ADİL DÜZEN 391
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 53. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالْأُنثَى بِالْأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاءٌ إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنْ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ(178)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EyYuHAv elLaÜINa EaMaNUv) “Ey emniyete alanlar.”
Bu sûrede İsrail oğullarına hitap edilmişti. İki defa da “Ey nâs” diye hitap edildi; biri Allah’a ibadet edin, diğeri de helali yiyin diye. Sonra iki defa “Ey iman edenler” denmiş; birinde ‘raina demeyin’ denmiş, bir de ‘sabır ve salâtla istiane edin’ denmiştir. Nâsa “helâlinden yiyin”den sonra, iman edenlere “rızıklandırdıklarımızdan ekledin” denmiştir. Şimdi de kısas hükümlerini bu hitapla anlatmaktadır.
Kur’an’da bu hitap yalnız Medine sûrelerinde vardır. Başına “Ve” gelmez, sonra da “Ve” ile başlamaz. Bunun anlamı, konular birbirinden ayrı olarak anlatılır. Bundan önceki âyette birrin ne olduğu, mü’minlerin ve müslimlerin nasıl iyi birer insan olacakları anlatılmıştır. Şimdi burada yalnız mü’minlere hitap etmektedir. Çünkü kısası uygulama yetkisi yalnız mü’minlere verilmiştir. Kişiler kendileri kısas yapamaz. Mesela, bir kimse babasını öldüreni öldürse ona kısas yapılmaz ama diyeti ödenir. Oysa kısas yapıldığı zaman diyet ödenmez.
“Ey iman edenler/ Ey emniyete alanlar” hitapları siyasi âkileleri kurmuş ve askerliği yapan kimselere farz kılınmış olan şeyleri ifade eder. Yani, mü’minlerin devletlerini kurmuş olmaları, Mekke devrinden Medine devrine geçmiş olmaları gerekir.
Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti içinde ne yapacağız?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kanunlarına tâbi olacağız. Biz kısasa kalkışmayacağız.
Önce kendi aşiretimizi ve kendi kabilemizi yani kendi ocak ve bucağımızı kuracağız. Ortaklara tapu vermeyeceğiz, tapu kooperatifte olacak. Kişilerin aralarında çıkan sorunları hakemler yoluyla çözeceğiz.
Hakem kararlarına uymayanları kooperatiften çıkarıp siteden uzaklaştıracağız.
Biz devlet olmadığımız için kısasa hükmedemeyiz. Kendiliğinden diyete dönüşür. Biz diyete hükmederiz. Yakınları cumhuriyet başsavcılarına başvurup dava ikame etmezlerse bu diyet tazminat mahiyetinde olur. Taraflar bunu kabul etmek zorundadır. Etmeyen tarafı kooperatiften çıkarırız.
Ceza kısmı ise cumhuriyet hükümetine ait olup biz devlet olmadıkça uygulamaya kalkışmayız.
İkinci yapacağımız iş ise; demokratik yoldan yasaları değiştirip bucaklara hukuki bağımsızlık verilmesini isteyeceğiz. Yani, bucaklar kendi ceza hukuklarını kendileri yapsın ve uygulasın diye siyasilerden talep edeceğiz. Eğer böyle bir anayasayı meclisten geçirirsek, artık kendi bucağımızda bu hükümleri uygularız.
Aksi halde “Adil Düzen”in cari hükümler içinde iktidar olmasını bekleriz. Sonra biz bucaklara ceza özerkliğini tanırız. “Adil Düzen”i kabul edenler bu âyetin hükümlerini uygularlar. Biz bucağın içinde ceza kısmına müdahale etmeyiz. Biz iktidar olmak için silah kullanmayız. Mevcut yasalara göre iktidar olsak, bugün olduğu gibi iktidarı bize teslim etmezlerse onlarla silahlı mücadele yapmayız.
AK Parti’nin yapacağı iş askerlere “Siz madem bize itaat etmiyor, baş örtmemize izin vermiyorsunuz, yani milletin iktidar yaptığını muktedir yapmıyorsunuz, biz hükümetten çekiliyoruz. Kimi iktidar yapacaksanız yapın, biz destekliyoruz. Sizin güvenoyu verin dediklerinize biz güvenoyu vereceğiz.”
Sonra ne olacak?
Sonrası için Allah diyor ki; siz karışmayın, dinlemeyenlerin hesabını biz görürüz.
Cumhuriyet hükümetini veya devletini onlar kendileri yıkarlar. Biz yeniden istiklâl savaşı yaparak “Adil Düzen” içinde yeni cumhuriyeti kurarız. Ama asla iç savaş çıkarmayız.
Şimdi bu hükümleri baştan koyarak kısas hükümlerine geçilebilir.
كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى (KuTiBa GaLaYKuMu eLQıÖaÖu FIy elQaTLAy)
“Size katlde kısas kitabet olunmuştur.”
“KÜTİBE” kökü Kur’an’da 13 defa geçer. Biri şeytan aleyhine yazılmış olarak geçer. Biri kadınların lehine geçer. Üçü de erkeklerin lehine, biri de müşterek geçer. Kısas, vasiyet ve oruçta birer defa, diğerleri de kıtalde geçer. Namaz için de “Kitaben Mevkuta” denmektedir. Hac ve zekâtta kitabet sözü geçmemektedir. Çünkü onlar nâsa/insanlara emrolunanlardır.
“ALEYKÜM” denmiş, “LAKÜM” denmemiştir. Çünkü kısası uygulama mü’minlere yani devlete verilmiş bir yükümlülüktür. Bu görevi ifa ederken mağdurlardan hiçbir şey talep edilmez. Mahkeme masrafları alınmadığı gibi kısası uygulama külfeti de yüklenmez. Yalnız mağdurlardan değil, suçlulardan da bir şey alınmaz. Yani, devlet yargılamayı tamamen karşılıksız yapar ve ne davacıdan ne davalıdan bir şey talep etmez. Çünkü devlet vergiyi zaten bunun için alıyor. Devletin imtiyazlı asli görevidir. Hakemlerin verdiği kararların infazı iman etmiş olanlara yani devletin silahlı güçlerine verilmiş görevdir ve yalnız onların imtiyazında bir görevdir. Başkaları bu yetkileri kullanamazlar. İl silahlı güçleri bunu halktan aldıkları cizye vergi karşılığı ifa edip ayrıca bir ücret talep etmezler. Onun için burada “ALEYKÜM” denmiştir.
“KETB ETMEK” deriyi çift dikişle dikmek demektir.
Topluluk için konulmuş yazılı kurallara kitap denmektedir. Türkçede yazmak olarak tercüme edilmektedir, tam doğru değildir. “Yazıldı” demek, kader öyle çizildi demektir. Arapçada hat yazmaktır. Kitap ise kural yazmak, şeriat yapmaktır. İş mektubu “kitabe”dir. Ama hatır mektubu ise “risale”dir. Burada şeriat olarak kondu demektir. Çünkü biz kısasa tâbi olmayacağız, kısas hükümlerini uygulayacağız.
“KATLAY” kelimesi “KATLA” kelimesinden gelmektedir, mastardır. Zikrâ ve Buşrâ gibi son harfi “Ya” ile gelen mastarlar vardır. Bu mastar mutlak mef’ul olarak gelmez. “Kataltu Katlâ” denmez. Demek ki bu mastar mastarı mimi gibi isim mastarıdır ve bunun çoğulu olabilir. “Kıtal” mastar olarak mufaale bâbının mastarıdır ama çoğul olarak kullanılacaksa “katla”nın mastarı olabilir.
“Katla” kelimesi yalnız burada geçmektedir, yani yalnız kısas için getirilmiştir. Lisanu’l-Arab’a bakıp bunun neden sadece burada kullanıldığı araştırılır. Her bir araştırma birer âyettir. Biz bunu şöyle anlıyoruz.
“KATL” bütün bedenî saldırıları içine alır. Göze göz, dişe diş ve yaralamalar, hattâ darbeler.
Bunu ne kadar genişletebiliriz?
Mesela, bir kimse birini alıp evine hapsetse, kısas olarak biz de onu bir gün hapis mi tutarız?
Bedenî yaptırımların hepsi kısasa tâbidir. Ama mâlî yaptırımlar kısasa tâbi değildir. Çünkü mal zaten kişiye emanettir. Asıl sahibi kamudur. Onu işletip ondan yararlanmak üzere ona verilmiştir: Dolayısıyla malda kısas yapmak demek, kamunun değerlerini helak etmek demektir.
Onun için Hazreti Resul “Lâ darara ve lâ dırara fi’l-İslâm” demiştir; barış düzeninde zarar ve mukabele bizzarar yoktur. Biri sana zarar verdi diye sen ona zarar veremezsin. Ama bedene yapılan bir saldırı için kısas talep edebilirsin.
Buradaki harfi tarif istiğrak içindir, yani genel olarak kısas hükümleri alınmıştır.
Allah Kâinatı kurallar içinde yarattı. Çünkü öyle yapmasaydı biz ondan yararlanamazdık.
Biz elimizi ateşe soktuğumuzda ateşin bizi yaktığını bilmezsek, elmayı yediğimizde elmanın bizi yakmadığını bilmezsek nasıl yaşarız? İçtimai kurallar da böyledir. Ben ne yaptığım zaman ne ile karşılaşacağımı bilmezsem o topluluk içinde yaşayamam. Roma mantığı bunu kanunlarla belirlemeye çalışmaktadır.
Oysa kanunlarla kural belirleme yanlıştır.
a) Birincisi, biz sadece bizim toplulukta yaşamıyoruz. Uçağa biniyoruz. Bakırköy’den Kartal’a geçme zamanından daha kısa zamanda Macaristan’dayız. Cep telefonu sayesinde dünyanın her yeriyle evde görüştüğümüz gibi görüşüyoruz. O halde böyle bir toplulukta ekseriyet kararları ile alınan kararlarla yaşamamız artık mümkün değildir.
b) Kurallar o kadar çoktur ve değişmektedir ki, kişilerin bunları kanunlardan okuyup öğrenmeleri mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını baştan okumaya kalkışsanız, sadece okuyup geçseniz, ömrünüz biter ama kanunlar bitmez. O halde böyle bir çözüm ütopik bir çözümdür. Ay’a gitmeden daha fazla Güneş’e gitme kadar ütopiktir.
c) Kanun yapanlar eski kanunları bilmemektedir. Bilseler bile çelişkileri fark edememektedir. O halde kanunlar sorunu çözmüyor, yoruma gerek görülüyor. Yorumlayanlar da kendilerine göre kural koyup yorumluyorlar. Öyleyse kanun var ama kural yoktur. Halk elmanın zehir olduğu, zehirin gıda olabildiği bir sosyal yapı içine terk edilmiştir.
d) Çağımız artık demokratik çağa ulaşmıştır. Temsilcilerin ekseriyetle aldıkları ve her gün değişen kanunlarla insanlar artık yaşayamıyorlar, yaşamak istemiyorlar. O halde kanun sistemi tarih olmuş bir sistemdir.
