ADİL DÜZEN 422
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 84. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللَّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ وَلَكِنْ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلَكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ (253) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَ بَيْعٌ فِيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمْ الظَّالِمُونَ (254)
تِلْكَ الرُّسُلُ (TiLKa elRuSuLu) “O resuller.”
“Tilke” burada müfrettir. “Tilke” ismi işaret ve “er-Rüsul” müşarun ileyhtir. Bundan önce anlatılan resullere işaret etmektedir. Hazreti Davut Peygamberden bahsettikten sonra bu ifade gelmiştir. Daha önce de diğer peygamberlerden bahsetmişti. Biz bu peygamberleri birbirlerinden üstün yaptık demektedir. Kur’an’da adları sayılan peygamberleri şöyle sıralayabiliriz.
Adem, İdris; tarım dönemi öncesi peygamberlerdir.
Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb; Mezopotamya peygamberleridir.
İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf; bunlar ilk beşeri uygarlığı hazırlayan kimselerdir.
Musa, Harun, Elyasa’, Davut, Süleyman, İlyas;
Yunus, Zülkifl, Eyyub, Zekeriyya, Yahya, İsa;
Muhammed (aleyhimüsselâm, Allah’ın selamı üzerlerine olsun.).
Bunların sayıları 25 etmektedir. Kur’an’da bir de Üzeyir, Zülkarneyn ve Lokman’dan bahsedilmektedir. Bunların nebiliği tasrih edilmemiştir.
Peygamberlerin özellikleri, tarih boyunca uygarlaşmada köşe taşları olmalarıdır. Birbirlerinden uzak, hatta birbirlerinin dillerini dahi bilmeden, insanlığı hep aynı istikamette götürmeleri, on binlerce yıllık çabanın böylesine birbirine uyumlu olması, bunların ancak insanlığı var eden tarafından görevli olmaları ile izah edilebilir.
Auguste Comte, insanlığın din ve felsefe çağlarını geçirdiğini, kendi zamanında ilim çağının başladığını belirtmiştir. Kendisi ilim dininin temellerini atmaya çalışmıştır. Bu görüş gelişmiş ve Marks döneminde ateizmde en üst seviyeye ulaşmıştır.
Oysa peygamberler bugünkü uygarlığı getirdiler. Yunan’daki felsefeden sonra, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed gelmişlerdir. Uygarlıktaki hamleyi Yunanlılar değil bu peygamberler yapmışlardır. Ne olmuştur? Peygamberler her çağda uygarlığın kurucusu olmuşlardır. Felsefe onları onaylamıştır. Ondan sonra gelen müsbet ilim vahyin yerini almıştır. 20. yüzyılda Kur’an ile müsbet ilim birlikte, müsbet ilim uygarlığının kurucusu olacaklardır.
Auguste Comte’un başaramadığı işi Adil Düzen Çalışanları başaracaklardır. Ama bu başarıları peygamberleri reddederek, onları küçümseyerek ve onlara rağmen değil; onların verisine dayanarak, onların arkasından giderek bu iş olacaktır. III. bin yıl uygarlığını da resullerin halifeleri olan mü’min alimler kuracaklardır. Allah’tan vahiy alan peygamberler Kur’an’dan sonra gelmeyecektir. Ama onların vârisleri olan âlimler resullerin getirdikleri kitapları uygulayarak daha nice uygarlıkları oluşturacaklardır. Peygamberler Allah’tan melek vasıtasıyla vahiy aldılar. Âlimler müsbet ilim yoluyla Allah’tan vahiy almaktadır. İkisi de Allah’tan gelen mesajlardır. Ne var ki peygamberler aldıkları vahye uydular, isyan etmediler. Bugün âlimlerin çoğu öğrendiklerini şeytanın emrinde kullanmaktadır.
Mü’min âlimler gelecek ve onlar nebilerin yerlerini alacaklardır.
Burada dikkat edeceğimiz en önemli husus, Allah’tan müsbet ilim yoluyla gelen mesajları kötüye yorumlayarak insanlığı dalalete götürmemektir. 19. yüzyıl âlimleri Avrupa’da bunları yaptılar. Örnek verelim. Darwin evrim teorisini ortaya attı. Bu teori Batı ulemasınca benimsendi. Bu Allah’ın varlığını ispatlayan en büyük delil olmuştur. Çünkü bu kıdemcilerin ‘kâinat yaratılmamıştır, hep vardır’ sözlerine cevap veriyor. Hayır, kâinat yaratılmıştır ama birden değil, evrimleşerek bugünkü hâle gelmiştir. Bunu ispatlıyordu. Peygamberler de aksini söylemiyordu. Altı devirde yaratıldığını söylüyorlardı. Allah Halik olduğu kadar Rab idi de. Çünkü varlıkları tedrici olarak yaratıyordu.
Batı bunu tanrı olmadığına delil göstermeye kalkıştı. Yani tam tersi olan Allah’ın varlığını ispatlayan ilmi sonucu ters olarak insanlığa yutturmaya kalkıştı, iki asır boyunca insanları kandırabildi. Ama 20. yüzyıl onların bu safsatasını ortadan kaldırdı.
فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ (FawWaLNAv BaGWaHuM GaLAv BAGWın)
“Bunlar arasında bazılarını bazılarından tafdil ettik.”
Uygarlaşmada köşe taşlarını koyan ve insanlığı şaşırmadan hedefe götüren peygamberlerin uygarlaşmadaki görevleri aynı olmamıştır. Bir çuvalı doldurursunuz, hepsi sığmaz, bir kısmı dışarıda kalır, ona “fadl” denmektedir. Yahut bir bardak suyu içersiniz, bir kısmını içinde bırakırsınız, bu da fazldır. 100 kadar koyununuz olur, bir yıl sonra 115 olmuşsa, 15 fazldır. Fıkıhçılar buna semere diyorlar. Kur’an bu artan şeye fazl demektedir. Siz 160 cm iseniz ve arkadaşınız 170 cm ise, arkadaşınız size göre 10 santim fazladır.
Önce varlıkları ikiye ayırmamız gerekir; şuurlu ve şuursuz varlıklar. Şuurlu varlıkların kişilikleri vardır. Ben varım der ve kendilerini savunur, varlığını sürdürmek ister. İnsan böyle bir varlıktır. Oysa dağ, toprak, dere, yıldız böyle değildir. Kendi varlıklarından kendilerinin haberi yoktur.
Bu arada canlı varlıklar için ise kesin bir şey söyleyemiyoruz. Maymun ve köpek şuurlu varlıklarmış gibi gözüküyorlar. Aynı şeyi arı ve sinek için söyleyebilir miyiz, bitkiler için söyleyebilir miyiz? Tek bir şey söyleyebiliriz, bunlar arasında eşitlik sözkonusu değildir. Her varlığın kâinatta bir görevi vardır, onu yerine getirmek için yaratılmıştır. Gereksiz ve anlamsız hiç bir şey yoktur. Görev farklı olunca yetki yani imkanlar da farklı olmakta, ihtiyaçlar farklı olmaktadır. Eşitlik sözkonusu değildir. Kapıcı ile genel müdür aynı görevi yapmazlar ama şerefte hangisinin daha üstün olduğu ise bizim kabulümüze bağlıdır. Bunun için bazı kriterler ortaya koyabiliriz:
a) Az olan çok olandan daha kıymetlidir. Buna “nedret kanunu” denmektedir.
b) Bilgi isteyen iş daha kıymetlidir. Bu da yine azlığa dayanır. Herkes bilgili olamayacağından bilen kıymetli olur.
c) Yapılan işin sağladığı yarar ile de değerli olması sözkonusudur. Bu da mahsulün para ile değerinin ölçülmesi ile ortaya çıkar. Yani başkalarının ona gösterdiği rağbetle ilgilidir.
Görevlendirenin takdir ettiği değer önemlidir. Fazla maaş verdiği işler daha değerlidir.
Allah burada “Biz tafdil ettik” diyor. Farklı görev verdik. Verdiğimiz göreve göre de onları üstün yaptık demek olur. Yani burada o peygamberler iyi çalıştılar, üstün oldular demiyor, “biz onları üstün yaptık” diyor. Üstünlükleri vehbidir, kesbi değildir.
Burada çok önemli bir husus belirtilmiş oluyor. Kamu görevi yapanların yetkileri de çoktur, sorumlulukları da çoktur. Bu durum onların üstün insan olmalarından dolayı değil, görevleri gereği üstünlüktür. Biz valiye itaat ederiz. Namaz kıldıran imama uyarız. Onların bizden daha faziletli olmaları nedeniyle değil, o görevi yüklenmiş olmalarından dolayı bunu yaparız. Üstün olan imam değil, imamlıktır. Görev farklı olunca görevli de farklı yetkilerle mücehhez olacaktır.
Görev hak değildir. Görevlendirmede eşitlik ve adalet aranmaz. Kim o görevi daha iyi yapıyorsa görev ona verilir. Peygamberler diğer halktan farklı oldukları gibi peygamberler arasında da farklar vardır. Milletvekilleri halktan farklıdır. Dokunulmazlıkları vardır. Milletvekilleri arasında da fark olabilir. Herkes bakan olmaz. Herkes başkan olmaz. Kamu görevlilerine de dokunulmazlıklar tanımak son derece normaldir. Bu görevleri gereğidir. Dokunulmazlık kişiye değil, gördüğü göreve tanınmaktadır. Bu dokunulmazlık onun şahsına değil, görevini korumak için konmuştur.
“Birbirinden tafdil ettik” denerek birçok yönetim sorununu çözmüş olmaktadır.
Görev istenmez verilir uygulaması bu âyetten gelmektedir. Kur’an, “biz tafdil ettik” diyor, onlar faziletli oldu demiyor. Nitekim başka âyette de “biz resuller arasını tefrik etmeyiz” deniyor. Orada resul olma bakımından tefrik edilmiyor, burada ise görev bakımından tefrik ediliyor.
Vücudunuzun her yeri sizindir. İğne batsa kıyametler koparırsınız. Ama her yerin görevi farklıdır. Resul olma bakımından bir fark yoktur ama görev bakımından farklılık vardır. Bir makinede her parça aynı görevi görmez. Üstünlük bakımından birbirine tabi olmaları da sözkonusudur.
Hazreti İsa şeriat bakımından Hazreti Musa’ya tabi olmuştur. Hazreti İsa Hazreti Muhammed’in getireceği şeriata hazırlık yapmıştır. Hazreti Yusuf Hazreti Musa’nın sarayda yetişmesi için Mısır’a gitmiştir. Mü’minler arasında da böyle görev farkından doğan dereceler vardır.
Akevler “Adil Düzen”i hazırlamıştır. Millî Görüş “Adil Düzen”i dünyaya yaymıştır.
