ADİL DÜZEN 373
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 35. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَلَنْ تَرْضَى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ بَعْدَ الَّذِي جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنْ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ(120) الَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلَاوَتِهِ أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمَنْ يَكْفُرْ بِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ(121) يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ(122) وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(123)
وَلَنْ تَرْضَى عَنْكَ (Va LaN TaRWa GaNKa) “Senden razı olacak değildirler.”
Bundan önceki âyette “Seni beşir ve nezir olarak irsal ettik, cehîm halkından sen sorumlu değilsin.” denmişti. Oradaki cehim halkı ehli kitap olamayanlardır. Şimdi ehli kitap olanlardan bahsetmektedir. Kur’an diğer kitaplar gibi bir kitaptır. Diğer kitaplardan önemli farkı, içtihat ve icma sistemini getirerek nübüvvete son vermiş ve kendisi son kitap olmuştur. İçtihat ve icma sistemi ile her devre ve her kavme hitap eder olmuştur. Kendisinden önce gelen kitapları nesh etmemiş, onların Kur’an dinine gelmelerini caiz görmüş, tafdil etmiş ama, mutlak olarak onlara böyle bir şey emretmemiştir. Kur’an’dan yararlanırlar, ama kendi dinlerine devam ederler. Nasıl demokraside çok partili sistem zorunlu ise, insanlıkta da çoklu şeriat zorunludur. Her din mensubu olanlar kendi dinlerinde kalacaklar, diğer dinlerle diyalog içinde olacaklar, onlardan yararlanacaklar, ama kendi dinlerinde kalacaklar, hayırda yarışa devam edecekler. Onların şeriatlarında bir kavim bir dinden oluşuyordu.
Yeryüzünde lâikliği ilk tedvin eden, akılcılığı getirmek suretiyle teoride Hazreti İbrahim peygamber olmuştur. Düşüncede mistisizmin yerine muhakemeyi ikame etmiştir. Sonra lâiklikte ikinci adımı Hazreti Musa peygamber atmıştır. Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap ettiği için diğer kavimler Yahudi olamıyor. Böylece kavimler arası lâiklik başlamıştır. Üçüncü adım ise Hazreti İsa peygamber tarafından atılmış, o tarikat ile şeriatı birbirinden ayırmış, ‘kralınkini krala verin’ demiştir. Bununla beraber lâiklik ancak Kur’an ile tedvin edilmiştir.
Dinde zorlama yoktur ilkesiyle tüm insanları kendi yaşayışlarında serbest bırakmıştır. Kur’an ile insanlık buluğa ermiştir. Kur’an’dan sonradır ki aynı topluluk içinde değişik mezhep ve sistemler bir arada yaşama imkanını bulmuştur. Aynı sofrada yemek yiyor, değişik din mensupları evlenebiliyor ve bir yatakta yatabiliyordu. İçtihat ve icma sistemi geldiğinden artık yönetim yerinden yönetime dönüşmüş ve tamamen lâikleşmişti. Kişiler dindar, hem de koyu dindar idiler. Ama düzen lâik idi. Çünkü hakemlerden oluşan yargı önünde Adem oğulları eşit kişiliğe sahip idiler; tarağın dişleri gibi birbirlerine eşit olmuşlardı.
Lâikliğin ilkelerini şöyle sıralayabiliriz:
a) İlmi, inanışın önünde tutmak; ilmin verilerine iman etmek.
b) Başkalarının yaptıklarına kişilerin karışmaması, sadece hakemlerden oluşan yargıya karşı sorumlu olmak.
c) Yargı önünde bütün Hazreti Adem soyundan gelenlerin eşit olması.
d) Yönetimde yerinden yönetim yani içtihat ve icmaları uygulamak.
İşte Kur’an’ın getirdiği bu düzen mü’minler tarafından teyit edilir. Kur’an ehli tüm insanları sever, onların kötülükleri ile cihad yapar ama onlarla cidal yapmaz. Bu insanlık sevgisidir ki onları seçilmiş millet yapmış ve insanlığı yönetme görevi ve yetkisini vermiştir. Bu sebepledir ki Kur’an ehli olabilmek için insan olmak yeterlidir. Burada muhatap olan kimdir? Sadece resuldür demek çok hatalı olur. Çünkü aşağıda milletlerine tabi oluncaya dek denmektedir. Demek ki Kur’an’ın bu hükmü Hazreti Muhammed aleyhisselâmın ölümü ile bitmiş olur, Kur’an sadece bir tarih kitabı olurdu. Buradaki “sen” sadece mü’minler bile değildir, bütün Kur’an okuyan insanlardır.
“RIZA” “RIDA’” ile akrabadır. Anne sütünü emen çocuğun duyduğu zevke rıza denir. Memnun olmak, hoşuna gitmek demek olur.
الْيَهُودُ (el YahUvDu) “Yahudiler senden razı olmayacaklar.”
“YAHUDİLİK” Tevrat’ın getirdiği dindir. İsrail oğullarına emredilmiş dindir. Diğer insanlar Yahudi olmakla mükellef kılınmamış, ama Yahudi olanların Yahudiliği de Allah indinde kabul edilmiştir.
“Ellezîne Hâdû” olarak adlandırılan Hazreti Hud peygamberin adı ile aynı kökten gelen bu kelimede muzari sigasıyla isim yapılmıştır. “Yahud” “Yakub” sigasındadır. “Havd” kelimesi “Hady” kelimesi ile akrabadır. “Hadi” kılavuz demektir. “Hayd” veya “Havd” da öncü demektir. Kumlu veya karlı sahalarda kafileye yol açmak için öncü bir grup çıkar. Bunlar teenni ile yavaş yavaş ilerler, yol açarlar. Karı berkerler yahut kürerler. Benzer işlem kumlarda da yapılır. Hazreti Nuh peygamberden sonra gelen Hud, ondan sonra gelen uygarlıklara yol açmıştır. Hazreti Nuh helâk olan kavmin yerine yeni kavim tesis etti. Ondan sonra Akatlar geldi. Akatlar Sümerler’den sonradır. Sami asıllı kavimlerdir. Sonra Semud kavmi geldi. Uygarlık Sümer dilinde gelişti ama Sami kavminden olan Ad kavmi uygarlığa yol açtı. İsrail oğulları da hak uygarlıklara öncülük etmişledir. Onlar yol açtılar, arkasından asıl kafile olan Kur’an ehli geldi. Yahudiler uygarlık yolunu açtılar ama, ondan sonra gelen kafileden hoşlanmadılar. Yol hep kendilerine kalsın istediler.
وَلَا النَّصَارَى (Va Lav elNaÖARAy) “Ne de Nasara senden razı olur.”
“VeLâ el-Nasârâ” değil de “Ve el-Nasârâ” demiş olsaydı, Nasârâ ile Yehud birlikte razı olmamış olurdu. “Lâ” harfi ile Nasârâ da razı olmaz demektir. “Lâ”dan sonra “Len Tardâ” tekrar edilmiş olur.
Hıristiyanların “NASÂR” adını almış olması, Hazreti İsa’nın ‘Bana yardımcı yok mu?’ demesi üzerine ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız.’ demiş olmalarından ileri gelmektedir. Hazreti İsa’nın bunu sorması, onların da ‘Biz Allah’ın ensarıyız, senin değil’ demiş olmaları, Hıristiyanların “en-Nasârâ” olacakları haberidir.
Hıristiyanlar iki bakımdan ensardırlar. Allah’ın yani insanlığın ensarıdırlar. Tevrat hükümlerini tüm dünyaya yayma hizmetinde insanlığa hizmet etmiş oldular. Bir de Kur’an düzenine onlar yol açtılar. Papalık büyük gayret göstererek Hıristiyanlığı insanlığa tanıttı. Onlar sayesinde İbrahimî din her tarafta duyuldu.
Hıristiyanlık bir şeriat getirmedi. Halk şeriat olarak Tevrat’ı veya Kur’an’ı seçmek zorundadır. Kur’an icma ve içtihadı getirdiği için her yere ve zamana uyma bakımından Tevrat’tan çok ileridedir. Bunun sonucu kilisenin öğretileri sonunda halk Hıristiyanlığı değil, İslâmiyet’i seçmektedir. Bu bakımdan da Hıristiyanlar uygarlıkta yardımcı olmuşlardır. 20. yüzyıl uygarlığı Avrupa’nın eseridir. Burada Yahudiler ve Hıristiyanlar görev aldılar. Ama Hıristiyanlar yardımcı olmuşlardır. Sömürü sermayesi kara Avrupa’sında dinsizliği yerleştirmeye çalışmış, saltanatı ve kiliseyi yıkmıştır. İngiltere’de krallık hâlâ yaşıyor, din düşmanlığı da yapılmamıştır. Sömürü sermayesi bunun böyle olmasını istemiştir. Denizaşırı ülkeleri fethederken oraya Tevrat’ı götüremiyordu. Ne yapması gerekirdi? Bir başka dinden yararlanması gerekirdi. Onu da Hıristiyanlık olarak seçti. Böylece 20. yüzyıl uygarlığının beyni Yahudiler olmuşlardır, ama bedeni ve gücü de Hıristiyanlar olmuşlardır. Bu bakımdan da ensardırlar. Gelecekte İslâmiyet’in yayılmasında onların payları büyük olacaktır. Kilise sayesinde Kur’an şeriatı tüm dünyaya kısa zamanda yayılacak, “Adil Düzen” gelecektir.
Ne var ki, Hıristiyanlar da sana tâbi olmak istemezler. Kendi dinlerinde kalmayı ve başka dinde olanların onlara hizmet etmesini isterler. Kur’an ehline karşı bir olurlar. “VeLâ el-Nasârâ” denmiş olması, onların bir olacaklarını gösterir. Irak Savaşı’nda Ankara’da savaş tezkeresi geçmeyince dünya cesaretlenmiş ve Almanlar, Fransızlar, Ruslar ve Çinliler bir olmuş, Türkiye’nin yanında yer almışlardı. Ama ne oldu? Sonra İsrail’in Lübnan’a saldırısında bütün devletler İsrail tarafı oldular, yek vücut olup saldırıyı desteklediler. Çünkü Fransa’da, Almanya’da, Rusya’da ve Çin’de Müslümanlar vardır. Bu Müslümanları sömürü sermayesi kışkırtmakta, Müslümanları devletlerine sorun yapmaktadır. Akılsız Müslümanlar da maddeten ve mânen bu isyanı desteklemektedirler. Sonra da dünya devletlerini birleştirip Müslümanlığa saldırtmaktadırlar.
