani, burada hem ketmedilen bellidir, hem de fail yani ketmeden bellidir.

b)      “Len Yef’alu” olsaydı fiil belli olur, fail nekire olurdu.

c)       Elfailun olsaydı fail belli olur, fiil nekire olurdu.

d)      Failun olsaydı her ikisi nekire olurdu.

Buradaki belirlilik, ketmedenler bellidir. Bugün kimler ne ketmediyor? Bunu düşünmemiz ve bulmamız gerekir. Kur’an’ın güncel tefsiri budur. 1400 sene öncesine gidip o zaman orada kimlerin ne sakladıklarını değil, bugün kimler neyi ketmediyor, onu bulmamız gerekir. Çünkü Kur’an bize şimdi nâzil olmuştur.

يَكْتُمُونَ (YaKTuMUvNa)  

“Ketmediyorlar. Saklıyorlar. Gizliyorlar.”

“Ketmetmek” ketbetmekle akraba kelimedir. Çift dikiş atmak demektir. İçindekilerin sızmaması için kapatmak, gerçekleri ortaya çıkartmamak demektir. Bugün birileri bir şeyler gizliyor. Kimler acaba ve bu gizleyenler ne gizliyorlar? Bunu doğru anlamamız için günümüz uygarlığına bir bakalım.

Birinci Kur’an uygarlığı, İslâm uygarlığı bundan beşyüz sene önce en yüksek seviyede idi. İstanbul fethedilmiş, Avrupa’ya gidilmiş, Avrupa’da Rönesans doğmaya başlamıştır. Sermayeyi ele geçiren Yahudiler İslâmiyet’i Avrupa’ya lâik bir düşünce olarak aktarmaya başladılar. Takip ettikleri yol ateizm idi. Din yerine ilmi ikame ediyorlar. Ayrıca kâinat kendiliğinden oluş teorisine götürülüyor. Bütün felsefeyi bunun üzerine oturtuyorlar. Kopernik Müslümanlardan öğrendiği güneş merkezli sistemi krala izah etmiş, kral da peki demiş, ‘Allah nerede’ demiş, o da ‘bir meçhulü başka bir meçhulle açıklamak’ diyorlar. Hikâye doğru olmayabilir ama mantık bu. 19. yüzyıla vardıklarında her şeyi fizik kimya kanunları ile açıkladılar. Evrim teorisi ile de canlılığı açıkladılar. Ruha bir açıklama getiremedilerse de, ona da ruh yoktur diyerek işin tepesine vardılar. Yani, Tanrı’yı inkâr edebilmek için ruhu da inkâr etmeye kalkıştılar. Oysa ruh yoksa ruhun olmadığını kim iddia edebilirdi. Ama insanlığı ateist yapabilmek için böyle saçma iddia ileri sürdüler. 1897’de Basel’de Yahudilerin yaptığı kongrede dinler arası savaş sona ermişti. Artık yetmiş seneye varmaz, yeryüzünde kimse Tanrı’ya inanmaz olur. Çünkü ilim bunları ispat etmiştir. Bir de eğitim seferberliği yapar ve inananları tamamen yok ederiz.

a)       Önce ilkokullar mecburi hâle getirilecek, herkes dinsizlik eğitiminden geçirilecektir. Okuyanlar ateizm üzerinde oturacaktır.

b)       Gerek kamuda görev almak, gerekse genel amaçlarla orta ve yüksek tahsil yaptırmak ve böylece kişileri bilinçsiz olarak dinsiz hâle getirmek.

c)       Kredileri yalnız ateistlere vermek suretiyle onları zengin edip inananları yoksul ve fakir bırakarak sermayenin çıkarları sebebiyle halkı ateizme sürüklemek.

d)       En önemlisi gazete, dergi, kitap, radyo benzeri araçları seferber ederek ateizmi ve ahlâksızlığı yaymak, boşanmayı zorlaştırarak aile müessesesini yıkmak gibi tedbirler.

Bunun felsefesini Marks yapmış, aileyi, milliyeti, devleti ve mülkiyeti inkâr etmiş, sermayeye dayalı sürü psikolojisi ve felsefesiyle halkı yönetme felsefesini getirmiştir.

20. yüzyıla gelindiğinde hiç beklemedikleri şeylerle karşılaştılar.

a)         Önce şu anlaşıldı ki, ilim demek meçhulü meçhulle izah etmektir. İspatsız varsayımları kabul edecek, ondan sonra tümdengelim yoluyla sonuçlara ulaşacak, onları da uygulayarak sonuçları kontrol edeceksiniz. Böylece varsayım olarak doğru kabul ettiğiniz meçhulün doğru anlaşıldığını anlarsınız. Öyleyse ruhsal olayları açıklamak için ruhu varsayım olarak kabul etmek, onu tanımlayıp tümdengelim yaparak sonuçlara varmak ve ona göre olayları açıklamak müsbet ilmin metodu olması gerekir. İşte bunu gizliyorlar. Kim gizliyor? Sermayenin sömürüsündeki tüm Batı uygarlığı, üniversiteleriyle, basın yayınıyla bunları gizliyorlar. Tanrı’yı varsayım olarak kabul edip tüm olayları ona göre açıklamak gerekir. Ancak Tanrı’yı gelişigüzel istediği zaman istediği şeyler yapan bir kimse olarak değil de, İslâm kelamcıların varsayımları tanımlanmış bir Tanrı’yı varsayarak olayları açıklamak gerekir.

b)         Müsbet ilmin getirdikleri kesin bilgilere göre kendiliğinden oluş teorisi iflas etmiştir. Artık ilim dünyasında bundan söz etmek mümkün değildir. Çünkü kâinatın ömrü hesaplanmış, bundan 13.7 milyar yıl önce büyük patlamayla ortaya çıkmıştır. Yer tabakalarının kazılarından canlıların evrimleşerek sonradan bugünkü hâle geldikleri ve onlar için de başlangıcın üç milyar yılı geçmediği kanıtlanmıştır. Darvin’in evrim nazariyesi Tevrat ve Kur’an’ın söylediklerini kanıtlar. Onlar el çabukluğu ile kendilerine delil gösteriyorlar.

c)          İnsanlık tarihine bakıldığı zaman uygarlıkların Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâmiyet ile doğdukları ve geliştikleri artık tamamen anlaşılmış, Tevrat ve İncil’in bildirdikleri ispatlanmış iken, hâlâ bunu gizlemek, ortaya çıkan tarihi gerçekleri saptırarak anlatmaktadırlar. Mısır, Yunan, Roma ve Batı uygarlık olarak ele alınıyor; Hazreti Nuh, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed’in (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) getirdikleri kısımlar okutulmayıp gizleniyor.

d)         Dördüncü olarak Hazreti Nuh peygamberden beri başlayıp gelişen şeriat düzeni insanlığa 5000 yıldır saadet getirmiş, bunların son 500 yıldır oluşturmaya çalıştıkları sahte lâik ve demokratik düzen insanlığı yok oluşa götürmektedir. Toprak, su, hava ve canlı kirlenmekte, ölüm saçmaktadır. Biyolojik, kimyasal, atomik ve tahrip edici silahlar insanlığı barut fıçısına dönüştürmüştür. Tedavi tababeti, zehir tedavisi, kitle imha savaşları, zina serbestliği insan neslini dejenere etmektedir. Yolsuzluk, rüşvet, senet ve silah mafyaları ile yeryüzü yaşanmaz hâle gelmektedir. Bugün artık herkes anlamıştır ki, insanlık doğal hukuk olan şeriat hükümleri dışında, müsbet ilim dışında ortalığı aydınlatacak bir meşale yoktur. Bunu da insanlara İlâhi vahye dayalı kitaplar öğretmiştir. Ama bunlar ketmedilmektedir.

O halde soruların cevabı çok açıktır. “Tebbet Yeda”daki elleri kuruyacak olan sömürü sermayesi, “Ellezîne Yektumuna”da fail olanlardır. Ketmettikleri müsbet ilimlerin Tevrat ve Kur’an’ın getirdiklerini teyit eden delillerdir. Bin sene öncekilere Kur’an başka gizleyenleri göstermiştir. Kur’an onlara onu söylemiştir. Şimdi bize bunu söylüyor, bin sene sonra geleceklere başka şeyler söyleyecektir. Burada önemli olan husus ketmettiler demiyor, ketmederler diyor, geçmişteki ketmedileni de hâl ve gelecekteki ketmedileni bildiriyor. Yani, çağımızı da içine alan bir ifadedir. Bizim için çağımızdaki ketmi haber vermiş oluyor.

مَا أَنزَلْنَا (MAv EaNZaLNAv)  

“İnzâl ettiğimizi ketmederler.”

“Ellezi enzelnâ” demiyor. Marife değil de nekire kullanmaktadır. Yani, inzâl edilen Kur’an veya Tevrat değildir, onun dışında inzâl edilendir. Burada inzâl edilenler nekiredir ama inzâl marifedir. İnzâlin bir türünden bahsedilmektedir. “İNZÂL” nedir? İnzâl, yukarıdan aşağıya inme değildir; bir yere koymadır, yerleştirmedir. “Menzil” konak demektir, gidilen mesafe demektir. İnsanın beynine yerleştirilenlere Kur’an inzâl demektedir.

Eğer bu söz veya yazı ise ona vahiy diyoruz. Eğer mânâ ise ilham diyoruz. Burada yapılan inzâl insanlara verilen bilgidir. Keşiflerdir, bilgilerdir, buluşlardır. Amerika’yı keşfetmemiz onun bize inzâlidir. Televizyonu bulmamız onun bize inzâlidir. Yeraltını kazıyıp oradan tabletler çıkarmamız bize inzâldir. Her türlü bilgi bize inzâl olduğu gibi demiri filizlerden ayırıp onunla silah yapmamız da bize inzâldir.

مِنْ الْبَيِّنَاتِ (MiNa eLBayYiNAvTı)  

“Beyyinelerden ketmediyorlar.”

BEYYİNELER” ilimdir, müsbet ilimdir. Burada dişi kurallı cem/çoğul getirilmiştir.

Bir konuda ilim yaparken takip edilen yol şudur. Önce parça parça bilgiler topluyorsunuz. Bunlar malumat yığınıdır. Önce bunların tasnifi gerekir. Tasnif demek, bilgileri gerekli yerine koymak ve düzenlemek demektir. İşte bu çoğul kalıbı bunu ifade eder. Erkek kurallı çoğul topluluğu ifade eder. Sonra ne yapılır?

Bu kuralları birleştirip tanımlayan ortak kurallar oluşturulur. Bu işleme tümevarım denir. Bunu fıkıhçılar yapmışlardır. Sonra varsayımlara dayanılarak sistem açıklanır. Buna tümdengelim denir. Bilinenleri açıklar, bilinmeyenleri de keşfeder. Siz onlara dayanarak proje hazırlarsınız. Uygularsınız ve beklediğiniz sonuçları elde edersiniz. İşte buna da müsbet ilim denir.

BEYYİNÂT” denmiş olması, tasnifi ve tümevarmak, varsayımları ortaya koymak, tümdengelim yaparak bilinmeyenleri de içeren sistematik bilgiye sahip olmaktır. İşte 20. asırda beyyinâtın bu olduğu bulunmuş, bu usul artık tüm ilim çevrelerinde bilinir hâl almıştır. Şimdi bir konuda araştırma yapılırken böyle varsayımlara varılır. Sistem kurulur. Sonra aynı alanda, mesela fizikte, fıkıhta böyle sistem oluşturulur. Bütün ilimler sonunda birkaç varsayıma dayanarak kâinat açıklanır.

İşte beyyinât, harfi tarifle tanımlanan beyyinât bütün ilimleri topluca ele almadır. Buna felsefe veya hikmet denmektedir. Bunu kelamcılar yapmışlardır. İşte bugün gizledikleri budur. Yani, Allah’a ve âhirete götüren varsayımlarla tüm kâinatı izah edebildiğimiz halde, bu varsayımları bugün kanıtlanmış bulunduğu halde ketmediyorlar ve açıklamıyorlar. Bunu bile bile gizliyorlar.

Birinci varsayım: Her şeyi bilen ve yapabilen şuurlu ve iradesi olan bir varlık vardır, buna Allah diyoruz. Bu zaman ve mekan dışıdır. Vacibul vücuttur. Hep vardır, yok edilemez. Kendiliğinden vardır, O’nu kimse var etmemiştir.

İkinci varsayım: O kendisine muhatap olan varlığının ve gücünün sonucu insanı ve diğer şuurlu varlıkları var etmiştir. Onların var olması, bilmeleri ve yaşamaları için kâinatı var etmiştir. Kâinatı insanlar onu bilebilsinler ve ondan yararlanabilsinler diye var etmiştir, ona göre var etmiştir. İnsan yeni bir şeyi yaratamaz, yaratılanlara yeni bir özellik kazandıramaz, ama yaratılmış olanların özelliklerinden yararlanarak onları kullanır ve yaşar, gelişir.

Üçüncü varsayım: Allah kendisi için bir şeyi yaratmamıştır. Yarattığı şuurlu varlıkların yararlanmaları için var etmiştir. O halde yerde insanlar var olduğu gibi güneşte de canlılar olmalıdır. Ayrıca kâinatta asıl olan bozulmadır. Oysa kâinatta canlılar insanların yaptıkları gibi yapılmış olarak ortaya çıkıyorlar. Demek ki insanların dışında yeryüzünde işler yapan görmediğimiz varlıklar da vardır. Canlılardaki düzenlemeleri onlar yaptılar.