Öyleyse ne yapılacaktır?
“Adil Düzen” iktidar olduğu zaman şeriat sistemine dönülecektir.
Şeriat sistemi nedir?
a) Herkes kendisi içtihat edecek ve kendi hayat kurallarını kendisi koyacaktır. Bunu ilân edecek ve o kurallar içinde yaşayacaktır. Değiştirebilir ama değişinceye kadar ona uyacak. Uymaz da zarar doğarsa tazmin edecek.
b) İsteyenler aralarında sözleşmeler yapacak ve o sözleşmelere göre ortaklıklar kuracaklardır. Ekonomik ve sosyal ortaklıklar artık onların kanunlarıdır. Sözleşmeler devam ettikçe taraflar bu sözleşmelere uymak zorundadırlar. Tek taraflı da olsa sözleşmeleri sona erdirebilirler.
c) Birlikte yaşayanlar kendilerine ortak vekil seçerler. Bu vekile belli konularda kendi adlarına karar alma yetkisini verirler. O da onlarla istişare ederek ortak vekil olarak karar alır ve buna kendi kararları olarak uyarlar. İsterlerse topluluktan ayrılırlar.
d) En önemlisi, asıl son sözü söyleyecek olanlar hakemlerdir. Taraflar birer hakem seçerler, o hakemler bir de baş hakem seçerler ve çıkan nizaları hallederler. Son söz yargınındır. Buna yargı üstünlüğü denmektedir. İşte bu hakemler heyetinin sorunları çözerken kullandıkları araçlar da dört tanedir.
1- Tarafların içtihatları. Kime ispat külfeti düşmüyorsa onun içtihatları uygulanır. Bugün bu uluslararası veya şirketler arası anlaşmalarda uygulanmaktadır.
2- Sözleşmelere bakılır ve sözleşmelere göre hüküm verilir.
3- Ortak vekillerin istişare ile aldığı kararlara göre hakemler hükmeder.
4- Ne var ki hakemler bunları çözerken yorumlamak zorundadırlar. Çünkü hiçbir kural metin yorumsuz uygulanamaz. O halde hakem heyetini bağlayan yazısız kurallara gerek vardır. Çünkü yazılı kurallar yazısız kurallarla yorumlanacaktır. Bu da akıldır, ilimdir; yani, hakemler akıllarına ve ilimlerine göre yorum yaparak karar vereceklerdir.
Bu sefer kişilerin de baştan hakemlerin akılları ve ilimleri ile neye karar vereceklerini bilmeleri gerekir ki ona göre kurallar içinde yaşansın. Yoksa insan elmayı atar, zehiri yutar.
Bütün bunların çözümü nedir?
Evet, insanlar içtihat yapacak, sözleşmeler yapacak, istişarî kararlar alacak, hakemlerle tartışarak karara varacak ve hayat böyle gidecek ama bütün bunlarda ilim en başta yer alacaktır. İlim ise varsayımlara dayanır. Öyle varsayımlarımız olmalıdır ki, onunla karşımıza çıkan olayları tümdengelim yoluyla çözebilmeliyiz. Bütün kurumlar ve kişiler o varsayımlara göre hareket edecektir. O zaman kurallı bir sosyal yapı oluşur. İnsanlar hataları dışında bir sıkıntıya girmezler. Yine içtihatlar, yine sözleşmeler, yine istişarî kararlar ve yine hakemler olacak ama bunların hepsinin görevi baştan insanlığın kabul ettiği varsayımlar üzerinde oturacaktır.
İşte bu varsayımlardan esaslı olanları belirtelim.
a) Her insanın eşit kişiliği vardır. Başkasına yaptığını başkası da ona yapma hakkını iktisap eder. Bu kısastır. Kısas şeriatın değişmez temel kuralıdır. Emek kişinin bir parçasıdır. Bedeni gibi kişinin emeği de korunur.
b) Yeryüzü insanlığın ortak malıdır. İşgal ile paylaşılır. İşgal eden diğer yerlerdeki haklarını buraya toplamış olur. Diğer yerlerde hak iddia edemez, burada da ondan hak talep edilmez. İşgal intifanın sebebidir. Tahliye ettiğinde oradaki hakkı sona erer.
c) Herkes topuluk içinde borçlu ve alacaklı olma ehliyetine sahiptir. Doğan çocuk anne babasına değil, topluluğa borçlanarak büyür. Sonra bu borcunu topluluğa çocuklarını yetiştirerek öder. Yakınlık ilkesi.
d) Herkes davalı ve davacı olma hakkına sahiptir. Herkes sözleşme yapma ehliyetine sahiptir. Hakemlerin yorumu ile sözleşmeler kişileri bağlar ve yönetir.
Görülüyor ki, her türlü sosyal kurallar ancak kısası esas alırsanız mâkul hâle gelir. Yoksa adam öldürenin 20 yıl hapsinin hiçbir makuliyeti yoktur.
Kanun yapanların o zamanki aklı, kanun yapanların o zamanki çıkarı kural olamaz. Çünkü o kural değişir, o çıkar da değişir. Saltanatın çıkarı için bile olsa makul olduğu için ekseriyet kararlarından daha iyidir. Çünkü vatandaş saltanatın çıkarının ne olduğunu bilebilir. Ona göre kurallar içinde hareket etme imkanını bulur. Oysa ekseriyet çıkarları ekseriyet her an değiştiği için bunu bilmekle mümkün olmaz.
Burada yeni bir şey öğrenmiş oluyoruz. Varsayımlar içinde çözüm üretmek makuliyettir. Varsayımlar iyi ise topluluk iyi olur, kötü ise topluluk kötü olur. Ama varsayımlı bir topluluk içinde makul hareket mümkündür ve topluluk yaşar. Oysa varsayımsız toplulukta artık makuliyet yoktur. Topluluk yaşayamaz. Bunun içindir ki cumhuriyetlerde daima derin güçler vardır, topluluğun kararsızlığı onların tutarlılığı ile giderilmektedir. “Adil Düzen” gelmeden demokrasi daima aldatmaca olmaya mahkumdur.
الْحُرُّ بِالْحُرِّ (elXurRu Bi EL XurRi) “Hür hür ile.”
Burada önemli karşılaştırmalar vardır. Önce “hür hür ile, abd abd ile” diyor.
Burada hürlerle köleleri katlâda ayırıyor. Sonra da “ünsa ünsa ile” diyor, “zeker zeker ile” demiyor.
Oysa âyetin gelişine göre zeker zekerle öldürülecektir denmesi gerekirdi. Mefhumun muhalefetini esas kabul etsek şu mânâ çıkar; erkek erkeği öldürse ona kısas olmayacaktır. Oysa bunun makul tarafı yoktur. Bunlarda kısas olunca evleviyetle erkek erkeğe de kısas olacaktır. O halde şu sonuç çıkar, burada sayılanlar hasr için değildir. Yani yalnız kadın kadını, köle köleyi, hür hürü ile öldürecek anlamı çıkmaz. Yahut bütün kadınlar köle anlamı da çıkmaz. Öldüren hür ise ölen kim olursa olsun o öldürülecek, öldüren hürdür ölen köledir dolayısıyla öldürülemez gibi bir hüküm getirilemez. Öldürenin hürriyeti ölenin köle olması onu kısastan kurtaramaz. Yine öldürenin erkek öldürülenin kadın olması onu kısastan kurtaramaz. Burada öldüren hür ise kısas yapılacak hür olacaktır demektir. Ölen değil öldüren için hürlük sözkonusudur.
وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ (elGaBDu Bi eLGaBDi) “Abd abd ile kısas yapılacaktır.”
Bir köle hürü öldürürse ne yapılacaktır?
Köle hüre eşit olmadığı için denk kabul edilmeyebilir. Kölenin sahibinin katli istenebilir. Bu hükmü kaldırıyor. Katleden köle ise köle katlolunacaktır, sahibi değil. Çünkü kısasta bütün insanlar eşittir. Hür olsun köle olsun aralarında fark yapılmadan katil katlolunur. Bunlara mefhumu muhalefet ile hüküm verip hür köle mukabili katledilemez diyemeyiz, o zaman köle de hür karşılığı katledilmez anlamı çıkar. Kimse bu şekilde yorumlayamaz. Çünkü makul olmaz. Yani insanların eşitlik ilkesine aykırı olur.
Bakınız, demek ki Kur’an’ı bile yorumlarken makul olmak zorundayız, yani varsayımlara dayanmak zorundayız. Mefhumu muhalefeti değil kıyası esas almalıyız.
Madem ki köle köleyi öldürdüğünde kısas yapılıyor, köle hürü öldürdüğü takdirde de kısas yapılacaktır. Bu evleviyetle böyledir. Tamim etmemiz için illet bulmamız gerekir. O da kişi olma demektir. O halde hür köleyi öldürse de öldürülür demektir. Yukarıdaki ifade ile takviye edilmiş olur.
وَالْأُنثَى بِالْأُنثَى (Va eLEuNÇAy Bi eLEuNÇAv) “Ünsa ünsa ile katledilir.”
Öldüren kadın ise ölen erkek olsa da yine kadın öldürülür. Kısasta karşı taraftan erkek olması istenemez. Aksini düşünsek o zaman öldürülen erkek olsa kadın öldürülmez demek olur. Bunu da makul görmek mümkün değildir. O halde burada ifade edilmek istenen nedir? İnsanların kısasta birbirinden tefrik edilmeyişidir.
Kısasta erkek kadın, hür köle, kıyasen küçük büyük eşit olup öldüren öldürülür. Nitekim başka yerde cana can dendiği için fıkıhçılar icma ile bu âyeti böyle anladılar.
Bu eşitlik ilkesi diyete de intikal eder, diyette eşitlik sağlanır. Bununla beraber kamu görevlisi askere yapılan taaddi kamuya da yapılmış olduğu için onların diyetleri iki mislidir. Biri vârislerine verilir, diğeri ise ilgili vakfa kalabilir. Bu bilhassa uluslararası cinayetlerde önem kazanır.
Fransa’da bizim elçimiz öldürülürse Fransa’dan katilin teslimini isteyebiliriz, yahut dört misli diyet alabiliriz. O hükümetin tercihi olur. Öç alan için de böyledir. Öç alanı bize teslim ederlerse biz kısas yaparız. Teslim etmezlerse kaç kişiyi öldürmüşse onun dört katı diyet talep edebiliriz. Buradaki farklılık, kısasta değil de kamunun uğradığı zarara karşı yapmış oluruz.
Buradaki önemli husus, hürlerde olduğu gibi köleler de, kadınlar da, kıyasen çocuklar da mü’min statüsündedirler. Çünkü “ey iman edenler” denmiştir, “size” denmiştir. O “siz” ifadesi altında bunlar sayılmıştır.
Mü’min müslim karşılığı, müslim mü’min karşılığı öldürülebilir mi?