İşte bugün yaşadığımız, dünyanın ağız birliği edip kapatmalarını bize haber vermektedir. Olayların kendi kendilerine cereyan ettiği sanılmasın. Hepsi Allah’ın bilgisi ve takdiri içinde cereyan etmektedir. Bunların böyle yapmaları gerekir ki, dünyayı yönetme yetkileri olmasın. Biz ise bu devletlere Müslümanların sorun teşkil etmelerine karşıyız. Sıkıntı içinde iseler hicret etsinler, ama orada kaldıkları müddetçe, zalim de olsalar onlara itaat etsinler. Bu bakımdan bu tür provokasyonlara Müslümanların alet olmalarına şiddetle karşıyız.
Ama öbür taraftan da milyarları yöneten bu ahmak yöneticiler de, sömürü sermayesinin bu basit oyununu nasıl bilmez de saldırıyı desteklerler?! Bilirler, bilirler de, karşı çıkmaya güçleri yetmez.
İşte, tüm terör ve isyanların çözüm devası “Adil Düzen”den geçer. Bunların hepsi “Adil Düzen”in gelmesi için gerekli olaylardır. Duamız Hizbullah’ın birkaç Yahudi’yi öldürmesi değil, tüm dünyanın “Adil Düzen”i öğrenmesi ve gereksiz kan akmasının durması için olmalıdır. Abdullah Gül endam göstermek için gezmemelidir, “Adil Düzen”i anlatmak için gezmelidir. Bunun için de Gül ve Tayyip tevbe edip “Adil Düzen”e ve onun ehline dönmelidirler.
حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ (XatTAy TatTabıGa MilLaTaHuM)
“Milletlerine tâbi oluncaya dek senden razı olmazlar.”
Milletlerine tâbi olmak, dinlerine girmek demek değildir. “Mülle” ağzı dikilmiş dolu çuval demektir. “İmla etmek” çuvalı doldurmak, “imlâl etmek” çuvalı ağzına kadar doldurmak demektir. Topluluklar için kullanıldığında en büyük topluluk demektir. Aşiret, kabile, şa’b ve kavimden sonra en üst kuruluş millettir.
“MİLLET” örgütlenmiş nâs, yani insanlıktır. “İbrahim milleti” dediğimiz zaman, örgütlenmiş insanlığı kastetmiş oluyoruz. Bugünkü deyimle süper güç demektir.
Onların süper güçlülüğünü kabul etmedikçe senden razı olmazlar.
20. yüzyılda Hıristiyanlarla Yahudiler bir olmuş, dünyayı emirlerine almış, süper güç olmuşlardır. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra yeryüzünde bu ikilinin dışında süper güç kalmamıştır. Şimdi onlar hep bunu istemektedirler. Keşke adil bir düzenleri olsa, keşke insanlığa saadet getirse de biz de onların süper güçlülüğünü kabul etsek. Bugün bu süper güç ABD’deki sömürü sermayesi olarak görülmektedir. Dünyayı tek güç etrafında toplayıp sömürmek istemektedirler. Bunun için yapmak istedikleri şunlardır:
a) Karşılıksız banka parasını tanrı hâline getirmişlerdir. Her şey para ile alınır-satılır olmuştur. Paranın açmayacağı kapı bırakmamışlardır. Şimdi de dünyayı tek para ile idare etmeye çalışıyorlar. IMF aracılığı ile dünyadaki bütün bankalar ABD Merkez Bankası’nın emrine girmiştir. Oysa ABD Merkez Bankası ABD’nin değil, sömürü sermayesinindir. Böylece dünyayı tek para ile yönetmek istiyorlar.
b) Dünyadaki bütün okulları ve üniversiteleri tek standarda sokmuşlardır. Medreseleri kapattırmış, ilkeldir diye unutturmaya çalışmışlardır. Dünya üniversitelerinde İslâm uygarlığının hakim olduğu dönemi karanlık çağ diye okutmaktadırlar. Tarih İslâm uygarlığının yayıldığı sekizinci asırdan sonra durdurulur, milattan sonra 1500’lerde yeniden başlatılır. Otel odalarında aldıkları kararlarla köydeki Kur’an kursunu bile kapattırır, çocukları Kur’an öğrenemez hâle getirirler.
c) Ordular NATO ve Varşova Paktı gibi gruplara ayrılır. İki tarafı da kendisi finanse eder. İstediğini istediği tarafa saldırtır. Halkı silahtan tecrit eder, eşkıyaları silahlandırır. Hapishaneleri lüks otellere çevirtir. İdam cezasını kaldırtarak katillerin öldürülmesini yasaklatır.
d) Gümrüklerle ve vizelerle insanları birbirinden uzaklaştırır. Ülkelerin sınırlarını savaşla değil, masa başlarında kendileri çizerler.
İşte siz onların hakimiyetini bilâ kaydu şart kabul ederseniz sizden razı olurlar. Yoksa Menderes’te olduğu gibi sizi kullanır, kullanır, sonra asarlar. Mustafa Kemal’i kullandılar, sonra yok etmek için onu tanrılaştırdılar. Adına zulümler yaptılar. Ama Mustafa Kemal onları öyle oyuna getirdi ki, tarihte unutulmayacaktır. Yeni Anadolu’yu 70 milyonluk saf Müslüman halktan oluşturdu.
Şimdi Erdoğan ve Gül ikilisi sömürü sermayesinin güdümünde olan ABD ve Avrupa Birliği’ne yaranacaklarını sanırlar. Onların milletlerine hizmet ettiğiniz müddetçe yaşatırlar, yoksa çukura iterler.
Burada dinlerine girmezsen demiyor, “milletlerine tâbi oluncaya dek senden razı olmazlar” diyor.
II. Abdülhamit onlarla sulh yaptı. İstedikleri toprakları verdi. Batı üniversitelerini Türkiye’ye getirdi ama yaranamadı, Kızıl Sultan oldu! Dinsizlik modası 1900’larda onun zamanında başladı, bize yaradı, içtihat müessesesi ortaya çıktı. Jön Türkler onların has adamları idiler. Meşrutiyeti ilan ettiler. 600 senelik imparatorluğu on senede yıktılar. Ama yine yaranamadılar. Biz kazandık, Kuvva-yı Milliye doğdu. Cumhuriyeti kuranlar her türlü inkılapları onların hatırı için yaptılar, ama yaranamadılar. Bize yaradı, saflaşmış genç bir İslâm devleti doğdu. Celal Bayar bankacılığı, faizciliği getirdi, ama yaranamadı. Biz yararlandık. Muasır medeniyetin fevkine doğru yöneldik. İnönü demokrasiyi getirdi, yaranamadı. Biz yararlandık, demokrasiye kavuştuk. Demokrat Parti her dediklerini yaptı, yaranamadı. Biz yararlandık, Türkiye Müslümanlığını tescil etti. Türkiye’de on yılda bir askeri müdahaleler oldu. Hepsi de yaranamadı. Ama Türkiye gelişti ve bugünkü güçlü devlet oldu. Şimdi de AK Parti el etek öpmekte, ayaklarına kapanmakta, onlara yaranacağını sanmakta. Hayır, onlar intikam alacaklar. Ama bizim lehimize olacak, “Adil Düzen” dışında çıkar yol olmadığını öğreneceğiz.
Hâsılı, Yahudi ve Hıristiyan işbirliğine dayanan bugünkü sömürü sermayesi kimseden razı olmayacak, sonunda yıkılıp gidecektir. Hıristiyanlık değil, Yahudilik değil, sermayenin sömürüsü yıkılıp gidecektir. Belki de sermaye varlığını sürdürecektir.
قُلْ (QuL) “Kavlet.”
Sen ey insan, sen söyle; seni süper güçlerinin hakimiyetine uşaklık etmek için çağıranlara sen söyle, ‘Avrupa müktesebatı’ deyip insanlığı helâke götürenlere sen söyle, inananlara ‘gerici’ deyip dinsizliği ilerilik sayanlara sen söyle. Sen ey Kur’an’a inanmış kimse, sen, özellikle sen söyle…
Çünkü süper güç olma hakkı ve yetkisi demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenine inananların hakkı ve işidir, zalimlerin ve cahillerin işi değildir. Şeriatçı olanların, müslim olanların, hakkı üstün tutanların ve adil olanların kurduğu hükümlerle yönetenlerin hakkıdır. Çoğunlukçu olanların, dinsizlerin, sömürücülerin ve zorbaların hakkı değil. Onun için onlara söyle ve gerçeği anlat.
إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَى “Allah’ın hidayeti hidayettir. Başka hidayet yoktur.”
Şöyle de: Biz sizin milletinize tâbi olalım. Ancak o eğer Allah’ın hidayeti ise, O’nun halifesi olan insanlığa yararlı ise destekleyelim. Bunu nasıl bileceğiz? Elimizde bunu bilmek için iki yol vardır. Biri peygamberlerin öğrettiği yol. Kitapların yolu. İnsanlığı beş bin yıldır yöneten ve bugünkü uygarlığa ulaştıran şeriatı inkar ediyorsunuz. Onu siz öğrenmiyorsunuz, başkalarının öğretmesini de yasaklıyorsunuz. Elinize güç geçti diye kendinizi tanrı sanıyorsunuz. İnsanlığın onlarca bin yıl içinde biriktirdiği uygarlığı, iki asrın meyvesi olarak takdim ediyorsunuz. İkinci yol ise, yine Sümerler’den beri başlayıp çağımıza kadar gelişmiş müsbet ilmin verilerine göre değerlendirelim. İnsanlığın tek dayanağı var, o da insanın insan olarak eşit olması. Dünyanın bütün hukuk kitaplarında çocuk öldürenle büyük öldüren arasında ceza farkı gözetmez. Çünkü insanlar kişi olarak eşittir. Eşitliğin sonucu kısas hakkı doğar. Sen bana tokat atarsan, benim de sana tokat atma hakkım doğar. Kısas dışında adaletin bir mânâsı var mıdır? Sizin varsayımınız nedir? Bizim hukukun temel dayanağı kısastır. Karşılıklı eşit hak ve görevlere sahip olmadır. İnsanlığın çıkarı bundadır. O 30 bin kişi öldürecek ama sen hapishanede eziyet bile yapamayacaksın. Bunu hangi mantıkla izah edebiliriz? Biz falanın veya filanın kadı olmasını değil, kadının adaletle hükmetmesini istiyoruz. Kim arabayı iyi sürecekse o şoför olsun. Bunu Sovyetler yapıyorsa o yapsın, bunu Çinliler yapıyorsa onlar yapsın, zenciler yapıyorsa onlar yapsın. Kim yaparsa yapsın. Bizi ilgilendiren yapan değil, yapılandır. Evet, bunu tesbit edecek olan da ilimdir. Hakemlerin ilme dayanan hükmüdür. Siz kendinizi tanrı koltuğundan aşağı indirin, ondan sonrası kolaydır.
Bu âyet çok önemli bir âyettir. Biz onların süper güç olmasına değil, onların zulmetmesine karşıyız.
وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ (Va LaEiN itTaBaGTa EaHVAEaHuM) “Onların hevalarına tâbi olursan.”