Dördüncü varsayım: Kâinatta boşu boşuna yapılan bir şey yoktur. Her şey bir gayeye matuftur ve düzen içindedir. Ölüm yok olma değildir. Yeni bir hayatın başlaması ve ileri bir hayat için ölüm vardır. Kâinat da ölüme gidiyor. O halde yok olmayacak, aksine daha ileri yeni hayatın düzenlemesine sebep olacaktır.

İşte bu varsayımları kabul ettikten sonra kâinatımızı bütün alanları ve konuları ile çelişkisiz açıklamak mümkün olabilmektedir. İşte bu varsayımlarla kâinat izah edilebildiği halde, sömürücü sermaye bu varsayımları gizlemekte ve Tanrı yoktur, ruh yoktur, öldükten sonra hayat yoktur, insan için çalışıp ölünceye kadar yaşamın dışında bir şey yoktur diyorlar. Baştan çelişki içindedirler. Yokluklar varsayım olamaz, yokluklar tasnif edilemez. Demek ki beyyinâtı gizlemektedirler.

وَالْهُدَى (Va eLHuDAy)  

“Ve hüdayı gizlemektedirler.”

Beyyinât ilimdir, hüda da keşiflerdir, âletlerdir.

İşte sermaye bunu da ‘telif hakkı’ veya ‘patent hakkı’ gibi uydurmalarla ortaya atmakta, insanlığın sanayileşmesini istememektedirler.

Dünyayı sömürmek için kullandıkları araçlar şunlardır.

a) Önce bilgileri gizlemektedirler, bilinenleri telif hakları ile kullandırmamaktadırlar. Böylece insanlığın sömürülmesini sürdürmektedirler.

b) İlkokuldan üniversiteye kadar her tarafta sadece analiz ve tetkikler yapılmakta, tümevarım ve projelendirme işini ise kendi imtiyazında tutmaktadır. Böylece insanlığın gelişmesini önlemeye çalışmaktadır. Kendisi görecek, kendisi bilecek, insanlar ise onun uşağı olacaktır. Projeyi o yapacak, o imal ettirip piyasaya sürecek, insanlar ilkokuldan üniversiteye kadar sadece makineyi kullanacak, parçaları imal edecek şekilde bilgilendiriliyor. Proje üretme sanatı gizli tutuluyor.

c) Bütün sahalarda tekel oluşturmuştur, gümrükler ve vizelerle yeryüzünü paramparça etmiş ve insanların bildiklerini kullandırmamaktadırlar.

d) Sermayeleri ile tüm basın ve yayını tekellerine almakta, insanları işçi durumuna sokarak gereksiz bilgilerle oyalayarak spor, sinema, konser gibi araçlarla insanları uyuşturmaktadırlar.

Hâsılı, sermaye bir taraftan ilmi istismar etmekte, diğer taraftan fiilen insanları dalâlete götürme çabasındadır.

مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ (Min BaGDi MAv BayYanNAVHu)  

“Açıkladığımızın arkasından bunu yaptılar.”

Kur’an şimdi müsbet ilimlerle keşifleri inzâl ile ifade etmektedir. Kur’an için ise “beyan ettiklerimiz” denmektedir. Bu da fıkıh ile yani usûlü fıkha göre oluşmuş açıklamalar ile bilinmedir.

Her ikisi için “biz indirdik, biz beyan ettik” diyor. Demek ki insanların müsbet ilimde yaptıkları ilimler ve teknolojik keşifler kendiliğinden olmamaktadır. Allah onu günü gelince insanlığa bildirmektedir. Ayrıca kitabın usûlüne göre istidlâli ile çözümleri ortaya koymadır. Bunu da Allah yapmış oluyor, bizim içtihat ve icmalarımız bizim icad ettiğimiz değil, Allah’ın bize ilham ettikleridir. Bir bakıma mânâsının vahyidir. Vahiyden farkı, vahiyde hata yoktur. Oysa içtihatta vardır. Hata insanın kendisindendir. Doğrular ise Allah tarafından bildirilmiştir.

Kimse ‘ben bunu keşfettim, ben buldum’ diyemez. Herkes her türlü ilmi doğrudan öğretmek zorundadır. İlim satılamaz. Öğrettiği için kimseye para verilemez. Sadece bilim edindiği için ona müellefeden pay verilebilir. Müşavirlik yaptığı için de bütçeden amilîn faslından pay verilebilir. Patent ve telif hakları yoktur. Bilen kimse bildiğini gizleyemez.

لِلنَّاسِ (LilNAsSı)  

“Nâs için beyan ettiğimizi gizlerler.”

Burada “nâs için” denmiştir. Yani, fıkıh sadece mü’minleri ilgilendiren hükümleri içermez, bütün insanlığın huzur ve saadetini ilgilendiren hususları içerir. Bütün insanlar için düzen ne olmalıdır?

1.       Düzen İslâmî yani lâik olmalıdır. Kişilerin düşünce ve yaşayışlarına karışmamamız gerekir. Kimse kimseye ‘sen böyle yapacaksın’ diyemez. Anlaşanlar bir araya gelerek ocak ve bucak oluşturur ve yaşarlar. Merkezi yönetimler onların iç işlerine karışamazlar. Kimse başkasının inanç ve düşüncelerine karışamaz, bâtıl da olsa karışamaz, hakaret edemez. Çıkan ihtilaflar hakemler yoluyla çözülür.

2.       Düzen şer’î yani demokrat olmalıdır. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder, kişilerin veya yönetimin baskı yapma yetkisi yoktur. Halk kendi kendisini yönetir.

3.       Düzen hak yani sosyal düzen olmalıdır. Yeryüzü bütün insanların malıdır. Eğer bir yerde bir üretim varsa, buranın kirası insanlığa verilmelidir. Çalışmayanlar bu kiraların payları ile yaşayacaklardır. Buna hakları vardır. Bu düzene ‘hak düzen’ diyoruz. Batılılar bunu ‘sosyal haklar’ olarak ifade etmektedirler.

4.       Adil Düzen yani liberal düzen demektir. Liberallik dengede kalmadır. Dalgalanma olacak, herkes istediği işi yapacak, ürettiği kendisinin olacak, ama tekel oluşturmayacaktır. Denge hep korunacaktır.

İşte Allah insanlar için bu dört esası koymuştur. Bunun korunmasını da hakemlere bırakmıştır. Taraflar birer hakem seçecek ve hakemler baş hakem seçecek, hakemlerin verdiği kararlara uyulacak. Hakem kararlarına uymayanlara karşı ise dayanışma ortaklıkları gerekeni yapacaktır.

 

فِي الْكِتَابِ (FIy elKıTABı)  

“Kitap içinde.”

Burada “KİTAB” marifedir, kastedilen Kur’an’dır. Kitapta açıkladığımız diyor. O da nedir? Kur’an’ın bugün anlaşılan mânâlarıdır. Bu mânâların böyle anlaşılması için Allah şimdi açıklıyor. Kur’an ilk nâzil olduğu zaman Araplara bir şeyler hitap etti. Sonra bir-iki asır geçtikten sonra Kur’an yeniden beyan edildi. Bu beyan fıkıhçıların beyanıdır. Sonra bize âyetle bu beyan tasdik edildi. O zaman üç mezhep doğdu.

Zahiriye Mezhebi: Kur’an Kureyş Arapçası diliyle nâzil olmuştur. Kur’an’dan Kureyşliler ne anlamışlarsa biz de öyle anlayacağız. Dünya düzdür ve duruyor. Bizim başka türlü anlayışımız Kur’an’ı tahriftir.

Batıniye Mezhebi: Bunlar da, Kur’an Allah’ın kelamıdır, Kureyş diliyle olsa da Kureyşliler değil tüm insanlara hitap etmiştir, insanlar ne anlarlarsa Kur’an onu söylemektedir, bu hususta mânâ verecek de velilerdir, ilhamdır diyorlar.

Ehli İçtihat Mezhebi: Bunlar iki görüşü de reddettiler. Kur’an Arapça inmiştir. O halde o günkü Arapçayı bilmemiz gerekir. Bunun için sadece cahiliye şiirlerini, halkın deyimlerini ve Kur’an’ı esas alarak lugat oluşturdular, dil bilgisi oluşturdular. Usûlü Fıkhı oluşturdular. Sünneti de örnek aldılar ve içtihat yaptılar.

Evet, Kur’an her asırda yeniden anlaşılacaktır. Ama Kureyş dilinde ve sünnete muvafık olarak tesbit edilmiş usule göre yorumlanacaktır. Bugün biz de bizim asrımızda Arap dili ve fıkıh usulüne göre müsbet ilmin verilerine dayanarak yeniden yorumlamamız gerekir. Ehli Sünnetin ve Şiilerin görüşü budur. Bu beyan Kur’an’daki beyandır. Şimdi elimizde iki çeşit beyan vardır. Biri müsbet ilimlerle sabit gerçekler. İkincisi Kur’an’ın usûlü fıkıh metodu ile sabit olan hususlar. Bunların ikisini de Allah inzâl etmiş ve beyan etmektedir.

Şimdi dört çeşit sonuçlara vardım.

a)      Muhkem: Müsbet ilimler ile muhkem Kur’anî ilimlerle sabit olanlar. Bunlar kesindir. Muhkem müsbet ilim veya muhkem Kur’anî olamaz. İlmin muhkemlerine aykırı yorum muhkem olamaz. Çünkü Kur’an’daki muhkem âyetlerin neler olduğunu belirlemek işi ilme verilmiştir. Muhkemlik icma ile sabit olur. Böyle birbirini çelen muhkemler olamaz. Yani, Kur’an’ın muhkemleri ile ilmin muhkemleri arasında çelişki olamaz. Kur’an’ın âyet olması da buradan gelmektedir.

b)      Kur’an’da muhkem olanlar, ilimde muhtelif olanlar varsa, Kur’an’daki muhkemler kabul edilir, müsbet ilmin muhkem olmayan sonuçları reddedilir. Kendiliğinden oluş nazariyesi bunun için kabul edilemez.

c)       Kur’an’da ihtilaflı ama müsbet ilimde muhkem hükümler varsa, müsbet ilmin muhkemi ile yapılacak yorum Kur’an için de kesin yorumdur. Dolayısıyla ilmin verilerine uyan içtihatlar benimsenir.

d)      Her ikisinde de ihtilaflı olan yerlerde müçtehidin kendi içtihatları kendisi için delil olur. Zanni hükümlerdir. Hatalı olsa da ameli me’cur olur. Biz samimi isek, araştırmamızda hata yapıyorsak bundan biz değil de bize hata yaptıran sorumlu olmalıdır. O da sorumlu olamayacağına göre hatada sorumluluk yoktur.

أُوْلَئِكَ يَلْعَنُهُمْ اللَّهُ (EuLAEıKa YaLGaNuHuMu elLAvHu)  

“Onlar Allah’ın lânet ettikleridir.”

Lânet etmek” dışlamaktır. Allah onları dışlar. Allah’ın halifesi olan topluluklar onları dışlar. Yani, artık bunların yaptığı içtihatlar yürürlükte olmaz. Mü’minler onları korumazlar. Devletin himayesinde değildirler. Bunların içtihatları resmi gazetelerde yayınlanmaz. Bunların içtihatları ile yapılan sözleşmeler mahkemelerce mesmu’ olmaz (yani dinlenmez).

Mesela, eğer Türkiye Fransa’yı tanımışsa, Fransız kanunlarına göre yapılan sözleşmeleri korur; ama tanımamışsa, Kıbrıs Rum kesiminin kararlarına göre yapılan sözleşmeleri Türk mahkemeleri meşru saymaz. Allah’ın lâneti budur.

وَيَلْعَنُهُمْ اللَّاعِنُونَ(159)  (Va YaLGaNuHuMu elLAGIyNUNa)  

“Ve lânet edenler de onlara lânet edeceklerdir (yahut ederler).”

Allah’ın lâneti insanlığın lânetidir. Bu şekilde hakkı gizleyenler Allah tarafından dışlanmıştır. Onların içtihatları geçerli olmaz. Bunu şöyle açıklayacağız.

Amelî içtihatlar kişiler tarafından yapılır ve uygulanır. Sorumluluk da dünyada mahkemelere karşıdır, âhirette ise Allah’a karşıdır. Aşirette amelî ve istişarî içtihatlar vardır. İcma ise bucakta başlar. Ehli zikr olanlar yani orta ehliyetli olanlar içtihat ehlidir. Yani, her orta ehliyetli içtihatlarını yapar ve kendisine göre bir fıkıh oluşturur, bir hukuk oluşturur. Oluşturulan bu fıkıh veya hukuk bucak başkanı tarafından ilân edilir. Resmen yayınlanır. İnternette yayınlaması bile yeterlidir. Sonra bucak halkından isteyenler bu ehli zikirden birisine tâbi olur, onun içtihatları ile amel eder. Ehli zikir olmayanlar bunlara tâbi olmak durumundadır.

Aynı ehli zikre tâbi olanlar dayanışma ortaklığını da kurmuş demektir. İçtihat hatasından bir zarar doğarsa, bunlar aralarında bölüşerek öderler. Sonra bir bucakta ehli zikir olanların ittifak ettiği içtihatlar o bucağın icması hâline gelir. O bucakta o konuda artık aksi içtihatlar geçersizdir. Kişiler kendi yeni içtihatlarına değil, kendilerinden daha önce yapılan içtihatlara uymak zorundadırlar.