Eğer bizim yönetimimizde iseler ve cizyeyi bize veriyorlarsa kısas yapılır. Ama bizim yönetimimizde olmayan birini katletmişse, kişi de bize iltica etmişse biz onun diyetini ödeyip kısastan kurtarabiliriz. Aynı haklar konusunda diğer devletler de bize karşı hak sahibidirler. Bu da uluslararası kısas hükümleri şeklindedir.
Biz bucaklar arası da bu hükümleri geçerli yapıyoruz. Böylece idam cezası kalkmıyor ama son derece kısıtlı hâle geliyor. İlçesini terk eden bir kimsenin diyeti âkilesi tarafından veya bucağı tarafından ödenirse, bir daha ilçede görünmemek şartı ile kısas diyete dönüşür.
فَمَنْ عُفِيَ لَهُ (Fa MaN GuFiYa LaHUv) “Onun için bir şey afv olunursa.”
Burada “Fa” harfi ile istisna yapılmıştır. Yani yukarıdaki kısas burada diyete dönüştürülmüştür. Ancak istisna olarak değil, yukarısının izahı olarak yapılmıştır.
Bunun anlamı şudur ki, diyette kısas hükümlerine tâbidir. Kişinin kendisine kısas yapılması ile malının alınması aynı hükümlere tâbidir. Burada affedilen kısas değil, kısasın diyete dönüşmesidir. Yani diyet affedilemez. Burası çok önemlidir. Af kısası kaldırmaz, sadece kısası diyete dönüştürür. Diyet mağdurun kendisine veya vârislerine ödenir. Onu hazfederler. Ona mâlik olduktan sonra artık onu isterlerse iade ederler. Mağdura veya vârislerine diyet alacak olarak temlik edilmez. Çünkü diyeti ahzeden kamudur.
Mirasta da benzer hükümler vardır. Ölenin malları önce başkana intikal eder. Başkan onun borçlarını öder, vasiyeti yerine getirir, kalan kısmını ise Kur’an’a göre mirasçılara taksim eder. Mirasçılar ancak bundan sonra paylarına sahip olurlar. Kısasta da böyledir. Diyet kabile başkanı tarafından taksim edilir. Kısas olmak üzere alınır ve mirasçılara sonra taksim edilir. Mirasçılar mallarını aldıktan sonra isterlerse suçluya bağışlayabilirler. İşte bundan dolayı hükümler istisna şeklinde değil, beyan şeklinde getirilmiştir. Yani “Fa” ile atfedilmiştir. “Fa”nın başka hükmü de affın her yerde geçerli olmasıdır.
Kısas hangi şartla olursa olsun diyete dönüşebilir. Oysa cezalar yani kamuya karşı işlenmiş suçlar ise affedilemez. Mesela, kamu görevlisini kamu görevinden dolayı katleden kimsenin affı mümkün değildir. İnfaz edilir. Çünkü burada mağdur olan kamudur. Kamu mağduriyetini kabullenecek bir yetkili yoktur.
مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ (MiN EaPIyHı ŞaYEun) “Ehiden yapılacak bir şey.”
Burada “ŞEY” kelimesi kısmi affın tümünü affa dönüştürmesinden dolayıdır. Yoksa diyette tenkis yani noksanlık değildir. Çünkü diyeti alacak olan vârislerdir. Affedecek olan ise kardeşlerdir.
Burada “İHVETİ” denmemiş, “EHIHİ” denmiş, yani bir kardeşin affı demektir. Bu kardeşlerden birinin affı değildir. Öyle olsaydı “Min Ehin Lehu” olurdu. Bu da büyük kardeş anlamına gelirdi. Velayet hakkını elinde tutan kardeş demektir. Şöyle ki, bir kimsenin babası ve dedesi yoksa, kardeşleri veya amcaları veli olurlar. Bunlardan en büyüğü veli olur. İşte affetme hakkı da onundur. Ancak mirasçı olmamalıdır. Babası olsa babası vârisi olduğu için af yetkisine sahip değildir. Çünkü paraya tamah eder ve kısastan vazgeçebilir. Bu da kamu görevi olan adaletin ve güvenin devamını ihlal eder. Eğer kişinin kardeşlerinden daha yakın vârisleri yoksa o zaman vâris olmayan en yakın akraba af yetkisine sahip olur. Kardeşinden murat budur.
Böyle eğer kişi affedildiğinde azmayacaksa ve başka cinayetler işlemeyecekse veya çevreyi korkutmayacaksa af edilecek, yok böyle bir tehlike sözkonusu ise o zaman kısas istenecektir.
Her iki kararda da diğer küçük kardeşlerin hakemlere itiraz hakları vardır. Affedilmesi uygun olduğu halde affedilmemişse veya kısas yapılması gerektiği halde affedilmişse bu karar iptal edilir, velayet ondan sonraki kardeşe intikal eder. Velayet müessesesi babanın ve babadan erkekten erkek akrabalarına ait olduğu için bu yetkiyi anadan kardeşler kullanamazlar. Kadınların kısası affa çevirme hakları yoktur, çünkü güvenlik sağlamakla yükümlü değildirler. Bununla beraber kardeşin aldığı karara bütün vâris olacak akrabalar dahildir.
Burada önemli bir şey daha ortaya çıkıyor. Bir kimse yaralansa ve ölmese kim affedecektir? Kendisi mi, kardeşi mi? Mal kendisine intikal edeceği için kendisinin affetme yetkisi yoktur. Affı ancak kardeşi yapabilir. Çünkü cinayet yalnız mağdura yapılmamış, akrabalarına da yapılmış olmaktadır.
“ŞEY’ÜN” kelimesi kardeşe pazarlık hakkı tanımaktadır. Şöyle ki, diyet şer’an tesbit edilmiştir. Ancak affeden kardeşler de bir şey isteyebilir. Diyetten fazla bir şey alabilirler. Bunu yapmaları affı ortadan kaldırmaz. Ne var ki o aldığı şey ona helal olmaz, sonra istirdad edilerek vârislerine verilir.
“ŞEY’ÜN” kelimesi, kişinin kendi çıkarı için aldığı kısma karşı yaptığı aftır.
فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ (Fa EiTiBAGun Bi eL MaGRuFi) “Maruf ile ittiba olacaktır.”
Affedene tâbi olunacaktır. Kamu yetkilerini kullanma şeriatta değişik kimselere verilmiştir. Merkezi yönetim yoktur, yetkileri bölüşülmüştür. Burada bucak başkanı kardeşin emrine verilmiştir. O affederse ona uyulacak, ona tâbi olunacaktır. Kim başkan olursa ona tâbi olunacaktır. İttiba kişiye değil makamadır. Görev icra edilirken ihraz edilen makamdır. Burada ittiba olunacak ve ihsan ile eda olunacaktır. Maruf ile ittiba edilecektir. Yani, diyet pazarlıkla değil maruf ile eda edilecektir.
Kur’an birçok hükümleri, miktara ait hükümleri devre ve topluluğa bırakmıştır.
Diyetin miktarını kim tesbit edecektir?
Kur’an bunlar için örf ve maruf kelimelerini kullanmaktadır. Örf, topluluğun uygulamada oluşmuş değeridir. Mesela, fiyat örf ile sabit olur. Dil de örf ile oluşur. Yetkililerin aldığı kararlarla sabit olmaz. Bu örfün sübutu hakemlere aittir. Hakemler örfü sabit tutar, ona karşı hakemlerin yanında dava ikame edilmezse o örf kabul edilmiş olur.
“MARUF” böyle değildir. Meclis veya şûra bir araya gelir, karar şekillerinden uygun olanı ile kararlaştırılırsa bu maruf olur. Mesela, meclis toplanarak orta değer ile diyetin miktarını tesbit etmiş olur. Bu miktar hakemlerin kararı ile yenilenebilir. Burada diyetin sübutunu marufa bırakmıştır.
Burada ikinci soru sorulur. Bu marufu kim belirleyecektir? Bunun içtihadını yapmamız gerekir.
a) Kur’an’daki “Ey iman edenler” Cuma cemaatidir. Dolayısıyla hukuk düzeni bucaklarda kurulur. Böyle olunca diyet miktarı bucakta tesbit edilir. Bu uygulamayı yaptığımızda bütün yük bucak halkına biner. Öyleyse şöyle diyebiliriz. Küçük diyetler bucak meclisince, ondan büyük olanları il meclisince, daha büyük olanları ülke meclisince tesbit edilir.
b) İlin diyeti tesbit etme yetkisi şûradan doğmaktadır. Mahkemelerin kararları mahkumların rızası olursa bucakta icra edilir. Mahkum kabul etmez de direnirse bucak silah kullanmaz, il yönetimine havale eder, il yönetimi silahlı icra yapar. Madem ki diyet kısas hükümlerine tâbidir, o halde ilde de bu diyet tesbit edilebilir.
c) Devletin diyeti tesbit etme yetkisi şundan vardır. Çünkü resmi ücretler devlette tesbit edilmektedir. Diyetin tespitinde kişinin 33 yıllık çalışma karşılığı esas alınmaktadır. O halde bu tesbit devletçe yapılmalıdır.
d) Biz bunu şöyle yapıyoruz. Diyet 32 yıllık ücret olarak kabul edilirse, 32’nin üzeri nâs, 16-32 arası devlet, 8-16 arası il, 8 yıllık ücretten daha azsa bunu bucak tesbit eder.
“İTTİB” münker gelmiştir. O halde maruf olana değişik şekilde yaklaşılacaktır. Bu da bize mahalli diyetler vardır ve farklıdır anlamını verir. Her ülkenin kendi diyet usulü vardır. Diyetlerin ödenme usulü vardır. Buna göre diyet ülkede bir olsa bile taksitler farklı olabilir.
وَأَدَاءٌ إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ (Va EaDAEun EiLaYHi Bi İXSANın)
“Ve ihsan ile tediye edilecektir.”
Burada “EDA”yı ayırmıştır, bunu da nekire yapmıştır. Bu edanın ihsan ile yapılmasını emretmektedir. Bunun için şunu yapıyoruz. Önce mağdura devletçe birden ödenir. Bunları taksit taksit olarak dayanışma ortaklarından tahsil eder. Burada “İHSAN” vardır. Çünkü mağdura peşin ödenmiştir, bu ihsandır. Dayanışmadan taksit taksit alınmıştır, bu da ihsandır. Başka ihsanın uygulaması şöyle olmaktadır. Bir adam kasten adam öldürse kısasa tâbi olur. Affedilirse diyete dönüşür. Bu diyeti devlet öder. Böylece mağdurlar için ihsan ortaya çıkar. Döner bunu kişiden taksite bağlayarak tahsil eder. Eğer taksitlerini ödeyemezse âkilesinden tahsil eder. Kişi âkileye bu diyeti öder. Ama ödeyemezse zorunlu çalışma yerine alınır ve ona ödetilir. Ödeyemezse âkilesi ödemiş olur. Bu takdirde malları mirasçılara taksim edilir. Böylece katilin yakınları mağdur edilmez. Babalarının işlediği suçtan dolayı çocukları ve âkilesi tecziye edilmez. Kişi hapishaneye atılmaz, ancak zorunlu çalışma yerine alınır. Orası suçlular sitesidir. Dışarıdan girip çıkma serbesttir. Ne var ki orada askeri idare vardır. Mahkumlar ise dışarı çıkamazlar. Hattâ eşleri ve diğer yakınları isterlerse o siteye yerleşerek yakınlarının yanında yaşayabilir ve orada çalışabilirler. İşte bunların hepsi edanın ihsanı ile yapılmaktadır.
