ADİL DÜZEN 430
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 92. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَا أَنفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ أَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ(270) إِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَ وَإِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّئَاتِكُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ(271) لَيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَلِأَنفُسِكُمْ وَمَا تُنفِقُونَ إِلَّا ابْتِغَاءَ وَجْهِ اللَّهِ وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ(272)
وَمَا أَنفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ (Va MAv EaNFaQTuM Min NaFAQaTin)
“Nafakadan neyi infak ederseniz.”
Buradaki “Ve” “Mâ Enfaktum” isim cümlesini “Ey iman edenler, infak ediniz” fiil cümlesine atfetmektedir. O halde bu vav hâl vavıdır. İnfak ettiğiniz her şeyi bilmektedir. O halde temizinden infak ediniz denmiş oluyor. Buradaki infak her türlü harcamayı içine almaktadır. Hangisi olursa olsun, tayyib olan neyi infak ederseniz Allah onu bilmektedir denmektedir.
“İnfak etmek” çarşıya bir şey satmak, çarşıdan bir şey almaktır. Çarşıya satmak, malı elden çıkarmak olduğu için infaktır. Çarşıdan bir şey almak da evlere nafaka temin etmek olduğundan dolayı o da infaktır. Kur’an’a göre tarlada yapılan yatırımlara da infak denmektedir. Bu yatırımların içinde emek de olabilir. Hâsılı “infak etmek” üretim ve tüketim için yapılan faaliyetlerin adıdır.
Eskiden insanlar tarlalarında üretiyor, evlerinde tüketiyorlardı. Bugün ise kimse ürettiğini tüketmiyor. Herkes ihtiyacı olanı çarşılardan alıyor, ürettiğini çarşılarda satıyor. Kâmil infak hayatı vardır. O halde bugün tayyibattan infak etmek zorunluluğu vardır.
Nekrede “min” cins içindir. Yani nafaka cinsinden neyi infak ederseniz Allah onu biliyor denmiş olmaktadır. Nafakanın cinsi ne olursa olsun infak ettiğinizi Allah biliyor. Üretirken yaptığınız harcamayı biliyor, tüketirken yaptığınız harcamayı biliyor, kendinize yaptığınız harcamayı biliyor, başkalarına yaptığınız harcamayı biliyor. Ailenize ve topluluğa yaptığınız harcamayı biliyor.
“Nafaka” bir değerdir. Sadece mal olarak alabiliriz. Ama kıyasla da olsa diğer değerleri de sayabiliriz. Bunlar; a) maldır, b) emektir, c) yapıdır, d) zimmettir. Zimmet alacak ve paraları içerir. Para bir alacak senedidir, dolayısıyla değerlidir; karşılığı varsa değerlidir. Bir üretimin veya tüketimin girdileri bunlardır. Borç ve alacak genel hizmet anlamındadır. Çünkü orada kaydolmakta ve orada değer kazanmaktadır.
أَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ (EaV NaÜaRTuM MiN NaÜRın) “Yahut nezirden neyi nezrederseniz.”
Kesbettiğiniz tayyibatı infak ediniz emrine karşılık, yeryüzünden ihrac ettikleriniz ifadesini getirmişti. Burada ise “nafaka” yerine “nezr” kelimesini getirdi. Nafaka gerçek anlamda varlığı olan şeyleri üretmek veya onları harcamaktır. İnfak budur. Ekonomik yapıdır. Oysa “nezr” insanların beyinlerinde oluşturdukları şeylerdir, plan ve projelerdir.
İnfak çoğul sigası ile gelmiştir, nezir de çoğul sigası ile gelmiştir. Her biri “min” ile ifade edilmiştir. Burada infak ile nezr arasında bir paralellik var demektir. Plan yapılacak ama merkezî plan yapılmayacak. Herkes kendisi nezr edecektir. Plan ma’şerî olarak yapılacaktır.
Bu nasıl mümkün olacaktır?
Pazara patates getirenler istedikleri fiyatı koyarlar ama alıcılar da istedikleri fiyatı koyarlar. Öğleden sonra fiyatlar belli olur. Kim belirler ve nasıl belli olur? Topluluk vardır ve o toplulukta alıcı ve satıcı konumunda olan insanlar bir araya gelir, piyasa oluşur. İşte o topluluk belirler.
Plan da böyledir.
Plana herkes katkıda bulunur, sonunda plan oluşur.
Burada bahsettiğimiz plan inşaat planı değildir, işletme planıdır.
İnşaat planı kaderdir. Nezr ise yürütme ve işletme planlamasıdır.
Topluluk nasıl nezr edecektir?
Bir kimsenin Ümraniye’de 500 kiloluk eşyası olsa ve yarın bunu Yenibosna’ya götürmek istese, kişi akşam yatsıdan önce internete girer ve vereceği ücreti öyle bilir. Kilometre başına ortalama hangi taşıma ücreti verildiğini bilgisayardan öğrenir. Bu İstanbul’un orta değeridir. Ümraniye ile Yenibosna arasının kaç kilometre olduğunu da yine bilgisayardan alır. Yaklaşık olarak kaç liraya götürüleceğini hesaplar. Saat sekizde bunu internete girer. Bundan sonra Yenibosna’daki ve Ümraniye’deki nakliyeciler internete girerek iş ararlar. Saat dokuza kadar işveren bekler. Alan olmazsa onbirde yükseltir. İşi acele ise onikide yükseltir. Nakliyeci uygun bulduğunda mausa basar ve taahhüt etmiş olur. Şimdi buradaki kişi nezridir. Nakliyeci de nezretmiştir. Planlama ortaya çıkmıştır. Nezr ettiğini de topluluk bilmiştir. İşte burada infak değil de nezr vardır, planlama vardır.
Demek ki nezr iler planlama kastedilmektedir.
Burada şöyle bir durum sözkonusudur: Önce nezr, sonra infak var. Yani önce planlamayı yapar, sonra infak yaparız. Burada ise nezri sonraya almıştır.
Nezr etmeyi yani planlama yapmayı insanlar sonra öğrendiler. İnfak ise yaratılıştan beri bilinmektedir. Nezr infak içindir. Nezr olmadan infak vardır. Ama infaksız nezrin bir anlamı yoktur. Bu sebeple tehir edilmiştir. “EV/veya” ile atfedilince zaman önemli değildir.
فَإِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُهُ (Fa EinNa elLAHa YaGLaMuHu) “Allah onu ilmeder.”
Buradaki “Fa” harfi “Mâ”nın şart mâsı olduğunu vurgular. Neyi infak ederseniz demektir.
“İnne” getirilmiştir. İnsanlar bazı hususlarda tereddüt ederler. Mesela, pazara getirilen patatesin fiyatını kalabalık nasıl tesbit edecektir? Allah o topluluğa ilham etmektedir.
Türk Milleti nasıl anlaştı da AK Parti’ye yüzde elliye yakın oy verdi? Tarihte hep halk bir karar alıyor ve onu icra ediyor. İstiklâl Savaşı’nda halk anlaştı ve Mustafa Kemal’in başkanlığında birleşti, İstiklâl Savaşı’nı kazandı. Sonra beklemedik bir darbe olan İslâm düşmanlığı ile karşılaştı. Millet anlaştı ve yine itaat etti, 27 sene sabretti ama dinini bırakmadı. 1950’de anlaştı ve DP’de birleşti. Mareşal Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’ne oy vermedi, çünkü iktidarı ona teslim etmeyeceklerdi. 1961’de anlaştı ve oyunu parçaladı, Demokrat Parti’yi böyle kurtardı, sonra oyunu yine AP’de birleştirdi. Böylece sağdaki parçalamayı fırsat ele geçince başardı. 1980’de Kenan Evren’e % 92 oy verdi ama karşısına Turgut Özal’ı çıkardı. Türk halkı milyonlarca insan olarak anlaşıyor ve bir istikamette oy kullanıyor. Bu nasıl başarılıyor? Allah’ın insanlara yaptığı ilhamla başarılıyor.
İstanbul’da on iki milyondan fazla nüfus var. Ama bunlardan hiçbiri akşam üstü açlıktan ölmüyor. Bunların rızkını kim ayarlıyor. Siz kendi hayatınızda böyle beklenmedik yardımlarla karşılaşmışsınızdır. Bugün kâğıt parçası olan YTL her şeyden daha kıymetli hâle gelmiştir. Neden gelmiştir? Gelmiştir, çünkü halk ona kıymet veriyor.
Peki, halka bu meyli verdiren nedir?
İşte “Allah onu bilir”in anlamı budur.
Bununla beraber bir gün gelecek, insanlar sanayi dönemine geçtikleri zaman her nezri ve infakı kayıt altına alacaklar ve topluluk böylece her şeyi bilecektir.
İşte Allah bunu haber vermektedir.
Şimdi biz yine kendi içtihadımıza dönelim. Kâinatı var eden Allah elbette her şeyin zerresini bilmektedir. O konular üzerinde kelamcılar ve tarikatlar dursunlar. Bu âyetin o husustaki mânâlarını onlar versinler. Biz şimdi fıkhî mânâsı üzerinde çalışıyoruz.
Allah’ın Resulü Kur’an yedi harf üzerine inmiştir veya on harf üzerine inmiştir diyor. İşte harf budur. Kur’an’daki bir âyet yedi ila on çeşit mânâ içerir demektir; hattâ yetmiş ile yüz çeşit mânâ içerir demektir. Yüz çeşit ilim vardır. Kur’an her ilme göre ayrı yorumlanır.
Bizim on yıl önce Üsküdar’da başlayıp Yenibosna’da devam ettirdiğimiz tefsir fıkhî tefsirdir. Onun için mânâları hep o istikamette vermekteyiz. Bu demek değildir ki diğer mânâları yoktur veya önemsizdir. Biz bunu yapmakla emrolunduk, yani böyle içtihat ettik. Arkadaşlarla bu hususta birleştik. Herkes kendi içtihadı ile amel etmekle mükelleftir. Biz ‘başkaları bunu neye yapmıyor’ diyemediğimiz gibi, başkaları da ‘bunlar bunu niye yapıyor’ diyemez.
O halde şimdi âyetin fıkhî mânâsına devam edelim. Sözleşme yaptık. Nezrimizi yaptık. Ümraniye’den Yenibosna’ya nakliye işi ihale edildi. Gece saat sekizde ihale eden tarafından artırmaklar yapıldı. Saat on ikide nakliyeci ihaleyi aldı. Bunlar bilgisayarla yapıldı. İş bitmedi. Nakliyeci Ümraniye’deki 500 kiloyu aldı ve Yenibosna’ya götürdü. Teslim eden onu muhasebeye ‘ben bu malı teslim ettim’ diye bildirdi. Sonra Yenibosna’da onu birisi teslim aldı. Teslim alan da teslim aldığına dair belge verdi. Böylece ihale yerine geldi. Nakliyeci belgeyi muhasibine verdi, o da naklettireni borçlandırdı, şu kadar lira borcun var diye yazdı. Naklettirenin cari hesabından düşüldü. Böylece nezr gibi infak da muhasebeye geçti ve bunların hepsini topluluk bildi, yani Allah bildi.
İşte Yenibosna’da Lütfi Hocaoğlu’nun çalışmaları ile geliştirmekte olduğumuz “Adil Düzen Muhasebesi” bu muhasebedir. Bu muhasebeyi bir işletmede faaliyete geçirdiğimizde “Adil Düzen” doğmuş olacaktır. Bunun için 5000 YTL hisseli inşaat şirketini kuracağız. Onun desteği ile de marketler zincirini oluşturacağız. Derslere devam eden arkadaşlar artık hedeflerine bunları alsınlar.
İlmî çalışmalarımızı şöyle sıralayabiliriz.
a) Kur’an tefsiri Reşat Nuri Erol merkezinde çalışılmaktadır.
b) Fıkıh çalışmaları Hasan Özket merkezinde yapılmakta idi. Şimdilik ara verilmiştir. Yerini Yasin Kılar almaktadır.
c) Muhasebe çalışmalarını Lüfti Hocaoğlu yapmaktadır. Taha Özket şimdilik ara vermiştir. Emine, Fatma ve diğer hanım arkadaşlar devreye girmektedirler.
d) Ekrem Arıkan ekonomi üzerinde çalışmaya başlamıştır.
e) Hakan Kandal ve Uğur Tanış ise tercüme faaliyetleri üzerinde çalışmaya hazırlanmaktadırlar.