İçtihat ehli olanlar aynı zamanda icma ehlidirler.

Lânetlenmek” yani dışlanmak demek, bucakta içtihat ehli olarak kabul edilmemek demektir. Yani, onların içtihatları artık resmi gazetelerde veya internette yayınlanmaz, içtihatlarına uyanlar dayanışma içinde olamazlar. İcmaa dahil değildirler. Onların muhalefeti icmanın oluşmasını önlemez. Başka bir ifade ile onlardan ehli zikir ehliyeti alınmış olur. Bu da iki şekilde yapılır.

1) Böyle bile bile gizlediği sabit olan bir kimse aleyhine dava açılır. Hakemler kararı ile onun gerçekleri gizlediği sabit olur. Bu Allah’ın lânetidir.

2) Ondan sonra, diğer ehli zikir olanlar mahkemenin bu kararını adil bulup uyarlar. Böylece artık lânet edilmiş olur. Hakemlerin kararlarına karşı hakemlere gidilebilir. Ancak oranın ehli zikir olanları da onun mel’un olduğunda ittifak ederlerse, artık onun mel’unluğunun iadesi için hakemlere gidilemez.

İlin merkez bucağında ehli zikir yerine oraya temsilen gelmiş olan yüze yakın fakihlerin yüksek ehliyetli olanların icma ve ittifakları geçerlidir. Ehli zikir olanlar bunların ittifaklarına muhalefet edemezler. Ama ettikleri takdirde yerinden yönetim olduğu için merkez karışamaz. Ancak bucak icmalarına karşı il hakemlerine gidilerek bucak icmalarının il icmalarına aykırı olmaması için dava açılabilir. Bu bucak icmasının lânetlenmesi için il fakihleri ittifak ederlerse, artık hakem kararlarına karşı hakemlere gidilemez. Yani, bucaklardaki ehli zikrin kararları il icmalarına muhalif olabilir. Ama bucakların icmaları il icmalarına aykırı olamaz.

Benzer şekilde hükümler devlet icmaları için de geçerlidir. Ülke müçtehitleri rasihlerdir. Bunlar devlet merkez bucağını oluştururlar. İl icmaları ülke icmalarına muhalif olamaz. Ama ilde fakih içtihatları il icma etmemişse ülke icmalarına muhalif olabilir. Bu da illerin bağımsızlığından doğmaktadır. İnsanlık meclisi Mekke’deki meclistir. Bunlar ülke dayanışma ortaklık başkanlarının atadıkları ilim adamlarından oluşur. Bunların icmaları sadece insanlık merkez bucaklarını bağlar. Ülke icmaları bunların icmalarına muhalif olabilir.

Eğer tüm ülkelerin rasihleri ittifak ederlerse o bütün insanlığı bağlar ve ancak böyle bir ittifakla bu icma icmalıktan çıkar. Demek ki Allah’ın lâneti hakemlerin kararıdır. Lânet edenler ise icma ile sabit olan lânettir. “Ve” harfi ile geldiği için kesinlikle ikisinin birlikte olması gerekmektedir.   

Bu husus “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda yer almamıştır. Geçirmelisiniz.

İlçelerdeki hakem kararlarında, bilhassa örfün tesbitinde bu usul geçerli olmalıdır.

إِلَّا (EilLAv)  

“Ancak”

İstisna edatıdır. Dışlamanın usulünü koyduktan sonra şimdi de dışlamanın nasıl kaldırılacağını da koymaktadır. İstisnaya kıyas yapılamaz. Yani, ancak aşağıdaki şartlarla lânetlik kalkabilir. Eğer “Fa” ile getirseydi istisna olmaz, genel hüküm olurdu. Eğer “Va” ile gelseydi kıyas yapılabilen istisna olurdu. İlk usulcüler tarafından belirtilmeyen, usul kitaplarına geçmeyen kurallar vardır. Müstesna aleyhe kıyas olmaz demişlerdir. Ama “İLL”nın usuldeki yerinde bunu tasrih etmemişlerdir. Biz bu tefsirde böyle bazı kaideleri kullandık. Bunlardan birkaç tanesini saymamda yarar vardır.

a)      Erkek kurallı çoğullar topluluğu, dişi kurallı çoğullar sistemi ifade eder. Erkek çoğulların en azı 10’dur. Dişi kurallı çoğulların en azı iki çifttir. 8, 16 olabilir.

b)      Allah’ın sıfatları nekire gelirse bu hükümler devleti de bağlar.

c)       İstisnaya kıyas yapılmaz, “Va”de kıyasla genişler, “Fa”de ise genel hüküm nassla sabit olur.

d)      Harfi tarifle gelen isimler bir emri içeriyorsa onun sosyal bir kurumunu insanlar kendi icma ve içtihatları ile kurmalıdırlar. “Va Tudlû Bihâ İle’l-Hukkami” derken, burada bir hakemler heyeti olduğu anlaşılıyor. “Hukkamin” olsaydı bu mânâ verilemezdi.

Bizim tefsirlerde buna benzer kurallar kullandık. Sizler bunları bir araya getirip usul kitaplarına yerleştirebilirsiniz. Bu kurallar ileride tartışılır, yanlışlıkları ayıklanır, eksiklikleri tamamlanır.

***

الَّذِينَ تَابُوا (elLaÜIyNa TAvBUu)  

“Sadece tevbe etmiş olan kimseler.”

“Men Tâbe” demiyor da, “Ellezîne Tâbû” deniyor.

Gizleyenler bir topluluktur. Tevbe edecekler de bir topluluktur. Yani, topluluk içinde bir kimsenin tevbe etmesi yeterli değildir. O topluluktan ayrılmadıkça, o topluluğun bu gizlemesine müsaade ettikçe, onun da tevbesi kabul olunmaz. Yani, o da içtihat ehli olmaz. Toplulukların icma ehli olmasının mânâsı nedir?

Mezhepler içinde de icma vardır. Her dayanışma ortaklığı içindeki ulema bir konuda ittifak etmişlerse, o mezhebe mensup olanlar onun dışında içtihatta bulunamazlar. Dayanışma ortaklığı yani mezhep her zaman değiştirilebilir. Ama mezhep icmalarına o mezhep içinde muhalefet edilemez. Bunun anlamı nedir?

Sözleşmeler bir bütündür. Siz bir sözleşme yaptığınız zaman içinde her şeyi yazmazsınız. Sonunda bir hüküm koyarsınız. “Bu mukavelede geçmeyen hususlarda kooperatif ana sözleşmesi geçerlidir.” dersiniz. “Kooperatif ana sözleşmesinde, bu sözleşmede geçerli olmayan hususlardaki hüküm Kooperatifler Kanunu hükümleri uygulanır. Kooperatifler kanununda da bu kanunda geçmeyen hususlarda Türk Ticaret Kanunu geçerlidir.” denir. Türk Ticaret Kanunu’nda da yazılıdır. Ticaret Kanunu Medeni Kanun’a atıf yapar. Medeni Kanun anayasanın kuralları içinde geçerlidir. Anayasa hükümleri hukuk ilminin sonuçları içinde geçerlidir.

Görülüyor ki, sözleşmeler bir bütündür. Eğer bir toplulukta bütün mezheplerin icmaları da birleşirse, o topluluğun icmaı olur. Bunun gibi bir ilin bucaklarının icmaları icma etmişse, o ilin icmaı olur. İllerin icmaları birleşmişse,o ülke icmaı olur. Ülkelerin icmalar birleşmişse, insanlık icmaları olur. İl içinde bir bucak lânetlenmiş yani dışlanmış olabilir. O zaman onun tevbesi de aksi icmaları olacaktır. “Tevbe ederlerse” diyor.

 

وَأَصْلَحُوا (Va EaÖLaXUv)  

“Ve ıslah ederlerse.”

Yani, kendi içtihat ve icmalarını topluluğun icma ve içtihatlarına uygun hâle getirirlerse.

Burada içtihat ve icmalara karşı açılacak davalarda, hükümlerin topluluğun hükümlerine aykırı olduğu, düzeni bozucu olduğu da sabit olursa, icma olmasa da onlar dışlanabilir.

Bir misal verecek olursak, diyelim ki bir bucakta zinanın suç olduğu kabul edilmiyor, zina serbest bırakılıyor. Bu hususta her ülke veya il çapında icma da oluşmamış. Ama zina yalnız o bucak halkının ailesini bozmaz, o bucağa gelecek diğer bucak halklarının da zani olmasına imkan vereceği için diğer bucakların aile müessesesini de ifsat eder. O halde bu hususta açılacak davaya hakemler zina serbestliğini içeren hükümleri iptal ederler. Israr eden bucak lânetlenmiş olur. Ama tevbe ederse ve kendi mevzuatını ıslah ederse, o zaman lânetlik kaldırılır. Bu sebepledir ki “ESLİHÛ” deniyor. Yani, mevzuatı ıslah edip salih hâle getirirlerse demek olur.

 

وَبَيَّنُوا (Va BayYaNUv)  

“Ve beyan ederlerse.”

Yani, lânetlenme mevzuatın salih olmayışından, icmalara aykırı oluşundan olabildiği gibi; gerçekleri gizlemek, ilme karşı inat etmek için de dışlanma mümkün olacaktır.

Tevbe ise hakemler kararı ile olacaktır; hem salih icmaları ortaya koymalıdırlar, hem de ilmî gerçekleri göre göre inkâr etmemelidirler. Tevbenin şartı olarak gerçekleri beyan etmeleri olacaktır.

 

فَأُوْلَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ (Fa EuLAEıKa EaTUvBu GaLayHiM)  

“İşte ben onlara tevbe ederim.”

Yani, hakemler onların tevbelerini kabul edip üzerlerinden lânet hükmünü kaldırıp tekrar ehli içtihat ve ehli icma hâline gelirler. Şimdi Allah’ın tevbeyi kabul etmesi veya cezalandırması üç şekilde olur.

a)         Mahkemelerin karar almaları, ceza verilmesi veya cezanın kaldırılması Allah’ın cezalandırması veya affıdır. Mahkemeler hakemlerden oluşmalıdır. Hukuki bakımdan Allah’ın hükmü budur.

b)         Allah bir de insanı dünyada kendi kanunları içinde cezalandırır veya mükafatlandırır. Sigara içen hasta olur. Saldırana mukabele edilir. İbadet eden sağlıklı olur. Bunlar Allah’ın dünyadaki cezalarıdır. Mükafatlardır.

c)         Bir de Allah âhirette insanları bir araya getirip amel defterlerine göre muhakeme ederek onları cezalandırması veya mükafatlandırması şeklinde olur.

Kur’an’a sosyal bakımdan mânâ verirken birinci gruptaki cezalandırma veya mükafatlandırma esas alınır. Bizim tefsirimizin konusu budur. Diğer tefsirler ise tasavvufun veya kelamın konusudur. Şüphesiz ki onların yorumları en az bizim yorumlar kadar doğrudur. Belki öncelik onlardadır. Çünkü daha evvelinde müfessirler öyle yorumladılar. Demek onların önceliği vardır. Bunun bilinmesi ve unutulmaması gerekir. Yoksa dünyaya dalar ve âhireti unuturuz, sonra hesap veremeyiz.  

 

وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (Va EaNa elTaVVABu elRAXIYMi)  

“Rahim olan tevvab benim.”

RAHİM” sıfatı kullanılmıştır. Cezada ve lânette gaye intikam değildir, caydırmadır. Böyle olunca da af tarafı galiptir. Yani, hakemler karar verirken tevbe tarafını daima tercih etmeye çalışırlar. Beraatı zimmet asıldır hükmü bu âyetten istidlâl edilir. “Ben de tevvabım” demekle, artık lânet edenlerin tevbelere karışma yetkileri yoktur. Lânetlenmek için mahkeme kararı gerekir ve onların alimlerinin ittifakı gerekir. Ama tevbede yalnız hakem kararı yeterlidir. Ayrıca diğer müçtehitlerin icmaına gerek yoktur. Bu da önemli bir kuraldır. Bunun başka bir hükmü de icmalara karşı da hakemlere gidilebileceğidir. Yani, anayasanın hükümlerine karşı da dava açılabilir. Ancak dava hakemlerin nezdinde açılmalıdır. Yoksa hakimler devleti oluşur. Biz icmalara karşı davanın açılıp açılamayacağı hususunda tereddüt etmiş, kısas ile bunu anayasamızda geçerli hüküm yapmıştık.

Görülüyor ki, kıyasımız burada nassla teyid ediliyor. Siz de bir sözleşme hazırlarken kıyas ve istihsanlara dayanacaksınız, ama sonra Kur’an’da sizi teyit eden hükümler bulacaksınız. Bazen de kendinizi düzeltmeniz gerekir. Kendinizin içtihat ehli olup olmadığınızı kendiniz kontrol edersiniz. Eğer kıyas ve istihsanlarınız Kur’an’la teyit ediliyorsa, demek ki artık siz içtihat ehli oldunuz demektir. Ama teyid eden âyetler yoksa veya aksi âyetler sıralanıyorsa, işte o zaman daha çalışmanız gerekir demek olur.

 

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EinNa elLAÜIyNa KaFARUv)  

“Küfretmiş olan kimseler.”