Yukarıdan beri onları topluluk olarak ele alıyor, muhatap tek kişidir. Çünkü onlar, kişileri iğfal etmeye, onları kullanmaya çalışırlar. İnsanlarla ayrı ayrı görüşürler. Kendilerini merkez yapıp birbirleri ile irtibat kurdurmazlar. İnsanlığa hizmet vermenin bir şartı da açıklıktır. Kur’an hakkın cemaatçe tavsiyeleşmesini emretmiştir. Sabrın cemaatçe tavsiyeleşmesini emretmiştir. Kapalı toplantıları yasaklamış, danışmayı topluca yapmayı emretmiştir. Yani, kişilerle ayrı ayrı değil, birlikte meşveret yapılmalıdır. Şura beynehüm olmalıdır.
Halbuki onlar kişileri parça parça muhatap almak isterler. Onun için burada her birimize ayrı ayrı nasıl davranmamız gerektiğini öğretir. Burada önemli bir husus vardır. “Onların hevalarına tâbi olursanız” deniyor, “onlara tâbi olursanız” denmiyor. İyi iş yapsınlar, biz onlara tâbi olalım. Birr ve takvada herkesin yanındayız, ism ve udvanda uzaktayız. Onların isteklerine tâbi olma yasaklanmıştır. Yoksa onların yaptıkları işlerde onlara tâbi olmayacağız diye bir şey yok. AB süper güç olmak istiyorsa, kendi sözleşmesini hazırlar. Şartlarını ortaya koyar. Ondan sonra o şartları kabul eden herkes bir günde kabul sözleşmesine imza koymakla onlardan olmalıdır. Eksiklikler içeride birlikte tamamlanır. Birisi Müslüman olmak istediği zaman içkiyi bırak, ondan sonra Müslüman ol demiyoruz, Müslüman olduktan sonra şunu yapman gerek diyoruz. Yapmazsa da çıkarmıyoruz. Düzen varsayımlarla oluşur. Varsayımlar ispatsız kabul edilir. Eğer varsayımlara çoğunlukla uyuluyorsa o varsayımlara dayanan sistem kabul edilmiş olur. Çok sistemler varsa, hangisinin varsayımları az ama çözdüğü problemler çoksa, o düzene uyulur. Bu sistem ilmî sistemdir.
Varsayımlara dayanmadan aklına geldiği gibi yazmak, heva ile hareket etmektir. Bizim ceza hukukunun temeli kısastır. Kısas afv ile, hata ile, başka sebeplerle diyete dönüşür. Diyetin miktarını bir insanın ortalama çalışma yıllarında alacağı ücretle tesbit ediyoruz. Kasten öldürmede 66, hataen öldürmede 33 yıllık ortalama ücret diyoruz. Siz ise adam öldürene 18 sene hapis. Niçin? Hevaları öyle istiyor.
بَعْدَ الَّذِي جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ (BaDa elLaÜIy CAEaKa MiNa eLGiLMi) “İlim sana ciet ettikten sonra.”
Dikkat edilsin, burada ‘sana kitap geldikten sonra’ yahut ‘resul geldikten sonra’ denmiyor. Yine ilim gelmeden önce hevalarına uyulmasını yasaklamıyor, ilim geldikten sonra yasaklıyor.
“Adil Düzen”i öğrenmemiş olanların “Adil Düzen”e karşı olmaları mazur görülebilir. Deniz Baykal’a, sen niçin “Adil Düzen”e inanmıyorsun denemez. AK Parti içinde de “Adil Düzen”i bilmeyenler olabilir. Onlar mazurdurlar. Ama Erdoğan, Gül ve Arınç “Adil Düzen” gölünde doğup büyüdüler Gerek Akevler, gerekse Millî Görüş ile yakın ilişkileri olmuştur. Bunlara ilim geldiği halde, hâla Yahudi ve Hıristiyanların hevalarına uyuyorlar. Dinlerine uyuyorlar demiyoruz, ilimlerine uyuyorlar demiyoruz; hevalarına uyuyorlar. İşte bunlar için mazeret yoktur. Tabii bu ifade AK Partililerin bir kısmı için doğrudur. ANAP’tan gelenlerin bazıları bilmeyebilir. Ama ANAP’tan gelip şimdi bakanlar koltuğunda oturan bakanlar vardır ve onlar Akevler ile ilişkilidirler. Mazeretleri yoktur. Başka kimin mazereti yoktur. Saadet Partililerin asla ve asla mazeretleri yoktur. Partimiz kapanır deyip “Adil Düzen”i bırakanlar bu âyeti ezberlesinler ve her gün vird yapsınlar, uçurumdan kurtulabilirler. Biz kimseye kendi görüşlerimizi empoze etmiyoruz. Bizim istediğimiz, bizim gibi her söze kulak verip ondan sonra ahsenini ilim yoluyla bulup ona tâbi olmalarıdır. Bu husus Akevler’de Adil Düzen Çalışanlarını ilgilendirir. Siz diğerleri gibi değilsiniz. Allah size bu ilimleri vermekle sizi seçmiş bulunuyor. Onların heva ve heveslerine uyamazsınız. Özel hayatınızı da “Adil Düzen”e göre ayarlamanız gerekmektedir.
Bugün kendi işyerimizi kuramamış bulunuyoruz. Dışarıda iş yapmak zorundayız. Ama Adil Düzene göre aşiretimizi oluşturmak durumundayız. Adil Düzene göre işyerimizi oluşturmak durumundayız. Yapmazsak sorumluyuz. Başkalarından farklı olarak sorumluyuz. Çatalca’daki sitemizi Adil Düzen içinde oluşturmalıyız.
Bunların hepsi Adil Düzen muhasebesini kurmamıza bağlıdır. Sorumluluğumuz büyüktür.
Bu sorumluluk şimdilik üçümüzün; Süleyman Karagülle, M. Lütfi Hocaoğlu ve Taha Özket üzerindedir. Süleyman Akdemir de mâli bakımdan ortaklar bularak desteklemekle yükümlüdür. Yenibosna’daki arkadaşlar bunları desteklemelidirler. Yoksa Allah hepimize ayrı ayrı hitab ederek diyor ki;
مَا لَكَ مِنْ اللَّه (MaV LaKa MiNa elLAHi) “Allah’a karşı senin yoktur, olmayacaktır.”
Demek ki, Allah bize ilim vermiştir, muhasebe ilmini vermiştir. Artık heva ve hevesçilerin uydurma kayıtlarıyla, sahte rakamlarla yaşayamayız. Muhasebemiz bizim hayatımızı artık denetim altına almalıdır. Aldığımız maaşlar, yaptığımız masraflar Adil Düzen muhasebesinde yer almalıdır. Allah’ın bize verdiği bu nimeti değerlendirmek bize farzdır. Bunun dışında Yasin, Selim, Hikmet, Zübeyr, Kübra, Ayşenur, hattâ Tarık da artık öğrenme sorumluluğundadırlar. Allah verdiği nimetlerden hepimizi sorumlu tutmaktadır.
Hakan da artık ahşap evin sorumluluğunu yüklenmelidir. Yaşar Gönül altı aydan fazladır bizimle beraber oldu, vâdi bu kadardı, doldu; ama yeni vaatte bulunmalıdır. Haftada bir gününü, eli kanda da olsa bu çalışmalara vermelidir. Çünkü onsuz yapamayacağımız işler vardır. Bu bir gün ona zekat olacaktır. Yani, haftanın altı gününde faizli, rüşvetli iş dünyasında yaptığı işlerindeki kirliliği giderecektir.
Hâsılı, her birimiz bize düşeni yapmak zorundayız. Bir şeye başlamadan önce o sünnet olur, nafile olur. Ama başladıktan sonra artık o farz olur. Şuru’ nezir gibidir, ikmal edilmesi gerekir. Mesela, Yasin’e doktora yapmak farzdır. Özket ailesine marketi işletmek farzdır. Çalışır hâle geldikten sonra devredebilirler. Reşat Erol ve ailesine bu notları tashih edip yayınlamak farzdır; tâ ki bunları yapan başkalarını yetiştirsinler…
مِنْ وَلِيٍّ (Min VaLiyYin) “Velilerden birini bulamazsın.”
Allah her birimize ayrı ayrı hitap edip demektedir. Bana demektedir. Sana ilim geldikten sonra, Yahudilerin ve Hıristiyanların milletine tâbi kılmak isteyenlerin heveslerine uyarsan kendine bir veli bulamazsın.
“VELİ” arka demektir. Seni çöküşten koruyacak birini bulamazsın. Yani, onların milletlerine tâbi olsan da kurtulamazsın. Batı uygarlığı nedir ki? Anayasamızın teminatı olan İstiklâl Marşı’mızda dendiği gibi ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.’ Âkif bu sözü İstiklâl Savaşı kazanılmadan önce yazdı, Meclis kabul etti. Ayrıca ‘Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl’ dedi. Onlara tâbi olanlar göçüp gitti, ama Müslümanlar vardır.
Sovyetler’de camiler kapatılmış, ezanlar susturulmuş. Her gün her araçla dinsizlik empoze ediliyordu. Ne oldu? Şimdi sadece Kırgızistan’da yeni inşa edilen 2000 cami vardır. Sosyalizm ise çöküp gitti. Kapitalizmin adı var, kendisi yok. Kapitalizmde merkez bankaları sermayenin elindedir. Sosyalizmde devletin elindedir. Kapitalizmde kamu payı yüzde elliden aşağıda, sosyalizmde yukarıdadır. ABD artık kapitalist bir ülke değil, sosyalist bir ülkedir. Sadece devletin patronu ordu değil de, sermayedir. Ama o sır da çözülüyor. Ordu ile sermaye arasına kara kediler girmiştir. Bunların arkasından gidenler serabın peşinde koşuyorlar. ABD’nin süper güç olması 11 Mart tezkeresi ile bitti. Hâlâ onları memnun etmek isteyenlerin aklına şaşmak gerekir…
وَلَا نَصِيرٍ(120) (Va LAv NaÖIyRın) “Ne de bir nâsır bulamazsın.”
“NÂSIR” düşmana karşı yardımdır. “Avn” işlere karşı yardımdır. “Velayet” her hususta koruyucu ve yardımcı olmaktır. Onlara söyleyeceklerimiz şunlardır:
a) İlimde her söze kulak vereceğiz, sonra aklımızla en iyisini bulup ona tâbi olacağız. Herkes kendi içtihadına uyacak, yerel yönetimler kendi içtihatları ile amel edecektir.
b) Dinde bizi sevmeseler de, biz herkesi seveceğiz. Din muhabbete dayanır. Dinde zorlama olmaz.
c) Ekonomide iyilikte birbirimizle yardımlaşacağız, kötülükte yardımlaşmayacağız. Çıkar paralelliği olan işleri yapacağız. Çıkar çatışmasından kaçınacağız.
d) Yönetimde adil olacağız. Yakınımız da olsa, dindaşımız da olsa, taraf tutup zulüm yapmayacağız.