Herkes kendi görevinde farklıdır, farklı imkanlara sahip kılınmıştır. Şimdi AK Parti’nin de bu çabada görevi vardır. Herkesin bunları kabullenmesi gerekir. Adil Düzen Çalışanlarının onların milletvekilliklerinde, bakanlıklarında, iktidarlarında gözü olmamalıdır. Ama onların da “Adil Düzen”i, yani şeriatı, yani Kur’an’ı sırtlarının arkasına atmaması gerekir. “Adil Düzen”i uygulama yollarını araması gerekir. Aramazlarsa, onlar gider, arayanlar gelir. Bunda kimsenin şüphesi olmamalıdır.
مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللَّهُ (MiNHuM MaN KalLaMa elLAHu)
“Onların içinde Allah’ın tekellüm ettiği kimseler vardır.”
Allah kâinatı yarattı. Kâinat O’nun hiçbir işine yaramaz. Çünkü O herhangi bir şeye muhtaç değildir. Ancak O hiçbir şeyi yaratmasaydı Allah olmazdı. İşsiz güçsüz yerinde oturan tek başına bir varlık! Yaratıcı olması nedeniyle yaratması gerekir. İstediğini yaratma O’nun iradesine bağlıdır ama hiçbir şeyi yaratmama O’nun iradesinde değildir. O nasıl iki olmazsa, O nasıl cahil olmazsa, aynı şekilde O gayrihalık da olmaz. Allah’ın sıfatları üzerinde tartışılmıştır. İttifak edilen husus Allah’ın değişmemesidir. Tagayyür kabul etmez. Allah en mükemmel olandır. Değişme O’nda noksanlık demektir. O da en mükemmellik ilkesine aykırıdır. O halde halıkiyet de Allah’ın sıfatıdır. Bu değişmez. Kendi işine yarayacak bir şeyi yaratmaz çünkü bir şeye ihtiyacı yoktur. Abesle de iştigal etmez. Yapılacak iş, şuurlu varlıkları yaratmak, diğer varlıkları onların emrine vermektir.
Böylece Allah insanı kâinatta halife kıldı. Hak ve vecibeleri insanlığa devretti. Topluluk Tanrı’nın yerindedir. Kişiler de insanlardır, kullardır; topluluğa hizmet ederler. Topluluk ise insanla konuşmaz. Bu sebepledir ki başkan eliyle topluluğun emirleri aktarılmaktadır. Başkan da meclisten emir alır. Meclis de konuşmaz. Allah da peygamberlere doğrudan konuşmaz, melek gönderir, onun vasıtası ile haberleşir. Bunun böyle yapılmasının sebebi, halkla kişiler arasında bir bağlantı sağlayan yolu ortaya koymaktır.
Topluluk isteğini kişilere nasıl ulaştıracaktır?
Biz bir toplantıda iken bir yabancı odamıza girse, selam verse, biri alsa hepimiz almış oluruz. O kişi artık onun emanındadır. O bize bir şey söylese hepimize söylemiş olur ve duyarız. İçimizden biri cevap verir de diğerleri ses çıkarmazsa, hepsi onu kabul etmiş olur. Bunun dışında kişi kendisine temsilci seçer, temsilciler de kendilerine temsilci seçerler. Onlar da temsilci seçerler. Onlu sistemle bütün topluluk temsil edilmiş olur. Son on temsilci şurayı oluşturur. Şuranın ittifakla aldığı kararlar topluluğun kararları şeklindedir. Bu kararlara hakemler nezdinde itiraz edilebilir. İtiraz edilmezse herkes tarafından kabullenilmiş olur. Burada başkan sözcü olarak topluluğun kararını ilan eder.
Bunlar vahiy ile konuşmadır. Peygamberlere genel olarak elçilik aracılığı ile Allah bildirir. Buna “vahiy” denir. Allah bazı peygamberlerle doğrudan konuşmuştur. Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim bunlardandır. Kur’an’da Hazreti Muhammed’le konuştuğuna dair bir bilgi zahirde yoktur.
Burada doğrudan konuştuğu kişileri tafdil etmiştir. Burada görev gereği bu konuşma olmuştur.
Bu husus uygulamada şöyle ortaya çıkar. Başkanı meclis seçerse, bu vahiy yoluyla seçilme olur. Çünkü aracılarla seçmiştir, elçilerle seçmiştir. Ama halk başkanını doğrudan seçerse, bu da doğrudan seçmiş topluluk başkanla konuşmuş olur. Bu nasıl olur? Herkes kendi başkanını seçer. Seçilenler de kendi başkanlarını seçerler. Herkesin başkanı olan kimse yani ittifakla seçilen kimse halk tarafından seçilmiş olur. Halk yalnız seçmeyi değil de, başkandan bir şey yapılmasını ister. Bu istek imzaya açılır. Bütün millet imzalarsa, doğrudan isteğini başkana bildirmiş olur.
Allah neden doğrudan konuşmuyor da arada elçilerle görüşmeler yapıyor?
Çünkü Allah Kâinatı insanlar için yaratmıştır. Onlar kullansınlar diye kendisi doğrudan yönetime çok az karışmaktadır. Her şey kural ve temsilcilerle yönetilmektedir.
Bununla beraber Allah bazen insanlara doğrudan da hitap etmektedir. Allah Hazreti Adem’e doğrudan esmayı öğretmiştir, çünkü melekler esmayı bilmiyordu. Allah meleklere nasıl öğretmektedir? Doğrudan tekellüm olmadıkça sorun çözülmüş olmaz.
وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ (Va RaFaGa BaGDaHuM DaRaCAvTin)
“Bazılarının derecelerini ref’ etmiştir.”
Tafdil etme iki şekilde olur. Siz benden daha zengin olursunuz. Bu sebeple servette siz bana tafdil edilmiş olursunuz. Ama benim zenginliğim sizin zenginliğinize etki etmez. İlimdeki fazl böyledir. Oysa, eğer bir sıralama varsa, ben ast siz üst iseniz, beni sizin üzerinize çıkarmıştır. Benim sizin seviyenize getirmem sizin bana fazlınızı sona erdirir. Allah’ın tekellümündeki üstünlük derecede değildir. Ama Hazreti Musa Hazreti Harun’dan üst derecede idi. Bu derecelemede Hazreti İbrahim diğer peygamberlere üstün kılınmıştır. Hazreti Muhammed’in kendisi değil ama getirdiği Kur’an diğer kitaplardan üstün kılınmıştır. İmam olarak Hazreti İbrahim öndedir, ama kitap olarak Kur’an diğer bütün kitapların önündedir. Hazreti Musa resul olarak Hazreti Muhammed’den öndedir. Çünkü Kur’an Hazreti Muhammed’i Hazreti Musa’ya benzetmiştir. Ama cemaat olarak Kur’an mü’minleri, Tevrat mü’minlerinden ve Havarilerden daha ileridedirler. Peygamberler ve kitaplar arasında dereceler vardır.
Burada “dereceler” dişi kurallı çoğul gelmiştir. Çoğul demek sayısal demektir. O halde dereceler sürekli değil sayısaldır. En az dört kademedir. Kamu görevi alanların dereceleri dörttür: Âmil olanlar, zâkir olanlar, fakih olanlar, rasih olanlar.
Peygamberler arasında da dereceler vardır. En üst derecede olanlar ulu’l-azm resullerdir. Hazreti Muhammed, Hazreti İsa, Hazreti Musa üzerinde ittifak vardır. Bunların dışında Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim ve Hazreti Davut’u da azimet sahibi resullerden sayabiliriz. Bunları ikinci derecede de kabul edebiliriz. Bundan sonra şeriat sahibi resuller gelir. Bunlar Hazreti Hud, Hazreti Salih, Hazreti Şuayb, Hazreti Lut, Hazreti Yunus peygamberlerdir. Bundan sonra da şeriat sahibi olmayan resuller vardır. Hazreti Yusuf bunlardandır. Bunlar görev bakımından birbirlerinden tafdil edilmişlerdir.
Başkanlık bakımından da insanlık, ülke, il ve bucak başkanları resullerdir. “Derecat” içinde yerleşmişlerdir. Mekke bucağının başkanı Çankaya bucağının başkanından, Bahçelievler’in başkanı Zafer Mahallesi’nin başkanından daha üst yer almaktadır.
Kur’an insanlığın kıyamete kadar olan bütün sorunlarını çözmüştür.
وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ (Va EAvTaYNAv GıySa EBNi MaRYaMa)
“Meryem oğlu İsa’ya verdik.”
Diğer peygamberlerden bahsederken, ne anasından ne de babasından bahsetmektedir. Onların adları geçmemektedir. Oysa Hazreti İsa’dan bahsederken annesinin ismiyle anmaktadır. Çünkü o da Hazreti Harun gibi çağdaşı olan kadın peygamberdir. Nasıl Hazreti Musa sarayda ve Medyen’de yetiştirilmişse, Hazreti İsa da annesi tarafından eğitilmiş ve yetiştirilmiştir.
Önce Hazreti Meryem Hazreti Zekeriyya peygamberin yanında yetişmiş, rahibelerin bütün ilimlerini almıştır. Sonra Hazreti Meryem vahiy alarak doğuya gitmiş ve Hazreti İsa’yı doğurmuştur. Babasız doğduğunu kabul ettikleri çocuğu ile kavmine gelmiş, fazileti ve asaletiyle çevreyi ve çevredeki söylentileri susturmuştur. Hazreti İsa’ya vahiy çocukluktan itibaren başlamıştır. Ömrünün sonuna kadar oğlu ile cihat yapmıştır. Vahiy almaya devam etmiştir. Kur’an’da doğrudan hitaplar vardır. Namazın nasıl kılınacağını ona öğretmiştir. Hazreti Musa ile Hazreti Harun ne ise, Hazreti Yakup’la Hazreti Yusuf ne ise; Hazreti İsa ile Hazreti Meryem de öyledir.
Şimdi şu sorulur; Hazreti İsa’nın diğer peygamberlerden üstünlükleri nelerdir?
1) Hazreti İsa baba terbiyesinde değil, anne terbiyesinde yetişmiştir. Babasız olarak doğduğu kabul edildiği halde, hem kendisi hem de annesi insanlıkta en büyük saygınlığa ulaşmıştır.
2) Hazreti İsa’nın peygamberliği beşikte başlamış, tüm insanları böylece saydırmış, saygı göstertmiştir.
3) Hazreti İsa savaşı yasaklamış ve hayatında ancak 12 mü’min bulmuştur. Ama bugün en çok nüfusu ile dünyanın en büyük dini olmuştur.
4) Hazreti İsa’nın doğumu insanlık tarihine başlangıç olmuştur. Bugün herkes “Milattan Önce” ve “Milattan Sonra” diye tarih anlatır. Biz nasıl Hazreti Muhammed aleyhisselâma salavât getiriyorsak, biz de dahil olmak üzere tüm insanlık her gün onun doğuşunu takdis ediyoruz. İnsanlık tarihinde uygarlıkların doğuş ve batışları biner yıldır. Hazreti İsa’nın doğumuna göre başlamakta ve bitmektedir.