Burada ilmin ve kitabın ortaya koyduğu ispatlanmış hükümleri göz göre göre saklayanların ve izleyenlerin kâfir oldukları ifade edilmektedir. Bunun için “Ve” harfi getirilmemiştir. Çünkü önceki âyetin bir yorumudur ve kemali ittisal vardır. Zaten küfrü bile bile hakkı gizlemek şeklinde tanımlamış oluyordu.

Cizye vermeyenlere hukukta kâfir diyoruz. Saldırmıyoruz ama onları korumuyoruz. İmandan irtidat edeni göç etmezse öldürürüz, ama İslâm’dan irtidat edeni yani cizye vermekten kaçınanı öldürmüyoruz, kendi hâlinde bırakıyoruz, sadece mallarını korumuyoruz. Yani, bir şeyi çalınsa biz onun davasını dinlemeyiz. Ama ona birisi saldırsa biz onu koruruz. Ülkemizdeki kâfirlerin de can emniyetleri vardır.

Bunlar da “Adil Düzen Anayasası”nda tasrih edilmemiştir. Bu âyetlerden istidlâl ediyoruz.

وَمَاتُوا (VaMAvTUv)  “Ve mevt ettiler.”

Yani, kâfir olarak öldüler. Bu ölme kişiler için geçerli olduğu gibi topluluklar için de geçerlidir.

Bir sitenin işgal edilip dağıtılması o sitenin ölümüdür. Dayanışma ortaklıklarının dağılması da o topluluğun ölümüdür. Sayıları yeter sayıdan aşağı düştüğü zaman artık o topluluk ölmüştür.

وَهُمْ كُفَّارٌ (Va HuM KufFARun)  “Onlar kâfirler iken ölmüşlerdir.”

Yani, hakikatleri bile bile gizlerken ölmüşlerdir.

Batı uygarlığını elinde tutan, dünyayı bile bile ifsat eden sömürü sermayesi sahipleri tasvir edilmektedir. Bucak, il ve ülkeler için, âkileler için de bu hükümler geçerlidir.

Sömürü sermayesi dağılacaktır. Masonlar teşkilatı dağılacaktır. CIA ve bunlarla işbirlikçi olan gizli istihbarat örgütleri dağılacaktır. Mafyanın ve terörün kökü kurutulacaktır. Sovyetler nasıl dağılmışsa, ABD de aynı şekilde dağılacaktır. Çin de sosyalizmdir ama onlar devam ettiriyorlar. Çünkü onların dünyayı istila etmeleri yoktur. Kendi içlerinde sosyalisttirler.

أُوْلَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللَّهِ (EuLAvEiKa GaLayHiM LaGNaTu elLAHi)

“Allah’ın lâneti onların üzerindedir.”

Bunlar hakemler tarafından lânetleneceklerdir. Yani, mahkemelerde bunların davaları dinlenmeyecektir.

Bu sömürü sermayesi ve masonlar ıslah olmaz, kâfir olarak dağılırlarsa, onların hakları dinlenmeyecektir. Mahkemelerde dava açamayacaklar. Onların vârisleri hiçbir şey iddia edemeyecekler. Yani, bunların malları ganimet olacaktır. Saltanatları yıkılacak ve korunmayacaktır. Tevbe etmişlerse, faizden vazgeçmiş, zinadan tevbe etmiş iseler onların malları korunacaktır.

Böylece Yahudilerin ABD’deki sermaye merkezine haber veriyoruz. Dünyada ve Türkiye’deki mason merkezlerine haber veriyoruz. Mafya teşkilatına haber veriyoruz. Gizli örgütlere haber veriyoruz: “Adil Düzen” iktidara geldiğinde sizin canlarınıza dokunulmayacaktır. Ama mallarınızın korunmasını istiyorsanız, şimdiden tevbe ediniz, insanlığın fitnesine onları kullanmayınız, o şebekeden çözülünüz.

وَالْمَلَائِكَةِ (Va eLMaLAEıKaTü)  “Meleklerin de lâneti vardır.”

Yani, kamu görevlileri de lânet etmektedirler. Yani, bu kâfirler hakemlere başvurup haklarını isteyemeyecekleri gibi, yani dava açamayacakları gibi, bunlar görevlilere başvurup haklarını talep edemezler. Ancak bu lânetlenme mallardaki hukuk üzerindedir.

Canlarının hususunda ise her zaman başvurarak kendilerinin korunmasını isteyebilirler. Ancak müşriklerin canları da korunmaz. Fakat ülke içinde iseler, müşrikliklerine mahkememizin karar vermesi gerekir. Bu kararın geçerliliği de ikinci kararla durdurulabilir. Her yıl yenilenmesi gerekir.

وَالنَّاسِ (Va elNAvSı)  “Nâsın da lâneti vardır.”

Mahkemeler dışlayacak, görevliler dışlayacak, halk da dışlayacak. Onlara uygulanacak ceza bu olacaktır. İnkılâp olunca devri sabık yaratılacak mıdır?

Adnan Menderes ‘devri sabık yaratmayacağız’ dedi. Ama ondan sonra Halk Partisi’nden mallarını aldı. Bu hatalı idi. Çünkü Halk Partisi tevbe etmiş ve iktidarı devretmişti. Dolayısıyla malları da korunacaktı. Ama Demokrat Parti için aynı şey söylenemez. Onlar devretmediler, zorla ellerinden alındı. Onların mal varlıklarına el konabilirdi. Canları emniyette olmalı idi. Oysa onların canlarına da dokundular.

Bu âyet bize “Adil Düzen” geldiği zaman ne yapacağımızı ortaya koymaktadır.

İktidar olmadan önce bizim yanımıza geçenlerin hukukunu koruyacağız. Eskiden haksız da olsa kazandıklarını ellerine bırakacağız, tevbe edip ıslah olur ve beyanda bulunurlarsa, eski müktesebatlarına dokunmayacağız. Hattâ, işlenmiş bütün suçları beyan ederlerse, onların cezası da verilmeyecektir.

Mesela, gizli istihbarat örgütü Susurluk’ta olduğu gibi suç işlemiş olabilir. Doğru beyan vermeleri şartı ile o suçların cezası verilemez. Sivas olayları ve diğer faili meçhul cinayetler için durum budur. PKK destekçileri için bile söylenebilir. Beyan doğru olmalıdır.

Abdullah Öcalan bu işlere nasıl başladığını, ne yaptığını, kimlerden destek aldığını ortaya koyarsa, biz bilsek ki bu hangi gizli örgütün desteğidir, onu cezalandırmayız. Çünkü suç zulüm düzeninde işlenmiştir. Gizlerse, tevbe etmezse, müruru zaman geçmiş olduğu için cezalandırtamayız. Onları dışlarız.

أَجْمَعِينَ (EaCMaGıYNa)  “Cem olarak. Birlikte.”

Buradaki ecmain sıfatı nâsın olabilir. Yani, bütün insanlar birlikte veya mahkemeler, görevliler ve nâs birlikte anlamı çıkmaktadır. O zaman nâstaki harfi tarif istiğrak için değil de ahd için olur. Yani, dışlamalar birlikte olacak, mahkeme kararlarına dayanacak, görevliler ve insanlar birlikte bu kararlara uyacaklardır.

خَالِدِينَ فِيهَا (PavLıDIyNa FıyHAv)  “Orada hâliddirler.”

Yukarıda vermiş olduğumuz mânâyı bu dünyada olan olaylar için geçerli saydık. Çünkü bütün nâsın âhiretteki lânetini mânâlandırmak zor, orada lânetlerin uygulamasını açıklamak zordur. Âyet müteşabih olarak kalır. Buradaki bu kaydı “HÂLİD” kelimesi ile yorumladığımız zaman âhireti düşünmemiz gerekmektedir.  

Sonra burada “” zamiri gönderilmiştir. Bu zamirle lânet içinde kalırlar deniyor. Yani, böyle ölmüş olan kimselerin itibarları iade edilemez. Vârisler için tevbe ve ibra kabul edilemez. Küffar olarak ölenler artık lânet içinde olacaklardır. Bu açıklama uzak bir açıklama değildir.

لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ الْعَذَابُ (LAv YuPafFaFu GaNHUMu eLGaJAvBu)  

“Onlardan azab tahfif edilmez.”

Ölülere azap bu dünyada olamayacağına göre burada kastedilen âhiret azabı olacaktır. Bunların bu dünyadaki azapları bitmeyecektir. Öldükten sonra da azap çekecekler anlamı çıkar.

وَلَا هُمْ يُنظَرُونَ (Va LAv HuM YuNJaRUNa)  “Onlara mühlet de verilmez.”

Kur’an’da âhirette mühletin verilmeyeceği belirtilmektedir. Biz şimdi bu hususları yorumlamıyoruz. Cehennemde mühlet de verilmez deniyor. Bundan çıkaracağımız çok dersler vardır. Suçlunun muhakemesi hemen yapılır ve infaz da gerçekleşir. Sürüncemede bırakılamaz. Çünkü suçlu dolaşmak da  bir azaptır ve zulümdür. Allah cehennemde mühlet vermeyecek, azabını uzatmayacaktır.

Birden cezalarını çektirip oradan çıkarmak veya orada  azapsız hayata başlatma edası burada bildiriliyor. Ceza uygulamasında da bu hususlara dikkat edilmelidir.

وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ (Va EıLAHuKuM EiLAvHun VAPıDun)  “Ve ilâhınız vahid ilâhtır.”

VAHİD” demek bir mânâsındadır. Aynı zamanda birleştirici demektir.

Yani, şunu bilmeliyiz ki Allah tek ilâhtır. Kötülerin de, iyilerin de ilâhıdır, sermayenin de ilâhıdır, sosyalistlerin de ilâhıdır, dinsizlerin de ilâhıdır. İnsanları birleştiren bir ilâhtır.

Cennet ve cehennemdeki insanlar arasında bile birlik sözkonusudur. Cennettekiler ile cehennemdekiler de görüşeceklerdir. Sonra âhiretin âhiretinde birleşeceklerdir. Onlar oranın cennetine geleceklerdir. İnsanların saadeti birlik içinde olacaktır. Dünyada cemaatleşme vardır. Âhiretteki de bu cemaatleşmedir.

لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ (LAv ELAHa EiLAv  HuVa)  “Kendisinden başka ilâh yoktur.”

Yani, bütün  bunların tek tanrısıdır.

Sermaye sömürüsü diyoruz, ancak sermaye sömürüsü olmasaydı, sermaye terakümü olmazdı. Sermaye terakümü olmayınca da bugünkü uygarlık doğmazdı. Bugün cep telefonumuzla uzaklardakilerle görüşüyoruz. İşte bilgisayarda yazıyoruz. İnternetle her türlü bilgi alabiliyoruz. Birkaç saat sonra Amerika’da oluyoruz. Gecemiz aydınlanmış, gündüz gibi olmuş. Bu nimetlere sömürü sayesinde ulaşılmıştır.

Allah böyle takdir etmiş, şimdi sermaye terakümüne gerek kalmamıştır. Çünkü kâğıt para bulunmuştur.

Devlet oldunuz mu sermayeniz kendiliğinden vardır. Eskiden sermaye ile devlet olunuyordu. Şimdi devlet olunca paranız oluyor. Sermayeniz kendiliğinden var oluyor. Şimdi sömürme ve sömürülme artık zulüm hâline gelmiştir. İhtiyaç yoktur. Bununla beraber kimsenin kimseyi suçlamaya yetkisi yoktur.

Başkalarına düşmanlık yapacağımıza kendimiz Allah’ın rızasını kazanarak cehenneme gitmeden cennete gidelim. Milyarları bulacak yılların acısını çekmeyelim.

الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ(163) (elRaXMAvNu elRaXIyMu)  

“Rahmân ve Rahîm Allah’tan başka ilâh yoktur.”

Burada “RAHMÂN” ve “RAHÎM” sıfatları ile zikretti. Allah’ın azabı da rahmettir. Sömürülmemiz de rahmettir. O sömürme sayesinde birçok nimetlerin içinde yaşıyoruz. Dünyada çektiğimiz azap bizim derecemizi yükseltmiştir. Sabrımızla O’na daha çok yaklaşıyoruz. Âhiret azabı da rahmettir. Onların da dereceleri yükselecektir. Böylece Kur’an İsrail oğullarını anlattıktan sonra İsrail oğullarının bugünkü ileri gelenlerinin durumları hakkında da bilgi vermiştir. “Adil Düzen”e katılanların yüceliklerini koruyacaklarını ama katılmayanların ise lânetleneceklerini bildirmiştir. Âhirette de azap içinde olacaklarını anlatmıştır.

 

ADİL DÜZEN 386

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 48. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(164)

وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَندَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا وَأَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ(165)

 

إِنَّ فِي خَلْقِ (EinNa FIy PaLQın)  “Hilkatte”

Kur’an’da âyetlerin yerleştirilmesinde konu insicamı yoktur. Nasıl ormanda bulunan ağaçlar gelişigüzel dağılmışlarsa; Kur’an da görünürde gelişigüzel dağılmış görünür. Birbirleri ile ilgisi olmadığını zannettiğimiz âyetler yan yana gelir. Oysa bu dağılışta çok derin ve ince bir insicam vardır. Bunu anlayabilmemiz için temsili iyi bilmek gerekir. Kâinatta her şey birbirinin benzeridir. Aynı matematiği kullanır ve aynı sisteme tâbidir.