Bunlarda varsanız, önemli değil, iktidarda siz olun. Ama yoksanız, sizin heva ve heveslerinize biz tâbi olamayız. Daha doğrusu her birimiz böyle demeliyiz.
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ (elLaÜIyNa EAvTaYNaHuMu elKiTABa) “Kitabı ita ettiğimiz kimseler.”
“KİTAB” yazı demek değil, yazılı hukuki bağlayıcılığı olan belgedir. Siz oturup bir tarih yazsanız ve tarih kitabında filandan şu kadar lira borç aldım deseniz, o sizi mahkemeye verip borç verdim diye isteyemez. Ama ona mektup yazarak, ‘sizden aldığım bin liralık borcu ödemeyeceğim’ deseniz, bunun hukuki geçerliliği vardır. İşte bu mektup kitaptır. Bütün yazılı sözleşmeler kitaptır. Kanunlar da bu sebeple kitaptır.
Kendi topluluklarını yazılı sözleşmelere dayandıran topluluklar ehli kitaptır. Bunun dışında Allah’ın inzâl ettiği kitaba sahip olanlara kitap verilmiştir (Kitap ita ettiğimiz kimseler). Onu Allah kelamı kabul ettikten sonra, o da Allah ile yapılmış sözleşmedir. Bundan dolayıdır ki, her dine mensup olanlar kendilerine verilenen kitabı okumakla yükümlüdür.
Buradaki “el” ahd için olabilir. O zaman kastedilen sizlersiniz, “Adil Düzen” sahipleridir. Kur’an’ı kendilerine nâzil olmuş kabul edip okuyanlardır. Tabii ki o zaman herkes kendilerini muhatap kabul ederek kendilerine kitap verilenleri kendileri kastetmiş olur. Nasıl ‘sen’ zamiri hâstır, istiğrak için değildir, ama değişik kimseler için söylenirse; harfi tarifte de böyle özellik vardır. Hâssaten Kur’an bu şekilde anlaşılmalıdır. Herkes Kur’an’ı şimdi kendilerine nâzil oluyormuş gibi kabul etmelidirler.
“Ellezine” istiğrak için de olabilir. Yalnız buradaki istiğrak cemaatlerin istiğrakıdır, kişilerin istiğrakı değildir. “El-Alîmun” dediğimiz zaman, âlimler topluluğu anlaşılır, âlimler çokluğu anlaşılmaz. Bütün fertleri ayrı ayrı içermez. Bu takdirde tarif lamı ahd içindir. Belli bir âlimler topluluğu kastedilmiş olur. “El” istiğrak için gelmişse, bütün âlimler topluluğunu içerir, âlimleri içermez. “el-Ulemâ” dediğimiz zaman bütün âlimleri ayrı ayrı kastetmiş oluruz. Yani, cem’in istiğrakı müfredin istiğrakından daha az kişileri kapsamış olur. Yani, kendilerine kitap verilenlerin hepsi kendilerine verilen kitapları hakkın tilavetiyle tilavet ederler. Bunun için cemaate mensup olanların hepsinin okumaları gerekmez. Tilavet farzı kifaye olabilir.
يَتْلُونَهُ (YaTLUvNaHUv) “Onu tilavet ederler. Kendilerine kitap verdiklerimiz onu okurlar.”
Bu bir haberdir. Sadece emir değildir. Allah öyle bir kitabı göndermiştir ki kimse okumasın. O’nun cemaati olmuşlarsa onu okumuşlardır. Öyle peygamber gelmiştir ki, kimse ona inanmamıştır. Tebliğ vazifesini yapmış ve gitmiştir. Ama öyle bir kitap nâzil olmamıştır ki, cemaati olmasın ve o cemaat onu okumasın.
İlk defa kitaba inananlar ona sarılmışlardır. Allah bir kitabı gönderiyorsa, aynı zamanda onu okutacaktır da. Bu ifade Kur’an için çok önemlidir. Allah madem ki Kur’an’ı her asır yeniden inzâl ediyor, onun mü’minleri onu hakkıyla okuyacaklardır demektir. Kur’an değişik safhalar geçirerek bugünkü duruma gelmiştir.
Kur’an Mekke’de okundu, Medine’de yazıldı, halifeler zamanında toplandı. Emeviler zamanında harekelendi. Kıraat ilmi doğdu. Abbasiler döneminde fıkıh yönüyle yorumlandı. Türklerin hakim olduğu zamanda kelama göre yorumlandı. Selçuklular zamanında tasavvufa göre yorumlandı. Kur’an her çağda uygarlığın gelişme dönemlerindeki yönüyle ele alındı. Bugün de Adil Düzenciler onu müsbet ilim yönüyle yorumlamaya başlamışlardır. Yani, Kur’an 1400 kusur senedir hakkıyla tilavet edilmektedir.
Burada fiil muzaridir. ‘Okudular’ demiyor, “okuyacaklar” diyor. Bu haber 1400 yıldır doğru çıktı. Bugün de ilme göre tilavet edilmektedir. Gelecek çağlarda da tilavet edilemeye devam edecektir. Hiçbir baskı ve oyun onun tilavetini durdurmayacaktır. Onlar Kur’an’ın okunmaması için ne gibi tedbirler almaktadırlar?
Küçük çocukların aklını bozar, dolayısıyla okunmasın! Amerika’daki otel odalarında Türk çocuklarının zekasını düşünüyorlar da, Kur’an okumayı yasaklıyorlar. Alfabeyi değiştirirler, medreseleri ve tekkeleri kapatırlar. Sonra ne olur? Bu zulümleri rahmet olur. Önceleri Kur’an’ı yalnız sevap olsun diye mânâsını anlamadan Arapça okuyup geçiyorlardı; şimdi mealsiz Kur’an basılmaz oldu. Türkiye’de bugün Kur’an mealli tefsir ile okunuyor mu? Okunduğuna göre, bu demektir ki, Kur’an’ın bir mucizesi daha ortaya çıkmıştır.
حَقَّ تِلَاوَتِهِ (XaqQa TiLAvVaTiHi) “Tilavetin hakkı ile tilavet ediyorlar, edecekler.”
“TİLÂVET” kıraatten farklıdır. Kıraat, daha çok ezbere okumadır. Kendi kendine okuma da kıraattir. “TİLÂVET” ise kitaptan okuma ve başkalarına okumadır.
“HAKKIYLA TİLÂVET” demek, gereği gibi okumadır. Hakkıyla tilâvet için şu yollar izlenir:
a) Önce kitabın yazısını, kıraatini, dilini ve tefsir kurallarını öğrenirler. İlk dört asırda bunların tamamı hakkıyla yapılmıştır. Kur’an değişmeden bize ulaşmıştır. Şimdi bizim için hakkıyla kıraat etmek demek, Kur’an’ı bütün sünneti, fıkhı ve tarihi ile öğrenmektir. Bize bu düşer. Hakkıyla tilavet budur.
b) İkinci görevimiz, Kur’an’dan çağımızın sorunlarını çözecek hükümleri istidlâl etmek, içtihat yapmaktır. Hakkıyla tilâvet demek, Kur’an’ın bugün bize ne yapmamızı emrettiğini ele almak demektir. Kur’an’a sormalıyız: Ne yapalım? Yenibosna’da ne yapalım? Marketi ne yapalım? O bize cevap verir.
c) Üçüncü görevimiz, Kur’an’dan yaptığımız içtihatları amelî hâle getirmektir. Onu yaparsak hakkıyla tilavet etmiş oluruz. İlim amel içindir. Kur’an’ın dedikleriyle amel etmeyenler onu hakkıyla tilâvet etmiş olmazlar. Biz Akevler Ekolü olarak hem tilâvet etmeye, hem de amel etmeye çalışıyoruz.
d) Dördüncüsü ise, Kur’an’ın mucizelerini ortaya koyup insanlığa mucizeleri ile birlikte onu ulaştırmak. Bunu nasıl yapacağız? Para kazanmak için ilim yapılmaz. Ama ilim yapanları desteklemek gerekir.
Bütün bunları yapabilmemiz için Kur’an’ın emrettiği namazlara başlamamız gerekir.
أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ (EuLAEiKa YuEMiNUvNa BiHiy) “İşte onlar onunla iman ederler.”
“İman etmek” güven altına almak demektir. Kendinizi onunla güven altına alırsınız, başkalarını onunla güven altına alırlar. Mü’min İslâm’ın polisidir. Tüm insanlığı güven altına almıştır. Peygamber çok açık olarak ifade etmiştir: ‘Müslim kimdir?’ demişler, o da cevap vermiş; “Müslimlerin elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir.” Yani, barışçı kimselerdir. Hakemlerden oluşan yargı kararlarının infazı dışında kimseye zarar vermezler, kendileri de yargı kararlarına uyarlar. Yine, ‘Mü’min kimdir?’ diye sormuşlar, o da cevap vermiş;
“Nâsın malları ve canları kendisine emanet edilen kimse mü’mindir.” Yani, askerlik görevi gören, jandarmalık görevi gören kimsedir. Peki, insanlığın güvenini nasıl sağlarlar, silahları nedir, güçleri nedir?
Güçleri Kur’an’dır. Kur’an’la elde ettikleri güçle yeryüzünün güvenini sağlarlar.
Zamir hakkı ile tilâvete de gidebilir. Yani, Kur’an’ın kendisi değil de, onun hakkıyla tilâveti, yani uygulaması onlara güç verir ve onunla güvenliği kurarlar. Bunu hep hatalı yorumlamaktadırlar. “Bi”yi zaid kabul edip Kur’an’ın güvenliğini sağlarlar diyorlar. Oysa, “Kur’an’ı biz indirdik, onu biz koruyacağız.” âyetiyle, böyle bir görev mü’minlere verilmemiştir. Mü’minlerin görevi silahla Kur’an’ın güvenini temin etmek değil, Kur’an’la insanlığın güvenini temin etmektir. Kur’an’ı hakkıyla okuyanlar bu güce erişirler. Kendilerinin silah kullanmasına gerek kalmaz.
Adil yargılama sistemi güvenlik için yeterlidir. Eğer halk mahkemelerin verdiği kararların adil olduğuna inanmışlarsa, yüzde doksan dokuzu ona itiraz etmez, idam sehpasına bile kendi isteğiyle gider. Yüzde biri yargı kararlarına karşı çıkmak istese bile, buna cesaret edemez. Silah kullanmaya gerek kalmaz.
Hükmetmek, sadece hakkı beyan etmek demektir. Hakemler uygulamaya karışmazlar. Bugün hakimler de karışmıyorlar. İnfaz yargının işi değildir. Demek ki, kitabı hakkıyla okuyanlar sorunlarını silahsız çözerler.