“İsa” kelimesi “asa” kelimesinin kökünden gelir, beklenen anlamındadır. Tevrat’ta onun geleceği müjdelenmiştir. Hazreti Yahya haber vermiş öyle gelmiştir. Hazreti Meryem de Rumelili demektir. “Ravm” çukur demektir, Anadolu’nun adıdır. İtalya’daki Roma’yı Anadolu’dan gelen Etrüskler benzeri kavimler kurdukları için Roma denmiştir. Hazreti Meryem sonra Anadolu’ya gelip yerleşecektir. Mezarı Türkiye’dedir. Ayrıca Doğu Roma onun memleketinde kurulmuştur. Hıristiyanlık da Anadolu’da yayılmıştır.
Kıyamete kadar Hazreti İsa’ya tâbi olanlar, Hıristiyanlar ve Müslümanlar dünyayı yöneteceklerdir. Merkezi de Anadolu olacaktır. Nitekim Romalılar Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra merkezlerini İstanbul’a taşımışlardır. İlk konsül İznik’te toplanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’da hüküm sürdü. III. Bin Yıl Uygarlığı’nın merkezi de Anadolu olacaktır.
Uygarlıklar, Meryem Uygarlıkları olacaktır.
الْبَيِّنَاتِ (eLBayYıNAvTı) “Beyyinatı verdik.”
Tevrat’ta hep şeriat hükümleri vardır, cennet ve cehennemden bahsetmemektedir. Laik devlet anlayışını topluluğa yerleştirmek için Allah Tevrat ile İncil’i birbirinden ayırmıştır. Tevrat’ta yalnız şeriat hükümleri vardır. Oysa İncil’de yalnız iman ve ahlâk hükümleri vardır. Buna dini hükümler diyoruz. Kur’an’da “din” “düzen” anlamında olduğundan, biz buna “takva hükümleri” diyoruz. Ama Türkçe yazarken “dini” de diyoruz. Demek ki, Tevrat şeriat, İncil ise takva hükümleri içermektedir. İncil’i okurken kendinizi huzurlu olarak bulursunuz.
“Âyet” delil demektir, işaret demektir.
“Beyyine” ise açıklama belirleme demektir.
Kur’an âyât-ı beyyinattır.? İncil ise sadece beyyinattır. Tevrat da öyledir.?
Hazreti İsa’ya soruyorlar: Sen hep cennet ve cehennemden bahsediyorsun. Oysa Tevrat’ta âhiretten hiç bahis yoktur. O âhirete inanmıyor mu idi?
Hazreti İsa Cevap veriyor: Musa ateşi gördüğü zaman Rab ona ne dedi; babaların İbrahim, İshak ve Yakub’un Rabbiyim.
Eğer onlar ölmekle yok olsalardı “Rabbiyim” demez, “Rabbi idim” derdi. Çünkü söylediği zaman olmayan şeyin Rabbi olmazdı. Böylece usulü fıkıh kuralını kullanarak Tevrat’ta da âhiret vardır demiştir. İşte bu açıklama beyyinedir, yani sünnetler âyet değil beyyinattır.
Hazreti İsa İncil’den başka açıklamalar da yapmıştır. Kendisinden sonra gelen resuller de İncil’i açıklamışlardır. Hıristiyanlığı açıklamışlardır. Burada o da ifade edilmiş olur.
وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ (Va EayYaDNAvHu BiRuXı eLQuDUvSı)
“Biz onu kudsi ruh ile teyid ettik.”
“Kudus” topluluğun, kamunun, kitlenin ruhudur. Nasıl kişilerin ayrı ayrı ruhu varsa, insanlar bir araya gelince o ruhların birleşmesinden ortak ruh meydana gelir.
Durkheim bunu şöyle açıklamaktadır: Oksijen var, ayrı bir maddedir, hidrojen ayrı bir maddedir. Bunlar gazdır. Birleşince su olur. Artık bu ayrı maddedir. Sıvıdır. Kum ile çimento su ile karışınca beton olur. Artık ne kum ne de su kalır. Bunun gibi inananlar bir araya gelince birleşik bir ruh oluşur, kişilerin ruhları etkisiz hâle gelir.
Hazreti İsa bu ruhla teyit edilmiştir. İnsanlar ona inanmamışlar ama onunla ilgilenmişler, onu kendilerine konu yapmışlardır. Hazreti İsa ve Annesi ile ilgilenmişler, bu sayede Hıristiyanlığı öğrenmişlerdir. Havariler dağılınca o daha çok meşhur olmuştur.
Bugün de tüm insanlık onunla meşguldür, İncil’den çok Hazreti İsa meşhurdur. Oysa Hazreti Muhammed’den çok Kur’an meşhurdur. Hazreti İsa kadar tüm insanlığı meşgul eden başka bir kişi yoktur. Biz tarihlerimizi onun doğumuna göre ifade ederiz.
Bir şeyin mukaddes olması demek, onun topluluğa ait olması demektir. Halkın toplandığı yerler mukaddes yerlerdir. Harem, Arafat, Müzdelife, mescit mukaddes mekanlardır. Kutsiyet eşyadaki üstünlükten değil, onun toplanmaya ait yer olmasından ileri gelir. Topluluğun ruhu orada oluşur, yahut kişilerin üzerinde oluşur. Başkan bu suretle başkan olur.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ (Va LaV ŞAyEa elLaHu) “Allah’ın meşieti olsaydı.”
Mu’tezile, Allah kötülükler yapmaz, insan yapar, onun için Allah onu cezalandırıyor demektedir. Eş’ari ise iyilikleri yapan da kötülükleri yapan da Allah’tır. Allah’tan başka bir yaratıcı yoktur. ‘Peki, o zaman insanları neden cezalandırıyor?’ sorusuna ise, o öyle istediği için demektedirler. Matüridi ise; evet, her şeyi yalnız Allah yapar, iyiliği de kötülüğü de Allah yapar. Ancak insan ise bu yapılanlara niyeti ile katılır, niyetinden dolayı sorumlu olur, yani Allah’ın kaderinde ne yazılmışsa o olur. Ama insan bunlardan hangisinin olmasını isterse ona göre sevap veya günah alır, ceza veya mükafat görür.
Bu kaza-kader sorunu müteşabih sorunlardandır. İnsan hiçbir zaman çözemez.
Matematikte de böyle insanın aklının ermediği yerler vardır. Dairenin merkezinden bir doğru çizseniz, teğet doğrusunun her noktasına dairenin yarısında bir nokta tekabül eder. Öyleyse daire çevresi ile doğru eşit noktalar içerir ama eşit değildir. Kader-kaza meselesi de böyledir. Her şey Allah’ın kaderiyle olmaktadır ama bizim de irademiz vardır.
مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ (MaQTaTaLa elLaÜIyNa MıN QaGDıHıM)
“Onlardan sonra iktital etmezlerdi.”
Peygamberlerden sonra gelenler iktital etmezlerdi. Allah kurallar koyuyor. O kurallarda insanlar iktital etmektedirler.
Canlılık çıkar çatışması üzerine kurulmuştur. İnsanlar arasındaki denge de savaş üzerine kurulmuştur. Allah istemeseydi denge savaş üzerine kurulmayacaktı. Bu dünya fanidir. İnsanlar nasılsa öleceklerdir. Savaşta ölmelerinde bir mahzur görülmemiştir. Ancak savaş asıl değildir.
Peygamberler gelmiş ve insanlığa barış getirmek istemişlerdir. Bütün hak dinlerin ortak adı İslâm’dır, barıştır. Peygamberler savaş için değil, barış için gelmişler, insanlığa barış yolunu öğretmişlerdir. Tarih savaşlar kadar barış düzeni ile doludur. Devlet demek, zaten barışı tesis etmek demektir. Peygamberler gidince savaş avdet eder. Bu sünnetullahtır.
Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman peygamberlerin arkasından İsrail oğulları bölünmüş, İsrail ve Yahuda devletlerini oluşturmuşlardır.
Hazreti İsa’dan sonra Hıristiyanlar arasında kavgalar çıkmıştır. I. ile II. Cihan Savaşları, tarihin en kanlı savaşları olarak gerçekleşmiş ve bu savaşlar Hıristiyanlar arasında olmuştur.
Hazreti Peygamber aleyhisselâmdan kısa zaman sonra savaş çıkmış ve o kanlı savaşın etkileri bugün dahi Sünni-Şii olarak etkisini sürdürmektedir.
Bütün bunlar, barışın da ancak İlâhi düzenlerle olacağının açık misalidir.
Sahabeler savaşmasaydı sultanlar gelmeyecekti. O zaman da müçtehitlere gerek kalmayacak, halifeler sorunları çözecek ve fıkıh ilmi doğmayacaktı. Şer zannedilen şey hayr olmaktadır.
مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ (MiN BaGDi MAv CavEATHuMu elBayYıNAvTu)
“Kendilerine beyyinat ciet ettikten sonra.”
Dinler insanlığı barışa kavuşturmak için gelmiştir. Hazreti İsa bunun örneğini vermiş, mensuplarına savaşmayı reddetmiştir. “Biri sana tokat atarsa, sen öbür yanağını çevir!” demiştir. İnsanlığa sevmeyi ve sabretmeyi öğretmiştir. Hıristiyanlar bunu 300 sene yaptılar, her türlü zulme göğüs gerdiler. Zulüm gördükçe çoğaldılar. Asla silaha sarılmadılar, karşı gelmediler...
Bu büyük sabır ne yaptı?
Bu büyük sabır Roma İmparatorluğu’nu dize getirdi ve Hıristiyanlığı kabul ettirdi.
Bu ne büyük bir olaydır. İman ne kadar büyük güce sahiptir.
İş burada kalmadı. Cermenler Roma’yı işgal ederler, imparatorluğu ortadan kaldırırlar, ama Hıristiyan olurlar. Allah’ım, bu ne ulvi bir mucizedir.
Bu da yetmez.
Dünyaya, insanlığa savaş ve bombadan başka bir şey götüremeyen Avrupa, zamanla tüm dünyadaki insanları saadete erdirecek ümit olarak Hıristiyan olmayı sunabilmiştir.
Siyonizmin büyük oyunu ile İslâmiyet’i ve Hıristiyanlığı ortadan kaldıracağım diye yola çıkan sermaye başarılı olamamıştır. II. Cihan Savaşı’ndan sonra Hıristiyanlık ve Müslümanlık Sovyetleri yıkmış, ateizm iflas etmiştir. Papalık, yeryüzünün en güçlü sivil kuruluşu olarak insanlığa hidayet vesilesi olmaya devam etmiştir.
Bütün bu başarılardan sonra, Hıristiyanların barış içinde dinlerinin istediği gibi savaşsız yaşamaları gerekmez miydi? Hayır, onlar böyle yapmadılar ve yapmıyorlar.