Bunlar bizim bulduğumuz çözümlerdir. Daha iyi çözümler bulunursa onlar kabul edilir.
Burada çok önemli bir şey vardır. O da caydırıcılık her zaman geçerli olmalıdır. Katil önceden affedileceğini bilmediği için suçu işlerken idam edileceğini kabul ederek işler. Bu caydırıcılıkda noksanlık getirmez.
ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ (ÜAvLiKa TaPFİyFun MiN RabBiKuM)
“Bu size Rabbinizden tahfiftir.”
Yani, asıl olan kısastır. Dolayısıyla eğer af olmazsa kısas yapılır. Kısasın uygulanması için talebe gerek yoktur. Çünkü kısas yapma görevi yönetime verilmiş görevdir. Onların affetme yetkileri yoktur. Af yetkisi kardeşine aittir. Kardeşe verilen bu yetki tahfif içindir. Bunun tahfif olduğu ifade edilmesidir. Af tahfifin illetidir. Madem ki mağdurun velisi kısas istemiyor artık kısas yapılamaz. Ama bu af değildir. Mâli sorumluluğunu azaltmaz. Bunun önemi şudur. Kısas veya diyetten hiçbirisi affedilmezse ne olacaktır?
Fıkıhçılar cezada şüphe düşmesini esas aldıklarından bu takdirde kısas yapılmaz diyorlar. Hattâ kardeşlerden biri affetse diğerlerinin söz hakkı kalmaz gibi istidlalleri vardır.
Biz bunlara katılmıyoruz. Affetme yetkisi bir kardeşe verilmiştir. Affedilmemesi hâlinde kısas yapılır. Mesela, bir kölenin kardeşi yoksa, kölenin katili de sahibi ise sahibi katledilir. Çünkü sahibi yoktur. Bu da zayıf ve kimsesiz olanları korumaktadır. Bize göre hüküm böyledir. Afv tahfifin illetidir. Cezayı tamamen ortadan kaldırmanın illeti değildir. Hele kısas için kısasın talebi gibi bir şart yoktur.
وَرَحْمَةٌ (Va RaXMaTun)
“Ve rahmettir.”
Ortada yalnız tahfif sözkonusu değildir. Kısasta mağdurların bir yararı yoktur. Oysa af ve diyette ise mağdurların yararı vardır. Yakınlarını kaybedenler hiç olmazsa maddi bakımdan tatmin edilirler. O halde zarar kısmen gideriliyor ve rahmet oluyor.
Biz bunun için bir kişinin diyetini 33 yıllık çalışma ücreti olarak kabul ediyoruz. Bu sayede kişinin ekonomik değeri tazmin edilmiş oluyor. Herkes eşit olduğundan herkesin diyeti bu oluyor.
فَمَنْ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ (Fa MaN EıGTaDAy BaGDa ÜAvLiKa)
“Bundan sonra kim i’tida ederse.”
Bu cezalar konduktan sonra ve müessese getirildikten sonra kim i’tida ederse, yani başka yollar ararsa, hapishaneler icat ederse, yahut afv müessesesini kaldırırsa veya kısas yapmazsa, onun cezası elim azaptır deniyor.
İnsanlığı en çok meşgul eden ceza müessesesidir. Dengeli ceza müessesesi topluluğu mesut eder. Dengesiz ceza müessesesi topluluğu zulme sokar. Her türlü aşırılıklar son derece kötü sonuçlar doğurur.
a) Batı dünyası İslâm hukukunun felsefesini kavrayamamıştır. Kamu ayrıdır. Cinayet kamuya karşı işlenmiş suç değildir. Devlete karşı işlenen suçlar nelerdir?
1- Bir suç kamu görevi ifa eden görevliyi engellemek amacıyla işlenmişse bu kamuya karşı işlenmiş suçtur.
2- Gizli işlenmiş başkalarını mağdur eden fiiller de kamuya karşı işlenmiş olur. Çünkü devletin görevi hukuku korumaktır. Gizli ilişkiler, hırsızlıklar ve gizli işlenmiş katletmeler devlete karşı işlenmiş kabul edilir. İspat edildiği takdirde bunların cezasını devlet verir. Gasp devlete karşı işlenmiş suç değildir. Çünkü açıkça yapılmıştır, devlet onu kolayca hükme bağlar. Evlenebilecek kimselerin açık cinsi ilişkisi suç değildir. Resmi nikaha bunun için gerek yoktur.
3- Neseb ihtilatı (karışıklığı) devleti görevini yerine getiremez hâle sokar. Çünkü babası belli olmayacağı için çocuğa karşı baba görevini kim yüklenecektir?
4- Devleti aciz kılacak işlerde kamuya karşı işlenmiş olur. Mesela kardeşlerin evlenmesi böyledir. Doğacak çocuğun hukukunu devlet koruyamaz. Çünkü sakat doğmakla devleti acziyet içinde bırakır.
b) İkinci tip suçlar ise devleti aciz duruma sokmaz. Devletin hukuku koruma görevi vardır. Caydırıcılık bakımından cezalandırılması gerekir. Mağdur olanların da burada hakları vardır. Bunlar dengelenmektedir. Şimdi bir taraftan devlet ceza vermektedir, diğer taraftan ayrıca mağdura da tazminat ödetiyor. Oysa Kur’an cezayı en ağır bir şekilde yapıyor. Ama afv müessesesi getirerek en ağır ceza hafifletiliyor. Böylece kısas ortadan kalkıyor. Diğer taraftan mağdurlar da diyetten yararlanıyorlar. Burada ince bir denge korunmuştur.
c) Batı ya idamı uyguluyor ya da hepten kaldırıyor. Oysa Kur’an’da idam var ama affa dayalı idam var. Hukuk düzeni içinde başka ölüm cezası yoktur. Ancak, teslim olmazsa, devletle savaşa girişirse, onunla savaş kurallarına göre savaş yapılır. Demek ki hukuk düzeninde kısastan başka idam cezası yoktur.
d) Hapishaneler devlete yük, yakınlarına işkence, suçluyu suça alıştırma ve caydırıcılığı da olmayan bir müessesedir. Bunun yerine zorunlu çalışmalar müessesesi vardır. Devlete yük olmaktan çıkıyor, yakınlar işkenceden uzak tutuluyor, suçluyu askeri yönetimde ıslah ediyor. Ayrıca kısas olduğu için de caydırıcılığı takviye edilmiştir.
فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ(178) (Fa LaHUv GaÜAvBun EaLİyMun) “Ona elim azab vardır.”
Zamir “Men”e racidir. “Men” lafzen müfrettir, mânen ise müfred ve cemi içerir. Fert olsun cemaat olsun “Men” ikisine racidir. Buradan anlıyoruz ki topluluğun da fert gibi kişiliği vardır. Burada fert ve topluluğu hükümde birleştirmek için müfret gelmiştir. “Hum” gelebilirdi, o zaman yalnız topluluk kastedilmiş olurdu.
“Elim azab” acıklı azaptır. Bu âhiretteki azaptan ziyade dünyadaki azaptır.
Allah’ın dünyada koyduğu hükümler insanın dünyadaki yararları içindir. Allah sadece imtihan için okulda olduğu gibi sorular sormaz, imtihanı gerçek hayatta yapar. İnsan, kendisine yararlı işler yaparsa dünyada da karşılığını alır. Topluluğun âhirette cezası yoktur. Topluluğa yapılacak azap hep dünyevidir.
Kişiye gelince, kişinin işlediği günahlar iki şekilde olur.
a) Bunlardan biri, yalnız kendisine zararı olur. Bu takdirde cezasını dünyada zaten çeker. Çünkü Allah kimseye kendisine zararı olmayan ve topluluğa zarar vermeyen bir şeyi haram kılmamıştır. Kendisine zararlı olan bir günahı işlerse zaten dünyada cezasını göreceği zararla çekmektedir. Bunlardan dünyada çektiği olursa âhirette azaptan ziyade sevaptan mahrumiyet şeklinde olur. Mesela, Mustafa Kemal içki içti, zararı kendisine oldu, erken öldü, cezasını bu dünyada çekti, âhirete kalmadı. Kalsaydı da affedilmesi büyük ihtimal. Çünkü kendisine verilen görevi yapmadığı için suçlu olur.
b) İkinci haram ise topluluğa verilen zarardır, yani başkalarına karşı işlenen suçlardır. Bunun cezasını dünyada yargıçlar vermektedir. Dolayısıyla âhirete fazla bir şey kalmamaktadır. İşte “elim azab vardır” demek, kuralları çiğneyenlere acıklı azab vardır demektir. Bu da tenkildir, yani etkisiz hâle getirmedir. Kur’an’da dört kaide sayılmıştır.
a) Katletmek. Hakem kararlarına rıza göstermeyenlere uygulanır.
b) Hakem kararlarına uyanlara uygulanır. Kısasa benzer. Ama affı caiz değildir.
c) El ve ayağın çapraz olarak kesilmesidir. Katil olmadan suç işleyip teslim olanlara uygulanır. İtiraf edenlere ise kısas uygulanır.
d) Siteden sürme veya ülkeden sürme. Çalışma sitelerine sürme yahut bucaklardan sürme.
İşte bunlar azabı elimdir. Uygun olanla bunlar cezalandırılmış olur.
Bu âyet Kur’an’ın yarım sayfasından azdır.
Ama kısas önemli bahis idi, bundan dolayı tefsiri uzun oldu.
Ayrıca vasiyet de çok önemlidir.
Şahadet müessesesi de orada açıklanmaktadır, onu da kısa geçmek istemedim.
Gelecek derste vasiyette şehadet anlatılacaktır.
A ***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 54. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمْ الْمَوْتُ إِنْ تَرَكَ خَيْرًا الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ(180) فَمَنْ بَدَّلَهُ بَعْدَمَا سَمِعَهُ فَإِنَّمَا إِثْمُهُ عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(181) فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفًا أَوْ إِثْمًا فَأَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(182)
كُتِبَ عَلَيْكُمْ (KüTiBa GaLaYKuM) “Size yazıldı.”
“KİTABET” deriyi deriden çıkarılmış sırımla çift dikişle dikme demektir. Hazreti Nuh aleyhisselâma kadar insanlar sözlü emirlerle yönetildiler. Nuh aleyhisselâmdan sonra emir yerine şeriat ikame edildi.