Kitapların öyle bir gücü vardır ki, tarihte hep peygamberler galip geldiler, ve onların silahları yoktu. Sadece kitap onların silahı olmuştur. Hakkıyla okudular ve o sayede galip geldiler. Galibiyetleri on binlerce yıl sürmektedir. Silah zoruyla galip gelenler 70 yıl içinde bittiler. Bunun en yakın örneği Bediüzzaman’dır. Risaleleri okuyanlar Kur’an’ın sesini dünyaya ulaştırıyorlar. Kur’an’ın hakkıyla tilâvetinin bir mucizesidir bu.
Şimdi Adil Düzen Çalışanları bu tefsir dersleri üzerinde duracaklar, hakkıyla Kur’an’ı okuyacaklar ve bu sayede dünyanın güvenliğini sağlayan “Adil Düzen”i kurmuş olacaklardır. Bazı farkları belirtmek gerekir.
Ben bunları yazdığımda bir daha okumuyorum. Benim yazdıklarımı ben bile okuyamıyorum. Reşat ve ailesinin çalışmaları, Özket ailesi ve diğer arkadaşların katkıları ile bu şeklini alıyor. Benden sonra ne olacaktır?
Âyetler bu minval üzere yorumlanacaktır. Benim yazdıklarımdan yararlanacaklar ama, onlar kendileri yazacaklardır. Yani, siz kendiniz yazacaksınız. Kur’an her gün yeniden insanlara hitap edecektir. Eskilerin söyledikleri nakildir. Bizim yaptıklarımız bizim için içtihattır. Bizden sonra gelenler için ise nakildir. Onlar bizim içtihatlarımızla amel edemezler. Biz de geçmişlerin içtihatları ile amel edemeyiz.
Siz Yenibosna’nın müdavimleri! Eğer bu anlayışı yerleştirirseniz, size yeter de, artar da...
Belki hareket başarısızlığa ulaşacaktır… Belki muhasebe kurulamayacaktır… Belki ahşap evler kalacaktır... Belki akbesi sitesini yapamayacaksınız... Ama ben inanıyorum ki; sizler bu anlayış yani metodolojide başarılı olacak ve kendi içtihadınızla amel etmeyi başaracak, yani, Kur’an’ın hakkıyla tilâvetini başlatmış olacaksınız. Bu başarı size de yeter, bize de yeter. Ancak, bunları başarmamız için; market için, ahşap evler için, Çatalca için; en önemlisi, muhasebe için var gücünüzle çalışmalısınız…
وَمَنْ يَكْفُرْ بِهِ (Va MaN YaKFuRu BiHIy) “Kim onunla küfrederse.”
Kur’an nâzil olduğu zaman Araplar dilde hiçbir rekaket bulamadılar. Bu yanlıştır, şu eksiktir diyemediler. Ama birçok kavramları kendilerine göre anladılar. Mesela, kitap ve küfür kelimeleri yan yana gelince, keferahu, onu gömdü demektir. “Kefera’l-hıntata” demek, buğdayı toprağa gömdü demek olur. Hintayı sabanla toprağa küfretti demek, buğdayı sabanla ekti demek olur. Âhireti ile güvene almanın mânâsı vardır. Âhiretin teminatı insanları dünyada güven altına alır. Âhiret ile küfretmeyi nasıl yorumlayabiliriz?
Âhiret yoktur demek, onun yokluğu ile gerçekleri kapatmak da âhiret ile küfürdür. Allah yok deyip hakikatleri ortadan kaldırmak, Allah ile küfür olur. Burada Kur’an ile küfürden bahsedilmektedir. Kur’an Allah’ın kitabı değildir deyip insanları saptırmak, Kur’an ile küfür olduğu gibi, onu tahrif ederek müteşabihleri ayrı, muhkemleri ayrı yorumlamak da Kur’an ile küfür olur. Mealleri Kur’an yerine ikame etmek, meallerle Kur’an’ı örtmek demek olur. Kendisiyle kendisini örtmek olur. Küfür nankörlük şeklinde de anlaşılabilir. Onun nimetlerini inkar demek, kötüye kullanmak, onu hakkıyla tilâvet etmemek, ona tekfir etmektir. Yani, kimler Kur’an’ı hakkıyla okumazlarsa, onların akıbetleri kötüdür. İşte onlar hasîr olmaktadırlar.
فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ(121) (Fa EuLAeiKa HuMu elPavSirUNa) “İşte onlar hasîrdirler.”
Kendilerine kitap verildiği halde onu hakkıyla tilâvet etmeyenler hüsrana uğramışlardır.
Birinci Kur’an uygarlığı 1400 yıl sürmüştür Bunun ilk 400 yılı gelişme dönemi, içtihat dönemidir. Sonra gelen 600 yıl da duraklama dönemidir. Yeni içtihatlar yapmadılar, ama yine şeriata göre amel ettiler. Uygarlığı o 400 yıllık oluşum üzerinde kurdular. Günleri Kur’an’ı anlama ile değil de, uygulama ile geçmiştir. Büyük başarılara ulaştılar. Ama yeni hamle yapamadılar. Son 400 yıl da gerileme dönemidir. Bu dönemde içtihadı bırakıp kanunlar yapmaya başladılar. Bizanslıları taklit ettiler ve tarih oldular.
Bununla beraber 20. yüzyıl kıpırdanma yüzyılıdır. Hele 1950’den sonra Müslümanlar artık Kur’an’a sarılmaya başladılar. Yasaklar ve baskılar onları yıldırmadı. 28 Şubatçıların etkisi oldu ise de, o da bize anayasa ekseriyetini kazandırdı. Mü’minler gevşediler ama, bu sefer de, iktidarın heybeti müslim olmayanları da Kur’an’a yöneltti. Açık kadınlar bile Allah’tan ve âhiretten söz etmeye başladılar. Hüsran böylece sona erecektir.
Not:Her hafta yarım sahife yorumluyoruz. Bu haftanın istiabında iki âyet daha vardır. Bu iki âyete çok benzeyen iki âyet bundan önce de geçmişti. Şimdi hiç yorumlamasak da olur. Yahut ikinci defa gelmiş olması önemine binaendir. Bir hafta onun üzerinde durabiliriz. Âyetler böyle yazılı kalsın, gelecek hafta tamamlamış olalım.
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ(122) وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(123)
ADİL DÜZEN 374
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 36. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِي(40)
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ(47)
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ(122)
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(48)
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ(123)
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ (YAv BaNIy EiSRAEIyLa) “Ey İsrail oğulları!”
Bu ibare Kur’an’da beş defa geçmekte, üçü bu sûrede bulunmaktadır. Biri Tâhâ Sûresi’nde Hazreti Musa’ya vahyedilmeler arasındadır. Bu sûrede olanların özelliği, hitabın doğrudan İsrail oğullarına ait olmasıdır. “Kul/söyle” kelimesini getirmeden, doğrudan “Ey Adem oğulları” gibi, “Ey İsrail oğulları” diye başlamaktadır.
Böylece Kur’an’da bir kavme tahsis edilmiş bir bölüm ayrılmış bulunmaktadır. İnsanlara hitap ettikten sonra, “Ey Adem oğulları” hitabının arkasından, “Ey İsrail oğulları” hitabına başlamaktadır. Birkaç âyet sonra aynı hitabı tekrar etmektedir. Sonra İsrail oğullarını muhatap alarak 12 sahife kadar kısmını Tevrat’ın devamı gibi İsrail oğullarına hitab ile tahsis etmektedir. Bu durum, büyük Kur’an’ın ilk ve en büyük sûresi olan Bakara’nın dörtte birini içermekte, Kur’an’ın ise ellide birini kapsamaktadır. Yani, Kur’an’ın yüzde ikisi Tevrat’ın devamı olarak inmiştir. Onlara hitap etmektedir. Bu bölüme “Ey İsrail oğulları” ile başlamakta ve “Ey İsrail oğulları” ile bitirmektedir. Arada cümle-i mu’terize gibi mü’minlere hitap ettiği de olmaktadır.
Müzzemmil Sûresi’nde, biz size Firavun’a gönderdiğimiz resul gibi bir resul göndereceğiz denmiştir.
Tevrat Kur’an’ın öncüsüdür. Kur’an’ın ilk uygulaması, Kur’an inmeden önce Tevrat hükümleri ile gerçekleşmiştir. Kur’an’ın ikinci uygulaması Hazreti Muhammed aleyhisselâmın sünneti ile O’nun zamanında gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, diğer peygamberlerden söz ederken, İsrail oğullarını kavim olarak seçmiştir. Bu bölüm İbraniceye tercüme edilerek Tevrat’a eklenmeli ve Kitabı Mukaddes’in bir eki olmalıdır.
Kur’an insanlığı kavimler olarak ele almıştır. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın Kur’an’ı getirmesi bakımından tüm insanlara rehberdir. Ama Kur’an tüm insanlığa birden hitap etmez, kavimlere ayrı ayrı hitab eder. Yâsin Sûresi’nde “Li Tünzira Kavmen” denmiştir. Kavim nekiredir. “Li Tünzira en-Nâse” denmemiştir.
Kur’an insanlığa beşir ve nezirdir ama, her resul kendi kavmini onunla inzâr edecektir.
Nasıl İsviçre Medeni Kanunu ile Türk Medeni Kanunu aynı metindir, ama biri Türkçe diğeri Fransızcadır ve her ulusta yürürlükte olan kendi kanunu böyle ise; Kur’an da böyledir. Her ulus kendisi içtihat yapacaktır ve kendi yorumları ile Kur’an’ı uygulayacaktır. O halde insanlığın temel organizasyonu kavimdir.