Önce Doğu ve Batı Roma diye ikiye ayrıldılar. Birbirine hasım iki mezhep ortaya çıktı. Aralarındaki ayrılık hâlâ sürüp gitmektedir. Slavların Hıristiyanlığı ile Latinlerin Hıristiyanlığı ayrı din kadar birbirinden uzak bulunmaktadır.
Bu da yetmedi.
Sonra Yahudilerin fitnesine kapılarak birbirinden uzak kavmî Protestanlık mezhepleri ortaya çıktı. Bu mezhepler papalığı yıktılar, Avrupa uluslarını kendi aralarında savaşlara soktular. 500 senedir kendi kendilerini öldürmektedirler. 20. yüzyıldaki cihan savaşlarında birbirleriyle savaşmışlar, bu savaşlarda 40 milyon Hıristiyan ölmüştür.
Bugün de ABD ile AB arasında savaş hazırlığı yapılmaktadır. Ortadoğu’ya ABD hakim olmak istiyor. Bunu gerçekleştirebilmek için Akdeniz’e hakim olmalıdır. Bu da Kıbrıs’a hakimiyetle olur. Oysa AB buna rıza göstermiyor. Bu savaşta Türkiye’yi kullanıyorlar. Asıl savaş onlar arasındadır.
İşte bütün bunlar Allah’ın izniyle olmuştur. Uygarlık bu savaşlarla doğmuştur.
III. bin yıllık uygarlık da bu savaşların sonucu oluşmaktadır.
وَلَكِنْ اخْتَلَفُوا (VaLAvKıN iPTaLaFUv) “Velâkin ihtilaf ettiler.”
“Lâkin”i söylenen bir cümlenin aksini ifade etmek için kullanırız. Kış geldi lâkin yağmur yağmadı. Kışta yağmur beklerken olmadı, yağmadı.
“Velâkin” dediğiniz zaman olanın aksi de doğrudur. Kış geldi velâkin biz havuzları doldurmadık. Burada fail değişmiştir. Aksini başkası yapmıştır.
Evet, Allah onlara kıtal için izin vermiştir. Ama onlar da ihtilaf etmişlerdir, yani onlar da suçludurlar. Biz izin verdik, onlar da o izin içinde iktital ettiler. Bizi dinleseydiler iktital etmez, birbirlerini öldürmeden de uygarlığı oluşturabilirlerdi.
Evet; doğrudur, biz onların iktitaline izin verdik ama savaşa biz zorlamadık. Onlar ihtilaf ettikleri için birbirleriyle savaşmışlardır. Kader ile kaza arasındaki bu ilişki ile şunu öğreniyoruz. Olanlar Allah’ın takdiri iledir. Ama kişiler onları kendi iradeleri ile yapmaktadırlar.
Doğanın kanunları vardır.
a) Atalet kanunu ne ise o odur, öyle kalır. Bir müdahale olmazsa değişmez. Duruyorsa durur, yürüyorsa yürür.
b) Bozulma kanunu. Batılılar buna entropinin büyümesi diyor. Her şey zamanla kendiliğinden düzelmez, bozulur. Düzelmesi için canlıların müdahale etmesi gerekir.
c) Canlılarda evrim vardır. Canlılarda düzeltme kabiliyeti vardır. Böylelikle kendi kendilerini daha ileri götürürler.
d) Diğer canlılarda türden türe evrim olduğu halde, insanda sosyal evrim vardır. İnsan icatlar yapabilmektedir.
فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ (FaMiNHuM MaN EaMaNa) “Onlardan iman edenler vardır.”
İhtilaf iman ile küfür arasındadır. İman nedir? Kendilerini ve başkalarını güven altına almadır.
Mü’minler yeryüzünün güven içinde olmasını isterler. Ya bedenen ya mâlen güvenlik kuvvetlerine katılırlar.
Kâfirler ise güvenlik kuvvetlerine katılmazlar. Katılmayanlara kâfir diyoruz. Çünkü bunlar güvenlik kuvvetlerinin sağladığı güvenlik kuvvetlerinden yararlanıyorlar, ama katkıda bulunmuyorlar.
وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ (Va MıNHuM MaN KaFaRa) “Onlardan küfredenler vardır.”
Beyyinat geldikten sonra kimileri küfretmiştir.
Bugün Yahudiler nüfus olarak dünyanın binde biri civarında oldukları halde, tüm insanlığa hükmetmektedirler. Yeryüzündeki bütün paralar onlarındır. Bu Allah’ın onlara verdiği nimettir.
Bunu nasıl elde ettiler?
Önce faizle tüm altınları ellerine geçirdiler. Sonra karşılıksız parayı icat ettiler ve tüm insanlığı kendilerine köle yaptılar. Bundan kurtulmak aslında çok basit olduğu halde, insanlık onların gönüllü kölesi olmaya devam etmektedir.
Oysa, yapılacak iş çok basittir: Her devlet diyecek ki, mallarımı kendi paramla satıyorum. Yabancı para ile satmam. Fiyatlara da müdahale etmem. Sonuç, vatandaş dışarıdan bir şey almak için dışarıya bir şey satmak zorundadır. Böylece ihracat ithalata denk olur, dolar da kendi ülkesine döner.
Ama Allah lütfediyor, insanlığı Yahudilere köle ediyor!
Allah Hıristiyanlarla Yahudileri birleştirdi, Yahudilerin bu nimetinden Hıristiyanlar da yararlanıyorlar. Uygarlıkları dünyaya hakimdir. ABD, AB, Eski Sovyetler bu sayede dünyaya Hıristiyan olarak hakim olmuşlar, ama aralarında çıkan savaşlarda kırk milyon insan ölmüştür. Allah’ın ihsanı olan Tevrat ve İncil’e düşman olmuşlar, dinleri ortadan kaldırmağa çalışmışlardır. Bugün ateşler içindedirler.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلُوا (VaLaV ŞavEa elLAvHUv Mav ıQTaTaLV)
“Allah’ın meşieti olsaydı iktital etmezlerdi.”
Tekrar ederek Hıristiyanların iktital etmeyeceklerini söylemektedir.
“Va” harfi ile atfetmektedir. Yukarıdaki iktital bu iktitalden farklıdır.
Yukarıdaki iktital Avrupa’da mezhep kavgalarından doğmuştu. Küfürden değil imandan dolayı doğmuştu. İmanın fesadından doğmuştu.
Oysa 20. yüzyılın savaşları ise din düşmanlığından doğmuştur. Savaş sonunda ateistlerin tasfiyesi ile bitti . Bu savaş da Allah’ın meşieti ile olmuştur. Çünkü öyle olması gerekmekteydi.
وَلَكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ (253) (VaLAvKınNa elLaHa YaFGaLu MAv YuRİyDu)
“Velakin Allah murad ettiğini fiil eder.”
Hıristiyanlar ve Müslümanlar mağlup olmuşlar, ateistler galip gelmişlerdir.
Bu durumla elde edilen sonuçlar nelerdir?
a) Hıristiyanlık’ta ve İslâmiyet’te karışmış olan hurafelerin ayıklanması ancak ciddi mağlubiyetten sonra olmaktadır. Bu sayede dinler kendi kendilerini yenilemek zorunda kalmışlardır.
b) Hıristiyanlar ve Müslümanlar bu sayede birleşmişler ve aralarındaki din düşmanlığı sona ermiştir. Dinler arası diyalog böyle ortaya çıkmıştır.
c) Dinsiz dünyanın ne demek olduğu insanlara öğretilmiştir. Dinlerin nasıl Allah’ın büyük rahmeti olduğunu insanlık öğrenmiştir.
d) Dinlerde çözüm aranmaya başlanmış ve iman ile ilim arasında da uzlaşma meydana gelmiştir. İşte Allah bu sebeplerden dolayı 20. yüzyılın savaşlarını ortaya koymuştur.
Allah’ın meşieti olmasaydı onlar savaşmazlardı.
Burada ise “Allah dilediğini fiil eder” demektedir.
Bütün bunlarda Allah’ın iradesi vardır.
Çeşmeye önce su bağlarsın. Çeşmeden su akar. Kapattığın zaman suyun akması durur. Çeşmeye suyu bağlamak kaderdir. Çeşmeyi kapatmak kazadır.
Müdahale etmezsek her şey doğal kanunları içinde akar. Biz müdahale edince de doğa kanunları başka türlü akar. O halde olmuş olan bütün olaylar Allah’ın iradesi ile olmuştur. O’nun kaderi veya kazası ile gerçekleşmiştir. Hayırdır. Bizim ‘niye böyle oldu’ diye tasa çekmemize gerek yoktur. Bizim yapacağımız iş, yapacaklarımızı tesbit edip yapmaktır.
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYu HAv elLaÜIyNa EavMaNUu) “Ey iman etmiş olanlar.”
Hazreti Adem’den başlayıp peygamberlerin kıssalarını anlattıktan sonra, son olarak Hazreti İsa’dan bahsetmiştir. Ondan sonra da “Ey iman edenler” hitabı ile Kitabı sona erdirmektedir. Artık peygamberlerin kıssalarından 1-2 yerde bahsetmekte, mü’minlerin ne yapacaklarından bahsetmektedir.
İsrail oğullarını muhatap aldığı ve öyle anlattığı gibi, Bakara Sûresi’nde mü’minleri de muhatap alarak anlatmaktadır. Hazreti Muhammed ismi geçmemektedir. Çünkü artık resuller dönemi son bulmuş, Kur’an dönemi başlamış, ulema dönemi gelmiştir. Dayanışma ortaklıkları ile oluşan bir yönetim devri başlamıştır.
Kur’an yenilik olarak neleri getirmiştir?
a) İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları getirmiştir. Artık devlet bunlarla oluşturulacaktır.
b) İmam meclis tarafından seçilecek ve başkomutanı meclis atayacaktır.
c) Kamu görevlileri ile genel hizmetliler yürütme ile görevli olacaklardır.
d) Hakimler sisteminin yerini hakemler sistemi alacaktır.
e) Yerinden yönetim olacak, merkezî yönetimin yerini merkez bucaklar alacaktır.
f) Her bucak kendi şeriatını kendisi tedvin edecektir.
g) Kanun sistemi yerine içtihat ve icma sistemi geçerli olacaktır.
h) Asker olmak zorunlu olmayacak ama siyasi haklara yalnız askerler sahip olacaktır.
Kur’an’dan sonra en büyük sorun ve en büyük mucize, sanayileşmiş topluluklarda geçinme sorununu çözmek olacaktır. Bu sebeple hitaba oradan başlıyor.
أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ (EaNFıQUv MimMAv RaZaQNAvKuM)
“Size rızık olarak verdiğimizden infak edin.”