Mesela, insanın ağzı vardır onunla yer, ağacın da kökleri vardır onunla topraktan besin alır. İnsanda kan damarları vardır, ağaçta da damarlar vardır. İnsanda ciğer vardır, ağaçta yaprak vardır.

Kur’an bize kıyası öğretmiştir, birbirine benzeyen şeyleri karşılaştırın ve ona göre öğrenin diyor. Kur’an bunu bize “mesel” kelimesi ile, “emsal” kelimesi ile öğretmektedir. Usulcüler benzetilene asıl, benzeyene füru’ demişlerdir. Kur’an asılları verir, diğerlerinin onlara kıyas edilmesini ister.

Ancak canlıyı anlatırken bir örneği insandan alır, başka bir örneği de ağaçtan alır. İnsanın gözünden bahsederken ağacın da kökünden bahseder. İlk bakışta burada bir ilgi yokmuş gibi görünür. Oysa bunlar yan yana zikredildiğinde bize şunu anlatır, insan ağzına bir şeyi alırken onu önce gözü ile muayene eder, ondan sonra ağzına alır. Kök de topraktan besini alırken onu kontrol eder de öyle emer.

Müsbet ilimler geliştikçe Kur’an’daki bu yan yana gelmenin sırrı da zamanla çözülecektir.

Bundan önceki âyetlerde Allah’ın inzâl ettiğini gizleyenlerden bahsetmişti. Şimdi de yerlerin ve göklerin yaratılışından bahsediyor. Görünürde ilişki yok gibi olur. Bu sebeple “Ve” harfi getirilmemiştir. Gerçekte ise büyük ilişki vardır.

Orada gizleyenlerden sonra kâfir olarak onlardan bahsetmiş ve onların cehenneme lânetlediğini bildirmişti. Bununla beraber “Ve” harfi getirilerek İlâhımızın tek olduğu anlatılmıştı.

İşte o tekliği tefsir anlamında bu âyet getirilmiştir. Nasıl oluyor da İlâhımız tektir?

Bunun ispatını yapmaktadır. Yukarıda konu değişmesi vardır, onun için “Ve” harfi getirilmemiştir dedim. Oysa şimdi tam tersine konunun iç içeliği vardır da ondan dolayı “Ve” harfi getirilmemiştir.

Böylece burada tefsirden bir usul daha öğreniyoruz. Âyetlerde “Ve” harfi gelmezse kural olarak ya konu ayrılığı vardır, ya da konu iç içeliği vardır. Bu Arapça için doğrudur. Kur’an’da ise her ikisi bir aradadır. Görünürde konu ayrılığı, gerçekte ise konu iç içeliği vardır.

HALK” yaratılış demektir. Elbiseyi baştan ölçümlendirerek biçmekten gelir. Varlıklara başlangıçta verilen özelliklerdir: İnsan için buna “hulk/halk” diyoruz.

Kâinat kademe kademe var edilmişti. İlkin zerreleri var etti. Bunlar ışık hızıyla uçuşan varlıklardır. Kâinat genişledi ve bunların bir kısmının hızları düştü ve ikişer parçacık oldular. Bunlara öyle bir hulk özelliği verildi ki, bunlar bugünkü gökleri ve yeri oluşturdular. Oradaki düzenin oluşmasına yaradılar. Yerin düzeni kuruldu. Bu bir planlamadır. Öyle taşlar yontalım ki çalkaladığımız zaman ev olsun. İşte ilk parçacıklara verilen özellik bunlardır. “TAKDİR” ölçümlendirmedir. “HALK” da o ölçümlendirmeye göre elbiseyi biçme veya çamura şeklini vermedir. “TAKDİR” planlamadır, “HİLKAT” da uygulamadır.

Burada şuna işaret etmemiz gerekir. Doğa kanunlarında evrim yoktur. İlk yaratıldıklarında parçacıklar ne özellik taşıyorlarsa şimdi de o özelliği taşıyorlar. Sadece Kâinat genişlemektedir. Bundan dolayı parçacıklar değişik özelliklerini göstermektedir. Tabii ki bunlar asla değişmemektedir, onların davranışları değişmektedir. İşte “HALK” kelimesi bunu ifade eder. Oysa bu özellikleri olan zerrelerin oluşturduğu Kâinat her an değişmekte ve evrimleşmektedir Bu rebvettir. Hilkatte değişmemezlik, rebvette ise değişme ve gelişme vardır.

السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (elSaMAvVAvTı Va elEaRWı)  “Semâvât ve arzın hilkatinde.”

SEMA” hayvanın sırtıdır. “ARZ” da yere bakan tarafıdır. Sema, yukarıda olanlardır. Arz da aşağıda olanları gösterir. Sema, yağmurun indiği yıldızların bulunduğu yerdir. Arz ise yer küresidir.

Gökler yedi kadardır; yağmur seması, hava seması, sabah seması, Ay seması, Güneş seması, yıldızlar seması, kümeler seması. Bunlar iç içe bir bütünlük oluşturduğu için dişi kurallı çoğulla gelmiştir.

Yer ile bir olarak zikredildiğinde bizim gördüğümüz üç boyutlu uzay anlaşılır. Onun özel adıdır. Kâinatımız diyebiliriz. Bu üç boyutludur; ön ve arkamız, sağ ve solumuz, üst ve altımız. Sonsuz değil yuvarlaktır. Bu yuvarlak ışık hızı ile büyümektedir. Büyüyebilmesi için kendisinden büyük dört boyutlu uzaya gerek vardır. Kur’an buna “kürsi” diyor. İradeli hareket yapabilmemiz için dört boyutu içeren beş boyutlu uzay gerekir. Kur’an buna “arş” diyor. İşte “semâvât ve arz” beş boyut içinde bulunan bir uzayda, üç boyutlu uzayımızda hareket etmekte ve zamanı çizmektedir. Hilkat bu dört boyutlu uzaydır. Bunların yaratılışı çok önemlidir. İki safha geçirmiştir. Birinci safhada yıldızlar ve gezegenler oluşmuştur. İkinci safhada yeryüzü düzenlenmiştir. Bu diğer yıldızlardaki yerlerin düzenlenmesini de içerir. Sonra canlı dört devrede üretilmiştir. Birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü zaman geçmiş ve canlılar bugünkü hâle gelmişlerdir. O da DNA zincirleri ile oluşmuştur. Değişmemiştir. Böylece dört zaman ve iki devir Kur’an’da altı yevm olarak ifade edilmiştir.

وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ (Va EiPTiLAFı elLaYLı Va elNaHARı)  “Leyl ve neharın ihtilafında.”

HALF” arka demektir. “EMAM” ön demektir. “İHTİLAF ETMEK” demek, arka arkaya gelmek demektir. Gece gündüzü, gündüz de geceyi takip etmektedir. Bu değişme canlıların oluşmasına ve yaşamalarına imkan sağlamaktadır. Yani, Kâinatın yaratılışında mevcut olan iki devri anlatmaktadır.

Birinci dönemde yıldız ve gezegenler oluşuyor. İkinci düzenlemede de yerin ekseni, dönüş hızları, atmosferi öyle dönemlenmiş ki, gece ile gündüz öyle peş peşe gelmiş ki, yeryüzü canlıların yaşayabileceği şekil almış. Bu ikinci oluşumdur.

LEYL” durgun suda yere çöken tortudur. “NEHAR” ise suda erimiş maddelerdir, sürüklenen maddelerdir. Bunların ihtilafı da birbirine dönüşmesidir. Işık atomdaki elektrona çarpar, onu hızlandırır ama artık madde olmuştur. Atom dışarıya ışık salar. Bu ihtilaf dalga kanunları ve Kâinatın büyümesi ile açıklanmıştır.

Kâinat büyümektedir. Maddenin duruşuna dik dalgası vardır. C Kâinatın genişleme hızıdır. V maddenin hızıdır. U maddenin dalgasıdır. Geometriden   U * V = C * C   bilinmektedir.

Schroedinger bunu dalga formülüyle koymuş, bir de hız parçacıklarının da parçalanmadığını kabul ederek elektronların davranış formüllerini bulmuştur. Bizim gözümüze gelen ışık, güneşin neşrettiği ışık bu leyl ve neharın ihtilafından oluşmaktadır. Yani, ışık enerjisi madde enerjisine, madde enerjisi hız enerjisine dönüşmekte, Kâinat böylece canlı durmaktadır. Bu da maddeye verilen bir özellik olmaktadır. Hilkat özelliği bulunmaktadır.

 

 

 

وَالْفُلْكِ (Va eLFuLKi)  “Fulk”

FULK” hem tekil olarak gemi demektir, hem de çoğul olarak donanma demektir. Burada “ELLETΔ geldiğine göre çoğul anlamındadır, gemiler anlamındadır.

FULK” aynı zamanda elektron demektir, gezegen demektir. Gezegenin yeri demektir. Yani, denizlerde nasıl gemiler bir iş yapmak için dolaşırsa, atomlarda da elektronlar aynı amaçlarla dolaşır. Sonuçta insanların çıkarları için hareket ederler. Merkezde çekirdek vardır. Pozitif yük yüklüdür. Elektronlar vardır, onun etrafında dolaşır. Bu sayede atomlar molekül olurlar ve biz insanlar varediliriz. Gemileri yapar ve denizlerde yüzdürürüz. Gemi denizde nasıl yüzüyorsa, uçak da aynı şekilde uçar. Ay dünyanın etrafında benzer şekilde dolaşır. Yer güneşin etrafında dolaşır. Güneş samanyolu içinde dolaşır. Atomlarda da elektronlar yedi tabaka içinde benzer şekilde dolaşır. Buna işaret etmek için gemilerin denizde akmasını/ yüzmesini örnek vermiştir.

الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ (elLaTIy TaCRIy FIy eLBaXRi)  “Bahrda cereyan eden fulk.”

Denizde cereyan eden, denizde akan. Denizde seyreden değil de denizde akan.

Irmakların akması ile geminin gitmesini aynı kelime ile ifade etmiştir. Aynı hidrodinamik kanunlara tâbidir. Sudaki bir su molekülü ne ise, denizdeki gemi de odur.

BAHR” deniz demektir. “BERR” yani kara karşılığı getirilmektedir. BERR, kara demektir. Sularla kaplı yerlere “BAHR” denir. Hava ile doğrudan temas eden yerlere “BERR” denir. Kur’an’da gölden ayrıca bahsetmemektedir. Nehir ve bahr geçmektedir. Bahr gölleri de içermektedir.

“Ala’l-Bahri” demeyip de “Fi’l-Bahri” denmiş olması, deniz altlarını da içermektedir. Kıyas yoluyla atmosfere de bahr hükmünü veririz ve bu suretle atmosfer içinde uçan uçakları da içermiş olur. Uzayın enginlikleri de bir bahrdır. Kur’an buna “Cevvi’s-Sema” demektedir. Her cismin hareket ettiği serbestlik alanı vardır. Onun içinde hareket eder. Gemiler karalara çıkamazlar. Elektronların da böyle hareket alanları vardır.

بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ (BiMAv YaNFaGu elNASa)  “Nâsa menfaat veren ile cereyan ederler.”

İnsanlara yarayan şeylerle dolaşırlar. Burada “NÂS” cins isim olarak alınabilir. Ama istiğrak için alırsak özel gemileri olan filoyu tarif etmektedir. Nedir bu filo?

Bu filo III. bin yıl uygarlığının belki de belkemiğini oluşturacaktır. Herkese açık gemiler. Vakıf gemilerden bahsetmektedir. Bugünkü ulaşım makineleri icat edilmeden önce insanlar develerle, atlarla ve yelkenli gemilerle seyahat ederlerdi. Persler zamanından beri bilinen bir ulaşım ağı vardı. İslâmiyet’te çok ileri safhaya ulaşılmıştır, bu da kervansaraylar ağıdır. Toprakları güvenlik altına alan devlet ülkesinde ve ülkeler arasında yollar ağını kurar. Bu ağda daha çok develerle seyahat yapılır. 30 ile 50 kilometrede bir kervansaray yapılır. Bunu devlet yapar. Onu birisine işletmeye verir. Civardaki öşrü o toplar ve kervansarayı o işletir.

Kervansaray kıyam mülkiyetiyle temlik edilmiştir. Yani, vasiyetle çocuklara intikal eder, satarak da devredebilir. Topladıkları vergi karşılığı ve bu kervansarayda belirlenen sayıda, mesela 100 kişilik yolcuyu konaklatmakla mükelleftir. Gerek kendilerinin gerekse devletlilerin kalacağı yerler bu saray tarafından sağlanır. Gerek yolcuların gerekse bineklerin yemeleri ve içmeleri de burada karşılanır. İnsanlar ve hayvanlar hasta olursa buradaki doktor ve baytar tedavi eder. Atların nallarını bunlar çakar. Bozulan arabayı bunlar tamir eder. Bütün bunlar o civarda toplanan öşürle karşılanır. Yolcudan bütün bunlar için bir kuruş alınmaz.

Bugünü düşünürseniz, karayolları bedavadır. Garajlarda konaklama yerleri var, bedavadır. Lokantalar vardır, bedavadır. Arabanın bakımı bedavadır. Benzin bedavadır. İşte “Adil Düzen”in istediği dünya budur. Marks bunları İslâmiyet’ten öğrendi ve önerdi. Bunu karayollarından sonra demiryollarına teşmil edebiliriz. Daha da ileri giderek havayollarına da götürürüz. Havaalanları bedavadır. Havaalanlarında uçak bakımları bedavadır. Benzin bedavadır. Uçağı olan herkes bu alanlara konabilir, kalkabilir, ikmalini yapabilir. Denizlerde de böyledir. Limanlar bedavadır. Yakıt ikmali ve gemi bakımı bedavadır.