İsrail oğulları da bir kavimdir; örnek kavimdir. Kur’an’ın usûlü, her konuda birer örnek vermesidir. Haram olan hayvanlardan yalnız domuzdan bahsedilir. Haram olan içkiden yalnız üzüm şarabından bahsedilir. İki örnek verilmez. Diğerleri ona kıyas yapılır. Çünkü zikredilenler ölçü birimidir. Nasıl bir ülkede iki çeşit kilo veya iki çeşit metre kullanılamazsa, bir hukuk düzeninde de iki örnek verilemez. Kur’an örnek kavim olarak da İsrail oğullarını seçmiş ve Kur’an’da o kavmi muhatap almıştır. Başta Araplar olmak üzere başkalarını doğrudan muhatap almamış, insanlık içinde onları muhatap almıştır. Burada akla gelecek bir suali cevaplandırmamız gerekir. Bizim yaptığımız istidlâle göre bir kavim 30 milyondan aşağı olmamalıdır. Oysa İsrail oğulları bunun üçte biri nüfusa sahiptir. Nasıl oluyor da onlar kavim olarak alınmaktadır. Bunun birkaç izahı vardır.
a) İsrail oğulları geçmişte otuz milyon idiler, gelecekte de olacaklardır. Dolayısıyla kavimlik vasfını koruyacaklardır.
b) İsrail oğulları otuz milyon değilseler de, dünyadaki masonların sayıları eklenince otuz milyon olmuşlardır. Otuz milyonun içinde zimmiler ve köleler de dahil olduğundan, İsrail oğulları ırk olarak değil de, kavim olarak otuz milyonun üstündedirler.
c) İnsanlar aşiret hayatı yaşarken kendilerini koruyamadıkları için kabile (bucak) hayatına geçtiler. Yetmedi, şa’b (il) durumuna geldiler. O da yetmedi, kavim (devlet) aşamasına ulaştılar. Ondan sonra imparatorluklara geçildi, insanlığa ulaştı ama, daha çok güçlenemediler; aksine zayıf kuruluşlara doğru gittiler. O halde kavim en güçlü kuruluştur. Özel olarak ulusu adlandırdığı gibi, ortak isim olarak da diğer kabile ve şa’be de kabile ıtlak olunur. Kendi dili olan topluluk ulusluk vasfını koruyorsa, devlet olmasa da kavim olmayı korur.
d) İsrail oğulları seçilmiş bir kavim oldukları için otuz milyondan az olsalar da, istisnai olarak kavimlik vasıfları korunmuştur. Kur’an’da örnek seçilirken en zayıf olan ele alınır. İsrail oğulları kavim olmanın asgari şartlarını taşımaktadır. 30 milyon ile 100 milyon arasında olmak normal kavimler için şarttır. Aile de en az üç kişi kabul edilmiştir ama, henüz çocukları olmamış evli çiftler de aile sayılır. Anormal ailedir. Böyle anormal kavim de olabilir. Nüfus azlığı başka taraflarının üstünlüğü ile dengelenir.
اذْكُرُوا نِعْمَتِي الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ (EuÜKuRUv NıGMaTıYa elLATIy EaNGaMTu GaLaYKum)
“Size in’am ettiğim nimeti zikredin.”
Bu ibare her üç âyette de geçmektedir. Onlara yaptığı en büyük fadl Kur’an’da kendilerine özel yer vermesi, kavim olarak hitap etmesidir. Ama İsrail oğulları diğer kavimlerden tafdil edilmişlerdir.
a) Kur’an’dan önce şeriat hükümleri içeren kitaplar İsrail oğullarına gelmiştir. İnsanlık İsrail oğullarının kitapları ile şeriatı öğrenmiştir. Hazreti Nuh Peygamber zamanında gelen şeriatlar vardı ancak o şeriatlar sünnet benzeri şeriatlar idi. Yöneticileri de bağlayan ilk kitap Tevrat olmuştur. İsrail oğullarının bu kitabı yine İsrail oğullarından çıkan Hazreti İsa tarafından beşerileştirilmiştir.
b) Hazreti Musa, Hazreti İsa, Hazreti Davut gibi büyük uygulayıcı peygamberler İsrail oğullarından gelmiş, kavim peygamberler kavmi olmuştur. Gerçi her kavme peygamber gelmiştir ancak, örnek kavim oldukları için onların peygamberleri tüm insanlığa örnek olmuşlardır.
c) İlimleri öğrenme, onları değerlendirme, dünyaya yayma ve ilmî araştırmaları finanse etme bakımından diğer kavimlerin ilerisinde olmuşlardır. Bu durumlarını Kur’an’dan sonra da korumuşlardır. Bugünkü müsbet ilimlerin ulaştığı seviye İsrail oğullarının katkıları ile oluşmuştur. Abbasi medreselerine de katkıları vardır. İslâmiyet’e bu nedenle birçok İsrailiyât girmiştir.
d) Ticarette daima en üstün rol oynamışlardır. Tarımı ve sanayiyi bilmeyen İsrail oğulları, çobanlığı da bırakınca, geçimlerini ticaretle sağlamışlardır. Tarım döneminde ticaretin önemi yoktu. Ama sanayi döneminde ticaret rızkın onda dokuzu olmuştur. Buna dayanarak da dünya ekonomisinin onda dokuzunu hâlâ ellerinde bulunduruyorlar.
İşte, İsrail oğullarına Allah’ın verdiği nimetler bunlardır. Bu nimetler onlar için kıyamete kadar devam edecektir. Allah onlara ‘bunu hatırlayın’ diyor. Çünkü Allah verdiği nimetlere karşı şükür ister. O şükür de onu yerinde kullanmaktır. Göz vermişse şükrü görmektir. Kulak vermişse şükrü işitmektir.
İsrail oğulları verilen nimetleri doğru kullanmalıdırlar. Bunun için onlardan istenen nedir?
a) Tevrat’ı tahrif etmeden, -onun getirdikleri ile Kur’an’ın getirdikleri aynı olduğu için,- Kur’an’ı tasdik etmek ve “Adil Düzen” uygulamasına yardımcı ve destekçi olmaktır. İsrail oğullarının fazileti ancak bugün anlaşılmıştır, dolayısıyla bu hitap bugünkü İsrail oğullarınadır. Bu sebeple doğrudan onlara hitap etmiştir. Onlar bize tâbi olmayacak, biz de onlara tâbi olmayacağız. Bu işi birlikte götüreceğiz.
b) Yine onlardan istenen ikinci şükür, biz nasıl onların peygamberlerini tasdik ediyor, birbirinden ayırmıyorsak, onlar da son peygamberi ve diğer peygamberleri tasdik etmelidirler. Risalet müessesesini birlikte değerlendirmeleri gerekir. Uygulamada bir bucak eğer onların şeriatına göre yönetiliyorsa, orada yaşayan diğer din mensupları onların yönetimine uyarlar, zimmi muamelesi görürler. Eğer Kur’an’a göre yönetiliyorsa, onlar bizim yöneticilere uyar ve bize cizye verirler. Yöneticilik hakkı savunma ile ilgilidir. Tarih boyunca bu zaten hep böyle olmuştur. Şimdi İsrail’de sorun olmaktadır.
c) İlmi insanlıkla paylaşmaları gerekir. Patent hakları ve telif hakları uydurmasından vazgeçmeli, bunları ve benzeri şeyleri sömürü aracı olarak kullanmamalıdırlar.
d) Ekonomide de karşılıksız para sistemi yerine, altına dayalı para sistemi içinde faizsiz ekonomiye geçmelidirler. Sermayelerini insanlığı dinsizleştirmek ve ahlaksızlaştırmak için kullanmamalıdırlar.
Şüphesiz Allah yalnız İsrail oğullarını tafdil etmemiştir, başka konularda da başkalarını tafdil etmiştir.
Mesela, askerlikte Türkleri tafdil etmiştir. Dilde Arapları tafdil etmiştir. Sanayileşmede Avrupalıları tafdil etmiştir. Her ulus kendilerine verilen nimete ancak şükür ile mukabele edecektir. Kıyas yoluyla bu hükümlerin benzeri tüm insanlığa şamildir.
وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ
Birinci âyette, “Ahdimi ifa edin ben de sizin ahdinizi ifa edeyim.” diyor.
Arapçada meçhul mastar yoktur. “Darbetmek” dövmek anlamında olduğu gibi, dövülmek anlamındadır da. “Ahdimi ifa edin” derken, bana verdiğiniz sözü yerine getirin demek olur. “Ahdinizi ifa edeyim” derken, size verdiğim sözü yerine getireyim diyor.
İsrail oğullarına verilen ahit nedir? Onlardan istenen ahit nedir?
İsrail oğullarına verilen söz, arzı mev’udun onlara ebedi vatan yapılmasıdır. Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman zamanında bu söz yerine gelmiş ama, ondan sonra alınmıştır.
Kur’an nâzil olduğu zaman İsrail oğulları Kudüs’te ibadet bile yapamıyorlardı. Hazreti Ömer’in Kudüs’ü fethinden sonra onlar da orada Hıristiyanlar gibi ibadet yapar durumda olmuşlardır.
Orada İsrail devletini kurma çabaları ise ancak 20. yüzyılda başlamıştır.
Bugün hâlâ oralara mâlik olamamışlardır. Bugünkü İsrail’de 14 milyon insan yaşamaktadır. 7 milyonu İsrail oğlu, kalanı Araplardır, Müslümanlardır. Kendi içinde ekseriyetini sağlayabilmesi için Gazze’yi ve Batı Şeria’yı ayırmış, iki yarım milyon Filistinliyi ayrı yönetime koymuş, kendisi 6 milyon Filistinliye karşı 7 milyonla ekseriyet sağlamaktadır. Hedefi İsrail oğullarının nüfusunu artırmak, Filistinlilerin nüfusunu azaltmak, o zamana kadar bugünkü kavgayı sürdürmektir.
Yani, İsrail oğulları Filistin’de devletlerini kuramamışlardır.
Şimdi Allah onlara bildirmektedir; “Ahdimi yerine getirin, ben de ahdimi yerine getireyim.”
Yani; “Adil Düzen”in oluşmasına katılın, ben de size Tevrat’ta vaadettiğim İsrail topraklarını size vereyim, orasını vatan olarak kurun.
Bunun gerçekleşmesi için neler yapılacak ve gerçekleştiğinde neler olacaktır?
a) İsrail oğulları sermayeleri ve ilimleri ile “Adil Düzen”in oluşmasına katılıyorlar ve yeryüzünde “Adil Düzen” kurulmuş oluyor. Müsbet ilim Tanrı yoktur safsataları için değil de, varlığı için kullanılıyor. Lâiklikte dinleri devre dışı bırakmak için değil, bütün dinlerin insanlığın saadetine yönlendirilmesini sağlamak; siyasette içtihad ve icmalara dayalı gerçek demokrasinin tesis etmek; ekonomide faizsiz organize olmuş küçük ve orta müteşebbislerin yaygınlaşmış tekelsiz ticaret sisteminin getirimesinde Adil Düzencilerle işbirliği yapın. Böylece yeryüzünde ekseriyet sistemine dayanmayan bir demokrasi gelmiş olacaktır. Kendi icat ettiğiniz ekseriyet sistemi içinde şimdi siz kendiniz boğuluyorsunuz.
b) “Adil Düzen”de ulusal devletler oluşacaktır. Türkiye güçlü devlet olacaktır. Suriye, Lübnan ve Ürdün birleşerek bir devlet olacaktır. Arabistan Yemen, Umman ve diğerleri birleşecek bir devlet olacaktır. İran da “Adil Düzen” ile yönetilen bir devlet oluşacaktır. İsrail’in toprakları güven altına alınacak, hem Yahudi nüfusu artmış olacak, hem de topraklara tam sahip olacaktır. Filistinliler o topraklardan ayrılmış, Sina’da veya başka bir yerde Filistin devleti kurulmuş olacaktır. Dünya’da sorunları olan Müslümanlar oraya tehcir edilecektir. İsrail’de yaşayan insanların güvenlik sorunları olmayacak, herkesle barışık bir şekilde dünyaya ticaret ve ilimleri ile hizmet edeceklerdir. İşte “Adil Düzen”in İsrail oğullarına vaat ettiği bunlardır.