Bu sûre başlarken yine bu ifade ile başlamıştı. “Kendilerine rızk verdiklerimizden infak ederler” denmişti. Burada sûrenin son bölümlerinde yapılması gerekeni emir hâlinde ifade etmiş ve bundan sonra bu infakın anlamını açıklamıştır.
“İnfak” yalnız elde mevcut olanları harcamak değildir. “Mâ” eşyayı içerdiği gibi ameli de içerir. O halde kendilerine verdiğimiz emeği de üretime harcayın demek olmuş olur.
Allah’ın bize rızık olarak verdiği karbonhidratlardır, şekerlerdir. Onlar vücudumuzda depolanmıştır. Onları harcamak demek, kaslarda veya beyinde yakıp iş yapmak demektir. Tamamen biyolojik bir ifade yer almaktadır. Vücutlarındaki şekeri yakarak harcadıkları gibi, ambarlarındaki gıdaları da yiyerek harcarlar. Stok etmezler, bekletmezler. Zararla da olsa herkes çalışmak zorundadır. Çünkü stoklar eritilmezse üretim olmaz, insanlar işsiz kalırlar. Tüm vücut çalışamaz duruma geçebilir.
مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ (MiN QaBLi EaN YaETiYa YaVMun)
“Bir yevm gelinceye kadar.”
“Yevm” burada nekredir. Dolayısıyla kastedilen yevm âhiret yevmi değildir. Bu dünyadaki kriz günleridir.
Bugün yeryüzüne krizler gelip geçmektedir. Çünkü tam gelişmiş ekonomi oluşmamıştır. Gelişmiş ekonomilerde stoklama yapılır da harcamalar yapılmazsa krizler oluşur. Krizleri atlatma son derece zor olur. Öyle bir ekonomi mekanizmasını kurmalıyız ki, bir yerde damar tıkanıklığı olursa onu açmalıyız. Kalbi durdurmamalıyız.
-Bankalar kalptir.
-Krediler kandır.
-Ulaşım kan damarlarıdır.
-Haberleşme sinirlerdir.
Kalbi duran insan ölür. Beyni duran canlı felç olur. Bu sebepledir ki ulaşım bedavadır. Haberleşme bedavadır. Genel hizmetler halka bedavadır. Buradaki “enfikû” emri, genel hizmetleri tesis edin anlamındadır. Bundan sonraki âyetler bize bu hususta bilgiler verecektir.
لاَ بَيْعٌ فِيهِ (LAv BaYGun FIyHı) “Orada bey’ yoktur.”
Kriz zamanlarının en belirgin özelliği ürettiğin malı satamamandır. Çünkü kimsenin elinde para yoktur. Sen satamayınca para alamıyorsun. Para alamayınca sen de mal alamıyorsun. Vitrinlerde mal bekler, aç karınlar da yiyecek bekler ama o ona parasızlık sebebiyle ulaşamaz. Bunun çaresi infaktır, yani malları vermektir. Keynes bu sırrı keşfetmiş ve 1930’ların krizi bu yolla atlatılmıştır.
وَلاَ خُلَّةٌ (Va LAv PulLaTun) “Ne de hulle vardır.”
“Hall” dişler arasındaki aralık, iki şey arasındaki boşluktur. “Halil” demek, yanında duran aralarında boşluktan başka kimse yoktur. Bu da asgari demektir.
Herkesin çok yakın bulunduğu bir kimsesi vardır. Bütün sıkıntılarını ona açar. O onun sırdaşıdır. Genellikle eşler arasındaki durum budur. Eşlerin birbirlerinden daha yakınları olmaz. Anneler için çocukları kocalarından daha yakın olurlar. Kocalar ise çocuklardan çok eşlere yakındırlar. Bu da tartışmalara sebep olmaktadır. Kriz o safhaya ulaşır ki, artık kimse kimseyle ilgilenmez durum alır. Herkes kendi derdine düşer, kimse kimseye yardım edemez hâle gelir.
Gelişmiş ekonomilerde merkezin durması, kalbin çalışmaması, para akışının olmaması tüm insanları felce uğratır. Herkes birbirlerini yemeye kalkışır. Para için çocuklar analarını ve babalarını öldürür. Böyle bir kriz oluşmadan gerekli tedbirleri alın diyor.
وَلاَ شَفَاعَةٌ (Va LAv ŞaFaGaTun) “Ve şefaat da yoktur.”
O gün şefaat da yoktur.
“Şefi’a” çift demektir, bir konuda kişiyi yalnız bırakmayıp sahip çıkma demektir.
Krizden evvel dayısı olan işini yaptırır, işi olur. Ama kriz gelince artık kimse bir iş yapamaz olur. Bugünkü Türkiye’de herkes vergi kaçırmaktadır. Farz edelim ki Türkiye’de herkes namuslu oldu, kimse vergi kaçırmadı. Herkes iyi vatandaş oldu. Bir sene sonra bütün işletmeler kapanır ve devlet hiç vergi alamaz olur. İnsanlar da açlıktan ölür. İyi ki bugün rüşvet var, vergi kaçırılıyor da bu sayede devlet yıkılmıyor. Ya rüşvet olmasaydı? O zaman tüm işletmeler iflas ederdi. Çünkü vergiler o kadar ağırdır ki, onun altından halkın kalkması mümkün değildir.
Şefaat, sonuç itibariyle adam kayırmadır. Bugün adam kayırmadan iş yapmak mümkün değildir. Rüşvetsiz iş yapılamaz. Rüşvet ise devleti yıkar.
İşte, kriz zamanı öyle bir zamandır ki, artık rüşvet de işe yaramaz olur.
Kur’an, büyük kriz gelmeden infak edin diyor.
Şimdi “Adil Düzen”i yeniden tanımlayalım.
“Adil Düzen” demek, ekonomik krizleri önleyen düzen demektir.
Ekonomik krizler nasıl doğar?
Faizli sistem enflasyonu doğurur.
Enflasyon fiyat ve ücret belirsizliğini ortaya çıkarır ve işletmeler çalışamaz olurlar.
İşsizlik doğar, işsizliğin sonucu açlıktır.
Açlığın sonucu borçlanmadır.
Borç yolsuzluğa götürür.
Yolsuzluk rüşveti getirir.
Rüşvet isyanı getirir.
Sonuç; ülke çöker.
Eski toplulukların başlarına gelenler daha çok “doğal âfetler”dir.
Oysa bugün daha çok “sosyal âfetler” insanlığa musallat edilmiştir.
Bunun tek ilacı “Adil Düzen”dir; adil bir düzen değil, “Adil Düzen”dir.
Çünkü birçok adil düzenler yoktur, “Adil Düzen” bir tanedir.
وَالْكَافِرُونَ هُمْ الظَّالِمُونَ (254) (Va elKAfIyRUvNa HuMu elJAvLIMUvNa)
“Zalim olanlar kâfirlerdir.”
Buradaki “kâfirun” infak etmeyenlerdir, nankörlerdir. Onlar zalimdirler. Hem kendilerine hem de çevrelerine zulmetmektedirler.
Tekrar edelim ki, buradaki infak sadece mâli infak değildir. Bedeni çalışma da dahildir.
“Adil Düzen” için çalışılacaktır. Maddi imkanlar da harcanacaktır. Bu farzı kifayedir.
Yenibosna’da birkaç kişi çalışıyorsa, bütün insanlığın yükü onlara yüklenmiş demektir.
Tefsirlere sondan başladık, sûre sûre ilerledik. Bu Bakara Sûresi en büyük sûredir.
Biz şimdi emirleri almış olacağız. Kur’an’ı dolaşmış olduk. İzmir’deki çalışmaları da birleştirilerek Kur’an’ı yorumlama metodu üzerinde bir örnek verdik. Belki Allah’ın yardımı da yakınlaşmıştır. Bu dönemde de bir Ömer ortaya çıkacaktır.
ADİL DÜZEN 423
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 85. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلَّا بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاءَ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَلَا يَئُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ(255)
لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنْ الغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدْ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لَا انفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(256)
اللَّهُ (elLAHu) “Allah”
“Allah” kelimesi kâinatı yaratan, bizi var eden kimsenin özel adıdır. “Hüve” O’nun bir adıdır, kâinatı var etmeden önceki adıdır; O var, başka bir şey yok. Dolaysıyla “O” O’nun özel adıdır.
Kâinatı var ettikten sonra O’nun adı “Allah”tır. Sonra dememiz yanlıştır ama biz öyle başlatabiliyoruz. Çünkü O’ndan önce ve sonrası yoktur; kâinat için de yoktur.
Üçüncü özel adı “Ehad”dır. Çünkü tek olan yalnız O vardır, başka her şey çifttir.
Dördüncü adı “Samed”dir. O hiçbir şeyin cüzü yani parçası değildir. Kendisinin de cüzleri yoktur. O’nun dışındakiler cüzlerden oluşurlar. Sonra onlar da kâinatın cüzleridir.
Allah insanı kendisine halife yapmış, hak ve sosyal görevlerini topluluğa devretmiştir. Dolayısıyla “Allah” kelimesi topluluk anlamına da gelir. Bu âyette ise sadece kendi zatını anlatmaktadır. Burada dört sıfat gelmiştir: El-Hay, el-Kayyum, el-Aliy, el-Azim. Hepsi marifedir. Nekre sıfat yoktur. Çünkü bu âyetteki “Allah” yalnız hâlık olan, fâtır olan Allah’ı ifade etmektedir.
اللَّهُ Allah
1 لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ O’ndan başka ilâh yoktur.
2 الْحَيُّ الْقَيُّومُ Kayyum olan Hay O’dur.
3 لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ O’nu ne nevm ne de sine ahzeder.
4 لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ Semavatta olanlar ve arzda olanlar O’nundur.
5 مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلَّا بِإِذْنِه İzni olmadan O’nun indinde şefaat edecek olan kimdir o.
6 يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ Onların eydlerini de halflerini de bilmektedir.
وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاء Meşiet ettiğinin dışında ilminden bir şeyi ihata edemezler.
7 وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ Kürsüsü semavatı ve arzı ihata etmiştir.
وَلَا يَئُودُهُ حِفْظُهُمَا Onları hıfz etmek O’na evd etmez.
8 وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ Ve O azim olan aliydir.
Allah bu âyette on cümle ile tarif edilmiştir. 7 adet “Hu” zamiri vardır, 2 adet “Hüve” zamiri vardır. Bunlar 9 eder. “Allah” sözü ile birlikte 10 etmektedir. 4 adet Hay, Kayyum, Aliy ve Azim sıfatları zikredilmiştir; 14 etmektedir. 2 adet de müstetir zamir vardır, 16 etmektedir.