Bunların yanında yapacağımız işler vardır.
a) İnşaat şirketini kurmalıyız ve İstanbul’da işlere başlamalıyız...
b) Ahşap evler projesi ve Bahşayış faaliyete geçmelidir…
c) Marketimiz faaliyete geçmelidir…
d) Dergi çıkarmalıyız.
Bunları da Süleyman Akdemir ve arkadaşları, Hasan Hacıbektaşoğlu ve arkadaşları, Gürsel Kartal ve ortağı ile Yaşar Gönül desteklemektedir. Cengiz Demirci ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu arkadaşları da katkıda bulunmaktadırlar.
İşte bunlar nezr ve nafakalardır. Muhasebemiz bunları kayda aldığı gün “Adil Düzen” faaliyete geçmiş olacaktır. Doğan çocuk için nefes alma ne ise “Adil Düzen” için de muhasebe odur.
وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ(270) (Va MAv Lı elJAvLıMIyNa MiN EaNÖARın)
“Zalimlerin ensarı yoktur.”
“Zulumat” karanlıklardır, bulutlardır. Ayrıca eğer terazi bir tarafa tartarsa yani denge bozulursa ona da ‘zulmetti’ deriz.
“Zalimler” haksızlık yapanlardır. Harcamaları şeriata göre yapmayanlar demektir. Mallarını, yapılarını, emeklerini ve paralarını şeriatın istediği yerde ve şekilde harcamayanlar demektir. Nezr yapmayıp da plansız projesiz hareket edenler demektir. Yahut nezredip nezirlerini yerine getirmeyenler demektir.
“Zalimler” burada erkek kurallı çoğul kullanılmıştır. Yani kişileri ayrı ayrı değil de topluluğu kastetmektedir. Açık ifadesi, “Adil Düzen” içinde değil de zalim düzen içinde yaşayanlar demektir. Zalim düzende bir iş yapacaklarını sananlar demektir.
Refah Partisi iktidar oklunca “Adil Düzen”i getireceğine, “Adil Düzen”i bırakıp mevcut zalim düzende iyi işler yapmaya kalkıştı. Zalimlerle işbirliğine girip zulumat içinde işleri başaracağını zannetti. Refah Yol Hükümeti bunun için gitti. Şimdi de AK Parti zannediyor ki ben bu zulumat içinde zalimler içinde yaşayacağım. AB zalimleri ile beraber olursam işim iştir. RP de öyle zannetti, DYP ile olursam ben orada kalırım diye düşündü.
Oysa âyet burada çok açık olarak söylüyor, “zalimlerin ensarı yoktur.”
Tabii AK Partililer biz zulmetmiyoruz diyebilirler. Haklılar, kendileri zulmetmiyor, zalimlerin zulmüne merkez oluyorlar...
Zalimlerin erkek kurallı çoğul kullanılması bunun içindir, yani o toplulukta herkesin zalim olması gerekmez; kimi zalim olur, diğerleri de o toplulukta kalırlarsa onlar da zalim olur.
Bu iktidar da bize zulmediyor. Kırk milyon dolarlık İzmir Akevler Yaylabelen arazisinin ruhsatı gasp edilmiştir. Hakkımız hâlâ bize verilmiyor. Bana zulmediliyor, yaşlısın diye medeni haklarımı kullanmam engelleniyor. Basit bir ikâmetgâh için onlarca kilometrelik yolu üç dört defa kat ediyorum. Bunların her biri zulümdür. İşte, Allah diyor ki, “zalimlere bir yardımcı yoktur.”
Ne Avrupa Birliği, ne TÜSİAD veya MÜSİAD sermayesi, ne de halktan alınan oylar zalimlere yardımcı olamazlar. Tek çare ve çözüm “Adil Düzen”e geçmek için yol almaktır.
“Adil Düzen”e geçmek için neler yapılacaktır?
a) Önce ocak, bucak ve il teşkilatı adil düzene göre kurulacak.
b) Sonra hakemlik sistemi çalıştırılacak.
c) Toprak, demir, buğday ve altın paraları çıkarılacak; selem, mal, inşaat ve kredileşme kredileri faizsiz hâle getirilecek ve cebrî icra uygulanmayacak.
d) Herkes aidatsız sosyal sigortalı olacak.
İşte o zaman adil olursunuz ve yardımcınız Allah olur.
***
إِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ (EıN TuBDuv wlÖaDaQAvTı) “Sadakâtı ibda ederseniz.”
Nafaka yani genel harcamadan şimdi sadakalara yani ortak harcamalara geçti, kamu bütçesine geçti. Dolayısıyla konuyu değiştirdi. Aralarına bu sebeple “Ve” harfi koymadı.
Burada ve harfi koymamakla, yukarıda harcamalardan kastın sadece zekât olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Aslında “Fa” koyabilir, zekât iki çeşittir, açık yapılanı var, kapalı yapılanı var denirdi. Ancak yukarıdaki nafakadan kastın genel harcama olduğu, üretim ve tüketim olduğu için burada fasl yaptı yani vasl etmedi.
“İbda etmek” açık yapmak demek, herkesin yanında yapmak demektir.
Bir bucakta ortak bütçe oluşur. Fakirler ve zenginler belli olur. Zenginlerden alınır, fakirlere verilir. Kimin zengin kimin fakir olduğu kendi beyanları ile anlaşılır. Böylece açıkça zekât verenler başkanlara verirler, başkan da fakirlere bölüştürür. Böyle zekât verenlerin birtakım yararları vardır. Malları buna göre sigortalanır. O nisbette kredi alma haklarını kazanırlar. Üretimde o kadar su ve elektrik ile diğer hizmetlerden yararlanırlar. Ödenen vergi ile taşınmazlar değerlenir. Bu imkanlardan yararlanmak için zekât açıkça verilir. Bununla beraber bu zekât dağıtılırken herkese eşit olarak bölüştürülür. Oysa insanların ihtiyaçları farklıdır. Siz komşu ve akrabanızın ihtiyacını daha iyi bilirsiniz. Onun için emvali batınanın zekâtını kendiniz o kimseye verirsiniz. Böylece daha adil bir dağılma olmuş olur. Ama asıl olan ortak bütçeye katmadır.
“Sadaka” “sıdk” kelimesi ile ilişkilidir. Bir malı torbaya koyar da üzerine 5 kilo pirinç yazarsanız ve sonra geçekten onun içinden beş kilo pirinç çıkarsa, o etiket sadık olur. Sadık demek, söylenen veya ifade edilenin dışarıda olana mutabık olması demektir.
“Sadakât” kişinin bağlılığını ifade eder. Kur’an’da iki hususta zikredilmektedir. Kocanın karısına verdiği mihir sadaka olarak geçmekte, “sadukât” olarak zikredilmektedir. Bir de halkın bucak başkanına verdiği zekât sadakât olarak geçmektedir. Sandık da sadakaların konduğu yer olarak adlandırılmaktadır.
“Sadakât” burada dişi kurallı çoğul olarak gelmiştir. O halde sadaka herkesin ayrı ayrı dağıttığı şey değildir. Herkesin kendi beyanına dayanılarak sandığa katkıda bulunulur, ortak fonda toplanır. Buna zekât denmektedir. Dört çeşit maldan zekât alınmaktadır; paradan, ticaret eşyasından, merada yayılan hayvanlardan ve depo edilen yiyeceklerden kırkta bir alınmaktadır. Bunlar bucak gelirleri olmakta ve bucak bütçesini oluşturmaktadır.
Bucak bütçesinin giderleri “sadakât” olarak adlandırılır. Bunlar da sekiz sınıftır; fakirler, yoksullar, âmiller ve müelleflerdir. Fakirler, bucakta serveti vasat servetin altında olanlardır. Yoksullar, yıllık geliri vasat gelirin yarısından az olanlardır. Bunların fakir olması da şarttır. Âmilîn kamu görevlileridir. Müellefler ise bucak yöneticileridir, dayanışma sorumlularıdır. Üçte biri böyle bölünür. Üçte biri ise borçlulara ve kölelere harcanır. İflas edenleri borçtan kurtarmak için harcanır. Kölelerin azat olmaları için harcanır. Üçte biri de bucaktaki vakıfların gelirleridir. Yarısı vakfın cari harcamalarına sarf edilir, yarısı da orada çalışanlara maaş olarak verilir.
Görülüyor ki bu bir kurumdur. Dişi kurallı çoğul olması sebebiyle bunları ifade ediyor. Harfi tarifli dişi kurallı çoğul kurum demektir.
فَنِعِمَّا هِيَ (FaNiGimMA HiYa) “Bu niimmâ. Bu çok iyi.”
“Ni’me” nimetten gelen kelimedir. “Nimet” “en’âm”dan gelir. “Rahmet” ile akraba kelimedir. Rahmet daha çok sosyal iyiliktir. Nimet ise daha çok ekonomik iyiliktir.
“Niimmâ” “ni’me”nin mübalağasıdır. Ne kadar iyi denmiş olur. Buradan anlıyoruz ki sadakada asıl olan açıklıktır.
Şimdi sadakayı kimler toplayacak ve kimler bölüştürecektir? Başkan on kişiye yakın âmil atayacak, kişi bunlardan istediğine teslim edecek, bunlar oturup dağıtımı yapacaklardır. Başkan bunların başındadır. Dolayısıyla başkan da âmilîn faslından ücretini alacaktır. Âmilîn erkek kurallı çoğul olduğu için eşit alacaklardır anlamı çıkmaz. Toplanan zekâtın on ikide biri onlarındır.
Eskiden tahsildarlık zor idi, şimdi ise çok kolaydır. Üretici ürettiği malı kendisi depolamayacak, kendisi kullanmayacak. Kontrolü yaptıktan sonra ambara teslim edecek, karşılığında kendisine bir kâğıt verilecek. Kâğıt sahibine eksik kâğıt verilir, böylece vergi tahsil edilmiş olur. Dağıtma da aynı şekildedir. Müstahaklara buğday parası verilmektedir. Fiyatlar stok seviyesine göre oluşmaktadır. O halde âmillere ayrılan on ikide bir yeterlidir. Başkan da bunların aldığını alır. Onların aldığının beşte biri başkana aittir. Onların iki katı maaş almış olur.
وَإِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاءَ (Va EıN TuPFUvHAv Va TuETUv elFuQaRAEa)
“Onu ihfa eder de fakirlere i’tâ ederseniz.”
İhfa ettiğiniz zaman fukaraya vereceksiniz. Başka yere harcamanız kabul olunmaz demektir.
“Fakir” serveti vasat servetin altında olandır yahut muhtaçtır. Evlenme, tahsil, ev yapma, iş kurma gibi girişimler vardır. Kişi altından kalkamıyor. O da muhtaçtır. Ona yardım edilecektir. Bunun gizli yapılması uygun olur. Yoksullar yoksulluklarını kabul etmişlerdir. Fakirler ise fakirliklerini kabul etmez ve bütçeden pay istemezler, farklı pay istemezler. Onlara verildiği zaman gizli verilmelidir. Ya siz doğrudan verirsiniz, yahut âmilinize verirsiniz, o ona takdim eder. Ama bu internete girmez ve halka yayılmaz. Her şeyin gizlice verilmesi gerekir.
“Fukarâ’” burada marife gelmiştir. Bu bize fakirlerin tarif edilmiş olduğunu gösterir. Biz buna serveti orta değerin altında olan kimseler diyoruz. Fakirlere yalnız il ve bucaklarda pay verilmektedir. O halde oralarda fakir tarif edilecektir. Böylece dört çeşit fakir ortaya çıkmaktadır. İlde ve bucakta fakir olanlar. İlde fakir olanlar, bucakta fakir olanlar. Ve ilde ve bucakta zengin olanlar. Buna göre sadakayı ya il ve bucaktan alır, ya da ilde alır bucakta verir, yahut bucakta alır ilde verir, veyahut her ikisinde de verir.
فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ (Fa HuVa PaYRun LaKuM) “Sizin için böyle yapmanız daha iyidir.”