c) Kur’an’da bildirildiği üzere, İsrail oğulları artık yeryüzündeki dağınıklıktan kurtulmuş, müreffeh bir İsrail devleti kurulmuş olacaktır. Fırat ve Dicle üzerinde Sular Vakfı kurulmuş, buradan tüm Arabistan Yarımadası’na, bu arada İsrail’e de sular şırıl şırıl akıyor... Allah’ın bereketli kıldığı bu topraklar, elli milyon olsalar da İsrail’i çok rahat besliyor... Dünya ticaretleri yine ellerindedir ama, tekel oluşmamış serbest rekabet içindedir... Hem kendi içlerinde, hem de dünya tüccarları arasında serbest rekabetle kurulmuş adil bir ekonomi düzeni olacaktır...
d) İnsanlık “Adil Düzen”e kavuşmuş… İşsizlik sona ermiş... Çalışan herkese iş var... Açlık sona ermiş... Bütün insanlar yeryüzünün kira paylarından yararlanıyor... Her sahadaki tekeller kalkmış... Herkes yarışa katılabiliyor... İnsanlar başardığı kadarıyla payını alıyor... Hakemlerden oluşan adil yargı sistemi kurulmuş... Ekseriyet sistemi dışlanmış ve tarihin mezarlığına gömülmüş... İşte III. Bin Yıl Uygarlığı... İnsanlar artık yeryüzünü paylaşmak için boğuşmuyor, elbirliği ile denizleri fethetmek ve uzaya açılmak için çaba gösteriyor...
Sonuç olarak Kur’an diyor ki; “Adil Düzen”in kurulmasına katılın…
Allah bize de size de dünya cenneti olacak bir yeryüzü bahşetmiş…
Bu arada mübarek İsrail topraklarını size verelim…
وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ (Va EanNIy FawWaLTuKuM GaLAy elGaLaMIyNa)
“Ben sizi âlemlere tafdil ettim.”
İsrail oğullarına hitaba başladıktan sonra, birkaç âyet ötede hitabı yenilemekte ve “ahdimi ifa edin”in yerine “Benim sizi âlemlere tafdil ettiğimi hatırlayın” denmektedir. Bu ifade bu iki âyette aynen tekrar edilmektedir. Böylece bu iki âyet ayrı ayrı yerde iki defa geçmektedir. (47 ve 122. âyetler.)
“Va” harfi ile atfettiği için verilen nimetler başka, tafdil başkadır demektir.
Nimetler, ilim ve zenginlik gibi sunulanlardır. Tafdil ise vahye makrun olmaları, risaleti dünyaya yaymalarıdır. Çünkü nimet tafdil sebebi değildir. Nimet yalnız onlara değil, tüm insanlığa verilmiştir.
Yirminci yüzyılın sonuna kadar yapılan keşifler hemen hemen Yahudi sermayesine dayanmaktadır. Tüm insanlık bu keşiflerden yararlanmaktadır. Ben şimdi bunları bilgisayarda yazıyorum. Biraz sonra İzmir’den İstanbul’a internet yoluyla göndereceğim. Bu nimetlere sömürü sermayesi sayesinde ulaşıldı. Artık yalnız onlar değil, tüm insanlar yararlanıyor. Biz sermayeye karşı değiliz, sömürmesine karşıyız. Şimdiye kadar o sömürüye de ihtiyaç vardı. Sömürü olmasaydı sermaye terakümü/birikimi olmazdı. Bundan sonra sermaye terakümüne gerek yoktur, çünkü kâğıt para sermaye oluşturuyor. Liberal sistem, adil sistem içinde dengeli şeriat, bir yöneticiye gerek kalmadan insanlığı yönetir. İnsanlığı bu merhaleye ulaştıran kavim İsrail oğullarıdır.
Tafdil edilmişlerdir. Nasıl peygamberlerin tafdil edildiğini kabulleniyorsak, bir kavmin tafdilini de kabullenmek zorundayız. Biz onları dışlamıyoruz. Tam tersine, onların kendilerini insanlıktan dışlamalarına karşıyız. İnsanlara kendilerini sevdiremiyorlar, onun yerine korku salarak itaat ettirmeye çalışıyorlar. Bu korku biraz sonra bitecektir. Karşılıksız paranın bir gecelik ömrü vardır. Sömürü sermayesinin saltanatı o akşam biter. Biz onlara ‘bu olmadan önce gelin sermayenizi sömürü aracı olmaktan kurtarın’ diyoruz. Uçak arızalanmıştır, düşecektir. Düşmeden önce siz inin ve parçalanmaktan kurtulun diyoruz.
Bu sözlerimiz hayal gibi gelir ama, bunları biz değil, Allah söylüyor. Siz bizim güçsüzlüğümüze bakmayın. Biz sadece tercümanız. Belki kötü tercümanız ama, siz ne söylemek istediğimizi gayet iyi anlıyorsunuz.
***
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا
(Va itTaQUv YaVMan LAv TaCZIy NaFSun GaN NaFSZin ŞaYEan)
“Hiçbir nefsin hiçbir nefisten bir şeyi ceza edemediği bir yevmden ittika ediniz.”
İkinci ve üçüncü hitapta tafdilden sonra ittika âyeti başlamaktadır. Tafdilin sorumluluk taşıdığını ifade etmektedir. Allah bir nimet verirse, tafdil ederse, onun sorumluluğu vardır. Âhirette insanlar teker teker hesap vereceklerdir. “Adil Düzen” üzerinde çalışma bir tafdildir. Henüz nimetlerini görmüyoruz. Ama bir gün nimetlere de ulaşacağız. İşte sorumluluk başlamıştır...
Âhirete vardığımızda ortak sorumluluk içinde olmayacağız. Her birimiz kendimize düşen görevi yapıp yapmadığımızdan sorumlu olacağız. Bunun başka bir mânâsı, bu dünyada da birbirimize karışma yetkimiz yoktur. Herkes kendisine düşen işi yapmakta, kendi iradesi ve içtihadı ile yapmaktadır. Âhirette de hesabı ayrı ayrı verecektir.
Benzer hitap her İsrail oğluna ayrı ayrı yapılmaktadır. “Adil Düzen”e katılmak için sürü psikolojisi içinde diğer Yahudilerin gelmesini beklemeyeceksin. Sen kendin kişi olarak katılacaksın. Diğerlerine örnek olacaksın. Bir başkası seni bu katılmadan alıkoyacak ama, sen ona kulak vermeyeceksin.
Her İsrail oğlu ayrı ayrı bu katılmadan sorumludur.
“YEVMEN” kelimesinin nekire olarak gelmiş olması, bu dünyada da böyle günlerle karşılaşılabileceği ifade edilmektedir. O günkü hesaptan korunmak için bugünden tedbirli olmak gerekir. O da ahdi ifa etmeleridir.
Sorumluluğun kişisel olduğu, her nefsin kendisinin sorumlu olduğu ifade edilmektedir.
“Adil Düzen”in yargılama sisteminde de bu esastır. “Adil Düzen” geldiği zaman “Adil Düzen”e karşı çıkanlar olacaktır. “Adil Düzen”de kendisini savunma ihtiyacını duyacak, cezalandırma cihetlerine gidecektir. Ancak bu İsraillilerin veya ABD’nin yaptığı gibi kitle imha hareketi şeklinde olmayacak, her nefis kendi yaptığının hesabını kendisi yapacaktır.
Burada “CEZA” kelimesi kullanılmıştır. Hiçbir nefis başka bir nefisten dolayı cezalandırılmayacaktır anlamı çıkar. Yani, kimse başkasının yaptığından dolayı cezalanmayacaktır. “Lâ Tüczî” kıraati ile de kimse kimseden bir şey savamaz anlamı çıkar.
وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ (Va LAy YuQBaLu MiNHAy GaDLun)
“Ondan adl da kabul edilmez.”
Birinci hitapta “şefaat kabul edilmez” dendiği halde, burada “adl kabul edilmez” denmiştir.
“Şefaat”in yerine “adl” konmuştur.
Bu iki âyetin birincisi “Adil Düzen”e katılmaya davet edilirken yapılan hitaptır. “Adil Düzen”e katılıp katılmama hususunda gösterilecek davranışlarla ilgilidir.
İkincisi ise “Adil Düzen”e karşı alınacak tavırla ilgilidir.
Otel odalarında “Adil Düzen”e karşı alınacak kararlarla ilgilidir. Katılıp katılmama hususunda ceza daha hafiftir. Belki sadece iyilikten mahrumiyet, dereceden mahrumiyet şeklindedir. Gerçi ahitten sonra artık sorumluluğu da taşırlar ama, ona karşı olmak çok daha ağır bir suç oluşturur.
Burada bu sebeple “adl” takdim edilmiştir.
“ADL” demek, onun yerine ben cezamı çekeyim demektir.
Hukuk düzeninde bu tür mübadele sözkonusu değildir. Kimse başka kimsenin yaptıklarını istese de yüklenemez. Bugün de ceza hukukunda bu kural geçerlidir. Cezada adl bedel kabul olunmaz. Bedenî ibadetlerde ve cezalarda başkalarının adına iş yapmak, vekalet geçerli değildir.
Hac, hem bedenî hem de mâlî ibadet olduğu için mâlî kısmında geçerlidir, bedenî kısmında geçerli değildir. Sırf bedenî olan ibadette tevkil geçerli değildir. Bedenle gidemeyenler mâlen gidemeyenleri tevkil edebilirler. “Adil Düzen” işte budur. Sorumluluk kişiseldir. Kimsenin sorumluluğu başkasında değildir.
Önceki âyette “Ve lâ yu’hazu minhâ adlün” idi. Burada “Ve lâ yukbalu minhâ adlün” denmektedir.
“Ehz etmek”, alanın istemesidir. “Kabul etmek” ise verenin talebidir.
Birincisi “Adil Düzen”in oluşmasına katılmamanın cezası ise, cezanın kaldırılması için adl alınmayacaktır deniyor. Burada ise suç daha ağır olduğu için vermek isteyenden kabul olunmayacaktır. Çünkü burada “Adil Düzen”e karşı gelinmiş, onun gelmemesi için direnmişlerdir.
وَلَا تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ (Va LAv TabFaGuHAv ŞafaGaTun)
“Hiçbir şefaat fayda vermez.”
Bundan önceki yerde şefaat ikinci sırayı almış ve şefaatin kabul edilmeyeceği söylenmişti. Burada ise kabul yerine menfaat vermez denmiştir. “Şefaat” derece almak için de yapılır, cezanın verilmemesi için de yapılır. Orada derece almak için şefaatin kabul olunmayacağı, burada ise cezanın silinmesi için şefaatin fayda vermeyeceği ifade edilmiştir. “Adl” ile “şefaat” yerlerini değiştirmiştir. Cezada adl daha etkin durumdadır.
وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ (Va Lav HUM YuNÖaRUNa)
“Onlara nusret de olunmayacaktır.”
O gün onlara yardım da yapılmayacaktır. Kimse Allah’tan gelecek azabı def edemeyecektir.
Böylece Bakara Sûresi’nin dörtte birinde doğrudan İsrail oğullarına hitap ederek anlatmış ve onlardan “Adil Düzen”e katılmalarını emretmiştir.
Allah insanı yarattı. Onu biyolojik evrimde bedenen zayıf kıldı. Onu diğer hayvanlar gibi mükemmel yaratmadı. Zalümen cehulâ olarak yarattı. Bedenen onlar kadar kendi ihtiyaçlarını giderecek durumda değildi. Zihnen de kendisine gerekli şeyleri bilmiyordu. İnsan eksik bir varlıktı. Ama bu eksikliklerin yerine, Allah onu sosyal evrim yapacak şekilde yarattı. Peygamberler yoluyla ona neler yapması gerektiğini anlattı.
Bu işe Hazreti Adem ile başlanmıştır. Sonra avcılık döneminde Hazreti İdris aleyhisselâm ile dersler verilmeye başlanmıştır. İki ırmak arasında kentleşme başlayınca Hazreti Nuh ve ondan sonra gelen peygamberler ilk çağ uygarlığını kurdular. Sonra orta çağa doğru adımlar atıldı. Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti Davut peygamberlerle başlayan İbrani uygarlaşması Hazret İsa ile kemale erdi. Son olarak Hazreti İbrahim’in diğer oğlu olan Hazreti İsmail’in torunu Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an’ı getirerek risalete son verildi. Artık bundan sonra insanlar yeni gelen vahiylerle değil, doğrudan kendi kendilerini yönetecek duruma ulaştılar.
Kur’an’dan sonra bu görevde değişik uluslar yer aldılar.
a) Kur’an’ı ilk telakki eden kavim Arap kavmidir. Dört safhası vardır. Resul zamanı, dört halife zamanı, Emeviler zamanı ve Abbasiler zamanı. Birinci safhada Kur’an’ın ilk uygulaması yapıldı ve yazıldı... İkinci safhada Kur’an toplanıp tek kitap hâline getirildi... Üçüncü safhada Kur’an geliştirilmiş hat ile yazıldı... Dördüncü safhada fıkıhla yorumlandı...
b) Kur’an’ın gelişmesinde ikinci büyük katkıyı Türkler yapmışlardır. Türkler Kur’an’ın tüm dünyaya ulaşması için büyük hamleler yaptılar. Uygarlığın doğup yaşamasında birinci derecede rol oynadılar. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar. Moğollar da etkin olmuşlardır. Ancak Moğollar da Türk kavmindendir. Farsların katkısı ise muhalefet katkısı şeklinde olmuştur.
c) İsrail oğullarının da Birinci Kur’an Uygarlığında büyük etkileri olmuştur. Abbasilerdeki ilmî çalışmalarda Hıristiyan alimleri gibi onların alimleri de faaliyet göstermişlerdir. Ama İsrail oğullarının Kur’an Uygarlığındaki asıl etkileri, bu uygarlığı lâikleştirerek Batı’ya taşımalarıdır. Bunlar tüccar kavim olduklarından, Haçlı Seferleri sonunda yaygınlaşmaya başlayan dünya ticareti sayesinde dünyaya ekonomik bakımdan hakim oldular. Kur’an’ın başlattığı müsbet düşünceyi Batı’ya İsrail oğulları taşıdı. Mason teşkilatını da kurarak,
dünyaya lâikleştirilmiş İslâmiyet anlatıldı.
d) Kur’an Uygarlığına Hıristiyanların etkisi ise Avrupa’nın İslâmiyet’i lâik anlayışında ele alması ve dünyaya müsbet düşünceyi yayması olmuştur. Batı’da gelişmiş olan demokratik, lâik, liberal ve sosyal kavramlar, İslâmiyet’in lâikleştirilmiş kavramlarıdır. Batı dünyası bu kavramları anlayamamış, gerçeklerini bulamamıştır ama, bu kavramları bugünkü şekliyle insanlığa kabul ettirmiştir.
Bu arada Çin ve Hint uygarlıkları Müslümanlara etki etmiş ve onların geliştirdikleri birçok buluşları Avrupa’ya öğretenler Müslümanlar olmuşlardır. Kavim olarak aktif rolleri olmamışsa da, uygarlıkları ile etkili olmuşlardır.
Şunu bilmeliyiz ki, Kur’an’ın getirdiği düzeni insanlık henüz anlayıp uygulayamamıştır.
Bindörtyüz yıl Kur’an’ın anlaşılması için denemelerle geçilmiştir. I. Kur’an uygarlığında proje yapıldı, II. Kur’an uygarlığında projenin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır. Çünkü Kur’an’ın getirdiği uygarlık gerçek anlamıyla ancak III. bin yılda uygulanabilir olmuştur.
Mesela, Kur’an’da deniyor ki; az olsun çok olsun bütün borçlanmaları yazın. Bunun uygulaması ancak bugünkü bilgisayar teknolojisinde mümkün olacaktır. Parada evrim olmuş, son olarak banknota geçilmiştir. Kur’an ise kaydî parayı önermektedir. Bu da ancak banka kartları ile mümkün olabilecektir. İnsanlık bugün bu seviyeye gelmiştir. Kur’an’ın insanlığın büluğ çağındaki uygulaması III. bin yıl içinde olacaktır.
Kur’an İsrail oğullarını işte bu faaliyete katılmaya çağırmakta ve bunu yapmak üzere onların söz verdiğini bildirmektedir.
III. Bin Yıl Uygarlığı nasıl bir uygarlık olacaktır?
a) İnsanlık önce kıtalara ayrılacak ve kıtalar merkezî yönetimle insanlık tarafından yönetilecektir. Buralarda ilmî araştırmalar olacaktır. İnsanlık bu ilmî araştırmalara dayanarak uygarlaşmaya devam edecek ve uzayı fethedecektir. Sonra yüze yakın ulusal devletler oluşacaktır. İnsanlığın genel güvenliği uluslararası savaşlarla kurulacaktır. Meşru savaşlar hakemlerin kararlarına dayanacaktır. Ülkeler bölgelere ayrılacak ve bölgelerde ihtisas hizmetleri verilecektir. Bölgeler illere ayrılacak, iller iç güvenliği koruyacaklardır. İller ilçelere ayrılacak ve ilçelerde genel hizmetler verilecektir. İlçeler içinde bağımsız bucaklar oluşacaktır. Bucaklar semtlere ayrılacak, semtlerin içinde ocaklar olacaktır. Ocaklar ailelerden oluşacak, aileler çocuk yetiştirme ortaklığı olacaktır. İki çeşit mülkiyet olacaktır. Yararlanma mülkiyetine her kişi sahip olacak, parçalanabilecek, miras yoluyla intikal edecektir. İşletme mülkiyetine ise ancak ona ehil olanlar mâlik olacak, vasiyetle intikal edecek, tecezziyi kabul etmeyecektir. Her bucağın ayrı hukuku olacak ve bucaklar doğrudan yönetileceklerdir. Merkez bucakları taşra halkının temsilcileri tarafından oluşacak ve merkez bucaklar hakim değil hadim olacaklardır. Yerinden yönetim esas olacak, merkezde üretilen kanunlar taşralarda geçerli olmayacaktır.
b) Ayrıca, insanlar ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları kuracaklardır. Bunlar aidatsız sigortadır. Zararı taksitlerle bölüşeceklerdir. Bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, ihmalden doğan zararları dinî, kasden iras edilen zararları siyasî dayanışma ortaklıkları tazmin edeceklerdir. Dayanışma ortaklıkları sorumluları ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şûraları oluşturacaklardır. Yasama ilmî şûralar, yürütme meslekî şûralar, yönetme siyasî şûralar, denetleme dinî şûralar tarafından yapılacaktır. Meclisler seçim yoluyla değil, bağlanma ve ortaklık yoluyla oluşacaktır. Bucak, il, ülke ve insanlık başkanları hakemlik yapacaklardır. Bakanlar ayrı denetlenecektir. Şûra üyeleri hakemlere giderek bakanları düşürebileceklerdir.
c) İlçelerde serbest meslek erbabı 25 genel hizmeti vereceklerdir. İşletmelerden yüzde olarak cirodan pay alınacak, halka ise genel hizmetler karşılıksız verilecektir. Eğitim serbest olacaktır. İmtihanlar ise merkezden ortak suallerle yapılacaktır. Ehliyetler teminatlı olacaktır.
d) Herkes kendi içtihadı ile amel eder. Kimse kimseye emredemez. Herkes kurallara uyar. Kurallara uymayanlar hakemlere hesap verirler. Kişi yarın ne yapacağına akşamleyin bilgisayara bakarak karar verecek ve bilgisayar aracılığıyla yapacağı işi kapatacaktır. İş yaptıranlar da bilgisayarla ihale edeceklerdir. Çalışsın çalışmasın, herkesin yaşama hakkı vardır. Çünkü herkes yeryüzüne ortaktır, yeryüzünün kira payı ile geçinme hakkı vardır.
Hâsılı; demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzeni dünyaya hakim olacaktır.
İşte “Adil Düzen” budur.
İsrail oğulları bu çalışmaya katılmaya dâvet edilmektedirler. O zaman onların kendilerine vaat edilen arz-ı me’vud verilecek ve insanlığa insanların sevgisi ve saygısı içinde hizmet vereceklerdir.
Bugünkü İsrail oğullarına hitap ettiğine delâletler nelerdir?
a) Kur’an her asırda yeniden o asrın insanlarına nâzil olur, dolayısıyla biz yorumlarken kendi dünyamıza göre yorumlamamız gerekmektedir.
b) İsrail oğullarının dünyaya hakim olacakları Kur’an’da bildirilmiştir. O hakimiyet bugün olmuştur, dolayısıyla bu hitap bugünkü İsrail oğullarınadır.
c) İsrail oğullarının dağıldıktan sonra tekrar toplanacağı Kur’an’da bildirilmiştir. Kendi kitaplarında da vardır. İsrail devleti Kur’an’dan sonra ilk defa şimdi kurulmaktadır. Hitap bugünkü İsrail oğullarınadır.
d) Kur’an’ın bu mânâsını Allah şimdi aklımıza getirmiştir. Demek ki, bugünkü İsrail oğullarına bu mânâsıyla hitap etmektedir.
Bundan sonrasına Hazreti İbrahim kıssası ile devam edilecektir.