لَا (Lav) “Lâ”
“Lâ” olumsuzluk edatıdır. Türkçede bu ne olarak gelmiştir. Ne aldım, ne sattım dersen; almadım, satmadım demek olur. Arapçada bir de “Mâ” vardır, o da olumsuzluk edatıdır. Türkçede doğrudan “gelemedim” dediğim zaman onu olumsuz olarak kullanırız. Türkçede de “-me, -ma” mastar edatıdır. “Gel-me işi kaldı” dediğimizde, burada “me” mastar edatıdır. Arapçada da, buradan anlıyoruz ki, Arapça ile Türkçe kardeş dillerdir. Bütün dünya dilleri birbirine akrabadır çünkü hepsi Hazreti Adem’in çocuklarının dilidir.
“Lâ” ve “Mâ” çukur anlamında olan “beyn” kelimesinden türemiştir. Çukur, yokluk demektir.
Baştaki “Mâ” geçmişteki yokluğu, sondaki “L” ve “N” gelecekteki yokluğu ifade eder.
Çukurun kenarı sağlam tarafı ifade ettiği için “Lâ” olumsuz için kullanıldığı gibi, tekit için de gelir. “Mâ” da mastar için de gelir.
“Lâ” iki şekilde kullanılır. Kendisinden sonra gelen üstünlü ve harfi tarifsiz olursa cinsin nefyi için kullanılmış olur. Hiçbir yerde hiçbir zaman yoktur anlamı çıkar. Ötreli ve tenvinli kullanılırsa, o zaman sadece anlatılan yerde yoktur demektir. “Lâ nebiyye ma’lumun indî” derseniz, benim tanıdığım hiçbir nebi yoktur dersiniz. Ama “Lâ nebiyyün indî ma’lumun” derseniz, benim bildiğim nebi yoktur, ama başka bilmediğim nebiler olabilir. Birincisi nebinin inkârıdır. İkincisi ise kendisinin bilmemesidir. Burada üstünle gelmiştir. “Lâ ilâhe” denmiştir. Hiçbir yerde yoktur, olmamıştır, olmayacaktır.
إِلَهَ (EiLAHa) “İlâh yoktur.”
“İlâhet” güneş demektir. Cisminden ziyade aydınlık yapan, aydınlatan demektir. Türkçedeki “tanrı” aynı anlamdadır. Kur’an’da “Allah göklerin ve yerin nurudur” denmektedir.
“İlâh yoktur.” Tüm ilâhları nefyetmektedir.
“İlâh” iki şekilde düşünülebilir.
Biri, bizim yaşadığımız kânatın içinde, zaman ve mekânın içinde, uzay içinde İlâh. Hattâ bugün bildiğimiz dört boyutlu kürsi içinde, onun da parçası bulunduğu arş içinde mevcut, oranın cüzü olan İlâh’ı tasavvur etmektedir. Yeryüzünü az çok biliyoruz. Amerika’ya biz gitmesek de, gidenimiz vardır. Onlarla konuşmuş, görüşmüşüzdür. Bu yer üzerinde ilâh yoktur. Yerin altında merkeze kadar insek, orada da bir ilâha rastlayamayız. Yukarıya çıktığımızda yerin yarıçapının 60 katı mesafesinde ay vardır. Orada ilâh yoktur. Güneşe gittik, orada tanrıya rastlayamayız. Yıldızlara gitsek, galaksilere gitsek, yine ilâh yoktur. Çünkü bunları var eden bizzat Allah’tır. Bundan 10 milyar yıl önce var etmiştir. Var eden var ettiğinin içinde olmaz, onun cüzü olmaz. Çünkü hiçbir varlık kendi kendini var edemez. Kendi kendini var etme demek, sebepsiz sonuç demektir. Kâinatımız dört boyutlu uzayımızın bir cüzüdür. Zaman içinde vardır. Biz bir ânı görmekteyiz. Orada yani geçmiş kâinatın içinde olmamıştır. Gelecekteki kâinatın içinde de olmayacaktır. Beş boyutlu uzayın içinde de, yani arşın cüzü de olmaz. Allah’ı arşın ruhu gibi düşünebiliriz. Yani arş içinde değildir.
İşte “Lâ ilâhe” bunu ifade eder.
Bugün bu hususta ilmen herhangi bir ihtilafımız yoktur. Yani mekân ve zaman içinde yer alan bir tanrının mevcut olmadığı hususunda tüm ilim adamları ittifak hâlindedir.
Burada tartışılan konu şudur: Zaman ve mekânın dışında, uzayın dışında, arşın dışında bir tanrı var mıdır? Bunu düşünebilmemiz için arşın dışında bu arştan başka arşlar var mıdır? Arşımız beş boyutlu uzaydır. Bu beş boyutlu uzayın dışında altıncı boyutta uzay var mıdır? Eğer varsa; “Altıncı boyut içinde tanrı var mıdır?” demiş oluruz. Bu mantıkla sonsuz boyutlu uzaya gidebiliriz.
Şunu diyebilirsiniz: Sonsuz boyutun dışında bir tanrı var mıdır?
Eğer onu o yarattı ise öyle bir tanrı yoktur.
Sonunda uzayın ve zamanın dışında bir tanrı düşünmek durumundayız. Bu, başka bir yönüyle, uzayın her yerinde var olan ama zamansız ve mekânsız var olan Tanrı demek olur.
Bizim beynimiz böyle bir tanrıyı düşünmez. Çünkü beynimizdeki bilgiler 0 ve 1 sayıları ile tanımlanmış bilgileri içermektedir. Oysa tanrı sayıların içine girmemektedir. Nasıl renksiz televizyon renkli kanalları seyrettirmezse, bizim beynimiz de Tanrı’yı kavrayamaz, tanımlayamaz. O halde kâinatın içinde görebildiğimiz, sesini duyabildiğimiz, elimizle tutacağımız herhangi bir tanrı yoktur.
İşte, bu nefy-i cins bunu ifade etmektedir. Kâinatın dışını da bizim beynimiz kavrayamadığı için oradaki Tanrı’yı tanımlamamız ve vardır veya yoktur dememiz mümkün değildir.
Arşın dışına çıkıp ahkâm yürütmemiz ilmin sınırlarını aşmak demektir. İnsan beyninin alamayacağı şeyleri konuşmaktır. Hatalı konuşmadır. Bizim nefyettiğimiz, tanrının olmadığını söylediğimiz, bizim arş içinde, kürsümüz içinde, gökler ve yerde olmadığını söylemektir.
إِلَّا هُوَ (EilLAv HuVa) “O’nun dışında.”
Burada “illâ” ile getirilmiştir. O’nun dışında var olduğu söylenmiyor. Varsa O vardır.
Ne demek, sizin tasavvur ettiğiniz tanrı yoktur. ama sizin tasavvur edemediğiniz tanrı var olabilir. Nedir o tasavvur edemediğimiz tanrı?
a) Kâinatı ve sizi düşünün. Kâinatta sebepsiz hiçbir şey olmamaktadır. Siz kâinatı öyle görmüyor musunuz? O halde kâinatı ve sizi var eden vardır. Başka türlü bu kâinatı izah edemezsiniz.
b) Kâinatı var eden kâinatın dışında bir varlıktır, kâinatın cüzü olmayan bir varlıktır.
c) Var eden var edilenin üstündedir. O halde bizi var eden bizden daha güçlü ve üstündür.
d) O varlığın ne olduğunu bilmeyiz ama yarattığı kâinatın nasıl bir kâinat olduğunu biliriz. Varlığından başka bir şeyini bilemeyeceğimiz için O sadece O’dur. Yalnız O vardır. O vardır ama O’nun başka hiçbir şeyini bilmiyoruz. Yarattığı kâinatı biliyoruz. Dolayısıyla O’nu bu kâinatı var eden, arş ve kürsü O’nun olan olarak biliriz.
Burada Tanrı’yı daha iyi anlayabilmemiz için şu benzetmeyi yapacağız.
Benim bedenim ve ruhum var. Bedenim kâinatın cüzüdür, onun parçasıdır, onun içinde varlığını sürdürmektedir. Kâinat olmasa benim bedenim olamaz. Bedenim her an ona muhtaçtır. Nefes alıp vermezsem yaşayamam.
Bedenim kâinatın parçası ise ruhum neyin parçasıdır?
Nasıl bütün bedenleri içeren ve bütün olan kâinat varsa, ruhların ona ait olduğu bir Tanrı da vardır. O cüzlerden oluşmadığı, mekân ve zaman içine girmediği için parçasıdır diyemiyorum ama O’nundur diyorum. O’nun ruhundan üflenmiştir. Bedenim kâinatın bir parçası, ruhum da Tanrı’nın bir görüntüsüdür. İşte bu sebepledir ki insan ruhuyla Tanrı’nın halifesidir, bedeniyle de O’nun kuludur.
İnsanı bedenden ibaret sayıp taşa, toprağa veya ağaca indirgeyenler vardır. İnsanı ruh olarak görüp onu tanrılaştıranlar vardır. Oysa insan ruh ve bedenden ibarettir. Ruhuyla Tanrı’nın halifesidir, bedeniyle Tanrı’nın kuludur.
الْحَيُّ الْقَيُّومُ (eLXayYu eLQayYuMu) “el-Hayyu’l-Kayyum. Kayyum olan haydır.”
“Hayy” kış uykusunda olmayan yılandır. “Meyyit” ise kış uykusunda olan yılandır.
Hay, hareketli halde olma; meyyit ise var olma ama hareketsiz olma demektir. Yani ölü olan yok olmuş değildir.
Kur’an ölüyü uykudakine benzetir.
“Kayyum” ise duran, ayakta olan manâsındadır. Bir işin başında olmak demektir.
Canlılar faaliyet hâlinde, bir de uyku hâlinde olmaktadırlar.
Allah her zaman haydır. O’nun uyuması sözkonusu değildir. Bu sebeple insanın haylığı Allah’ın haylığından farklıdır. İnsan ölür, Allah ölmez. İnsan uyur, Allah uyumaz. İnsan bedeniyle irtibatta olduğu zaman haydır. Allah ise başka bir şeye muhtaç olmadan haydır. Samed olarak haydır. Bu sebepledir ki gerçek hay olan yalnız Allah’tır. O’nun dışında olanlar mecazen haydırlar.
İşte bu sebepledir ki burada marife olarak gelmiştir. “Huve Hayyun” denmemektedir.
“Kayyum” bir işin başında duran, görüp gözeten demektir.
Allah kâinatı her zaman gözünün önünde tutacaktır. Her zerre O’nun ilminden ve kudretinden uzak değildir. Allah varlığı ile kâinatın hiçbir yerinde hiçbir zaman olmamıştır, olamaz. İlmi ile yani ondan haberdar olması ve davranışlarını takip etmesi bakımından ve her yerde her şeyin kendi kudreti ile varlığını sürdürmesi bakımından kayyumdur.