Açıkça zekât verdiğiniz zaman karşılığında kredi alıyorsunuz, altyapıdan yararlanıyorsunuz, mallarınız sigortalanıyor, yerlerinizin resmî değeri artıyor. Gizli verdiğinizde bunlardan yararlanmıyorsunuz, ama sizin için böylece daha hayırlı iş yapmış olursunuz.
Şimdi tekrar meselemize dönelim. Açık verme nasıl olacak, fakire verme nasıl olacak?
Bütçe açıktır. Kim ne kadar verdiği belli, kimin ne alacağı da bellidir. Bu açık durumdur. İkincisi ise ortak bütçeye koymuyorsunuz. Sizin âmiliniz ile başkanın bilgisi dahilinde fukaraya veriyorsunuz. Bu takdirde zekâtın avantajlarından yararlanamıyorsunuz.
وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّئَاتِكُمْ (Va YuKafFiRu GaNKuM MiN SayYiETiKuM)
“Seyyielerinizden tekfir eder.”
Birçok günahlar işlenir. Bunların kefaretleri vardır. Ancak günahların fâş edilmesi istenmez. İster beyyine ile sabit olsun, ister ikrarla bilinsin, kişi seyyielerinin kefaretini gizli vermek isteyebilir. İşte o zaman o gizli tutulur. Bu gelirler açık bütçeye meçhul yerden gelenler olarak eklenir, yahut bunlar da o gizli fakirlere bölüştürülür. Böylece gizli sadakalar kefaret olmuş olur.
Böyle bir seyyieyi haber alan kimse başkana gider ve ona ihbarda bulunur, başkan ona tekfir ettiğini bildirir, böylece muhbir tatmin olarak gerisin geriye döner.
Kur’an tuvalete nasıl gidileceğini, temizliğin nasıl yapılacağını öğretmiştir. Kıyasla bizim bütün hayatı kurallaştırmamız gerekir. Her şeyi en iyi bir şekilde kurallaştırmamız gerekir.
Bunları nasıl yapacağız?
Kur’an’dan istidlâl edeceğiz. Eğer harfi tarifle gelmişse o halde bu marifedir, yani bizim onu tanımlamamız gerekir. Kur’an’da; zengin var, fakir var diyor. Ara sınıftan bahsetmiyor. O halde yarısı fakir, yarısı zengindir. Böylece tarifini de bulmuş oluyoruz. Burada seyyielerin sadakalarının gizli olması gerektiğini istidlâl ediyoruz.
وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ(271) (Va elLAHU Bı MAv TaGMaLUNa PaBıRun)
“Allah bütün amel ettiklerinizi habîrdir.”
Yukarıda ilkinden bahsederken nekre gelmişti. Dolayısıyla yukarıdaki bilgi âlemlerin Rabbi olan Allah’ın bilgisidir. Buradaki nekredir, devletin bilmesi, kamunun bilmesidir, haberdar edilmesidir. Daha doğrusu muhabirler bunları kaydetmektedirler.
Şimdi; evrak kaydında gizlilik, muhasebe kaydında açıklık esastır. Ancak evrak kaydında gizlilikte istisnalar vardır. Muhasebe kayıtlarında da açıklıkta istisnalar vardır. Bunların bir kısmını şeriat belirler, bir kısmını da evrak veya hesap sahibi belirler. Her iki halde de resmî kayıtlara geçmesi gerekmektedir. Çünkü bu kayıtlar gerekli görüldüğünde savunma aracıdır.
Bu âyet zekâtın toplanması ve dağıtılmasındaki gizlilik istisnalarını koymaktadır. Biz bundan muhasebe şeklimizi de öğreniyoruz. İki muhasebe vardır; açık muhasebe, gizli muhasebe. Gizli muhasebede yalnız kendisi bilir ve gerektiğinde gösterir.
***
لَيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ (LaYSa GaLaYKa HuDAyHuM)
“Onların hidayetleri senin görevin değildir.”
Burada da “Ve” harfi getirilmemiştir. Çünkü konu değişmiştir. Tayyibâtı infak etmezlerse ne olacaktır konusuna geçmiştir. Ne verileceği anlatılmış, nasıl verileceği anlatılmış; şimdi de vermeyenlere uygulanacak kurallar belirtiliyor.
“Leyse Aleyke” demek, senin vazifen değildir demektir. Bunun anlamı yetkin de yoktur, sorumlu da değilsin demektir. Devlet zorla vergi toplamaz. Herkes vergisini kendi beyanı ve isteği ile verir. Vergi vermeyen ancak sürülebilir.
Burada “sen” demek suretiyle yöneticilerin, başkanların zorlama yetkileri yoktur demektedir. Ama hakemler kararı ile mahkumiyetler konabilir.
“Hudahum” denmektedir. Buradaki “hum/onlar” zamiri zalimlere gitmektedir.
Gerek infak yaparken, gerek nezri ifa ederken, senin onları yola koyman yoktur. Merkezî karar sistemi yoktur, kollektif karar sistemi vardır.
Toplulukta herkesin her konuda hakemlere gitme yetkisi vardır. Vergi kaçıran kimse aleyhine mağdur olan herkes, her fakir hakemlere gider ve kendi hakkını alabilir. Ama yöneticilerin müdahale etme hakları yoktur. Kişilerin ne yapacaklarına merkez karar vermez. Kişi kendisi karar verir, kendisi içtihat eder ve ona göre hareket eder. Yanlışı ve doğrusu ona aittir, sevabı ve hatası ona aittir. Zaten insan olmak demek bu demektir.
وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ (Va LaKınNa elLAvHa YaHDIy MaN YaŞAEu)
“Lâkin Allah meşiet ettiğine hidayet eder.”
Topluluk kurallar koyar, koyduğu kurallara göre de hakemlere gidilir. Kişi mahkum edilebilir. Hukuki sorumluluk vardır ama cebrî icra yoktur.
Şöyle açıklayalım: Bir kimsenin süpermarketi var, ticaret yapıyor. Her sene kırkta bir zekât verecektir ama vermiyor. Bunun cezası yoktur. Cezası o kişinin o dükkanı tahliye etmesidir. Çünkü belli bir dükkanı işgal edebilmen için yeterli sermayenin olması gerekir. O sermayeyi de ödediği zekâtla biliriz. Bu yıl zekât vermedi demek, sermayesi yoktur demektir. O zaman onun orasını boşaltması gerekir. Orasını kiralamak isteyen kimse başvurur, gerekirse hakemlere gider ve o yeri kiralamış olur. Yani hukuk yoluyla kişiye yaptırım uygulanabilir. Yöneticinin yapacağı hiçbir şey yoktur.
Burada “Men Yeşâu” denmiştir. Bu da kişi hakkında karar alınmasını gerektirir. Yani kuralların dışında hakemler nezdinde mahkum olmalıdır. Başkan mahkeme kararı olmadan kimsenin malına hiçbir suretle müdahale edemez. Kişi ile ilgili kararlar hep âyetle alınır. Allah’ın meşieti davacının ve hakemlerin meşieti birleşince ortaya çıkar. Bir mal üzerinde serbest pazarlık yapıp anlaştılarsa, o fiyat Allah’ın meşieti ile takarrur etmiştir. Pazarlıkla Allah’ın meşieti ortaya konmuştur.
Yine de zekâtı vermeyenin malları korunmaz, müeyyidesi de zorunlu yaptırıcıdır. İşte orada Allah istediğine eşkıyayı musallat eder denmektedir. Yargılama sistemi topluluk için önemli sistemdir. Çünkü Allah’ın iradesi orada tecelli etmektedir. Bunun için şunlar yapılmaktadır.
a) Önce davacı kendi hakemine konusunu anlatmaktadır. Hakemi onu haklı bulur veya bulmaz. Hakemi haklı bulmazsa dava açmaz, hakemini değiştirir.
b) Haklı bulursa karşı tarafa bildirir. Karşı taraf hakemini seçer.
c) Hakemler anlaşırlarsa kararları ittifakla verebilirler. Anlaşamazlarsa baş hakemi seçerler.
d) Hakemler ilk duruşmayı yaparlar ve ilk kararı verirler. Her madde ayrı karara bağlanır. İnkâr varsa, onlar için ispat külfetinin kime ait olduğuna karar verirler.
e) Davacı beyyine getirdiğinde ikinci duruşmayı yaparlar. Karar tefhim olunur.
İşte bu merasimlerin icrası Allah’ın iradesinin tecellisi demektir. Burada başkan karar vermez. Bir alacak ve borç meselesinde başkan geçici karar vermekte, malı zilyede teslim etmektedir. Oysa zekât alacaklarında başkanın herhangi bir icrai karar yetkisi yoktur. Bugün olduğu gibi ‘sen öde, sonra dava aç’ diyemez. Dava açılacaksa hazine açacaktır demektir.
“Men Yeşâu” demek suretiyle zekât konusunda başkanların geçici hakemlik yapamayacağını ifade etmiş oluyor. Çünkü başkan orada taraftır, başkanın orada payı vardır. Dava külfeti yönetime yüklenmiştir. Çünkü her ne kadar kamu işletmede ortaksa da zilyedi mükelleftir.
Burada yeni bir şey öğreniyoruz. Âyette delil bulmuş oluyoruz. İşletmeye tesis, emek, sermaye ve genel hizmet katılır; bunlar ortaktırlar. Ancak tüm işletmenin zilyedi bir kişidir, o da işletme sorumlusudur. Bu tecezzi etmez. Zilyedin sorumluluğuna kamu da müdahale edemez.
وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv TuNFıQUv MiN PaYRın) “Hayrdan neyi infak ederseniz.”
Burada “hayır” kelimesi kullanılmıştır, yani buradaki infak genel harcama değildir. Buradaki infak zekât, sadaka, eşe infak, çocuklara infak, sağlığa infak gibi iyi şeyleri infaktır.
Bugün artık kimse ürettiğini tüketmiyor. İnsanlar birlikte yaşıyor, birlikte çalışıyorlar. Üretim ortak olduğu gibi; su, yol, temizlik gibi birçok işler de ortak hâle gelmiştir. İnsanlar da birlikte yaşamak zorundadır. İlk insanlar aşiretler hâlinde yaşamaya başladı. İlk insanın işi de zordu, çünkü tek başına savunma gücüne sahip değildi. Hazreti Adem’den sonra tek başına yaşayan aile kalmamış, insanlar aşiretler hâlinde yaşamaya başlamışlardır. Bugün bizim ocak dediğimiz topluluklar on aile civarındadır. Ailenin tek başına başaramadığı işleri birlikte yaparlar. Ölüm, doğum, hastalık ve benzeri günlerde birbirlerine yardım etmek durumundadırlar. Ondan sonra tek başına çalışmak zaten mümkün değildir. Ortak üretim semtlerde ve bucaklarda düzenlenmektedir. İç güvenlik illerde sağlanmakta, ilçelerde genel hizmet verilmektedir. Dış savunma ülkelerde gerçekleştirilmekte, ihtisas hizmetleri bölgelerde yapılmaktadır. Uygarlaşma sorunu ise insanlığın işidir.
Uygarlaşma demek, artan nüfusa yeni iş sahası bulma, yeni yaşam yerleri bulma demektir. Kıta merkezlerinde araştırmalar yapılmaktadır. İşte bunlar için yapılan harcamalar hayır harcamalarıdır. İnsanın kendi sıhhatini koruması da hayır harcamasıdır. Çünkü bedeni de ona Allah’ın emanetidir ve topluluğundur.
فَلِأَنفُسِكُمْ (Fa Li EaNFuSiKuM) “Sizin nefisleriniz içindir.”
Allah insanı yaratmış ve insana görevler vermiştir. Bu görevleri ifa ederken bir başkası için görev ifa etmektedir ama bu yine de kendi yararınadır. Bugün ulaştığımız nimetler hep topluluk sayesinde olmuştur. Ailesiz bir insanın doğması, büyümesi, yaşaması, hattâ ölmesi bile mümkün değildir. Her nefeste ailemize muhtacız. Ailemizin fertleri de görevlerini aile içinde yapmaktadır. İşler ocak içinde yapılabilmekte ve haklar orada alınabilmektedir. İl, ülke ve insanlık hepsi birlikte bizim yararımıza vardır. Erkekler nafaka temin etmeyi ve savunma yapmayı tek başlarına başaramadıklarından birlikler kurmuşlar; bucak, il ve ülkeyi oluşturmuşlardır. Şimdi insanlık içinde birleşmeye çalışmaktadırlar. Gaye biz kişilerdir, kişilere hizmet etmektir. Topluluk kişiler için vardır. Kişiler de topluluğa hizmet etmekle görevlidirler.