Şeriat demek, artık alınan özel emirlerle değil de, yazılan kurallarla yönetilmesi demektir. İnsanlar kurallara uyacaklardır. Kuralları uygulayanlar insanlar olacaktır.
Kur’an’da borç ve vasiyetten sonra mirasçılara pay dağıtılmakta, bunları yapacak kimseden bahsetmemektedir. Bu işi kimler yapabilir? Mirasçılar kendileri pay alacaklarına göre bu işi kendileri yapamazlar. Bunun için şunlar yapılabilir.
a) Ölen kendisine bir vasi tayin eder. Onun adına tayin edilmiş vasi taksimi yapar.
b) Ölenin mirasçı olmayan yani kısas hakkını elinde bulunduran kimse vasiyeti yerine getirir. Bu şıkları doğru kabul ettiğimiz zaman ölünün cenaze masrafları da terekeden karşılanmaktadır. Oysa Kur’an cenaze masraflarından söz etmemektedir. Bu bakımdan mirasın taksiminin kamuya bırakılması görüşünü tercih ediyoruz. Vârislerin veya yakınların ölü üzerinde hiçbir tasarruf hakları yoktur. Sadece miras alırlar ve kısas haklarını kullanırlar.
c) Cenaze masraflarını karşılamak dayanışma ortaklıklarına yüklenebilir. O takdirde mirası taksim etme de onlara düşer. Bunlar dinî dayanışma ortaklıkları veya meslekî dayanışma ortaklıkları olabilir. Biz dinî dayanışmayı tercih ediyoruz. Çünkü âhirete intikal eden kimseye en yakın olan dinî dayanışmadır.
d) Üçüncü olarak buna yetkili olan aşiret veya kabile başkanları olabilir. Belediye günümüzde bu hizmetleri görmektedir. O halde bucak başkanlarının bu hizmeti yapmaları uygun düşer.
Burada bir sorun daha ortaya çıkmaktadır. Defin masrafları kime aitse mezar da onun topraklarında olacaktır. Her aşiret kendisine bir mezarlık yapabilir. Ortalama ömür 50 yıl kabul edilirse, 50 kişilik bir aşirette/ocakta ortalama her yıl bir cenaze çıkacaktır demektir. Bir mezara 100 yıl sonra ikinci cenazeyi koyacak olursak, 200 metrekarelik bir bahçe yeterlidir demektir. Apartmanların bahçelerinde 50 metrekarelik bir mezarlık yeri bırakılır. Burası ağaçlandırılır. Meyve ağaçları dikilir. Hem yeşillik hem de mezarlık olur.
Yahut kabile/bucak mezarlığı yapılır. Bunun 100 misli daha büyük bir yere ihtiyacımız var demektir. Bu da 20 000 metrekare eder. Demek ki 20 dönümlük bir alan her bucağa ayrılacaktır. Bu da bucakların aynı zamanda ormanlık saha içinde kalmalarını sağlar. Buralar meyve ağaçlarıyla veya yaprakları yem için kullanılan ağaçlarla ağaçlandırılır ve bu yolla ekonomik değeri de korunur. Mermer taşlarla mezarlığı doldurmak meşru değildir. Şehrin ortak mezarlığının olmasını da biz doğru bulmuyoruz. Bu şekildeki uygulamayla bucakların ve ocakların kişilikleri gider. Bucak mezarlığı olsa bile her aşirete ayrı yer ayrılmalıdır.
“KÜTİBE” kurallar koyma olduğu gibi plan ve proje yapma anlamına da gelir.
O halde mezarlar kent planlaması içinde yer almalıdır.
إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمْ (EiÜAv XaWaRa EaPaDaKuM)
“Sizden birinize hazır olursa.”
Burada “İZ” gelmiştir. İnsan ölüme hazır hâle gelir. Genellikle insanlar öleceklerini anlarlar. O zaman vasiyet yapmaları gerekmektedir. Daha önce vasiyet yapılması caizdir. Nasıl namaz kılmadan önce abdest alınırsa, ölüme hazır olmadan da vasiyet yapılabilir. Ancak hayat her an değişmektedir. Ek vasiyet yapma zorunluluğu ortaya çıkabilir. Bunun için asıl olan ölüme hazır iken vasiyet yapılmasıdır.
Burada hazır olan ölümdür. Kişi ölüme değil, ölüm kişiye hazır olmuştur. Gayb Allah’ın ilmindedir. Ne zaman yağmur yağacağı bilinmez ama yağmur yağmadan önce hava soğur, bulutlar meydana gelir. İnsanlar yağmur yağmadan önce yağacağını bilirler ve tedbir alırlar. Ne zaman ölüneceği bilinmez. Ama hastalık yahut tehlikeler insana ölümün gelmekte olduğunu haber verir. İşte o zaman vasiyet etmek farz olur.
Kurallar illetlerle emirlere dönüşür. Güneş batınca namaz kıl sözü şeriattır. Güneşin batması ise namaz kıl emridir. O kuralı emre dönüştürür. Vasiyet etme kuralı ölümün hazır olması ile emre dönüşür. Buna da ‘vücubun edasına sebep’ denir.
الْمَوْتُ (eLMaVTu) “Mevt hazır olunca.”
İnsanın varlığı döllenme ile başlar. Erkekten gelen spermanın kadından gelen yumurta ile birleşmesi ile kişilik başlar. O andan itibaren çocuğun hakları doğar. Şöyle ki, karı koca istese de artık onun hayatına son veremezler. Onun ihtiyaçlarını gidermekle yükümlüdürler. Çocuk dünyaya gelmekle, bu da ciğerlerine hava alarak genişlemesi ile sabit olmaktadır. Görevleri de başlar. Doğmadan önce ölen çocuk vâris olmaz, kendisine de vâris olunmaz. Çünkü miras sadece hak değildir, aynı zamanda o mülkü muhafaza görevidir. O halde çocuk sağ doğarsa, doğmadan önce ölen kimseye vâris olur. Dolayısıyla cenin de hak sahibidir. Ama ölü doğarsa vâris olmaz. Hayat boyunca kişi borçlu ve alacaklı olur. Hakları var, görevleri vardır. Ölümü ile hakları biter. Artık ona bir yerden miras gelmez. Ölüm de kalbin bir daha çalışmamak üzere durmasıdır.
Burada önemli bir sorunla karşılaşıyoruz. Bitkisel hayata giren bir kimseyi yaşatmakla mükellef miyiz? Cemal Gürsel ve Bülent Ecevit aylarca bitkisel hayatta yaşatıldılar. Tekrar sağlığa kavuşma ümidi yüzde birden azsa, artık onun tedavisinden vazgeçer, kendi hâline bırakırız. Ağzına yemek veririz; yutuyorsa devam ederiz. Ama böyle olan hastayı artık serumla yaşatmayız. Odanın havasını temiz tutarız ama solunum cihazına bağlamayız. Ölüm kalbin durması veya solumaması ile sona erer.
إِنْ تَرَكَ خَيْرًا (EiN TaRaKa PaYRan)
“Eğer bir hayır terk ederse.”
Kur’an’ın bazı âyetleri geleceğe hitap eder. O tarihte mevcut olmayan müesseseler hakkında hükümler koyar. İnsanlar o tarihte onları anlayamazlar. Bu takdirde çelişki var gibi görürler.
Vasiyete ait hükümler de böyledir. Kur’an’da bir taraftan mirasın Allah tarafından taksim edildiği, insanların kime ne verilmesi gerektiğini bilemediğini söylemekte, diğer taraftan da mirasın taksiminin vasiyetten ve borçtan sonra olacağını bildirmektedir. Burada vasiyet yapılmasını emretmektedir.
Bu âyetler arasındaki çatışmayı çözmekte zorluk çekmişler, birçok yorumlar yapmışlardır. Hattâ bu âyetleri nesh için delil yapmışlardır. Oysa âyetler birbirini tamamen tamamlamaktadır.
Önce batıda kişi ölür ölmez tereke vârislere intikal eder. Onlar borçları öder, vasiyeti yerine getirirler ve kalan olursa kendilerine kalır. Eksik gelirse kendi keselerinden öderler, yahut baştan mirası reddederler.
Kur’an ise bu hükmü kaldırmıştır. Tereke önce kamuya kalır. Kamu onun borçlarını öder, vasiyeti yerine getirir ve kalanı vârislerine taksim eder. Bunu bildirmek için vasiyet veya borçtan sonra denmiştir.
Vasiyet mirasçıların payından yapılmaktadır. Daha önce ölmüş anne babanın hakları üzerinde kişiye vasiyet hakkı tanınmış bulunmaktadır. Bu da terekenin üçte biri etmektedir. Sünnet ve icma bunu teyit etmektedir. Bize göre eksik olan anne ve baba da sağ iken vasiyeti meşru saymalarıdır.
Burada emredilen vasiyet ise tamamen farklıdır.
İnsanlar baştan üretim mallarına mâlik değildiler. Birlikte üretip birlikte tüketiyorlardı. Mülkiyet çobanlık ve tarım dönemlerinde başladı. Sanayi döneminde yeni tip mülkiyet de ortaya çıktı, bu da işletme mülkiyetidir. Bir kimsenin başkasının kirasında bir evi varsa hemen çıkaramamaktadır. Bir dükkanı kiralamışsa istediği zaman çıkaramamaktadır. Bu durum sanayi döneminde yirminci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Nüfus çoğaldıkça tarlalar belli bir yere kadar bölünüyor, artık bölünemiyor. Bu sebeple kat mülkiyeti ortaya çıkıyor. İşte Kur’an bu sorunları kıyam mülkiyeti ile çözmektedir.
Kur’an’a göre iki çeşit mülkiyet vardır.
1. Birincisi intifa mülkiyeti, yani yararlanma mülkiyetidir. Bu mülkiyetin hükümleri şunlardır.
a) Herkes bu mülkiyete sahip olur. İnsan olan herkesin böyle bir mülkü olabilir.
b) Bu mülkiyet tecezzi eder. Hisselere bölünerek ortaklara dağıtılabilir.
c) Bu mülkiyet vasiyet yoluyla intikal etmez. Miras hükümlerine göre taksim olunur.
d) Sadece bu mülkiyete konu olan mallar aylık ve yıllık ücretlerle kiraya verilebilir. Meskenler böyledir.
2. İkinci mülkiyet ise kıyam mülkiyeti, işletme mülkiyetidir.
a) İşletme mülkiyetine herkes mâlik olamaz, ancak ehliyeti olanlar mâlik olur. Ehliyeti kaybedenler bu mülkiyeti devretmek zorundadırlar. Etmezlerse kamu istimlak eder, el koyar. Yeter gelir getiremeyenlerin elinden alınır.
b) Bu mülkiyet tecezzi etmez. Bir işletmeye bir kişi, ehil olan kişi mâlik olur. Bu ehliyet ehil ekiple elde edilebilir. Bu sebepledir ki miras yoluyla intikal etmez.
c) Bu mülkiyet vasiyet yoluyla intikal eder. İşte burada emredilen budur. Hayır da bu demektir.
d) İşletme mülkiyetine konu olan mallar sabit kira bedeliyle kiralanmazlar; kiralanırsa faiz olur. Ancak üretilen miktardan veya tüketilen miktardan bir pay olarak kiralanabilir.