Bir demirin etrafına tel sarıp pil ile cereyan verirseniz mıknatıslanır. Ama elektriği keserseniz mıknatıslığı gider. Her şey Tanrı’nın elektriği ile vardır. Bir an ondan varlık verme kudretini çekse, o şey yok olur. O’nsuz o varlığını sürdüremez. Bundan dolayı diğer varlıkların varlıkları mecazidir. Asıl var olan yalnız ve yalnız O’dur. Bu sebeple burada bu sıfat marife gelmiştir, nekre gelmemiştir. Bu âyette Allah kendisini anlatmakta, halifesi olan topluluğu anlatmamaktadır.
“El-Hayyu’l-Kayyum” ifadesinin gramerdeki yeri nedir?
a) “Huve”nin sıfatlarıdır. “Cae Ahmedü biGulamin Sagirin Âlimin/ Ahmet bilen küçük bir oğlan ile geldi.” Burada “ve” harfi getirilmemiştir. Bu ile kullanılarak da söylenebilirdi. “Sagirin ve alimin” de denebilirdi. Hayy olan, kayyum olan O’ndan başka ilâh yoktur denmiş olur. Sıfatlar arasında “ve” harfi konmamıştır. “Hayy ile kayyum” birbirini tamamlayan, aralarında kemali ittisal olan kelimedir. Burada hayy olma ile kayyum olma bir kumaşın iki yüzü gibidir, birbirlerinden ayrılmazlar. Çünkü hayat kıyam içindir, bir şey yapmak içindir. Başka türlü hayatın manâsı yoktur. Allah da hayy olan kayyumdur. İki kelime ile ifade edilmiş tek sıfattır. Bir sıfatın iki rüknünü ifade eder.
b) Hayy, mahzuf hüve’nin haberi olabilir, yani haydır. O zaman istisna içinde olmaz. İstisna içinde olan haberden sonra haber olur. Birinci haber “Lâilahe illallah”, ikinci haber “el-Hayy” olur. Allah, kendisinden başka tanrı yoktur. Haydır. Kayyumdur. Ondan sonraki sıfatları saymış olur. Allah kayyum olan haydır denmiş olur.
Buna göre kayyum ya üçüncü haberdir, ya da hayyın sıfatıdır. Hayy sıfat değil de, isimleşmiş sıfat olur. Biz bunu tercih etmiyoruz. Böyle yaparsak 10 sıfat yerine 11 sıfat olmuş olur. Bu da standartlara uymaz.
Bizim tercihimiz; “Allah, kendisinden başka ilâh yoktur. Kayyum olan haydır.”
Bu şekilde tercümeyi tercih ediyoruz. O zaman kayyum olmayan haylar da olabilir demek olur. Bu takdirde marifenin sıfatı olduğu için marifedir.
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ (LAv TaEPuZuHUv SıNaTun Va LAv NaVMun)
“O’nu ne sine ne de nevm ahzeder.”
Bu üçüncü haberdir.
“Nevm” uyku demektir. “Nevb” kelimesi ile akrabadır. Bir tür nöbettir.
Uykuya dalan kimse iradi hareketlerini tatil eder. Vücut dışarı ile olan ilişkisini keser. Kendi içindeki olaylarla meşgul olur. Tamir ve bakım işlerini yapar. Gözleri görmez, kulakları işitmez. Bununla beraber tehlike olduğu zaman veya biri uyandırdığı zaman uyanır.
Allah’ta bir yorgunluk olmadığı gibi tamir-bakımı da yoktur. Bu sebeple Allah hiçbir zaman uyumaz. Her zaman uyanıktır. Hayydır ve kayyumdur.
“Sine” uyuklama demektir. Uyku ile uyanıklık arası hâlidir. Dışarıdan gelen sesleri duymakta, gözü açıksa görmekte ama cevap vermemektedir.
Sine, ayakta olan uyuklamadır. Seyna, yüksek yer, tepe demektir.
“Ayakta uyumak” tabiri vardır. Tersine de tanımlayabiliriz. İnsanın dışarıyla olan ilişkileri kesilmiştir ama henüz vücuda olan hakimiyet kaybolmamıştır. Yahut bunlar arasında gidip gelen bir durumdur. Allah’ta bu tür uyuklama veya ayakta uyuklama da olmaz. Daima uyanıktır, daima her şeyi gözetlemektedir.
Burada uykunun ahzinden bahsetmektedir Demek ki uyku insanı yakalamaktadır. Yani insan uykuyu çağırmaz, uyku kendisi gelir. Uyku bir fail olarak getirilmiştir. Uykuyu getiren nedir?
Beyinde uyku komutunu verip uykuya daldıran bir merkez vardır, bir hücre vardır demektir. Beyin yapısının birtakım merkezlerinin olduğu bellidir. Mesela insanın bilinci vardır. İnsan bayıldığı ve uyuduğu zaman bu gider. Ruhla irtibata geçen bu hücre ruhtan emir alarak hareket etmez. Kurulmuş program var, ona göre hareket eder. O programı ayarlayan yer, karar alan yer insanı yakalamaktadır. Uyku dendiği zaman o hücre anlaşılır.
“Sinetün” kelimesi gaflet manâsını da içerir. Uyanık olmakla beraber, dalgınlık ve farkına varmama da sinedir. Biz bir şey düşünürken başka şeyi düşünemeyiz. Bir anda birden başka insanla görüşemeyiz. Oysa Allah bir anda kâinattaki bütün varlıklarla doğrudan ilgilenmekte, onları görmekte ve duymakta, onlara ilham vermekte, onlara güç vermektedir. Kâinat günümüzde kanunları ile bilinmektedir. Son iki asırdır insanlık kâinatı tümüyle kavramış bulunmaktadır. Kâinatta bir fazlalık veya eksiklik yoktur. Kâinatta boş iş yoktur. Kâinatta dengesizlik yoktur. Kendisine çizilmiş kaderi içinde eksiksiz ve noksansız devam etmektedir.
İşte, sinede olmamak, her an görüp gözetmek demektir. Allah’ın bu kâinattaki görüntüsüdür. Şüphesiz O’nun zatı bilinmemektedir. Bizim bilgimiz bir yere kadar varmaktadır. Biz ruhun varlığını biliriz ama ruhun kendisini bilemeyiz. Ruhsal olayları biliriz, elektriği de öyle biliriz, ama kendisinin ne olduğunu bilemeyiz. Ben sizi, siz de beni böyle bilirsiniz. Size olan etkileri kadarı ile bilirsiniz.
لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ (LaHUv MAv FIy elSaMAVAvTı) “Semavatta olanlar O’nundur.”
“Semavat”ı harfi tarifle kullanmakta, dişi çoğulla getirmektedir. Başka yerlerde yedi tabaka olduğundan bahsetmektedir. Tabakaların adları da sayılmaktadır. Sema-i mâ, sema-i hava, sema-i subh, sema-i kamer, sema-i şems, sema-i buruc, sema-i hubuk. Bu çok büyüktür. Bu sebeple dişi kurallı çoğul ile ifade etmektedir. Burada onlar O’nundur. “Mâ” dendiği zaman her şey anlaşılır.
Burada şu soru sorulabilir: Semavatın içinde olanlar O’nundur da semavat O’nun değil midir?
Bir çuval unu satsanız, unu da satmış olur musunuz?
Pazarlıkta kap da dahil olarak satışa girer. Hele o kap ondan ayrılamıyorsa.
Demek ki “Mâ Fi’s-Semavat” içinde semavatın kendisi de vardır. Diğer âyetlerle bu husus sabittir. Burada da bunu kural olarak böyle anlıyoruz.
Esasen bugün keşfedilen bir şey vardır. Mekân maddenin bir özelliğidir. Maddesiz ne mekân ne de zaman vardır. Zaman maddenin hareketidir. Mekân da maddenin etki alanıdır. Bir kürenin yüzü ne ise semavatta da içindekiler odur. Birbirlerinden ayrılmazlar. Bu sebepledir ki birisinin zikredilmesi kâfi görülmüştür.
Semanın içinde neler vardır? Mekân ve zamanın dışında ışık kuantumları vardır. Elektronlar vardır. Hidrojen vardır. Diğer maddeler vardır. Sıcak yıldızlar vardır. Onların çevresinde dolaşan gezegenler vardır. Sıcak yıldızların içinde cinler vardır. Gezegenlerde insanlar ve diğer canlılar vardır.
Bu kâinatın zahiridir, yani kumaşın dış yüzüdür. Bir de iç yüzü vardır, bâtın vardır. Orada da melekler ve ruhlar vardır. Semavat ve arzın bâtını da semavat ve arzdandır.
وَمَا فِي الْأَرْضِ (Va MAv FIy eLEaRWı) “Arzda olanlar da”
“Sema” hayvanın sırtıdır. “Arz” ise hayvanın karnıdır. Yere bakan tarafa arz, yukarıya bakan tarafa sema denir. Gök ve yer ayrılmaktadır. Aslında yer de göğün bir parçasıdır. Ancak biz insanlar için gökten ziyade yer önemlidir. Çünkü yeryüzünde dolaşıyoruz. Burada da özellikler vardır. Yani kâinatın dışında Allah yeryüzünü özel olarak düzenlemiş, insanın yaşayacağı şekilde düzenlemiştir. Nasıl bir inşaatçı malzeme kullanır, binayı inşa ederse; Allah da kâinattaki malzeme ile yeri özel olarak inşa etmiştir. Gökte neler varsa yerde de o vardır. Yüze yakın element vardır.
Bunların gruplanması da şöyledir:
| 0 | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 |
1 | 1 2 | | | | | | | |
2 | | 1 4 | 3 10 | | | | | |
3 | | | 1 12 | 3 18 | 5 50 | | | |
4 | | | | 1 20 | 3 56 | 5 68 | 7 70 | |
5 | | | | | 1 58 | 3 76 | 5 80 | 7 102 |
6 | | | | | | 1 56 | 3 86 | 5 112 |
7 | | | | | | | 1 88 | 3 118 |
| 1 | 1 2 | 4 6 | 4 10 | 9 19 | 9 28 | 16 44 | 15 59 |
Yeryüzündeki bütün varlıklar bunlardan oluşmuştur. Bunların terkibi ile cansız varlıklar oluşuyor. Atomların dizilişleri ile de canlı varlıklar oluşuyor.
Yedi sema ve yedi tarık vardır. Her bir atom bir felekte seyretmektedir. DNA’larla ve 01’lerle canlılar ve insan oluşmaktadır. Buradaki “Mâ” bütün bunları içermektedir.
مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ (MaN Üay elLaÜIy YaşFaGu GıNDaHUu)
“O’nun indinde şefaat edecek kim vardır?”
“Şuf’a” onun yapmak istediği şeyleri yaptırmama demektir. Aslında tek ve çift olarak ikinci olma, eş olma, onun işine karışma anlamlarındadır. Ceza vermek istediği kimseye cezasını erteleme, durdurma etkisi şefaattir.