Âhirete inanmayanlar bile bu bilinç altında devletlerini kurmakta ve yaşatmakta, silah zoru ile yaşatıp korumaktadırlar.
Oysa Allah’a ve âhirete inananlar hem dünyaları için bu hayrın infakında bulunuyorlar, hem de öldükten sonra bunun mükâfatını Allah vaat ediyor. Âhirete yönelik vaat olmasa bile, bu dünyada zaten kendi çıkarımız için yaptıklarımız hayırdır.
Birçok kimseler vardır ki, para kazanmak ve zengin olmak istemektedirler. Eğer bir hedefleri varsa, onun için para kazanıyorlarsa ve hedef hayırlıysa, elbette bu tebcil ve takdir edilir. Bu çalışma Allah için çalışmaktır. Ben para kazanayım, kendimi ve ailemi geçindireyim; bu arada onlarla birlikte aşiretimi/ocağımı, bucağımı, ilimi, devletimi ve insanlığı yaşatayım diye çalışıyorsa ne âlâ. Bunun için para kazanmak ne kadar iyi olup ibadet ise; para kazanıp yığarsanız, kendi sağlığınıza bakmazsanız, ailenize cimri davranırsanız, topluluğu düşünmezseniz; bunlar yetmiyormuş gibi bir de üstüne üstlük haksız kazançların peşine düşerseniz, o zaman Allah yerine paraya ve servete tapmış olursunuz. Bütün bu çalışmalar aleyhinize olur.
وَمَا تُنفِقُونَ إِلَّا ابْتِغَاءَ وَجْهِ اللَّهِ (Va MAVv TuNFıQUvNa EilLav iBTiĞAEa VaCHı elLAvHı)
“Ancak Allah’ın vechini ibtiğa etmek üzere infak edersiniz.”
Daha önce “Ve Mâ Tunfikû” denmiş, “Nun”suz getirilmiştir. Burada ise “Nun”la getirilmiştir. Yukarıdaki “Mâ” şart mâsı idi. Buradaki “Mâ” ise nefy mâsıdır. İstisnalı nefy cümlesi getirilmiştir. “Yarın bana gelirseniz size ikram ederim. Dostluk ziyareti yapacaksınız.” dediğim zaman, ikincisi ikramın şartını bildirir. Yani hayır yapmanız yetmez, hayrın yapılması Allah rızası için olmalıdır. Hayrınız böyle olursa nefsiniz içindir.
Burada “Allah’ın vechi, Allah’ın rızası” tâbiri geçmektedir. Kur’an’da bu deyim başka yerlerde de geçer. Acaba Allah’ın razı olması ne demektir? Biz bu dünyada bunu nasıl ölçeceğiz? Burada topluluk dediğimiz zaman Allah’ı seven topluluk ne demektir? Halka kendisini sevdirmeye uğraşmak iyi midir? O zaman halkın yanlış yollarını tasvip etmiş olmaz mısın? Öyle olsaydı o zaman bugünkü uygarlık doğar mı idi? Öyleyse Allah’ın rızası ne demektir?
Burada şunu belirtelim ki, topluluk halktan ibaret değildir. Toplulukta kişilerin düşünceleri farklı olur ama bir araya gelince birlik olurlar. Ayrı ayrı bir kimseyi hiç sevmedikleri halde, birlikte olunca ona itaat ederler ve saygı gösterisinde bulunurlar. Ayrı ayrı birini çok sevdikleri halde, bir araya gelince ona karşı çıkar, saygısızlık gösterir ve onunla görüşmezler bile.
Biz Allah’ın rızasını nasıl arayacağız?
İşte burada ne halkın ne de topluluğun rızası sözkonusu değildir. Hakkın rızası sözkonusudur. Siz onları sevecek ve onların iyiliği için hayır yapacaksınız. O gerçekten o topluluğun ve halkın olacaktır. Ama onlardan teşekkür beklemeyecek, onlardan iyilik mukabelesini beklemeyeceksiniz. Siz iyiliği sizi var eden Allah’tan bekleyeceksiniz. Hak ne ise onun yanında olacaksınız. Böylece hayır kayıt altına alınmış olmaktadır. Halkı memnun etmek değil, Hakk’ı memnun etme yolunu tutacaksınız. Kendi içtihadınızla hareket edeceksiniz. Kendi çıkarınızı düşünmeyeceksiniz. Kendinizi halka sevdirme peşinde olmayacaksınız. Siz onları seveceksiniz ama onlar sizi sevmeyecekler.
وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv TuNFıQUv MıN PaYRın)
“Hayırdan neyi infak ederseniz.”
İnfak sigasını bir arada getirdi. Biri istisnalı menfi, ikisi şart . Birincisinde sizin için denmiştir. Burada da size ifa edilir denmiştir. Oradaki haber infakın Allah rızası için olması şartını getirmiştir. Gösteriş için de olsa, çıkar için de olsa, infak edilenin karşılığı bu dünyada görülür. Orada Allah rızasının olup olmaması aranmaz. Hayır hayırdır. Ama âhirette karşılığın alınması için Allah rızası gerekir. Onun için ikinci cümleden evvel haber cümlesi gelmiştir. Asıl hayır da Allah rızası için yapılan hayırdır. Bu dünyada insanlara ve topluluklara hayır yapacaksınız, karşılığında ise sevgi ve saygı da dahil bunlardan bir şey beklemeyeceksiniz.
Siz beklemeyi bırakın; zorla saygı yaptırmaya, zorla sevdirmeye çalışmaktadırlar. Tuttukları partiye karşı çıkanlara kin beslemektedirler. Millî Görüş hareketini, Adil Düzen hareketini ortaya çıkaran Erbakan’ın yandaşları kenara çekilmiş, gençler AK Parti’ye kin kusmaktadırlar. Şimdi Erdoğan’ın da böyle perestişleri türemektedir.
Oysa biz kimse bizi sevsin veya saysın diye bir iş yapmadık. Sonradan Erbakan’ın yanında toplananlar Erbakan’ı tanımıyorlardı bile. Toplandığımızda Allah rızası için toplandık.
Bir şey beklemememiz gerekir. Bizi saymalarını da sevmelerini de beklemememiz gerekir. Biz sadece “Adil Düzen”e doğru gidip gitmediklerine bakarak insanlar hakkında kararlar veririz. Yoksa bize olan saygı ve sevgiyi değerlendirmeyiz. O bizim işimiz değildir. Hayrı yaparken kişilerden bir şey beklemeyeceksin. Beklediğin sadece Allah’ın rızası olacaktır.
Akevler Adil Düzen Çalışanları bu hususları iyi bilmektedirler.
Kişi “Adil Düzen”e doğru adım atıyor mu; o bizim arkadaşımızdır, biz onun yanındayız. Bizi sevip sevmemesi bizi ilgilendirmez. Hattâ onun işlediği başka günahlar olabilir, onlar da bizi ilgilendirmez. Biz ne yargıcız, ne de tanrı. Diğer amellerinin sevabı da günahı da ona aittir, hesabını o verir. Ama “Adil Düzen”e doğru samimi adım atıyor mu, atmıyor mu, buna bakmalıyız.
Böyle yaparsak ne olur?
يُوَفَّ إِلَيْكُمْ (YuVafFa EiLaYKuM) “Size ifa olunur.”
Kim ifa eder?
Allah ifa eder. Allah’ın âhirette de geçerli olan sünneti ifa eder. Onun için meçhul sigası gelmiştir. Bizim düşüncelerimiz ve kayıtlarımız beynimizdeki bilgisayarda kaydedilmektedir. Nasıl bilgisayarları sonra okuyabiliyorsak, yarın görevlilerce beynimizdeki düşünceler okunacaktır. Allah rızası için yapılmış olan hayır eksiksiz ifa olunacaktır. Bu dünyada eksik kalan ücretler orada çoğaltılarak ifa olunacaktır. Bu dünyaya zaten bunun için geldik. Çalışalım ve kazanalım da âhirette cennette yaşayalım.
Evet, yaptığımız iyilikler kat kat ödenecektir.
Mü’minler, Adil Düzen Çalışanları; siz bir şey beklemeyeceksiniz. “Adil Düzen” geldiği zaman siz yaşlanmış olacaksınız. Eskiler geride kalacak. Size bu dünyada karşılığı verilmeyecektir. Ne var ki sizin için en büyük mükafat “Adil Düzen” olacaktır, çünkü siz onun sayesinde cennetin âlilerine yerleşeceksiniz. Allah’ın burada verdiği müjde budur.
وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ(272) (Va EaNTuM LAvTuZLaMUvNa)
“Ve siz zulme uğramayacaksınız.”
1990’ların sonarında bir grup arkadaşımızla Kenan Evren’i Marmaris’teki evinde ziyaret etmiştik. “Biz Adil Düzen çalışanlarıyız” diyerek kendimizi takdim ettik, çünkü öyle söylemeyerek randevu almıştık. Önce biraz şaşırdı. Hemen askeri zekâsını kulandı ve karşı taktiğe geçti:
“Allah adil değil de siz mi adil düzeni kuracaksınız. Kimi fakir kimi zengin, kim sakat kimi sağlam, kimi güçlü kimi zayıf, kimi akıllı kimi deli; adil düzen olmaz!” dedi. Bununla önce adil düzeni reddettiğini beyan ederek kendisini basına karşı emniyete aldı.
Ben kendisine o anda cevap vermedim. Arkadaşlarla beraberdik, on kişiydik. Sohbetimiz ilerledikçe kendisine cevap verdim. “Siz böyle dediniz. Biz Allah’a inanıyoruz, âhirete de inanıyoruz.”
“Hepimiz inanıyoruz” dedi.
İşte o zaman orada bunu izah ettim:
“Bu dünyada adalet yoktur. Ama âhirette bu adalet tamamlanacaktır.”
Buradaki âyet bize işte bu gerçeği teyit ediyor. Bu dünyada hiçbir zaman tam adalet sağlanmaz. Adalet âhirette sağlanacak. Ama bu dünyada biz zulüm yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz, orası önemlidir. ‘Dünyada herkes zulüm yapıyor, biz mi düzelteceğiz?’ dersek, işte o zaman kaybettik demektir. Dünyada zalimler de olacak, adiller de olacaktır. Âhirete vardıklarında orada zalimler cezalarını çekeceklerdir. Bu sebepledir ki dünyadaki cezalar adaletin tesisi ile ilgili ceza değildir. Caydırıcı olma bakımından ceza veririz.
ADİL DÜZEN 431
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 93. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
لِلفُقَرَاءِ الَّذِينَ أُحْصِرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ لَا يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الْأَرْضِ يَحْسَبُهُمْ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنْ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ(273) الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلَانِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(274)
لِلفُقَرَاءِ (Li eLFuQaRAEı) “Fakirler için”
Hayırdan fukaralar için neyi infak ederseniz o size iade edilir.
Yani buradaki “Lam” “Mâ Tunfikûn”a bağlanmıştır. Onun mef’ûlün lehi olmaktadır. Marifedir. Her fakire değil, belirlenmiş fakire verilecektir.
“Fakir”i biz bucakta tanımlamıştık. Mal varlıkları vasat mal varlığının altında olan kimselerdir. Bunların belirlenmesi kendi beyanlarına bağlıdır. Orada sadece mal varlığını esas aldık. Miskini de tarif ederken geliri esas aldık, vasat gelirin yarısından az geliri olan fakire “miskin” dedik.
Burada hep gelirden söz ettik ama giderden söz etmedik. Oysa hesap edeceğimiz şey aynı zamanda giderdir. Fakirlere zekât dağıtırken çocukların sayısını esas alacak mıyız, yoksa on çocuklu fakir ile bir çocuklu fakire eşit mi vereceğiz? Fakirlere zekât verirken servetlerinin azlığına göre veriyoruz. O halde bunu bakmakla mükellef oldukları nüfusa göre bölüştürmüyoruz.
Bir fakire düşen pay ile kişi zengin oluyorsa ona hiç pay vermiyoruz. Zenginler sınıfına geçenlerden alıyoruz. Alacağımız zekât onu fakir hâle getiriyorsa ondan zekât almıyoruz. Böylece zekât almayan fakirler ve zekât vermeyen zenginler de vardır demektir. Burada yapmak istediğimiz servetlerde denkliği sağlamaktır.