“HAYIR” kelimesi işletme demek, gelir getiren yer demektir. Bunun farklı mal olduğu müfessirlerce bilinmiş ama tarifi yapılamamıştır. İşletme diyenler vardır.
a) Bir tesis vardır ve onun ortak olduğu bir altyapı vakıf kuruluş vardır.
b) Bir de emek ve onun yardım aldığı bir bakım işçiliği vardır.
c) Bir ham madde vardır, biz buna sermaye diyoruz, bir de bunun da ortak olduğu elektrik ve su gibi yardımcı maddeler vardır.
d) Nihayet genel hizmet vardır, bir de bunun da içinde dayanışma kefalet müessesesi vardır.
Demek ki her işletme bu dört tür girdilerle oluşmaktadır. Buna muamele ortaklığı denmektedir. Muamele ortaklığı muzaraa, musakat, musanaa ve müdaraba ortaklıkları şeklinde kurulur. Dört çift girdinin her biri birer ortak durumundadırlar. Bunlar da şirketi mülk, şirketi emval, şirketi amal ve şirketi vücuh olarak belirtilmiştir. İşte bunlar işletmedir ve burada mülkiyete kıyam mülkiyeti ile mâlik olunmaktadır. Bir işletmenin sorumlusu olan kimse hayrın mâliki sayılır. Ölmeden evvel vasiyet yapıp işletmenin dağılmasını ve parçalanmasını önlemelidir.
الْوَصِيَّةُ (eLVaÖıyYaTu) “Vasiyet size yazılmıştır.”
“VASİYET” teşri kılınmıştır, yani vasiyetin yapılması kural olarak konmuştur. Bu yazılı kuraldır. Bir kelimenin tanımlanması ve benzerlerinden ayırt edilebilmesi için takip edeceğimiz kurallar şunlardır.
a) Kelimenin etimolojisini bulmak. Her zaman bulunmayabilir. Bulunsa onunla kastedilen mânâya ulaşamayabiliriz.
b) İkinci başvuracağımız araç akraba kelimelerdir. Akraba kelimeler bulunur ve o sayede o kelimenin mânâsı ortaya konabilir.
c) Kur’an’da kullanılan yerlere ve onunla kurulan cümlelerle kelimeye bir mânâ kazandırabiliriz.
d) Dördüncü olarak, hadis ve fıkıhtaki istimallerine başvurur, orada yapılmış tariflerden yararlanabiliriz.
“VASİYET” kelimesi üzerindeki araştırmayı bu yönde yapmalıyız.
Biz sondan başlayarak gerisin geriye gidelim.
Fıkıhçılar vasiyeti kişinin ölümü ile yapılacak işler şeklinde tanımlamışlardır. Türkçeye de bu anlamda geçmiştir. Burada da bu anlamda olduğu açıktır. Miras âyetindeki vasiyet de böyledir.
“VASİYET” kelimesi Kur’an’da sekiz defa geçer. Allah’tan vasiyet dışında vasiyet hep ölümlü insanın hayatta iken yapılan tasarruflarıdır. Allah vasiyet eder. Allah’ın vasiyeti ile insanın vasiyeti arasında çelişki olursa ne yapacağız? Müçtehitler Allah’ın tavsiyesini daha üstün görmüşlerdir. Bazı hakların uluslararası olması gerekmektedir. Biz eğer ülke farklılığı mirasa mâni teşkil etmeyecekse, o zaman miras hükümleri tüm insanlığın olmalıdır. Bu bakımdan fıkıhçıların bu görüşlerine katılmak gerekmektedir.
“VASİYET” kelimesine akraba kelimeleri ele alalım. VASF ve VASL kelimeleri vardır. Ölüme bitiştirme anlamıyla bir yakınlığı olabilir. Yani ölüme bitişecek tasarruf anlamında bir bağ kurulabilir. Vasfetme, yapılacakları tavsif etme şeklinde bir ilişki kurabiliriz. Sonuç olarak vasiyet, ölüme taalluk etmiş tasarruflardır.
لِلْوَالِدَيْنِ (Li ELVAvLıDaYNı) “Valideyn için”
Kişinin kendisinden sonra kalan işletmelerdeki gelirleri vârislerine kalacaktır. Bunlar valideyn ve akrabindir. İnsan kendi mülkünü işleterek yaşar. Öldüğü zaman da işletme sona erer. İşletmedeki değerler taksim edilerek son bulur. Buranın yararlanma mülkiyetine sahip olanlar paylarını alır, başka işletmelere aktarırlar veya tüketirler. Küçük işletmeler için bu şekildeki taksim uygundur.
Büyük işletmeler için durum böyle değildir. O işletmelerin tasfiye edilmesi anne babayı ve diğer mirasçıları zarardide eder. Elde ettikleri payları değerlendiremezler. İşte o zaman işletmenin devamı gerekmektedir. Bunun için anne baba ve diğer akrabalar, mirasçı akrabalar lehine onların çıkarı için işletmenin devamına karar verir. Mirasçılar işletmeyi tasfiye edemezler. Sadece yararlanma mülkiyetinden yararlanırlar.
İşletmeyi yapacak kimseyi ve ekibi ise ölmeye hazırlanmış kimse belirler.
Burada hayrı terk ederse vasiyet yapma zorunluluğu vardır. Şöyle diyelim. Küçük işletmeler on kişiden az çalışanı olan işletmelerdir. Bunun sorumlusu ölünce bu işletme tasfiye olunur. On ile yüz arasında sahibi olan işletmenin vasiyet yoluyla devam etmesi gerekir. Ama yüzden fazla çalışan ortağı olanların mutlaka vasiyet ile devam etmelidir. Bu rakamla beş - elli olarak ele alabiliriz.
وَالْأَقْرَبِينَ (Va eLEaQRaBIyNa) “Akrabîn içindir.”
Burada “AKRABÎN” kurallı çoğulla getirilmiştir. Yani, işletme devam edince onların topluluğu da tüzel kişiliği olan bir varlık olduğunu göstermektedir. Onlara şirketi mufavada ile ortaklık tesis ederler. Şirketi mufavada hükümleri ile ortak kalırlar. Onların lehine vasiyet yapılacaktır. Vasiyet yapılırken bunların haklarını koruyacak bir sistem ortaya konmalıdır.
Bu konuların tam olarak anlaşılması için uygulamaya başlanması gerekmektedir. Sorunlar çıkacaktır. Kur’an yeniden ve yeniden okunacaktır. Bu sayede gelecekte şu sorunlar çözülecektir.
1- Kendi başına yaşayamayan kimselerin sorunları şirketi mufavada yoluyla çözülecektir.
2- İşletmeler işletme mülkiyeti ile çözülmektedir.
Fer’î hükümlere gelince, bunarı doğru olarak çözebilmemiz için uygulayarak yaşamamız gerekir. Bu âyetleri o takdirde daha iyi anlarız. Bu âyette geçen hayır kelimesi bize kıyam mülkiyetinin hükmünü ortaya koyduğu gibi vasiyetin hedef olarak mufavada şirketini tesis etmek şeklinde teşri ettiği anlaşılmaktadır.
بِالْمَعْرُوفِ (Bi eLMaGRUvFi) “Maruf ile”
“Maruf ile vasiyet etme” şeklinde ifade edilmektedir. “Maruf” demek, mevzuata uygun olarak konmuş kurallarla demektir. Maruf mevzuat demektir. Bu maruf nasıl ortaya çıkar?
a) İçtihatlar mezhepleri oluşturur. Mezheplere göre oluşmuş fıkıh kuralları mevzuat olur. Ölen hangi mezhebe mensup ise o mezhebin hükümleri uygulanır, ona göre vasiyet yapılır.
b) İkinci kısım ise bucakların kendi özel hukukları vardır. Bu istişarî yoldan veya icma ile sabit olur. O halde özel hukukta mezhepler ama kamu hukukunda ise bucak hükümleri uygulanacaktır.
İşte bu yolla sabit olan mevzuata maruf diyoruz. Sözleşmeler de maruftur. Dolayısıyla “Bİ’L-MARUF” dediğimizde sözleşme içinde vasiyet yapılmalıdır. Yani işletmenin sözleşmesi dahilinde vasiyet yapılmalıdır. Sözleşmesi yoksa sözleşme yapılmalıdır. Sözleşme varsa o sözleşmedeki eksik hükümler tamamlanmalıdır.
حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ(180) (XaqQan GaLay elMutTAQIyNa)
“Muttakiler üzerine haktır.”
“HAK” kelimesi Arapçada borç ve alacağı birlikte ifade eder. “Li” ile kullanılırsa hak, “aleyh” ile kullanılırsa görev anlamındadır. Yani, bu vasiyet muttaki olanlara farzdır, vaciptir anlamındadır. Muttakilere yüklenen bir görevdir denmektedir.
“MUTTAKİ” kurallı çoğulla getirilmiştir. O halde kişinin tek başına bir sorununun olmasının da ötesinde bir olaydır. Bu durumda vasiyet yapmasını çevre teşvik edecektir. Yapmadan ölürse bu durumlarda dayanışma ortaklıkları ve bucak yönetimi bu görevi yerine getirebilir. Eksik öylece tamamlanır. Her bucak ve her mezhep kıyam mülkiyeti ve mufavada şirketleri ile ilgili hükümler koymak zorundadır.
***
فَمَنْ بَدَّلَهُ (Fa MaN BadDALaHUv)
“Kim onu tebdil ederse.”
Burada “Fa” harfi gelmiştir. Bunun anlamı şudur ki aşağıda söylenenler genel kaidedir. O kaideden dolayı vasiyette tebdil haram olmuştur. “Fa”dan önce gelen hüküm sonra gelenin bir cüzüdür. Burada zamir müzekkerdir, yani vasiyete gitmemektedir, hakka gitmektedir; “Hakkı kim tebdil ederse” demektir.
“Hakkın tebdili” hukukun tebdili anlamına gelmiştir, yanı birinin hakkını başka birine aktarırsa demek olur. Yukarıda belirtilen hak aynı zamanda vasiyetin tespiti ve onun icrasıdır. Muttakilere bu görev olarak böyledir dendiğinde, kamuya vasiyet hükümlerini yerine getirmek bir görevdir mânâsı çıkar. Vasiyetin kamuyu ilgilendirdiğini de ifade etmiş olur.
بَعْدَمَا سَمِعَهُ (BaGDa MAv SaMıGaHUv)
“Onu sem’ ettikten sonra.”