‘Bunlar nasıl karşılanacak?’ sorusunun cevabı hazırdır. Mallar üretildiği zaman onların üzerine taşıma masrafları da konur. Ona göre piyasaya çıkar. Satıldıkça bu pay taşıma vakfına verilir, taşıma vakfı da bunları yapar. İşte burada “el-NÂS” kelimesi istiğrak ile anlaşıldığında bu mânâları veririz. Tarihteki uygulama örneği ile günümüzde uygularız. Kur’an’ı asrın idrakine söyletmek işte budur. Gemiler hareketlerini güven içinde yapar, rıhtımlara gelir, masrafsız otururlar. İnsanlar da bu araçlar üzerinde bedava seyahat edebilirler. Canlılardaki kan dolaşımı göz önüne alınırsa bütün bunlar doğal olur.

Şimdi bunları duyanlar ütopik bir dünyadan bahsederler.

O zaman yeryüzünü dolaşsınlar da hâlâ ayakta duran hanları ve kervansarayları gözleri ile görsünler.

وَمَا أَنزَلَ اللَّه مِنْ السَّمَاءِ  (Va MAv EaNZaLa elLAHu MiNa elSaMAvEı)  

“Allah’ın semadan inzâl ettiğinde de.”

Semadan inzâl etme” gökten indirme anlamındadır. İnzâl kondurmadır. Ama semâ yukarısını ifade ettiği için indirme anlamındadır. Nitekim “harace mine’l-erdi” dediğimizde, yerden çıkardı anlamında olmakla beraber, yer aşağısını gösterdiği için yerden yükselttiği mânâsına gelmiş olur. Havanın içine dağılmış olan su hava soğuyunca damlalara dönüşür ve yere iner. Yerdekiler de kendilerine göre ondan yararlanırlar.

Gemilerin denizde seyrinin arkasından, burada yağmurdan bahsetmektedir. Çünkü yağmur denizlerden oluşmaktadır. Denizlerin çok yönlü yararlarından söz etmektedir. Allah’ın inzâlinden söz etmektedir.

Devletin de, kamunun da buna benzer işleri vardır. Herkesin yararlanmasına açık olan kervansaray ve yol misali müesseseler gökten inen yağmura benzerler. Herkes onlardan serbestçe yararlanır. Kervansaraylar altı saatlik mesafelerde konuşlanmıştır. Ama eğer yer bulunmazsa devam edilir ve ikinci konaklama yerinde kalınır. Kamu imkanları ihtiyacı olanlarca kendi iradeleri ile paylaşılır. Bahrda/denizde cereyan eden gemilerden yararlanma ile yollardan yararlanma aynı mahiyettedir ama biçimleri farklıdır. Gemide gezen kervansaraylar vardır. Karada ise konaklanan kervansaraylar vardır. Allah’ın inzâli karadaki kervansaraylara benzer. Herkes yağan yerde yararlanır. Sular borulara alınınca artık memlük hâle gelir.

مِنْ مَاءٍ (MiN MAvEin)  “Sudan”

Semadan yalnız su gelmemektedir, güneş ışığı da gelmektedir. Ancak burada “su”dan bahsedilmektedir. Çünkü denize dönen sudur. Deniz ile suyun ilgisi vardır. Güneş gelir, yararlanılır, artan kaybolur.

Bitkiler su ve ışık ile canlılık kazanmaktadır. Güneşin etkisi kıyas yoluyla belirlenmektedir. Çimlenme yağmurla olmaktadır. Çiçek açma ışıkla olmaktadır. Ama sosyal yapıda petrol olarak düşünülebilir. Taşıma araçlarının yakıtını devlet temin eder. Trafik sıklığının düzenlenmesi onunla yapılır. Arabaları sınırlamak kamunun yetkisinde değildir, gerek de yoktur. Çünkü trafiğe çıkmayan arabanın kimseye zararı yoktur.

Burada “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda yazamadığımız bir şeyi daha öğreniyoruz. O da şudur; trafik tıkanıklığını düzenlemek için yağmurun canlılığı düzenlemesi benzeri iş yapacağız.

Petrolün miktarını öyle ayarlarız ki yollar arabalara yetsin. Biz kişilere seyahat ve taşıma haklarını karşılamak üzere kupon dağıtırız. Bu bedava dağıtılan kupondur. Yahut yarısı bedava, diğer yarısı iki misli fiyatla satılır. Kişiler bu kuponlarını kendileri arabalarına benzin koyarak harcayabilecekleri gibi istedikleri fiyatla satabilirler. Böylece benzin serbest arz ve talebe göre bir değer elde eder. Ne var ki toplam benzin ve mazot miktarı artmamış olur. Böylece trafik sıklığı ile ayarlı olarak yollardaki vasıtalar ayarlanmış olur.

Mevzi tıkanıklık için toplu taşımacılık sistemi geliştirilecektir.

فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ (Fa EaXYAv BiHIy elEaRWa)  

“Arzı onunla ihya eder.”

Hayat canlılık demektir. Türkçede hayvanların hayatına “hayat” diyoruz da, bitkilerin hayatına “canlı” diyoruz. Kur’an’a göre hayat bitki ve hayvanları içerir. Canlı ise canı olan bilinçli varlıkları içerir.

Hayvanlara “dâbbe” denmektedir. Bitkilerin yapısı ile hayvanların yapısında hiçbir fark yoktur. Her ikisinde DNA’lar vardır, aminoasitler vardır. Tek fark, hayvanlarda sinir sistemi vardır. Onun sayesinde özel hareket sistemi gelişmiştir. Onun için ona “dâbbe” denmektedir. Hayat dâbbe ile nebatın ortak vasfıdır.

Toprağın yeşermesini “İHYA” ile ifade etmektedir. Doğrudur. Susuz hayat olmaz ilkesi bugün tamamen kabul edilmiştir. Güneş enerjisi olmadan hayat olmaz.

بَعْدَ مَوْتِهَا (BaGDa MaVTıHav)  “Mevtinin ba’dinde.”

“HAY” uyanık yılandır, “MEYYİT” ise kış uykusunda olan yılandır.

İlkbaharda yağmur yağar, uykuda olan kökler, uykuda olan tohumlar uyanırlar. Yılanın kış uykusu ile bitkilerin kök uykusu veya dal uykusu arasında biyolojik bakımdan bir fark yoktur.  

وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ (Va BaçÇa FIyHAv MıN KulLi DAbBaTın)  

“Va onun içinde her dâbbeden bessetti.”

Onun içinde her türlü hayvandan yaydı. Bitkiler yerinde yetiştirilmektedir. Civarında tohumlar saçmaktadır. Oysa hayvanlar dünyanın her tarafına çeşitli imkanlarla yayılmış bulunmaktadır. Hattâ bitkiler de onlar sayesinde değişik yerlere tohumlar götürmektedir. Kuşlar zeytini yer ve etini sindirirler, çekirdek ise karnında kalır, erimez. Sonra pisledikleri yerde zeytin ağacı oluşur. Hayvanların  yayılması önemli olaydır.

Bunun son hizmetini insan yapmaktadır. Hayvanlar değişik yerlerden değişik yerlere götürülüp üretilmektedir. Bugün tohum sanayisi geliştirilmiştir.

Gelecekte birçok yerlerde yeni bitkiler taşınarak üretilecek ve yeryüzü daha canlı hâle geçecektir.

Burada “her dâbbe”den denmektedir. Şu anlaşılıyor ki, yeryüzünde oluşacak her canlı oluşmuş, eksik tür kalmamıştır. Bugün gökyüzüne baktığımız zaman yıldızlarda ancak bizde olan atomlar vardır. Yeryüzünde olmayan bir atoma gökyüzünde rastlanmamıştır. Esasen periyodik cetvel dolmuştur. Gökyüzünde hayat olduğu Kur’an’da söylenmektedir. Olmaması için bir neden bulamayız. Yeryüzündeki bütün canlıların DNA’ları aynıdır. Acaba göklerde de hayat aynen yerdeki DNA’lardan mı oluşur?

Cevap ‘evet’ olmalıdır. Çünkü bu maddeden bunlar yapılabilir. Bu âyetten öğreniyoruz ki, gökyüzünde ne kadar hayvan türü varsa, yerde de onların hepsi mevcuttur. Atomlara kıyasla bunu ilmen istidlal edebiliriz ama Kur’an bunu açıkça söylemektedir. “İlâh’ınız tek ilâhtır” âyetinin ispatı sadedinde bunlardan bahsetmektedir. Eğer ilâhlar olsaydı bu benzerlik ve uyum olur muydu?  

وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ (Va TaÖRIyFı elRiYAXı)  “Riyahın tasrifinde de.”

“Rüzgarın esmesinde de.” Önce rüzgar eser, sonra yağmur yağar. Burada önce yağmurdan, sonra rüzgarın esmesinden bahsediliyor. Başka yerlerde rüzgarın yüklü bulutları taşıdığından bahsetmektedir.

O halde Kur’an’da önce rüzgarın olduğunda sarahat vardır. Burada ise sıra değiştirilmiştir. Çünkü yağmurun rüzgarların oluşmasında da etkisi vardır. Buhar su damlaları hâline dönüşünce çevreyi ısıtır.

Böylece yağmurun indiği yerde ısı meydana gelir. Çevresindeki soğuk havayı kendine çeker. Gökte rüzgar oluşur. Yere inen yağmur ve kar da oraları soğutur. Asgari güneş ışığını kestiği için soğur. Böylece orada da soğuktan ağırlaşan hava uzaklaşmaya başlar, aksine rüzgar oluşturur. Bu yağan yağmurun çevresinde bir hava döngüsünü meydana getirir. Bu sebeple rüzgar yağmura sebep olmakta ama yağmur da rüzgara sebep olmaktadır. Bundan dolayı burada sıra değişmiştir.

وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ (Va eLSaMAvEi eL MuApPaRı BayNa esSaMAEi Va eLEaRWı)  

“Ve sema ile yer arasında müsahhar olan sehab da.”

Yağmur, rüzgar ve bulut. Gökten gelen güneş ışığı denizleri ısıtmakta, buharlaşan ve buğulaşan su yükselmekte, havanın içinde tanecikler olarak dağılıp kalmaktadır. Bulut su buharından farklıdır, çünkü su moleküllerden oluşur. Bulut ise damlacıklardan oluşur. Buhar ışığı soğutmaz, oysa bulut ışığı soğutur, yansıtır.

Bu durum çok önemlidir. Böyle olmasaydı su buharı her tarafa dağılır, bir işlem olmazdı. Belki sadece buharlaşan yerde yağardı. Böylece bulutlar rüzgarlarla sürüklenmekte, dağlara çarptığı zaman daha çok soğuduğu için su damlacıkları büyümektedir. Havanın tutma kuvveti yetersiz hâle gelince yere inmektedir. Buna “yağmur” diyoruz. Buralarda toprak altında ve üstünde yayılan su bitkilerce alınıp yine havaya verilmektedir. Büyük kısmı ise ırmaklarla tekrar denizlere dönmektedir. İşte böylece su dolaşımı sağlanmaktadır.

Burada iki şey olmaktadır. Bir taraftan su kan gibi yeryüzünde canlılara gerekli olan maddeleri taşımakta, diğer taraftan da kirlenen kan nasıl ciğerlerde temizlenmekte ise hava da temizlenmektedir. Böylece hayat mümkün olmaktadır. Yeryüzünde denizlerin suyu biraz az olsaydı atmosfer doymayacağı için karalar kupkuru kalacaktı, fazla olsaydı bu sefer de yeryüzüne hiç güneş inmeyecekti.

Allah her şeyi bir düzen içinde yapmış ve belli ölçülerde yerleştirmiştir. Kâinat tek bir makine gibidir. Bütün parçaları birbirine uymaktadır. Mükemmeldir. Bu da İlâh’ın bir olduğunu göstermektedir.

Demek ki bu âyet yukarıdaki “İlâhun vahidun” âyetinin bir açıklamasıdır.

لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(164)  (Lı QaVMın YaGQıLUvNa)  

“Akleden kavim için âyetler vardır.”

Yer ve göklerin yaratılmasında, gece ve gündüzün ihtilafında, denizlerde insanların yararına akan gemilerde, Allah’ın gökten yağmur indirmesinde, rüzgarların esmesinde, arz ve sema arasında müsahhar bulutlarda akleden kavim için kanıtlar vardır.

Akletmek, zincirleme cümleler kurmak demektir. “UKL” develeri kazıklara bağlayan kulptur. Akletmek demek, cümleleri bir kulpla birbirine bağlayarak cümleler zincirini oluşturmaktır. Halkanız bir koparsa zincir de kopar. Her halka bir âyettir, kanıttır. Bu sebeple dişi kurallı çoğul getirilmiştir.

KAVM” için demektedir; kişi için dememektedir, nâs/insanlar için de dememektedir.

KAVM” deyince, aynı dili konuşan kimseler olarak anlıyoruz. Her dilde bu zincir farklı kelimelerle ifade edilir. İlim kavimde oluşur. Parçalanarak il ve bucaklara indirilir. Birleştirilerek insanlığa ulaştırılır.