Miskinler için durum böyle değildir. Miskinlere geçinme desteğini veriyoruz. Bakmakla yükümlü olduğu nüfus esas alınacaktır. Karısı zengin de olsa karısına kendisi bakmakla yükümlü olduğu için onun payını da veriyoruz.
Bu izahlardan sonra burada dikkate alacağımız husus kişinin sadece geçimi değildir. Kişi ev yaptırıyor. Sonunda kiradan kurtulacaktır. Bizim tarifimize göre ne fakirdir, ne zengindir. Ama şimdi muhtaçtır. Yahut birisi evlenmektedir. Fakir ve yoksul değil ama bu masraflar onu fakir yapacaktır. Yahut biri hastadır, tedavi masrafları gerekiyor. Kendisi fakir veya yoksul değildir ama sonunda bu hastalık sebebiyle fakir olacaktır. Yahut biri okumaktadır, talebedir. Fakirlik veya yoksulluk payı yetmemektedir. Onlara zekât verilebilir mi?
İşte bu âyet onlara zekât verilebilir diyor. Kişiler onlara zekât verir. Mahsup edebildikleri gibi zekâtlarının onlara verilmesini isteyebilir, gelirler listesine katabilirler.
“Fakirler” burada marife olarak geldiğine göre bucak kararlarında kimlere verileceği belirtilmelidir. Listeye eklenmeleri istenebilir. Ama kişi orada belirtilmeyenlere zekât vermez. Mesela, doğum günü partisine yahut sünnet düğününe, değişik törenlere zekât verilemez. Ancak oranın yönetimi listeye almışsa verilebilir. Meselâ, dinî okullara verilip verilemeyeceğini bucak belirler. Tabii bale okulları için de durum böyledir.
الَّذِينَ أُحْصِرُوا (ElLaÜIyNa EuXÖıRUv) “İhsar olunan kimseler.”
“Fukara” marife gelmiştir, belli fakirlere demektir. Müfret gelebilirdi, oysa hem cem/çoğul gelmiş hem de “ellezîne” ile tarif edilmiştir. Demek ki bunlar başkanları olan cemaattir. Resmen görev almışlardır. Yahut kendileri cemiyet kurarak iş yapmaktadırlar.
Örnek olarak Risale-i Nur şakirtleridir, Millî Görüş teşkilatıdır, diğer hizmet topluluklarıdır. Bunlar ortaklarına kazanç sağlama yerine topluluğa hizmet etmeyi amaçlamışlardır.
Bunlara zekât verilebilir mi? Burada bizi ilgilendiren Akevler Kooperatifi’ne zekât verilebilir mi hususudur. Bunun fetvasını istihsal etmemiz için Akevler’in yapısını incelememiz gerekmektedir.
Akevler’in gayesi; “Çalışmada ve yaşamada birbirleri ile anlaşan kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışmayı ve yardımlaşmayı sağlamaktır.” şeklindedir.
Kooperatif faaliyet gösterir ve ortaklara iş yapar. Toprak alırsa komisyon olarak % 10 alır. Bina yaparsa genel hizmet karşılığı % 5 alır. Ticari işletmelerde cirodan % 2.5 alır. Bunlar kooperatifin gelirleridir. Kooperatif ortaklardan aidat almaz. Ortaklara sadece hizmet verir, kâr dağıtmaz. Kooperatifin ayrıca bir de “kefalet hesabı” vardır. Tahsil edilemeyen alacaklar ile ödenemeyen borçlar o hesapta toplanır.
Kooperatifin gayesi İslâm uygarlığı ile Batı uygarlığını sentez ederek III. bin yıl uygarlığını barış yoluyla kurmaktır.
Biz Akevler’in zekât alıp cari giderlerinde harcamasını meşru görmüyoruz. Ama Akevler belli bir proje ortaya koyar, o projeye zekât alabilir ve onu orada harcar. Bu husus diğer bütün benzer kuruluşlar için de geçerlidir.
Biz ne yapmak istiyoruz?
a) Her şeyden önce Kur’an’ın zamanın sorunlarını çözmesi için çağımızın ilimlerine dayanarak yorumlar yapıyoruz. İşte bu fona zekât verilebilir. Çalışan fakirler buradan desteklenebilir.
b) Kur’an’ı doğru anlayabilmek için örnek uygulamalar yapıyoruz. Adil Düzen sitesini kurmak istiyoruz. Ahşap evler üretmek istiyoruz. İnşaat yapmak istiyoruz. Market çalıştırmak istiyoruz. Bu denemelerde zarar ediyoruz. Bu zararları zekâtın garimin (borçlular) faslından kapatabiliriz.
c) Genel Hizmet Ortaklıklarını oluşturuyoruz. Mesela muhasebe ortaklığı kurmak istiyoruz. Muhasipler cirodan pay alacaklardır. Ne var ki şimdilik müşterilerimiz olmadığı için personel çalıştıramıyoruz. Yine de çalışmaları yapabilmek için direniyoruz. Zekâttan destek alınabilir.
d) Bizim öncelikle internette yayın yapmamız gerekmektedir. Sonra dergi çıkaracağız. Sonra yayın organları oluşturacağız. Daha sonra kütüphaneler meydana getireceğiz. Bunların hepsine zekât verilebilir.
“Hasr” kelimesi burada meçhul getirilmiş, if’al bâbından gelmiştir. Başkalarının hasretmesi gerekmez; eğer kişi kendisi bir işe hasretmiş ise iş onu ihsar etmiş olur. Dolayısıyla topluluğun işlerini yapanlar ihsar edilmiş olur. Onları zengin etmeyeceğiz ama muhtaç durumda da bırakmayacağız.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBIyLı elLAHı) “Allah’ın yolunda.”
“Sebil” ağ hâlindeki yoldur. İkili bağlantılar değil de çoklu bağlantılar demektir.
“Allah’ın yolunda” Allah’ın yollarının ağında anlamındadır.
“Allah” burada topluluk anlamındadır. “Sebil/yol” insanları birleştiren şeylerdir. O halde hayır birleştiricidir, ayırıcı değildir. Bölücülük ayırımcılıktır. Bölücülerle savaş Allah yolunda savaştır.
Umumi yol yapmak Allah yolunda çalışmaktır. İslâmiyet’e göre ulaşım parasızdır. Kara, deniz, hava ve demir yolları bedelsiz olarak taşıtlara açıktır. Hattâ bu yollarda seyreden araçların yakıtları da bedelsiz verilir. Bunun karşılığında kendilerinden istenen giderken yolcu taşımalarıdır. Minibüs beş yolcudan birini bedelsiz taşır. Nakliye aracı beş tondan birini bedelsiz taşır. Arabanın bakımı ve yakıtı kamuya aittir. Tren ve vapurlar ücretsiz araba ve yolcu taşırlar.
‘Devlet bunları nasıl karşılayacaktır?’ diyebilirsiniz.
Bunlar gelen vergilerden karşılanır. “Adil Düzen”de üretim o kadar bol ve bereketlidir ki, beşte veya onda birler bütün bunları fazlasıyla taşır. Bir örnek verelim. Bugünkü Türkiye’de gençler 25 yaşına kadar okuyorlar ve iş yapmıyorlar. 50 yaşından sonra emeklidirler. İnsanların 50 senelik çalışma ömürlerinin yarısı boş geçiyor. Oysa öğrenciler ve askerler de üretici hâle gelebilir. Yaşlılar da çalışabilir. Türkiye’de kadınlar da şartlar müsait olmadığı için çalışmıyorlar. Ayrıca işsizler vardır.
Çalışanlar da ya verimli çalışmıyorlar ya da yarım verimle çalışıyorlar. Bugün istihdam edilen emek yarı yarıya, hattâ üçte birdir. Bunlar çalıştırılır da bu emekler değerlendirilirse, millî hasıladaki artış üç değil beş-altı misli daha fazla olacaktır.
Aksini mi iddia ediyorlar? Akevler’e kredi versinler, bir bucak kuralım, iki-üç senede kredileri ödeyelim; ondan sonra görsünler bakalım biz nasıl çalışıyoruz.
Vakıflar kuruluyor ve uygarlık geliştikçe sebilullah denen müesseseler de gelişiyor.
Su yolları, gaz yolları, ısıtma, elektrik, haberleşme hepsi karşılıksızdır.
Okullar, mabetler, mağazalar, spor yerleri hep karşılıksızdır.
İşte bunların hepsi sebilullahtır.
Buralara kendilerini verip sermaye biriktiremeyenler Allah yolunda hasrolmuş kimselerdir.
Akevler’de zekât kabul etmedik ama ortaklar katıldılar, Allah rızası için ortak oldular. Akevler’in bereketi buradadır.
Kimileri Anayasa ekseriyeti ile iktidar oluyorlar ama yine de Akevler’den ve Akevler’in kırk yıllık bu tecrübesinden yararlanmayı düşünmüyorlar!!!
لَا يَسْتَطِيعُونَ (LAv YaSTaOIyGUvNa) “İstitaa edemezler. Güçleri yetmez.”
“Allah yolunda hasr olmuşlardır, güçleri yetmez.”
Ebu Hanife döneminde birçok müçtehitler vardı. Devrin iktidarları ilmî gerçeklerden hoşlanmazlar. Âlimler de ikiye ayrılırlar; kimi iktidar yanlısı olur ve iktidarın hoşuna giden fetvalar verirler, kimi hakkın yanında olur ve gerçek ne ise sadece onu söylerler. İşte bunlardan iktidar yanlısı şakşakçı olanlar nimetlere boğulurlar. Gerçekleri söyleyenler ise dokuz köyden kovulurlar.
Akevler’dekilerden bahsetmeyeceğim. Çünkü o zaman biz bir şeyler istemiş gibi oluruz.
Günümüzün yakından tanıdığım iki büyük âlimi vardır; Sebahattin Zaim ve Hayrettin Karaman. Bunlar bilgilidirler ama cihad yapmazlar. Sadece söylerler, ondan sonra daha ileri gitmezler. Onun için ben onları da tam âlim saymıyorum. Ama bilgi ve danışman olarak kendilerinden her zaman yararlanılacak kimselerdir. R. Tayyip Erdoğan belediye başkanı iken bunlarla sıkı fıkı idi. Millî Görüşçülere de fazla yakın değillerdi. Ama başbakan olunca Tayyip bey bunları hatırlamadı bile. Bunun yerine İslâm karşıtı solcu profesörleri kendisine baş tacı yaptı.
İşte böylece gerçekten Allah yolunda olanların elleri ve ayakları bağlanmış gibidir. İzmir Akevler’in kırk milyon dolarlık arazisi gasp edilmiştir. Akevler’dekiler hep baskı görmüş ve işlerini kaybetmişlerdir. Akevler ortakları sıkıntılara girmişlerdir. Çünkü devlet onları ezmiştir.
İşte bunun gibi ezilen cemaatleri desteklemek mü’minlerin yaptığı hayırdır. Emredilmiyor ama hayır olarak da bunlar adlandırılıyor.
Yazı değiştirilmiş...
Medreseler kapanmış…
Tarikatlar yasaklanmış...
Cuma günleri iş saatleri hâline getirilmiş...
Bunların hepsi halkı İslâmiyet’ten uzaklaştırmak için yapılmıştır.
Ama Türk Milleti ne yapmış?
Bu âyetin tavsiyesine uyarak bunları desteklemiş. Hayırsever halkımızın destekleri sayesinde bunlar bugün güçlü kuruluşlar hâlindedirler.
ضَرْبًا فِي الْأَرْضِ (WaRBan FIy eLEaRWı) “Arzda darbetmeye güçleri yetmez.”
Arzda darbetmek suretiyle dolaşıp kazanmaya ve geçinmeye güçleri yetmez.
Bu sûre Medine’de nâzil olmuştur. Medineliler tarımla, Mekkeliler ticaretle geçinirlerdi.
Günümüzde tarım yapanlar da artık yeryüzünde dolaşarak iş yapmaktadırlar. Hele çağımızda insanlar diyar diyar dolaşmakta, geçimlerini temin etmek son derece zor olmaktadır. Kimilerinin kazanç temin etmek için ne vasıtaları ne de maddî imkanları vardır.