Buradaki ismi mevsul haktır. İşittikten sonra anlamındadır. Bu ifade ile şunu da öğreniyoruz, hak sem’a/işitmeye dayanır, yani haklar sözle ortaya çıkar. Hakların temeli sözleşmelerdir, yahut sözlü tasarruflardır.
Hakların kaynağı dörttür; yakınlık, komşuluk, emek ve sözleşmeler.
Ama bütün bunlar ancak dille ifade edildiği zaman hak olmuş olur. Muhasebede borçlu ve alacaklı satırlarına geçtiği anda hak olmaya başlar. Hattâ bütün ilimler de böyledir.
Bir şeyi gözlersiniz, onu bilirsiniz ama o ilim değildir, malumat da değildir. Ne zaman ki siz onu dille ifade edersiniz, ondan sonra o bilgi malumat olmuştur. Çünkü ancak ondan sonra onu diğer cümlelerle birleştirip yeni bilgilere ulaşabilirsiniz, ondan sonra onu başkasına aktarabilirsiniz. Bu sebeple burada “Ba’damâ Alimehu” denmesi gerekirken, bu ilmî gerçeği bize anlatmak için “Ba’damâ Semiahu” demektedir. Bir kelime bir düzenin temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla birinin yerine başka kelimeyi koymamız mümkün değildir.
فَإِنَّمَا إِثْمُهُ عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ (Fa EiNaMAv EiÇMuHUv GaLay elLaÜIyNa YuBadDiLUvNaHUv)
“İsmi onu tebdil edenler üzerindedir.”
Burada yine çok önemli bir kural ortaya çıkmaktadır. Eğer bir kimse bir vasiyeti değiştirir, ona göre taksim yapıldıktan sonra onun değiştirildiği sabit olursa, eski karar bozulmaz. O karar o hâliyle kalır. Bu haksızlığa sebebiyet veren kimse mahkum olur, o veya âkilesi çözer. Başkanların geçici kararları dışında alınan karar ve uygulamalar geri döndürülmez, onun tazminatı hata yapana yüklenir. Bir şahit şahitlik yapar ve onun şehadeti ile hatalı karar verilirse şahit zararı tazmin eder. Hakim bir karar verirse o karar kesin olarak uygulanır. Zarar doğmuşsa hakimin âkilesi zararı tazmin eder.
Sem’ ettikten sonra tebdil eden ceremesini çeker.
Burada “İsmuhu Aleyhim” denmemiş de, tebdil eden kimseler olarak ifade edilmiş olmaktadır. Tebdil eden kimselerin tebdil ettikleri ancak mahkeme kararı ile tesbit edilecektir. Hakemler kararı ile tesbit edilebilir.
Sonra “ALEYHİ” denmemiş de “ALELLEZÎNE” denmiştir. Bu da kişinin kendisinden ziyade âkilesinin bu ceremeyi çekeceğinin ifade edilmesidir. Hata varsa âkilesi ona rücu edemez. Ona yardım etmiş olur. Kasıt varsa önce tazmin eder, sonra suçluya rücu eder.
Dayanışma ortaklıkları şöyle tarif edilmektedir. Birimizin alacağı hepimizin alacağıdır, borcu da hepimizin borcudur. Bunun başka mânâsı, dayanışma ortaklıkları ile anlaşmış kimselerden biri bir suç işlerse dayanışma ile suç işleyenlerin hepsi işlemiş olurlar. Bedenî cezalar ortaklaşa giderilemez. Ama tazminat birlikte ortaklığa yapılabilir.
إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(181) (EnNA elLAvHa SaMIyGun GaLIyMun) “Allah semidir, alimdir.”
Burada “semi’ ve alim” nekire gelmiştir, yani devlet semi’dir ve alimdir denmektedir.
Demek ki devlet kayıtları tutacaktır.
Bu kayıtlar değerlendirilerek bilgi hâline gelecek, muhasebeye girecek ve kaydolacaktır; bu “sem’”dir.
Ondan sonra da kişinin istediği bilgiler muhasebeden alınacaktır; bu da “alim”dir.
Devletin semi’ ve alim olması için muhasebenin Adil Düzene göre tutulması gerekmektedir. Bu kayıtlar üzerinde yapılan incelemeler tebdilleri ortaya koyar. İnsanlık bugün sanayi dönemine ulaşmıştır. Allah insanlara Kur’an’ın uygulanması için gerekli imkanlar sağlamıştır. Cep telefonuna benzer araçlarla borçlu ve alacalı olma sağlanmalıdır. Ben karşımdakinin numarasını yazıp ona benim telefonumdan havale yapmalıyım, o da aldığını teyit etmelidir. Bu muhasebeye geçmelidir. O zaman devamlı olarak bilgisayar kayıtları semi’ ve alim yapar.
***
فَمَنْ خَافَ (FaMaN PAvFa) “Kim havf ederse.”
Buradaki Fa Fa-i tafsiliye olur. Şöyle ki, hakkı sem’ eder ve ilmederse, onu tebdil ederse, ama vasiyetin hakka uygun olmadığını gören olursa, o zaman o hak olmayacağı için hak olarak sem’etmiş ve ilmetmiş olmaz.
Burada şöyle bir sorun vardır. İki türlü şehadet vardır. Biri, gözle gördüklerin ve kulakla işittiklerindir. Mesela, güneş doğuyor ve batıyor. Diğeri de, düşünerek gördüğünü tasdik eder durumdur.
Bugün biliyoruz ki aslında güneş doğmuyor biz güneşe doğru gidiyoruz.
Şehadet ederken veya hüküm verirken sadece gördüğünü mü anlatacaksın, yoksa doğru olduğunu tasdik ettiğini mi anlatacaksın. İşte Kur’an “Fa” harfi ile getirerek yalnız vasiyette veya yalnız şehadette değil, tüm karar verirken görünene göre değil, gerçek olana göre konuşulması gerekir. Bir kanunu, hattâ Kur’an’ı yorumlarken de durum böyledir. Bir görünen lugat ve sade usul kaideleri ile Kur’an’ı yorumlama vardır, bir de o kurallara uyulsa bile tam için rahat ederek o mânâyı vermek vardır. Maksat ne ise hüküm ona göredir. “Yorum yaparken eğer hata yapıldığından endişe edecek olursan” diyor Kur’an.
مِنْ مُوصٍ (MiN MUvÖın) “Vasiyet edenlerden”
“Vasiyet edenin hata edeceğinden korkarsa” bu kişi kim olursa olsun biri korkarsa, o zaman onun devreye girmesi ve yanlışlığın giderilmesi için çalışması gerekir.
“MUSİ” vasiyet edendir. Vasiyet edenin hata yapmış olabileceğinden endişe ederse devreye girip ıslah etmesi gerekmektedir. Devlet aşamasına gelmemiş topluluklarda bu araya girme işi fazlasıyla yapılmaktadır. Anadolu köylerinde devletin yargısı hâlâ girmemiştir. Devletin adaletine kimse inanmaz. Bu sebeple mahkemelere başvurma ayıp kabul edilir. Kardeşini öldürürler, sorunca bilmem derler.
İzmir Akevler’de ben de öyle yaptım. Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencileri ile çok iyi bir durumda idik. Matbaa kurmuş ve dini eserleri basıyorduk. Aramızı açmak isteyen derin güçler faaliyete geçtiler. Doğrama atölyesini yaktılar ve bunu bir öğrenciye atmak istediler. Böylece aramızda kavga çıkaracaklardı. Yangın olunca karakola gittim. Bana ‘şüphelendiğin biri var mı’ dediler. Benim elbette şüphelendiğim vardı ama ben bunu söylersem zaten gerilmiş durumda olan ortalık iyice karışacaktı. ‘Yoktur’ dedim ve şüphelileri bildirmedim. Bunun üzerine beni suçlu yaptılar ve benim aleyhime zabıt tutmaya başladılar. Allah’tan işyeri sigortalı değildi. Benim bir çıkarım olmazdı. Ne var ki komiser ifadeyi alırken bunu sonlara doğru öğrendi. Bu sefer tuttu benim beraat etmem için ne gerekiyorsa onları yazdı, bana imzalattı. Ben itiraz etmedim. Savcı mahkemeye verdi. Delil yetersizliğinden beraat ettim.
İşte bizim yargı sistemimiz böylesine komedyadır.
Kimseyi suçlamadım, çünkü hiç kimsenin yapacağı bir şey yoktu. Olayı çıkaran devletin başka bir kolu.
İşte halkımız bunu bildiği için mahkemelere gitmez. Ama köyde çok az olay olur.
İşleyen mekanizma şudur.
Bir olay olduğu zaman suç işleyenle mağdurun arası gerilir, iş ölüme kadar gider. Bu arada önce köyün hocası ilmiye sınıfı devreye girer, tarafları dinler ve gidip gelerek barıştırır. Kimin ne cezası varsa kendi bildikleri kurallar içinde çözerler. Genellikle asıl kimseler bu kararlara uyarlar. Böylece beladan kurtulurlar.
Birçok kere de taraflardan biri, bazen ikisi bu din vekili adamları dinlemezler. Onlar geri çekilir. Ondan sonra devreye köyün ağaları girer. Bunlar güçlü kimselerdir, maddi zarar verebilirler. Bunlardan korkanlar barışmak zorunda kalırlar. Barışmayanlar dışlanırlar ve köyden göç etmek zorunda kalırlar.
İşte Kur’an bu müesseseyi devlet aşamasında da yürütmektedir. Usule göre ortaya çıkan yargı zaman zaman yanılabilir. Şahitler hata yapmış olabilir. Bu takdirde bunu hisseden kimseler devreye girmeli, tarafları uzlaştırmalıdır. Yani devletin ve yargının ulaşamadığı konularda halk taraf olup uzlaşmalıdır.
جَنَفًا (CaNAFan) “Canafan”
“CENB” yan demektir. “CANAFAN” yanlanarak, kararın veya vasiyetin tarafsız olduğu hususunda havf ortaya çıkarsa, bu da çok önemlidir.
Kararlar eskiden kabile içinde alınırdı. Hakim, şahit, bilirkişi, soruşturmacı, davalı ve davacı tanınan kişi idi. Yalan söylemek, taraf olmak kolay bir şey değildi.
Şimdi ise bu sosyal baskıdan tamamen uzak senelerce süren davalarla yargılama yapılıyor. Kâğıtta yazılanlarla karara bağlanıyor. Yazılanlar o kadar çok ki, hakimin onu okuyup kavraması için bir yılını ayırması gerekiyor. Oysa o hakim bir günde otuz davaya bakıyor!
İşte bütün bunlarda cenef vardır ama ism yoktur. Kimse suçlu olmaz, herkes adil ve iyi insan olabilir. Ama olay öyle cereyan eder ki sonunda karar adil olmayabilir.