Bunu şöyle açıklayalım. Her ocak halkı kendi ocağı için içtihat yapar. Birleşince ocak icması olur. Bucak icması ocak icmalarının icması değil, bucak halkının icmasıdır. İl icması da bucakların icması değildir, il alimlerinin icmasıdır. Ülke icması da il icmalarının icması değildir, ülke rasihlerinin icmasıdır. Oysa insanlık icması kavimlerin icmasıdır, insanlık âlimlerinin icması değildir. Bu nedenledir ki “Li’n-nâs” denmiyor da, “Li-Kavmin” deniyor. Ülke icmaları illeri bağlar, illerin icmaları bucakları bağlar. Bucak icmaları ocakları bağlar. Ama insanlık icmaları devletleri bağlamaz. Burada şunu bildirelim ki, sükuti icmalar bağlamadığı gibi istişari kararlar da taşrayı bağlamaz. Burada “Li-Kavmin” denmesi bunlara delâlet eder.

***

وَمِنْ النَّاسِ (Va MiNa elNASı)  

“Nâsdan şöyleleri de vardır.”

Farklı olmanıza, kiminiz kâfir kiminiz mü’min olmanıza rağmen İlâh’ınız tek ilâhtır. Bunun delili de Kâinatın tek düzen içinde uyumlu olmasından bilinmektedir. Ayrı ayrı atölyelerde elde proje olmadan bir makinenin parçaları üretilse, sonra bu parçalar bir araya getirilip monte edilse, makine çalışır mı? Eğer bir makine varsa, bu makineyi imal eden bir tek merkez vardır. Birisinin beyninden çıkmıştır. Kâinat da uyumlu büyük tek fabrikadır. Bunun çok ilâhla yapılması mümkün değildir. Sizin İlâh’ınız birdir. Böyle olmakla beraber, insanların bir kısmı ise bu tekliğe inanmamakta, tek Tanrı ile boğuşan birileri var kabul etmektedir.

مَنْ يَتَّخِذُ (MaN YatTaPıÜu)  “İttihaz eden vardır.”

AHZ” avuçla almak veya tutmak demektir. İftial bâbı ittihaz, tutunma, yapışma anlamındadır.

İnsanlar içinde tutunanlar vardır: Kime? Allah’tan başkasına. Tek İlâh yerine çok ilâh varmış gibi düşünürler, birinden yüz görmeyince öbürüne sığınmaya kalkışırlar. Her topluluk tek Tanrı’ya inansa bile, o Tanrı’nın ayrıcalıklı olarak onun tanrısı olduğunu sanır. Kendi topluluğunun Tanrı’sının rızasını kazanamayınca öbür toplulukta başka tanrı arar. Tam Tanrı olarak düşünmese bile, Tanrı’nın dışında güçler olduğunu vehmeder.

مِنْ دُونِ اللَّهِ (MiN DUvNı elLAHi)  “Allah’ın dununda/dışında.”

DÛN” kelimesi dane  kelimesinden türemiştir. Kendisi değil de, yakını anlamında dışında Tanrı arar. Bir şeyin içine girmeden çevresinde dolaşır ve yararlanılacağını sanır. Oysa onun dışındaki her şeyi O var etmiştir, O’nun dışında Tanrı yoktur. İnsan bulunduğu ocakta, bucakta, ilde ve insanlıkta tek güç kabul etmelidir. İktidarı parçalamamıştır. Uyumlu ise orada kalsın, değilse ayrılsın ama orada yaşıyorsa tüm kurallara uysun ve yetkilileri saysın. Tevhidin mânâsı budur.

أَندَادًا (EaNDAvDan)  

“Nidleri ittihaz ettiler.”

NED” sürüden ayrı olan deve anlamındadır. “NİD” ise Tanrı’nın parçası anlamındadır.

ENDÂD” da Tanrı’nın parçaları, küçük parçaları demektir. Ona karşı durulabilen bir parça demektir.

Doğa kanunlarını ayrı ayrı tanrı olarak görmek isteyenler vardır. Yunan felsefesine göre Kâinat zıtların çatışmasıdır. Peygamberlere göre eşlerin dengelenmesidir. Yani, ayrı ayrı tanrıların oluşturduğu zıt güçler yoktur, aynı Tanrı’nın kurduğu karşı takımlar vardır. Oyunda yenen olur, yenilen olur. Ama takımların ikisi de federasyonun takımıdır. Yenmiş olan takım her zaman yenilebilir. Yenilen de her zaman yenebilir.

Mü’min olanlar her zaman kâfir olabilir, kâfir olanlar da her zaman mü’min olabilir. Sahayı Allah herkese açık tutmuştur. İsteyen istediği zaman oynar. Birbirinin düşmanı olan canavarlar nasıl oluyor da aynı Tanrı’nın eseridir? Düzen böyle kurulmuştur. Bu dünya yarışma dünyasıdır. Kazananlar yücelecekler, kaybedenler eleneceklerdir. İslam’ın temel felsefesi budur. İlim Kâinatın nasıl olduğunu ve nasıl çalıştığını anlatır. Felsefe ise Kâinat neden böyledir sorusuna cevap verir.

İslâm’a göre Kâinat okuldur. Her davranışında kendisine not verilmekte ve böylece elde ettiği başarıya göre kedisine âhirette yer verilecektir. Bu felsefeye dayalı olarak tüm nazariyeler açıklanmaktadır. Zıtlıklar tanrıların oluşundan değil de dengenin oluşması için kurulmuştur.

يُحِبُّونَهُمْ (YuXıbBUvNaHuM)  

“Onlara hubbederler.”

Haber, suyu kaynattığımızda çıkan kabarcıklardır. Tane anlamında kullanılmaktadır. “MUHABBET” insanda mevcut bir duygudur. Senin içinde onu koruma arzusu doğar. Eğer onun istediğini yapmazsan üzülürsün.

Şimdi muhabbeti yani sevmeyi biraz tahlil etmeye çalışalım.

a)      Onun üzüldüğünü ve kırıldığını gördüğünde sen de üzülüyorsan onu seviyorsun demektir. Sevindiğini görürsen sen de sevinirsin.

b)      Öyle hareketler yaparsın ki onu memnun etsin ve onun yararına olsun. Kendini düşündüğün gibi onu da düşünürsün. Annenin çocuğu için düşünmesi böyle değil midir?

c)       Ondan ayrılmayı istemezsin. O senin yanında olsun, sen onun yanında olasın. Ayrıldığın zaman, nasıl acıktığın veya susadığın zaman bir sıkıntı duyarsan, uzakta olduğun zaman da öyle bir duygu oluşur.

d)      Muhabbetin ileri safhasında kendini onun için feda edersin, yani kendi zararını göze alırsın.

Allah’ın sevilmesi de budur.

a)      Allah’ın farzlarını yerine getirmek, haramları işlememek. Allah’ı sevmek bu demektir.

b)      Allah’ı sevenleri sevmek, sevmeyenlere karşı sevgi duymamak.

c)       O’ndan ayrılmak istememek demek, daima O’nu zihninde tutmak, O’nu anmaktır, O’nun kitabını okumaktır, O kitabı okumaktan zevk almaktır.

d)      Sonunda O’nun için cihat yapmaktır. Gerekirse O’nun için ölmeyi göze alarak şehit olmaktır.

Demek ki sevginin iki yanı vardır. O beyinde doğan bir duygudur. İnsanın elinde değildir. Ama bir de sevginin tezahürü vardır, o da amellerdir. O insanın elindedir. Ancak burada bir doğa kanunu belirtelim. Sevginin gerekleri olan amelleri yapan kimselerin beyninde ruhsal olarak da sevgi doğar, yapmayanlarda Allah sevgisi gittikçe kaybolur. Allah sevgisini oluşturan toplu ibadetlerdir. Namaz, zekât, oruç ve Hac Allah’ın muhabbetini oluşturur. Kiminle diyaloğun olursa onu seversin. Endad ile diyaloğun olursa onu seversin.

كَحُبِّ اللَّهِ (Ka XubBi elLAHı)  

“Allah’ın hubbu gibi.”

SEVMEK” iradi bir olay değildir. Mesela, bilmek iradidir. Bildikten sonra unutmak iradi değildir. Sevmekte iki taraf dengededir. Birini seviyorsanız kolay kolay onu unutamazsınız. Karı koca genellikle tartışırlar. Bu onların birbirlerini sevmediği değil, daha çok sevdiği içindir. Birbirini seven insanlar birbirini sevdiklerini ifade etmeye ihtiyaç duymazlar. Onlar zaten sevdiklerinden ve sevildiklerinden emindirler. Tartışmaları da sevgiden gelmektedir. Allah karı-koca arasında böyle bir sevgi var etmiştir. Anneler çocuklarını severler. Çocukları onları sevmese de onlar çocuklarını severler, onlara karşı buğuz duymazlar. Gelin kaynana arasında da böyle sevgi oluşabilir. Bazen sevgi birden aynı şiddette nefrete dönüşür. Sabır duyguları dönüştürür.

Allah’ı sevebilmek için farzları yerine getireceksiniz. Haramları yapmayacaksınız. O’nu sevecek, onların cemaatlerine katılacaksınız. Her zaman O’nu anacak ve O’nun kitabını okuyacaksınız. Gerektiğinde O’nun uğrunda fedakârlık yapacaksınız. Nâstan böyleleri vardır denmekte ise de, kâfirler denmemektedir.

وَالَّذِينَ آمَنُوا (Va elLAÜIyNa EAvMaNUv)  “İman etmiş olan kimseler ise.”

Yukarıda nâstan bazısının Allah’ın dışında olanları Allah’ı sevdikleri gibi sevdiklerini belirtmişti. Oysa mü’minler Allah’ı en çok severler demektedir. İman etmiş olan kimseler diyerek mü’minleri de yukarı gruba sokmuştur. Yani, Allah’ı her şeyden fazla sevmeyi Allah mü’minlerden istemektedir, insanlardan istememektedir. Çünkü bu zor bir olaydır. Herkes bu mertebeye yükselemez. Mü’min olmak isteyen Allah’ı başka şeylerden daha çok sevecektir. “İlâh’ınız tek İlâh’tır” dedikten sonra müslimler ile mü’minlerin de farkını bu âyette belirtiyor; müşrik, kâfir, müslim ve mü’min. Bunlar derece derecedirler.

İman edenler yani mü’minler mallarını ve canlarını Allah’a cennet karşılığı satanlardır.

Kur’an’da her kelime ayrı mânâda kullanılır. Kelimeleri karşılıklı veya yan yana kullanır. Böylece Kâinatı anlatmış olur. Kur’an kelimelerin tarif ve tasniflerini doğrudan yapmaz, cümlelerde kullanır. Siz ona göre tanımlar ve tasnif edersiniz. Böylece sizin için yepyeni dünya ortaya çıkar.

Geçmişte Maturidi ve kelamcılar burada hata yaptılar. Bu hataları şunlardır.

a)      İman ile İslâm’ı bir saydılar. Oysa ne Kur’an’da ne de hadiste bu böyledir.

b)      Kendisine kitap verilenlerle kitabı olanları kâfir saydılar. Ne Kur’an’da ne de hadiste böyle bir şey vardır. Bunlar müslimlerdir. Fıkıhçılar bunlara zimmi dediler. Oysa Kur’an’da zimmi kelimesi yoktur.

c)       Müşrik ile kâfirin tanımlarını yapamadılar. Aynı hükümlere tâbi tuttular. Oysa müşrikler kitap ehli olmayanlardır. Kâfirler ise kitap ehlidir ama bize cizye vermeyenlerdir. Müşrikler hakem kararlarını tanımaz anarşistlerdir. Kâfirler ise hakem kararlarına rıza gösterir ama askerlik yapmazlar, bedel yani cizye de ödemezler.

d)      İslâm dini ile İslâm devletini karıştırdılar. İslâm dini İslâm düzenidir. Tüm hakemleri kabul eden ve cizye veren insanları içerir. İslâm devleti ise ulusal güçtür. İslâm düzeninin o ülkede korunmasını, güvenin sağlanmasını yapan teşkilattır. Tek İslâm devleti yoktur, İslâm devletleri vardır. Bunlar hakemlerden oluşan yargının kararları ile barış içinde yaşamaktadırlar.

İslâm’da tek siyasi güç yoktur. Tek devlet anlayışı yoktur. Yargı üstünlüğü vardır. Devletlerin üstünde de yargı vardır. Hakemlerden oluşan yargı vardır. Devlet silahlı güçtür. Bu tek olursa yargı üstülüğü sağlanamaz. Ama adil devlet ise hakemlere saygılı olacağı için galip gelecektir.

İşte Allah’a iman etmek demek, hakemlere teslim olanların galip geleceğine inanmak demektir.

أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ (EaŞadDu XubBan LilLAHi)  “Allah için sevmede eşittirler deniyor.”

“Eşeddu Hubbellahi” denmiyor da, “Eşeddu Hubben Lillâhi” deniyor.