Hele çağımızda kazanç artık meşruluğunu tamamen kaybetmiştir.
a) Hile yapmadan iş yapamıyorsunuz, b) yalan söylemeden iş yapamıyorsunuz, c) rüşvet vermeden iş yapamıyorsunuz, d) vergi kaçırmadan iş yapamıyorsunuz.
Zengin olanların hepsi devlete sırtlarını dayayarak zengin olmuşlardır. Bunlar yetmiyormuş gibi; ayrıca eğer yöneticilerin zulüm mekanizmasına uymuyorsan zulmün çarkında ezilir gidersin.
İzmir Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’nin 40 milyon YTL’lik tapulu yeri karşılıksız orman arazisidir diye alınmıştır... Çelik döküm fabrikamız çalıştırılmamıştır... 3000 konutluk inşatta faaliyet yapılamamıştır... İstanbul’daki 40 dönümlük yer ruhsat beklemektedir...
İşte bu imkanlardan mahrum edilmiş olarak kooperatif ortaklarımız sıkıntı içindedirler.
Bu yalnız Akevler’e karşı işlenmiş bir olay değildir. Bütün meşru yaşayanların başlarından gelip geçen olaylardır. 1950’lerden önce bütün vatandaşlar çok sıkıntı içinde idi. 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince ülkede bolluk ve zenginlik başladı. O zamanın yöneticileri ‘Benim memurum işini bilir!’ diyorlardı. Memurlara az maaş verip aç bırakıyor, onları rüşvete zorluyorlardı. Maksatları rüşvet mekanizmasına bulaşmayan dindar insanları daha çok aç bırakmak olmuştur.
1960’dan sonra Özal ve Demirel grubu yolsuzluğu meşrulaştırdılar.
Millî Görüşçüler de faizi meşrulaştırdılar. AK Partililer zinayı meşrulaştırdılar...
Sonuç olarak inanmış kimseler de bu düzende zengin olmaya başlamışlardır.
Ama hâlâ bu işleri yapmayan veya yapmamakta olan insanlar vardır. İşte bu âyet bunların desteklemesi gerektiğini belirtmektedir. Bu şartlar altında iş yapanlar meşru yolu terk etmek zorundadırlar. Artık şeriata göre yaşama imkanı yoktur.
İnanmış insanlardan istediğimiz şudur: Böyle hak için çırpınan, helâli helâl haramı haram bilen insanları bulup onlara yardım etmeli ve desteklemelisiniz. Çünkü bunlar henüz kökleri kurumamış bitkiler gibidir. Yarın bahar olunca yeşereceklerdir. Eğer bu kökleri de çürütürseniz, yarın bahar gelince toprak yine kapkara kalır, bir daha yeşilliği göremezsiniz…
يَحْسَبُهُمْ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ (YaXSaBuHuMu eLCAHiLu EaĞNıYAEa)
“Cahil onlar egniya zanneder.”
Cahil marife, egniyâ nekre gelmiştir. İsmi cinstir. Cahil olan kimse onları egniya zanneder. Çünkü onlar taaffuf eder, yoksulluklarını göstermezler. Kimseden şikâyetleri yoktur.
Mü’min odur ki bunları keşfeder ve onları destekler.
Onları nasıl destekleyeceksiniz? Onların vasıfları nelerdir?
a) Onlar her şeyden önce karşılıksız bir şey istemezler. Bir şeyler yapmak isterler ama zarar ederler. Siz bu zarara seve seve katılınca onlara yardım etmiş olursunuz. Akevler’in yaptığı budur. Akevler zarar etmedi ama ettirildi. Yine de varlıkları resmen duruyor. “Adil Düzen” gelince hepsinin hakları bol bol verilecektir.
b) İkincisi ise bunlar kesinlikle israf yapmazlar, en az imkanlarla geçinirler. Bunlar ellerindeki emaneti kuruşu kurşuna harcarlar.
c) Onların zenginlikte gözleri yoktur. Onların makamda gözleri yoktur. Onlar şöhret peşinde de değildirler. Onların dertleri boğazlarına haramların girmemesidir.
d) Onlar yokluktan şikayetçi değildirler. Onlar Allah’ın kendilerini haram kazançlardan koruması nedeniyle şükretmektedirler.
Tekrar etmek isterim ki, herkes böyle olursa o zaman bunları destekleyecek kimseler kalmaz.
O halde iki yoldan birini tutacağız.
Birinci yol; haramdan uzak duracak ve yoksul olacağız. Nefsimizle cihad ederek helâlin ve haramın unutulduğu bu dünyaya kapılmayacağız.
İkinci yol ise; helâl ve haram demeden kazanacağız ama kazancımızı onlara destek için harcayacağız. İşte bunu yapanlar da cihatlarını yapmış olacaklardır.
Hattâ Kur’an onlara hitap etmektedir. Yani asıl olan zaruretler içinde haramları helâl görüp yaşamaktır.
Biraz önce Millî Görüşçüler faizi meşrulaştırdılar, AK Partililer de zinayı meşrulaştırdılar dedim ama; haksızlık ettim, düzelteyim. Onlar kendileri faiz alıp yemediler. Onlar kendileri zina yapmadılar. Onlar bu kötü şartlar içinde iffetlerini korudular ve faize bulaşmadılar. Ama ekonominin zarureti olarak herkes faizin içindedir.
Henüz üniversite talebesi idim. Yalova’nın Teşvikiye Köyü’nde bulunuyordum. Odun alıp satan mü’min bir tüccar vardı. Bana fetva sordu.
“Şimdi ben burada odun alıp satıyorum. İstanbul’daki fiyat çeki 70 lira ama ben burada 50’ye alıyorum. 30 lirayı da vergi verirsem nakliye parası bile kalmıyor. 10 lira rüşvet veriyorum, 10 liraya da naklediyorum, 5 lirayı da vergi veriyorum, bana 5 lira kalıyor. Ben bu işleri bırakabilirim. Hacca gidiyorum, artık haram işlemek istemiyorum. Ne var ki bundan sonra rakiplerim halktan 50 liraya alacaklar ve yine aynı rüşvet devam edecektir. Bu durumda ne yapayım?” diye sordu.
O zaman verdiğim fetva vardı.
“Devam edeceksin ama artık kazancını rüşveti önlemek için harcayacaksın.”
O zamanki fetvam hâlâ geçerlidir.
Siz de zamana uyacaksınız ama aynı zamanda bu “zalim düzen”i değiştirmek için çalışmalısınız. Bu da “Adil Düzen”i desteklemenizle mümkündür.
Her şeyin istismarı vardır. Doğu Almanya’nın adı ‘Demokratik Almanya’ idi. Şimdiki bazı Müslümanlar evvab namazı kılmayı adil düzen olarak görmektedirler.
“Adil Düzen” rüşvetsiz, hilesiz, yalansız, vergi kaçırmayan düzendir. “Adil Düzen” topluluğun mallarını yağmalamayan düzendir. O düzenin gelmesi için çalışmalıyız.
Biz kimseye şimdi bunlardan kaçının demiyoruz ama herkese gece gündüz bu düzenin yerine “Adil Düzen”in gelmesi için çalışın diyoruz. Siz zamana uyun ve kazanın ama Adil Düzen Çalışanlarını da zamanı değiştirmeleri için destekleyin. Millî Görüşçülerin ve Nur şakirtlerinin zamanı değiştirme çabaları yoktur, çünkü onlar zamana uyarak zengin oldular, zamana uyarak iktidar oldular; bu arada kendileri değiştiler. Değişme ancak iffetlerinden dolayı yoksul kalan Adil Düzen Çalışanları tarafından yapılabilecektir. “Adil Düzen” geldiği zaman bunlar yine Allah yolunda çalışacakları için yine zengin olamayacaklar ama ezilmeyecekler; iktidar tarafından ezilmeyecek, destekleneceklerdir.
Şimdi “Adil Düzen” ile “zalim düzen” arasındaki farkı ortaya koyabiliriz. “Adil Düzen”de fasıklar ezilir, iffetliler desteklenir. “Zalim düzen”de iktidarlar hortumcuların borçlarını kapatır, İzmir Akevler’in Yaylabelen’deki arazisine el koyar ve orası gasp edenlerin elinde kalır.
مِنْ التَّعَفُّفِ (MiNa elTaGafFuFi) “Taaffuftan dolayı”
Taaffuftan dolayı yeryüzünde dolaşıp kazanma imkânı bulamazlar. Yani yeryüzünde dolaşmaları ve Allah yolunda harcadıkları zamanları olmamasından ziyade, meşru kazanç elde edemeyeceklerinden iş yapmak istemezler.
Akevler bu amaçla kurulmuştur. Serbest iş veya kamu işinde helâl lokma elde edilemeyeceğini görünce, bununla cihat yapmak üzere kuruldu.
Akevler Çalışanlarına şunu hatırlatmak isterim ki; bu cihadı bırakır da siz de Nur Cemaatinin ve Millî Görüşçülerin yaptıkları gibi yaparsanız irtidat etmiş olursunuz. O zaman helâkinizi bekleyin.
Sizin göreviniz, onların yaptığını yapmayıp; rüşvetsiz, hilesiz, yalansız, faizsiz, vergi kaçırmadan işler yapmaktır. Enflasyondan doğan bir vergi varsa onu kaçırabilirsiniz. Çünkü mevzuatımız gerçek kazancı vergilendirmektedir. Kalanı mevzuatın çarpık yorumudur. Siz doğrusunu yorumlayacaksınız. Siz yönetici olarak yalan söylemeyeceksiniz. Ortaklar mevcut düzende çalışacaklar.
“Taaffuf” nedir? “Afafa” kelimesi “afv” kelimesine akrabadır. “Kefera” üstünü örtmek, “afava” silmek demektir, yani sicilini de bırakmamak demektir. Serbest bırakmak anlamında kullanılmaktadır. “İffetli olmak” demek, haramlardan kaçınmak, yukarıda saydıklarımızdan uzak durmak demektir.
Âhirete yükle gitmeyelim diye birçok işlerden kaçınırlar. Burada taaffuflarından dolayı iş yapamazlar dendiğinden, baştan beri verdiğimiz mânâyı açıkça teyit etmektedir. Yani kazançlarının olmaması çalışacak vakitlerinin olmamasından ziyade; helal kazanç elde edemeyecekleri için durumları budur.
تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ (TaGRiFuHUM Bi SIyMAvHuM) “Sen onları simaları ile tanırsın.”
“Sen tanırsın” diyor, “siz tanırsınız” demiyor.
Burada cemaat başkanlarına düşen önemli bir görev vardır. İtiraf ediyorum ki ben bunu Akevler’de başaramadım. Bu da şudur. Simaları ile tanıyacaksınız ve gelen yardımları onlara katacaksınız. Siz bunu layıkıyla yapabilirseniz, sizin geliriniz artar, diğer taraftan da cemaatiniz artar. Bugün mevcut olan tarikatlar ve diğer cemaatler bunu başarmışlar, bundan dolayı büyümüşlerdir.
Biz Akevler olarak bunu niye başaramadık?
Biz de destek gördük. Ancak biz insanlara iş karşılığı vermeye çalıştık. Onların simalarına bakmadık. Bu hususta takdir yetkisini kullanmadık. Allah öyle istemiş.
Akevler İstanbul Yenibosna yöneticilerinin bu hususta düşünmeleri gerekir. Benden benim yapamayacağım işi istememelidirler. Ama taaffuftan dolayı arzda darbetmeye muktedir olamayan kimseleri korumalıdırlar. Gerekli desteği çevreden istemeli ve onlara vermelidirler.
Ben bu konuda şöyle düşünüyorum: Beşer bin lirayı toplayalım ve ortak iki ev alalım. Birine erkekler gelip kalsın, diğerine de kadınlar gelip kalsınlar. Yenibosna’daki çalışmalara katılamayanlar için burası misafirhane olsun. Evler para verenlerin olsun. İstedikleri zaman geri alabilirler.
İşte İstanbul’un sorumlularına bunu tesis etme görevi düşmektedir.
Bunu kimler yapacaktır?
Bunu derslere gelemeyen ama bizi destekleyen kardeşlerimizden istiyoruz. Bize iki daire satın alsınlar, Adil Düzen Çalışanları burada misafir edilsinler. Güçleri olanlar kiraya da katılsınlar. Onunla orada çalışanlara ortak yemek çıkabilir.
لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا (Lav YaSEaLUvNa elNASa EıLXAFan)
“İlhafen nâstan istemezler.”
“İlhaf” örtü demektir. “İlhaf etmek” ağa düşürmek demektir. Kişileri baskı altına alarak onlardan bir şeyler istemek demektir.
Cemaatler bunu yapmakta; insanları utandırarak, usandırarak, bıktırarak onlardan birşeyler koparmaktadırlar. Bunları yaparken kendileri için yapmadıkları, hayır için yaptıklarından dolayı nâsa belki de meşru sayılmaktadır. Ama Adil Düzen Çalışanları bundan men edilmişlerdir. Kimseyi zorlamayı, utandırmayı, baskı altına almayı denememelidirler. Yapanlar gönül rızası ile kendileri isteyerek bunu yapmaktadırlar.
Bizim Akevler’de takip ettiğimiz usul şudur. Akevler onları desteklemeli, kazandırmalı, sonra onlardan almalıdır. İnşaat ve arsalarda bunu başardık, payımızı aldık ama başka hiçbir işte başaramadık. Asıl sorun her işte bunu yapmaktır. Yenibosna’daki çalışmalar bunu hedeflemektedir.
Önce muhasebemizi kurmak zorundayız. Bu husustaki çalışmalarımız devam etmektedir. Ne kadar zor bir iş yaptığımızı başardığımız zaman anlayacaksınız.
Biz de şimdi problemleri çözdükçe ümitleniyoruz...
Bu muhasebe sorunu 1967’den beri üzerinde durduğumuz bir sorundur. Başarıya doğru adım adım ilerliyoruz. Zorluklar nerelerden doğuyor?
a) Önce, Adil Düzene göre bir muhasebe programı yoktur. Bizden başka kimsenin yapması çevremizde mümkün değildir. Çünkü iyi fıkıh ve bilgisayar programını bilmek gerekir.
b) İkinci olarak, bu programda çalışacak elemanları yetiştirme ve onları çalıştırma meselesi vardır. Bunları baştan nasıl finanse edeceğiz? Zorluk oradadır.
c) Bundan sonrası daha zordur. Kimse muhasebesinin açık olarak tutulmasını istemez; istese bile alışmadıkları için aldıklarını ve verdiklerini yazmayacaklar, sistem çalışmayacaktır. Halkı da bu hususta eğitmek gerekecektir.
d) Bu muhasebede her şey kaydedilecektir. Hile yapılmayacak, vergi kaçırılamayacaktır. Oysa bugün hilesiz ve vergi kaçırmadan iş olmamaktadır. Biz bunu başarmalıyız.
Adil Düzen Çalışanları nâstan istemeyecekler. Her zenginden değil, sadece Allah rızası için vereceklerine inandıkları kimselerden yardım almalıdırlar. Bunun için de sistemler geliştirmelidirler.
وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv TuNFıQUv MiN PaYRın)
“Hayırdan ne infak ederseniz.”
“Hayırdan infak” bu âyetlerde üçüncü defa geçmektedir. Hayırdan ne infak ederseniz kendiniz içindir. Hayırdan ne infak ederseniz o size ifa olunur denmiştir.
“Hayır” burada nekredir. Her türlü hayırdan infak edilecektir. O zaman “min” tebyin-i cins içindir. Az veya çok neyi infak ederseniz mânâsı çıkar. O da teb’iz içindir. “Hayır” burada nekre geldiğine göre verilecek şey belli değildir. Oysa “huz min emvalihim sadaka” denmektedir, yani zekât marifedir. Bu zekâttan farklıdır.
Halk bunu kendi takdirleri ile hayır müesseselerine verecektir. Bu aynı zamanda yönetimin kontrol edilmesidir: Kişi ‘sen doğru işlerde harcamıyorsun, sana güvenmiyorum, ben bunu istediğim hayır müessesesine vereceğim’ diyor. Böylece hayırda da rekabet ve denetim sağlanmış oluyor.
فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ(273) (Fa EinNA elLAHa BiHi GaLIyMun)
“Allah onu ilmetmektedir.”
“Alîm” burada nekre gelmiştir. Yani topluluk bilmektedir.
Adil Düzen Çalışanları muhasebe kurmalı, ondan sonra bütün hayırları kuruşu kuruşuna yazmalı; gelirleri ve giderleri yazmalıdırlar. Sonunda “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman katkı yapanların katkıları bilinmelidir. Hattâ talep edilmeden katkıda bulunmayanlar da kayda geçmelidir.
Buna, bu kayıtlara iki sebeple ihtiyaç vardır. Birincisi; şimdi katkıda bulunmayıp karşı olanlar yarın en ön safta yer alır, asıl çalışanları kenara iterler. Sizin iktidarda iken bu hatalara düşmemeniz için kayıtlarınız şimdiden sağlam olmalıdır. İkinci olarak; yine bunları kaydetmezseniz, tebliğ onlara ulaşıyor mu ulaşmıyor mu, bunu bilip kontrol edebileceksiniz. Katkıda bulunmayanlar belki de tebliğ onlara ulaşmadığı için böyle yapmakta ve katkıda bulunmamaktadır.
Buradaki “alîm”in nekreliğinden anlıyoruz ki, bizim her şeyimizi kaydetmemiz gerekir. Hayırda katkı yapanlar da takip etmeli, hayırlarının nerelerde harcandığını sormalıdırlar. Her şey hesaba geçmelidir. Sorumluğu yönetim kuruluna yüklemek sıkıntılara sebebiyet vermektedir. Hiçbir şey almadan çilesini çekenler bir de itham edilince yönetimi bırakmakta ve yerlerine hortumcular gelmektedir. Bunun için iftiralar bile olabilir. Bundan dolayı yakından takip etmelisiniz.
***
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ (elLaÜIyNa YuNFıQUvNa EaMVAvLaHuM)
“Mallarını infak edenler.”
“Ellezîne” burada ism-i mevsuldür ama vasl etmemektedir, ism-i fail yerindedir, mübtedadır; “el-münfikûne” anlamındadır. İsmi mevsul ile gelmeyip nekire ismi mef’ul sigası ile gelseydi hem fail nekire olurdu, hem de fiil (mastar) nekire olurdu. “Yu’ceru münfikûne emvalehum” denebilirdi. Mallarını infak edenler me’cur olurlar denir demek olur. “Yu’ceru el-münfikûn” denebilir. O zaman infak edenler marife olur, infak fiili nekre olur.” Men yunfikûne emvalehum” dense, o zaman infak edenler nekre olur, infak fiili nekre olur. “Ellezîne yunfikûne emvalehum”de ise hem infak edenler marifedir, hem de infak marifedir.
O halde burada şunları öğreniyoruz.
a) Herkesin infakı kabul edilmeyecek, sadece Allah rızası için yapılan infak kabul edilecektir. Yani verenler buradan kazanç beklememelidirler. Ama yönetim hesap vermeli, kazandırmaya çalışmalıdır.
b) İnfak şekli de bellidir. Kurallar konmalı, kurallara göre infak yapılmalıdır. Biz bunun için şöyle kurallar koyabiliriz. Herkes gelirinin bir yüzdesini Adil Düzen hesabına yatıracaktır. Bunu kimlerden isteyeceğiz? Zenginlerden isteyeceğiz, ‘ben zenginim’ diyenden isteyeceğiz.
c) Burada “min emvalihim” denmemiş, “emvalehum” denmiştir. O halde infak bütün malların infakı demektir. Bunun için “Ve” harfi getirilmemiştir. İnfakta kemali infisal vardır.
d) Buradaki infak mallardan infaktır, hayırdan infak değildir. Yani kiraya vermekten bahsedilmiyor, emekten bahsedilmiyor; harcanan mallardan bahsediliyor.
Buradaki önemli husus malları âtıl tutmamaktır. Mallar mutlaka hareketli halde tutulmalıdır.
Malların hareketliliği için neler yapılabilir?
a) Mallar günlük geçim harcamaları için harcanır. İsraf yapılmaz ama cimrilik de yapılmaz.
b) Yatırım yapılır; gelecekte daha çok kazanmak ve daha çok insanın yaşamasına imkan vermek için yatırım yapılır. Evlenmek de yatırımdır.
c) Karzı hasen olarak bankaya yatırırsınız veya komşunuza iare edersiniz.
d) Başkalarına tasadduk edersiniz.
Bunların hepsi infaktır. Malları stok edip durdurmak haramdır. Arsanız varsa ya satmalısınız, ya da bir müteahhide ortak olarak vermelisiniz. Boş durdurmamanız gerekir.
Bu âyet faizsiz bankanın temel muharrikidir. Yalnız para bankaları değil, mal bankaları da kurulmalıdır. Bunlar ortak ambarlardır. Şimdi ihtiyacınız olmayan bir malı oraya verirsiniz, sonra gerektiğinde geri alırsınız.
Çok önemli bir şey de; kullanılmış malların yok pahasına heder edilmemesi gerekir.
Biraz eskimişleri atıyoruz. Atmakla kalmıyor, ayrıca bir de çevre kirliliği oluşturuyoruz. Başkasının kullandığı malı kullanmıyoruz. Oysa başkasının içtiğinden içmek sünnet olduğu gibi başkasının giydiğini giymek de sünnettir. Tarikatta bu ‘hırkasını giyme’ şeklinde uygulanmaktadır. Hazreti Peygamber Veysel Karani’ye hırkasını giydirmiştir.
Bugün kullanılmış mallar atılmakta ve heder edilmektedir.
İnsanlar gece gündüz çalıştırılmaktadır. Bir evin kirası 600 lira, bir işçinin Yenibosna’daki ücreti 400 lira! Böyle düzen olur mu? Bir insanın kıymeti bir ev kadar bile değildir, üçte iki ev etmektedir. Bu düzen değişecek ve düzelecektir.
بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ (Bi elLaYLı Va elNaHaRı) “Gece ve gündüzde”
“Leyl ve nehar” burada cins için gelmiştir. Gece gündüz harcama yaparlar deniyor.
“Leyl ve nehar”ı madde ve enerji şeklinde anlamamız daha uygundur.
Önce nehar gelmesi gerekirdi. Çünkü aslolan gündüz yapılan çalışmadır. Nehar eğer enerjiyi temsil ediyorsa o zaman onun ikinci gelmesi uygundur. Leylden maksat mallardır. Harcarsanız tekrar geri döner. Enerji ise harcanır ve bir daha geri dönmez. Bununla beraber ilk insanlar için enerji ikinci derecede rol oynardı. Şimdi ise enerji hayatın her sahasına girmiş ve her geçen gün daha çok etki etmeye başlamıştır. Zaman ilerledikçe insanlar enerjiye besin kadar muhtaç olacaklardır. Nasıl besinsiz yaşayamıyorsak, yarın elektriksiz de yaşayamayacağız.
Adil Düzen sitesinde sağlayacağımız en önemli teknik, kaliteli elektriğin hiçbir suretle kesilmemesidir. Önce ‘kaliteli elektrik’ demek, gerilimi ve frekansı değişmeyen elektrik demektir. Gerilim ayarlamaları mevzii olarak yapılabilmektedir. Oysa frekans ise ancak tüm dünya şebekeleri ile birlikte olursak garantilenmiş olur. Az değişir ama değişmesini önleyemezsiniz. En çıkar yol doğru akım makinelerini kullanmaktır. Onun da başka zorlukları vardır…
“Leyl ve nehar” demek, durmadan demektir. Yani her an toplulukta çark dönmelidir.
Burada “ellezîne” gelmiştir. Birinin çalışması yerine ekip çalışması demektir. Öyle mekanizmalar oluşmalıdır ki, hayat gece gündüz devam etmelidir. Gece elektriği kesmezsiniz, araçları durdurmazsınız. Artık vardiyeli iş yapma zorunluluğu vardır.
Burada “Ve” harfi getirilmiştir. Yani bir insanın vardiyeli işi olacaktır. Normal işleri olacaktır. Vardiyeli işler nöbetleşe yapılacaktır. Ücret alınacak ama vardiyeli yapılacaktır. Vardiyeli işlere katılmayanlar bedel öderler. Hep cizyeye kıyas yapılacaktır.