Bugün dünyada ve hassaten Türkiye’deki kararlar böyledir. Kazara karar verenlerin çok azı kötü niyetlidir. Ama karar adil değildir. Bir gün bir belgeyi eksik tanzim etseniz davayı kaybedersiniz ama herkes sizin haklı olduğunuzu bilir. Ülkemizde çoğu usulden hükme bağlanır, işte bu resmen cenefen olan davalardır.
أَوْ إِثْمًا (EaV EiÇMan) “Veya ismen”
Yani kasten günah işleyerek haksızlığın doğduğuna hükmediyorsunuz. Vasiyet eden kötü niyetlidir.
Burada dikkat edeceğimiz bir husus vardır. Önce cenef sonra ism getirilmiştir. Yani çoğu zaman suçlu olmadan haksızlık yapılmış olur. Mahkeme kararları değiştirilemez. İslâmiyet’te temyiz de yoktur. Bu takdirde yargı yoluyla yapılacak bir iş kalmaz. İşte o zaman bunu hisseden kimse devreye girebilir. Bunu yapmakla bir günah işlemiş olmaz. Girmelidir, girmesi sevaptır. Ortada vasiyetçinin hatası nedeniyle çıkan bir haksızlık vardır. Vasiyet eden günahkâr olsa bile artık ölmüştür, onunla yapabileceğimiz bir şey yoktur. Bu sefer sivil örgüt veya kişiler devreye girmelidir. Beynlerini/aralarını ıslah etmelidir.
فَأَصْلَحَ بَيْنَهُمْ (FaEaÖLaXa BaYNaHuM) “Aralarını ıslah ederse.”
Bir haksızlık olduğunu hissetmiş olan kimse devreye giriyor ve aralarını ıslah ediyor.
Burada “HUM” zamiri gelmiştir. Vasiyet edenin vasiyetini ıslah etmiyor. Vasiyet edilmiş olan kimselerin arasını ıslah ediyor, barıştırıyor. Sulh da tarafların uymaları gerekmektedir. Yargı zor kullanarak kararları kabul ettirir. Oysa ıslahta taraflar ikna edilir. Bu ikna sosyal baskıyı oluşturur. Deliller ortaya konmuş, çevre talebe kani olmuş hâle gelir. Kişiler de bunların kararlarına uymak zorunda kalırlar. Böylece devlet görevini yapmadığı zaman sosyal kanunlar devreye girecek ve sorunlar öyle çözülecektir. Bundan dolayıdır ki Allah insanlara emaneti ehline vermelerini ve hükmettikleri zaman adil bir şekilde hükmetmelerini emretmiştir.
Bizim bir dergimiz olmalıdır. Bu dergide işte böyle cenef veya ism olursa o düzeltilmelidir.
Bir örnek vereyim. Mevcut kuvveti üstün tutan anayasamıza göre verilen oyların yarısı Meclis’te temsil edilmiyor. % 35 oy % 70 oya sahip oluyor, onu da ekseriyete göre kullanıyor. Burada elbette AK Parti’nin bir ismi/günahı yoktur ama cenef vardır. Biz bu cenefi düzeltmesi için çözüm ürettik. AK Parti’ye anlatacaktık. Ancak selam bile vermedikleri için anlatmamız mümkün olmadı. Oysa AK Parti bu cenefi şöyle giderebilir.
a) Hükümetin bakanlarını azaltmaz, kırka kadar çıkarabilirdi. Meclis dışında kalan partilere bakanlıkları bölüştürerek hiç olmazsa hükümette temsil edilmelerini sağlayabilirdi.
b) Meclis Başkanı Meclis danışma kurulunu oluşturur, siyasi partilerden buraya ilim adamlarını göndermelerini isteyebilirdi. Hükümetten gelen kanunlar önce burada görüşülür ve burada uzlaşma ile son şekli verilirdi. Komisyona bu kurulda görüşüldükten sonra sevk edebilirdi.
c) Devlet atamalarında partilere aldıkları oy nisbetinde adam yerleştirme yetkileri tanıyabilirdi.
d) Çıkaracağı kanunla partilere aldıkları oy nisbetinde kamu adına dava açma yetkisini verebilirdi.
فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ (Fa LAv EiÇMa GaLaYHi) “Onun üzerinde ism yoktur.”
Vasiyet âyetlerine başlarken “size vasiyet yazıldı” denmekte; “Sizden biri ölüme hazırlandığı zaman” denmektedir. Vasiyet yapma ölmekte olan kişiye farz kılınmıştır. Ama bunun icrası cemaate farz kılınmıştır. Bucak yönetimine farz kılınmıştır. Yani burada emrolunan vasiyeti getirecek cemaattir.
Her mü’min Allah’ın halifesi, devletin görevlisi ve yetkilisidir.
Kamu işlerinin düzgün yürümesi için ne gerekiyorsa yapmalıdır.
Ne var ki bu kamu yetkililerinin yetkilerine bir müdahale şeklinde olmamalı, yani muhalefet şeklinde olmamalıdır. İktidarda olanın yaptıklarını tenkit etme, aldığı kararların icrasını zorlaştırma şeklinde olmamalı, tersine onun eksik bıraktığını tamamlamak şeklinde olmalıdır.
Benzer uygulama Yenibosna’daki faaliyet için de doğrudur. Birinin yaptığını engellemek yahut onun yaptığını zorlaştırmak yerine onun eksik bıraktığını tamamlamak olmalıdır.
Biz şimdi Market uygulamasını yapıyoruz. Çetin bir işin içindeyiz. Kışın fırtınalı gününde fidan dikiyor ve onu yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu seradaki çalışmadır. Biz biliyoruz ki bahar gelecek ve havalar ısınacaktır. Bu fideler o zaman işe yarayacak, o zaman meyve verecektir. Şimdi meyve vermesini istememiz hatalıdır. Ümidimizi kesip de işi bırakmamız da hatalıdır. Israrla kendimizi yetiştirmeliyiz. Havalar açınca ne yapacağımızı şimdi öğrenmeliyiz.
İşte buraya giderken herkes elinden gelen katkısını yapacak, elinden ne geliyorsa onu yapacaktır. Burada denge sağlanmalıdır. Müdahale edilmeyecek ama eksiklikler de tamamlanacaktır.
İşte bunun için “Lâ İsme Aleyh/ Onun üzerinde ism yoktur” diyor da, “Lâ Cunaha Aleyhi” demiyor.
“Lâ Cunaha” dendiği zaman, yan yatmak yoktur, o işi yapmak gerekir demektir.
“Lâ İsme”de ise yaparken dikkatli olun, kaş yaparken göz çıkarmayın demektir.
إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(182) (EinNA elLAHa ĞaFUvRun RaXIyMun)
“Allah gafurdur, rahimdir.”
Burada “GAFUR” ve “RAHİM” nekire gelmiştir. Yani devletin böyle yapması gerekmektedir. Kurallar içinde alınmış kararlar, mahkeme kararları da olsa, eğer mağduriyet varsa, haksızlık varsa, halkın bu mağduriyeti gidermek için faaliyette bulunması meşrudur. Bu faaliyet resmi kararları çürütmek, onları bozmak şeklinde değil de, onları tamamlama şeklinde anlamalıyız.
Bugün iktidarda olanlar bazı sorunları çözemiyorlar. Nedir bu sorunlar?
a) İşsizliğe çare bulamıyorlar. O halde biz halk olarak örgütlenip işsizliğe kendimiz çare bulmalıyız. Mala-Mal Market çalışmamız bunu sağlamak içindir.
b) Dış borçları artırıyor, eksiltemiyorlar. Biz halk olarak dış borçları tasfiye edecek yollar aramalıyız. Mala-Mal Marketlerinde senetler para olarak geçecektir. Eğer ülke içinde zinciri tamamlarsak, ülke içinde dolarlara ihtiyacımız olmayacak, ithalat için de ihtiyaç olmayacaktır. Çünkü dışarıya mal verecek ve mal alacağız. İşte bu parayı dış borcu ödemek için kullanırız.
c) Millî basın oluşturulmamıştır. Millî basın demek, ulusun çıkarlarına uygun sosyal baskı yapmak demektir. Bugünkü basın aksini yapıyor. O halde “Adil Düzen Dergisi”ni çıkarıp Türk halkına okutmalıyız. Halkımız bu basına karşı bilinçlenmelidir. Basının kendisi ıslah için baskı yapan bir kurum hâline gelmelidir.
d) Bağımsız, tarafsız, saygın ve etkin yargı sistemi kuramamış bulunuyoruz. Cenef var. Yani suçlu yok ama haksızlık vardır. On sene sonra biten davalar ve bittikten sonra da icra kabiliyeti olmayan davalar. Bunu da hakemlik sistemi ile çözmeliyiz.
İşte biz bu işleri yaparken devlet bunu kendi aleyhine iktidara karşı yahut yargıya karşı bir faaliyet şeklinde algılamamalı, bu faaliyet esnasında bazı hatalar olsa da devlet onu kapatmalı, üzerine yürümemelidir.
Biz Akevler’de rüşvetle ve yolsuzlukla mücadele ederken devlet yetkilileri şebeke ile bir olmuş, bizim üzerimize yürümüşlerdir. Adil Düzen iktidarı böyle yapmayacaktır.
Devlet köstek olmak bir yana, ayrıca destek de çıkmalıdır.
Millî istihbarat kötülerin peşinde koşup onları yok etme çabasında olmamalıdır. Bunun iki mahzuru vardır. Birincisi, böyle bir şey kötüleri birleştirip cephe kurmalarına sebep olur, yani kötülüğü teşvik eder. Hattâ millî istihbarat elemanları bile kötülerle işbirliği içine girerler. İkincisi, kötülükte bilerek veya bilmeyerek iyiler de kötüler kabına konur ve onlarla savaşmaya başlarlar.
Akevler işte böyleleri ile karşı karşıya gelmiştir. Oysa Akevler kapalı toplantıları yapmayacak kadar açık çalışmış ve devletin meşruluğu savaşını vermiş, ortaklarını yeraltı faaliyetlerinden uzak tutmuştur.
O halde millî istihbarat ne yapmalıdır?
İşte böyle cenef veya ismden dolayı doğan eksiklikleri tamamlamak, kötülüklerin etkisini azaltmak için faaliyette bulunanları tesbit edip onlara yardımcı olmalıdır. Devlet onları bulup desteklenmesine hizmet etmelidir. Bu istihbaratçıları da iyilik yapan insan hâline sokar, saldırgan değil yardım eden kuruluş hâline getirir. Düşmanlık yerine sevgiyi aşılar. Devlet nefret ve korku üzerine değil, sevgi ve ümit üzerine oturmuş olur. İşte devletin bu vasfı rahimdir.
Devlet ortaya çıkmamış, kapalı kalmış suçları görmezlikten gelir, onları eşelemez, affeder. Gafurdur. Kenarda köşede kalmış iyi faaliyetleri keşfeder ve onlara destek verir.
İşte “Adil Düzen”de istihbarat teşkilatının nasıl kullanılacağını bu iki kelime bize öğretmektedir.