Allah’ı sevmek değil, Allah için sevmek. Yani, yukarıda saydığımız dört yükümlülük yerine getirilir. Allah’ı sevmek demek, onu temsil edenleri sevmek demektir. Bunlar nelerdir?

a)       Seni sevmeyenleri de sevmek. Onlar sevmese de sen seveceksin. Çünkü her insan Allah’ın yeryüzünde halifesidir, Allah’a açılan penceredir. Cihadı kötülerle değil kötülükle yapacaksın.

b)       Allah’ın yeryüzünde halifesi olan mensup olduğun topluluğu sevmek, cemaate katılmak, cemaatte olmaktan zevk almaktır. Toplantılardan alınan zevk Allah’ı sevmekten gelir. Bunu başarabilmemiz için toplantılara tüm ailece katılmaya çalışmalıyız.

c)       Allah’ı sevmek, Allah’ı sevenleri sevmektir. Dolayısıyla sizin günlük ve haftalık cemaatlerinizden olmasalar bile, zaman zaman Allah yolunda cihad yapanları veya zühtte olanları ziyaret ederek  onları da sevindirmek. Sabreden fakirleri, hayır yapan zenginleri sevmek de sevenleri sevmek gibidir.

d)       Allah’ı sevmek, O’nun kitabını, elçilerini yani başkanları sevmektir. Bu çok önemlidir. Bir ocakta veya bucakta bulunmayacaksın, ama eğer orada isen oranın başkanını seveceksin. Başkanını da tüm cemaati de seveceksin. “Resule itaat eden Allah’a itaat eder” deniyor, kıyasla resulü seven Allah’ı sevmiş olur.

وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا (Va LaV YaRay elLaÜINa JaLaMUv)  “Zulmedenler bir rey etseler.”

Kur’an’ı yorumlarken bazı varsayımlarınız olur. Eğer bu varsayımlar isabetli ise her okudukça sizi doğrulayan âyetlerle karşılaşırsınız. Bizim varsayımımız şudur. İnsan cezalandırılırken ameline göre cezalandırılacaktır. Mükâfatlandırılırken mü’min olmak şart olabilir. Ama ceza niyetlere verilmez.

Burada da yukarıda “endadı severler” diyor. Ama ceza kısmına gelince kâfirlere müşrikler demiyor, “zulmedenler” diyor. Açık misal verelim, Türkiye’de Mustafa Kemal’e tapmaktadırlar. Onu Allah’tan çok seviyorlar. Birçok tarikat ehli şeyhlerini Allah’tan çok seviyor. Peki, bunlar cezalanacak mı, cennete gidecek mi?

Eğer onu zulüm aracı olması için seviyorsa, inanmış insanları ezmek için yapıyorsa, o zaman o zalimdir. Nitekim daha dün akşam bir CHP milletvekili Atatürk ilkelerine inanmayan, lâik olmayan, orada yani cumhurbaşkanlığı makamında oturamaz diyor. Şimdi bu kişi Mustafa Kemal’i Allah’tan çok seviyor ama bunu Tayyip’e zulmetmek için seviyor, yahut bu sevgi onu mü’minlere zulmetmeye götürüyor.

İşte bunların cezalandırılacağını bildirmiş oluyor. Siz de bir görüşü savunurken onu zulüm aracı yapmayacaksınız. Allah’ı sevmek bile eğer zulüm aracınız oluyorsa, o zaman Allah’ın azabını bekleyiniz.

إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ (EiÜ YaRaVNa elGaÜABa)  “Azabı rey ettiklerinde.”

Zulmedenler azabı gördüklerinde. Azabı görmek ne demektir? “Başkalarına azap yapıldığını gördüklerinde” anlamı çıkabildiği gibi, görmek mecazi mânâda yaşadıklarında anlamına da gelir. Azap nedir?

AZAP” insan ruhunda uyanan acıdır, sıkıntıdır. Parmağınıza iğne battığı zaman acı duyarsınız. Çünkü parmaktaki sinirler beyne haber gönderir. Beyin de ruha iletir. Gönderilen 0 ve 1’lerden oluşan sayılardır. Gerek bilgisayarda, gerekse beyinde bütün işlemler bu iki sayının peş peşe dizilmesiyle oluşmaktadır. Sinir ucunu uyuşturduğunuz zaman sinyaller beyne gitmeyeceği için acı da duymazsın. Bu acı her zaman bedene yapılan etki ile doğmuyor. Beyinde oluşan acı sinyalleri de insana aynı acıyı duyurabilir. Yakının öldüğü zaman duyduğun acı parmak kesmeden daha fazla olabilir. O halde cehennemde duyulacak acının da bedenî olması gerekmez. Gördüğün bir manzara acı sinyallerini beyne iletir ve o da o acıyı duyabilir. İlaçlarla sinirler uyuşturulur. Ruh ile ilişki kesilir ve acı duymaz olursunuz. Hâsılı, acı duyan beden değildir, acı duyan ruhtur. Ruh için görme, işitme, yahut yararlanma aynı şeydir. “Azabı gördüklerinde bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu görselerdi.” deniyor.

İnsanlar bu dünyada azap görürler. Yaptıkları yanlışlıkların azabını çekerler. O zaman akılları başlarına gelmeli ve anlamalıdırlar ki başımıza gelenler bizim yanlış değerlendirmemizden ileri gelmektedir. Ne yazık ki bunu anlamazlar.

Refah-Yol Hükümeti’nin başına gelen kendi hataları idi. “Adil Düzen”i bırakıp faizli düzende iyi işler yapacaklarını sandılar. Allah’ın da Kur’an’da dediği gibi, beklemedikleri yerden onları vurdu. “Adil Düzen”i bıraktırmakla öğünen Çiller şimdi kenara itilmiş durumda. Ama bunlar bunun bu sebeple olduğunu görmüyor ve anlamıyorlar. Eğer Refah-Yol Hükümeti’nin kurucuları bu gerçeği görseler, 2007 seçimleri onların olur. Ama bunu görecek liderler kenarda, artık bunları söyleyemiyorlar bile. Partileri ise mağlubiyetin azabını çekmektedir.

أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا (EanNa eLQuvVaTa LilLAHi CaMIyGAn)  

“Kuvvetin cemian Allah’ın olduğunu rey etselerdi.”

Yeryüzünde hiçbir şey Allah’ın kuvveti dışında olmaz. Kur’an’da “kuvvet” ve “kudret” geçmektedir.

“Kudret” ölçülü miktardır. Batılılar buna enerji diyorlar. “KUVVET” ise kudretin etkisidir, zamana yayılmış etkisidir, mekâna yayılmış etkisidir. Kuvvetle değişmeler olur. Kuvvet ile kudret bir yerden başka yere intikal eder. Toplulukta siyasi kuvvet vardır, o toplulukları bir taraftan diğer tarafa götürür. Tarihte olmuş olanlar hep Allah’ın kuvveti ile olmaktadır. Ben bir taşı kaldırdığım zaman ben kaldırmam, benim isteğimin üzerine Allah kaldırır. Çünkü kuvvet O’ndadır. Tarihte cereyan eden olayların hepsi Allah’ın iradesiyle ve kuvvetiyle olmuştur. İnsanlık için hayırdır. Kimse tarihin akışını değiştiremez. Takdiri İlâhi ne ise o olmuştur, bundan sonra da o olacaktır. Biz istesek de istemesek de, çalışsak da çalışmasak da “Adil Düzen” gelecektir. Çünkü O’nun dini kâfirler istemese de galip gelecektir. Terör bitecek ve yeryüzünde barış olacaktır.

Kur’an nâzil olduğu zaman Araplar arasında yağmacılık meşru kazanç sayılıyor, insanlar yağma yaparak yani başkalarını soyarak geçiniyorlardı. Yağma geçinme aracı idi. Ama Kur’an düzeni oluştuktan sonra ne oldu biliyor musunuz? Her taraf barış ve huzur ülkesi oldu. Kudüs fethedileceği zaman Kudüs’ün yöneticileri, “Bize Ömer gelsin, biz anahtarları ona vereceğiz.” demişlerdi. Hazreti Ömer Kudüs’ü teslim alacak. Hazreti Ömer büyük bir devletin başkanı, Bizans’ı yenen kimse. Yola çıkıyor; deve ile yola çıkıyor. Bir deve ve iki kişi. Biri kendisi, bir diğeri de kölesi. Gittikleri yol 1000 kilometre civarında. Günde 30 kilometre yol alsalar gidecekleri yere bir ayda varılabilir. Devlet başkanı bir köle ile bir ay yaya yolculuk yapabiliyor. Düşünün; Başbakan Tayyip Erdoğan yanındaki bir arkadaşı ile Erzurum’dan İstanbul’a korkmadan seyahat edebiliyor. Bugünkü Irak’ta Kuveyt’ten Musul’a gelebiliyor. İşte İlâhi kuvvet budur. Tarih insana masal gibi geliyor.

Adil Düzen” geldiğinde Türkiye böyle olacak, insanlar eşkıyalık yapmak zorunda kalmayacaklardır. Tüm halk başkanlarına saygı duyacak, onlar her yerde başkanlarını koruyacaklardır. Allah istediği zaman da bir köle onu namazda öldürecektir. Çünkü bütün kuvvet O’nundur. Hazreti Ali şehit edilir. Niçin? Çünkü insanların zihninde saltanat kavramı sürmektedir. Hazreti Ali kalsaydı oğlu gelecek, günümüze kadar onlar gelecek ve cumhuriyet unutulacaktı. Adil halifeler devam etseydi, halk halifelerin fetvaları ile yaşayacak, fıkıh doğmayacak, İslâm uygarlığı olmayacak, şimdi biz III. Bin Yıl Uygarlığını “Adil Düzen”e göre kuramayacaktık. Demek ki Hazreti Ali’nin şehadeti insanlık için hayırlı olmuştur.

وَأَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ(165) (Va EanNa EalLAHa ŞaDIyDu elGaÜABı)  

“Allah’ın azabının şiddetli olduğunu görselerdi.”

Zalim olanlar azabı görünce bütün kuvvetin Allah’ın olduğunu ve Allah’ın azabının şiddetli olduğunu görselerdi. Burada başka bir mânâ da PKK’cılara mesaj olarak gönderilebilir. Bütün kuvvet devletindir ve devletin cezası şiddetlidir. Bunu kendilerine yapılan ilk cezalandırmada görselerdi.

Abdullah Öcalan yakalanmıştır. Ceza verilmektedir. Bundan diğer PKK’lılar ders almalı ve devleti yenmenin mümkün olmadığını görselerdi de teslim olsalardı. Böyle devam edilirse ne yapılacaktır? Askeri harekât yapılacak ve artık hapislere değil de mezarlara gönderilecek, daha şiddetli azaba duçar kılınacaklardır.

Ermeniler ve Rumlar görselerdi. İstiklâl Savaşı’nı gördükten sonra artık Türkiye ile uğraşmamaları gerekir. Onları Türkiye’ye karşı kışkırtanlar sonra onlara yardım edemediler. Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldılar. Şimdi yeniden onların fitneleri ile Türkiye’ye saldırmak istiyorlar. Bunun sonucu İstiklâl Savaşı’ndaki sonuçtan daha şiddetli olacaktır. Mübadele yetmeyecek, asimile edileceklerdir. Şimdi iftira ettikleri soykırıma o zaman gerçekten uğrayacak ve soybitimine varacaklardır. Yeryüzünde Ermeni ve Rum kalmayabilir. Türkiye’de ve dünyada Müslümanları ortadan kaldırmak isteyenler kendileri ortadan kalkacaklardır.

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3356 Okunma
2-bakara11-20
2383 Okunma
3-bakara21-30
2533 Okunma
4-bakara30-37
2264 Okunma
5-bakara37-48
2496 Okunma
6-bakara 49-57
3114 Okunma
7-bakara 59-61
3133 Okunma
8-bakara 62-69
2483 Okunma
9-bakara 70-76
3475 Okunma
10-bakara 77-83
2757 Okunma
11-bakara 84-88
2318 Okunma
12-bakara 89-93
2443 Okunma
13-bakara 94-101
2636 Okunma
14-bakara 102-105
3489 Okunma
15-bakara 106-112
2678 Okunma
16-bakara 113-119
2741 Okunma
17-bakara 120-123
2637 Okunma
18-bakara 124-130
2334 Okunma
19-bakara 132-138
2207 Okunma
20-bakara 139-143
2116 Okunma
21-bakara 144-149
2580 Okunma
22-bakara 150-158
2497 Okunma
23-bakara 159-165
2093 Okunma
24-bakara 166-173
2492 Okunma
25-bakara 174-177
2609 Okunma
26-bakara 178-182
2328 Okunma
27-bakara 185-187
6390 Okunma
28-bakara 188-194
2485 Okunma
29-bakara 195-198
2843 Okunma
30-bakara 199-206
2382 Okunma
31-bakara 207-213
2784 Okunma
32-bakara 215-217
2228 Okunma
33-bakara 218-221
2712 Okunma
34-bakara 222-228
3012 Okunma
35-bakara 229-232
3575 Okunma
36-bakara 233-235
2288 Okunma
37-bakara 236-242
2496 Okunma
38-bakara 243-246
2617 Okunma
39-bakara 247-248
2853 Okunma
40-bakara 249-252
3154 Okunma
41-BAKARA 253-256
2703 Okunma
42-BAKARA 257-259
2525 Okunma
43-BAKARA 260-264
3091 Okunma
44-BAKARA 265-269
2261 Okunma
45-BAKARA 270-274
2643 Okunma
46-BAKARA 275-277
2363 Okunma
47-BAKARA 278-281
2394 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2800 Okunma
49-BAKARA 283-284
2500 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3719 Okunma

© 2024 - Akevler