Harfi tarifle gelmiş olması bize bu hususta düzenlemelerin yapılması gerektiğini ifade eder.
سِرًّا وَعَلَانِيَةً (SirRan Va GaLAniYaTan)
“Sirren ve alaniyeten. Kapalı ve açık.”
“Cehr ve hafi” sesler için kullanılır. “Sır ve aleni” ise görme ile ilgilidir. Serir, sedir demektir. Altına ufak tefek şeyler konup saklanır.
“Sır” demek, saklamak ve gizlemek demektir.
“Aleni” kelimesi de alâ kelimesine akrabadır, yüksek yer demektir. Aleni demek, ortaya çıkmış görünür durumda olmak demektir.
Bugün ticari sır vardır. Biz bunu hoş karşılamıyorduk. Ancak Kur’an burada açıkça ticari sırlara izin vermektedir. Görüşümüz hatalı imiş. İnfakı sırren ve alenen yapabiliriz. Aleni yaptığınız işlerde başkalarının ilgisini çeker ve herkes boş yere meşgul olmuş olur. Nasıl insanın bedenini örtmesi gerekiyor, hattâ vacipse; işler de kısmen kapalı yapılacak, kısmen açık yapılacaktır. Alış ve satışlar açık, imalat ise kapalı yapılacaktır.
Burada bahsedilen sır ve aleniyet kişilerin sır ve aleniyeti değil, işletmenin sır ve aleniyetidir. Herkesin muhasebesi ancak muhasibe ait olacaktır. Bir kimsenin hesabı çağrıldığında kendi hesabını ancak kendisi ve muhasibi görmelidir. Bunu sağlamak için bugün olduğu gibi tüm dünyaya açık bir internet olmayacaktır. Bir semtte bulunan bilgisayarlar birbirine bağlanacaktır. Oradaki bilgileri başka bilgisayarlar alamayacaktır. İkinci ağa ise sadece ilde girilebilecektir. Bir ülke içinde girilebilecektir.
Bir defa uluslararası ağ oluşacaktır. Uluslararası ağda yalnız Arapça ve Latince dilleriyle haberleşme olacaktır. Bunların uydudan çalınmaması için kablo ağıyla bağlanmaları gerekmektedir. Bucak içinde özel frekansla telsiz bağlantıları kurulur.
Kur’an “tecessüs etmeyin” diyor, burada da “sır ve aleni” kelimelerini kullanıyor. O zaman sırdaşlık müessesesi çalışmalıdır. Hakem kararı ile de olsa kimsenin sırlarına vâkıf olunmamalıdır. “Adil Düzen Anayasası”nı bu varsayıma göre yeniden gözden geçirmek gerekmektedir.
فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ (FaLaHuM EaCRuHuM GıNDa RabBiHiM)
“Rablerinin indinde olan ecirleri onlarındır.”
Buradaki “Fa” harfi “Ellezîne Yunfikûne Emvâlehum”un haberine gelmiştir. Mübteda “ellezîne” ile başlarsa şart cümlesi olabilir ve “Fa” gelir. “Ellezî Darabenî Fa Hüve Maktulün” derseniz, kim beni dövmüşse o öldürülecektir denmiş olur. Burada da kim infak ediyorsa onlara ücret vardır denmiş oluyor.
“Lehum Ecruhum” ücretleri kendilerinindir denmiş olur. Yani ücretleri başkalarına verilmez, kendilerine verilir. Yahut ücretlerini kendileri kazanmışlardır. “Ecruhum” mübteda, “lehum” haber olur. Haber mübtedan önce gelmiş olur.
“Ecr” tekildir. Çok olan infak edenler bir ücreti istihkak ediyorlar; ortak ücreti istihkak ediyorlar. Buradaki bu durum da “işçilik sistemi” yerine “ortaklık sistemi”ni ortaya koyuyor. Birlikte çalışacaklar ama elde ettikleri ücret ortaktır. Sonra kendi aralarında bölüşecekler, hattâ bir kısmını ortak işlerde harcayacaklardır. Ücret bunun için tekil gelmiştir.
Bir işletmede dört çeşit girdi vardır: Bir pay tesislerin kirasıdır. Bir pay genel hizmet karşılığı kamu payıdır. Bir pay ham madde payıdır. Bir pay da işçilik ücretidir.
Burada önemli bir ifade vardır. Yukarıda “mallarını infak ederler” deniyor, sonra da “ücretleri” deniyor; yani “malların bedelleri” denmiyor, “ücretleri” deniyor. Yani mallarını satıp semenlerini almıyorlar, mallarının karşılığını almıyorlar, ücretlerini alıyorlar. Ham maddeyi verenler karşılığında mamul madde alıyorlar, bu aldıkları semen değil ücrettir. Yani emek verenler neyi istihkak ediyorlarsa, ham madde verenler de onu istihkak ediyor demektir.
Burada şu sonuçlara varıyoruz: Dört girdinin istihkakı aynıdır. Hepsi ücret alanlar gibi karşılık alıyorlar. Peki, sorumlu kimdir, sorumlular kimden alacaklı oluyorlar?
İşletmeden alacaklı oluyorlar, yani işletmenin kurucularından alacaklı oluyorlar.
Onlar işletme sermayesine sahip değildirler, onlar bina sahibi değildirler, onlar emek sahibi değildirler, onlar genel hizmet yapmıyorlar. Bunlar kuruculardır. Bu kuruculara kamu kefildir, dayanışma ortaklığı kefildir, taşınmazlar kefildir. İşletmenin kurucuları onlardır. İşte herkes onlara karşı sorumludur. Buna bugün “müteşebbis” denmektedir.
Bu âyette bugün ikinci noktada içtihadımızı değiştirme durumunda kalıyoruz; bu da dört girdinin yanında bir de beşinci olarak “müteşebbis” vardır.
Erbakan’la ihtilafımızda Erbakan haklı çıkmaktadır, yani demek ki “müteşebbis” de varmış.
Yeni içtihatlarımıza göre;
-Ticarî işletmelerde gizlilik vardır.
-Bir de beşinci girdi “müteşebbis” vardır.
O halde müteşebbis kimdir?
a) Müteşebbisten önce dayanışma ortaklığı vardır, ona müteşebbis olma yetkisini vermiştir. İşletmede başarısızlık olursa dayanışma ortaklığı sorumludur.
b) Müteşebbisler işletmeyi teminata alacak taşınmazlara sahiptirler. Bunlar kendilerinin olabilir veya birileri ile anlaşır ve onları ortak ederler; müteşebbislikte ortak ederler. Bir taşınmaz yalnız değeri kadar işletmeye konabilir. Dolayısıyla ülkedeki bütün işletmeler sınırlanmış bulunmaktadır.
c) İşletme sözleşmesini yapacaklar ve işletme taahhüdünde bulunacaklar, bir işetme senedi ortaya koyacaklar, yani yazılı belge hâline getireceklerdir.
d) Nihayet, tesis sahiplerini bulacak ve ortak edeceklerdir; emek sahiplerini bulup ortak edeceklerdir; tüccar ortakları bulup ortak edeceklerdir; genel hizmet sorumlusunu bulup ortak edeceklerdir. Bunlardan biri ortadan kalktığı zaman yerine birisini bulup koyacaklardır.
Ben şimdiye kadar bunu emek sorumlusuna yaptırıyordum. Ancak burada “ecr” kelimesinin müfret gelmesi ve infak edenlerin de semen değil de ücret almaları bizi bu istidlâle götürmektedir.
Demek ki müteşebbis olacaktır. Müteşebbisin sadece kredisi olacaktır. Tüm sorumlulardan sonra müteşebbis sorumlu olacaktır. O da cirodan bir pay alacaktır. Bu müteşebbislerin tekelleşmeleri ancak tüm taşınmazların bunların olması ile mümkündür; bunun olması da mümkün değildir. Çünkü inşaat kredisi işçiye verilmekte, dolayısıyla yapılar halkın olmaktadır.
“İnde Rabbihim” denmiştir. Bu âyette başka bir çözüme daha gitmiş oluyoruz, o da “Rablerinin indindedir” denmektedir. Bunun mânâsı nedir? Kâinatı var eden Allah’ın indindedir” denmiyor, “Rablerinin indindedir” deniyor. “Allah” devleti temsil ediyor. “Rab” neyi temsil ediyor?
Bunun için bir varsayım ortaya koyabiliriz. Şimdi biz bu varsayıma göre “dayanışma ortaklıklarının yanındadır” denmiş olur diyebiliriz. Eğitim görevi dayanışma ortaklıklarına aittir. Öyleyse âlemlerin Rabbi olan Allah’ın yeryüzündeki rab sıfatının tecellisi dayanışma ortaklıklarıdır.
Bu varsayımı şimdi ortaya koyuyoruz. Doğruluğunu tahkik etmek size ait olacaktır. Kur’an’ı baştan sonuna kadar okuyup “Rabb”e bu mânâ verildiği zaman ne sonuçlar çıkacağını denetleyeceksiniz. Eğer uygun ise bu varsayım doğru olacak, değilse bu varsayım yanlış olacaktır.
Bu çalışmalardan maksat sizlere sonuçları sunmak değil, usûlü anlatmak, içtihada doğru götürmektir. Bu sebepledir ki sadece varsayımlar için de örnek vermiş oluyorum.
وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (Va Lav PaVFun GaLaYHiM) “Onlara havf yoktur.”
“Havf” nekredir, ötreli gelmiştir. Bu hususta korku yoktur demektir. Yoksa hiçbir hususta korku yoktur denmiş olmamaktadır.
Korku yoktur çünkü sigortalıdırlar. Dayanışma ortaklıkları içinde faaliyet göstermektedirler. Ortaklığa teslim ettikleri malların bozulacağından, çürüyeceğinden korkmamaktadırlar.
Burada ambara teslim edilen maldan artık teslim eden sorumlu değildir. Kontrol edip damgalayan hizmetlilerle ambar dayanışması sorumludur.
Bu âyet bizim bu husustaki varsayımımızı teyit etmektedir. Dayanışma içinde sigortalanmayan bir işletme artık yaşama şansına sahip değildir. Kapitalistler bunu paralı yapmaktadırlar. Böylece yalnız zenginlerin ve tekellerin yaşamasına imkan verilmektedir. Oysa İslâmiyet aidatlı sigorta yerine, taksitlere katılmalı dayanışma sistemini getirmiştir. Yukarıda leyl ve nehar, sır ve aleni ifadeleri ile her türlü işlerin sigortalanacağını ifade etmiş olmaktadır.
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(274) (Va Lav HuM YaPZaNUvNa) “Onlar mahzun da olmazlar.”
“Havf” gelecekte olacak olaylardan kaygılanmadır. Ya benim mallarım kaybolursa, ya aç kalırsam diye korkmadır. “Hüzün” ise mallar çalındıktan sonra üzüntü duymadır.
İş yaparken cesaretle iş yaparsınız, çünkü sigortalıdır. Hasar olursa da üzülmezsiniz, çünkü dayanışma tarafından karşılanmaktadır. Yani dayanışmanın iki yararı vardır. Biri, baştan işe girişirken cesaretle işe girişiyorsunuz. Diğeri ise herhangi bir çöküş olursa o zaman da üzülmüyorsunuz, dayanışma imdadınıza koşmaktadır.
Kur’an’ın bu mânâları bugün anlaşılmaktadır. Bundan bin sene önceki insanların bunları anlaması elbette mümkün değildi. Bundan bin sene sonra da bizim hiç aklımızdan geçmeyen mânâlar anlaşılacak, bunlar belki milyon seneleri içerecektir.
Cenabı Allah Kur’an’ı göndermiş, Hazreti Peygamber onu bize uygulayarak öğretmiş, sonra fakihler çıkmış ve onun beyanını da Allah onlara öğretmiş. Birinci Kur’an uygarlığı ile dünya aydınlanmış. Elimizde Kitap var, Sünnet var, fukahanın beyanları var, Batı’da gelişmiş ilimler var. Bize sadece öğrenip anlamak düşüyor. Bundan daha büyük nimet olur mu? Bu nimetleri bize ihsan eden Allah’a, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, kâinatı var eden Allah’a hamd etmeliyiz. Bunları bize ulaştıran nebilere ve sahabelere, fukahaya ve ulemaya dua etmeliyiz.