Bundan önce iki sıfat saydı; hayy ve kayyum dedi. Sonra da bir olumsuzluk sıfatı, bir de olumluluk sıfatı getirdi. Cümle hâlinde ifade etti. Yani cümleleri haber yaptı.
Soru cümlesi haber olarak gelir mi? “Ahmet ne iş yapar?” dediğimiz zaman, “Ahmet” mübteda, “ne iş yapar” haber olabilir. “Mâ yef’alu Ahmed” dersek, fiil cümlesini yapmış oluruz. “Ahmedu mâ yef’alu”; burada “Ahmet” mübtedadır, “ma yef’alu” haberdir.
Kaldı ki, burada soru cümlesi soru cümlesi değil, teyit cümlesidir. Kendisinin indinde kimse şefaat yapamaz denmiş olur. O zaman soru şeklindeki haber de geçerli olur. O halde bu cümleyi haber olarak alabiliriz. Beşinci haber olmuş olur.
Buradaki “Zâ” yapacak kimsenin olmadığına işaret etmek içindir. Uzaktaki işaret tazim, yakındaki işaret ise tasgir için olabilmektedir.
İnsanlar putperesttir. Bir türlü Allah’a inanmaz, ille araya bir put, bir şerik sokarlar. Peygamberler bizim Allah’a gönderdiğimiz elçiler midir, yoksa Allah’ın bize gönderdiği elçiler midir?
Hazreti Musa peygamberin hikâyesi anlatılırken, “Rabbine dua et de bize şunları yapsın” demektedirler. Buradan anlıyoruz ki, peygamberler Allah’tan bize gelen elçiler oldukları gibi, bizim de Allah’a arz etmemizde aracı kimselerdir. Başkanımız olduğu için aynı zamanda sözcümüzdür.
Buradan Kur’an’da şefaat için yol açılmış olur. Ama insanın Allah’a ulaşması için şefaatçilerine gerek yoktur. Allah semidir, alimdir.
إِلَّا بِإِذْنِهِ (EilLAv BiEiÜNiNIyHi) “O’nun izni olmadıkça.”
Burada izin olduğu halde şefaat dil olarak çıkmaz. Ebu Hanife’nin görüşü budur. Biz de usulümüzde bu kuralı kabul etmekteyiz. İzni olarak şefaat etmesi çıksa bile, bizim bunu esas almamız gerekir. Sevdiklerimiz eğer şirk içinde, küfür içinde ölmemişlerse, Allah’la harp ederek ölmemişlerse, Allah mü’minleri üzmemek için onları cehennemden çıkarabilir. Bunun için zorluk yoktur. Bu da bizim iyi insanlarla beraber olmamız için bir tergibdir yani rağbettir.
Şefaat iki türlüdür.
Biri kişinin iradesini kısıtlamadır. Diğeri kararsız durumda karar almasını sağlamadır.
Allah için elbette kararsızlık sözkonusu değildir ama, Allah iyilere lütfetsin diye şefaat müessesesini tesis etmiş olabilir. İzni olmadıkça O’nun indinde şefaat edecek bu zat kimdir ki?!.
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ (YaGLaMu MAv BaYNa EaYDiHiM Va MAv PaLFaHuM)
“Yedleri beyninde olanları ve halflerini biliyor.”
Buradaki “beyne eyiyhim” eller arasında anlamındadır. Yani ön ve arka arasında değil, eller arasında olanlar anlamındadır. Bunun anlamı, gelecekte ne varsa hepsini bilmektedir. Halflerini de bilmektedir. Geçmişte ne varsa hepsini bilmektedir. İnsan yaratılmadan önce ne idi, onu bilmektedir. İnsanın ilerisi ne olacak, onu bilmektedir.
Biz her an sıfır noktasında yaşıyoruz. Geçmiş ve gelecek, hâl yoktur. Çünkü zaman da parçalanmaz parçacıklardan oluşmaktadır. Bizim ruhumuz da zamanın dışındadır. Dolayısıyla biz zaman parçacıkları arasındayız, zaman içinde değiliz. Üç zaman yoktur, iki zaman vardır; mazi ve muzari. Nitekim Arapçada da iki siga vardır. Hâl sigası yoktur. Hâl ya geçmişin sonudur, ya geleceğin başıdır. Orası sıfır noktası olduğu için yoktur.
Allah geçmişimizi ve geleceğimizi bilmektedir.
Allah madem zaman ve mekan dışıdır, yani geçmişi ve geleceği yoktur; kâinata zaman ve mekân dışından bakmaktadır, böyle olması O’nun için normaldir, kolaydır.
Trenin içinde bulunan kimse ön ve arka vagonları göremez ama trenin dışındaki kimse ön ve arka vagonları görür. Kuşbakışı baktınız mı her tarafı görebilirsiniz.
Bizim hayatımız film gibidir. Geçmişimiz de geleceğimiz de yerinde duruyor. Zaman onların hareketinden değil, bizim hareketimizden dolayı değişiyor. Trende giderken, otobüste giderken, direklerin gerisin geriye gittiğini sanırız. Oysa biz ileri gidiyoruz. Allah ise bizim gibi filmi kare kare seyretmiyor, bütün karelere bakıyor, filmi toptan seyrediyor.
Bugün keşfedilen çok boyutlu uzay ve zamanın izafiliği bize bunları kolayca anlatıyor.
Ama asıl müşkül olan nedir? Ben birisini öldürüyorum, Allah benim onu öldüreceğimi biliyordu. O halde ben onu öldürmedim. Onun kaderi bana onu öldürttü.
O halde benim günahım nedir, neden ben cezalanıyorum?
Kelamcılar buna şöyle cevap vermektedirler: Sen öldürecektin ama sen onu kastetmeseydin suçlu olmazdın. Bu izah da yeterli değildir. Benim onu öldürmek istemem de kader içinde değil midir? Allah onu da bilmiyor mu idi? Öyleyse o istemiş olmuyor mu?
Bu sorun Allah için de böyledir.
Eğer Allah murid ise yani istediğini yapabiliyorsa, ne isteyeceğini önce bilemeyeceği için bilmiyordu demektir. Biliyor idiyse o irade olmaz. İrade demek, yeni bir şey yapmak demektir. O halde Allah ya muriddir, ya alimdir. İkisi birden olmaz.
Oysa, Allah burada her şeyi bilir, geçmişi bilir, geleceği bilir diyor.
Diğer taraftan da “fa’âlun lima yürid”dir, istediğini yapar diyor.
Bu çelişkiyi zaman ve mekân içinde çözmemiz mümkün değildir.
Zaman ve mekân dışına çıktığımızda bunlar düşünülemez. Çünkü bu muhakememiz zaman ve mekân içinde geçerlidir. Onun varsayımları içinde doğrudur. Sekiz, yedi daha, üç etmez. Ama saatte etmektedir. Çünkü orada varsayımlar farklıdır. Bu sebepledir ki Ebu Hanife, “Allah bilir ama bizim bildiğimiz gibi bilmez, Allah irade eder ama bizim irademiz gibi irade etmez.” diyor. Allah hem irade hem de ilim sahibidir. Biz ise ya biliriz ya da irademiz olur.
وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاءَ (VaLAv YuPIyOUvNa BiŞeYEıN MıN GıLMıHı EilLAv Bi MAv ŞAEa)
“Meşiet ettiğinin dışında O’nun ilminden hiçbir şeyi ihata edemezler.”
“İhata etmek” çevirmek demektir, tümünü kavramak demektir.
Yukarıda Allah muriddir, hem de alimdir demiştir. Her şey O’nun iradesi ile oluyorsa, her şeyi de o ilmediyorsa, bu zaman ve mekân içinde mümkün değildir. Zaman ve mekân dışına çıkıldığında -ki çıkılmaz,- orada oradaki varsayımlar geçerlidir.
Bir küre düşünün, onun boylam dairelerini düşünün. Kutuplarda kesişir. Şimdi çap büyüdü, gittikçe daireler doğru olmaya başlar. Sonsuzda dairenin yarısı kopup kaybolur. Boylam daireleri de paralel doğrular olur. Arkada kalan yarım küre ve paralel dairelerin yarıları ne olmuştur?
Oraya zihnen de varamıyoruz. Sonsuza kadar zihnen ulaşıyoruz. Küre yüzeyinin yarısına zihnen de varamıyoruz. Çünkü Allah bize oraları kavrama gücü vermemiştir. Bazı konuları biz kavrayamayız. Bizim beynimiz onları anlayacak seviyede değildir. Bu sebepledir ki, varsayımlara dayanarak tümdengelim yoluyla düşünme yerine, tümevarım yolu tercih edilmiştir. Batı da bunu yapmıştır. Beynimizdeki bilgisayara neyi anlayacak şekilde yüklenmişse biz onu biliriz.
Burada cümle “ve” harfi ile atfedilmiştir. O’nun maziyi ve atiyi bilmesi ile bizim bilmemiz karşılaştırılmıştır. Bu iki cümle Allah’ın tek haberidir. Böyle matuf haber çifti iki defa vardır. O zaman haber sayısı sekize düşer.
Bizim “el-Hayyu’l-Kayum”u tek cümle saymamız gerektiği teorisi yine doğru olur.
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ(VaSıGa KuRsİYYuHu elSaMAVAvTı Va eLEaRWı)
“Kürsüsü, semavatı ve arzı vus’etmiştir.”
“Vus’” geniş demektir. “Vus’” “suva” kelimesi ile akrabadır. Tas demek, geniş tabak demektir. “Vesia” genişledi demektir. Daha büyük demektir. İçine almış demektir.
Bizim yaşadığımız uzay üç boyutludur. İki boyutlu uzayda yaşayamazdık. Yemekler midemize girip çıkamazdı. Yani iki boyutlu uzayda hayat mümkün olmaz. Hareketin olması için dördüncü boyuta ihtiyaç vardır. İşte üç boyutlu uzayımızı içine alan dört boyutlu uzaya “kürsi” denmektedir. Kürri demek, yani yuvarlak demektir.
Dünyamız yuvarlaktır. Uzayımız yuvarlaktır. Çapı 13.7 milyar ışık yılıdır. Büyümektedir.
Dördüncü boyutlu uzay da yuvarlaktır. Arş da yuvarlaktır. Beş boyutlu küredir.
Bunu Allah’tan başka sonsuz olmayacağını bildiğimiz için de bilebilmekteyiz.
Semavat ve arz atfedilmiştir. Bu bizim üç boyutlu uzayın özel adıdır. Bu sebeple marife gelmiştir. Bunu şu şekilde de anlarız. Semavat ve arzın küresi genişledi. Bu da kâinatın büyüdüğünü ifade etmiş olmaktadır. Bu genişleme hızı ışık hızıdır. Bunu ölçerek bilmekteyiz. Ayrıca her parçacığın iki hızı vardır. Bu iki hızın çarpımı ışık hızının karesi etmektedir.
Shreudinger bunu atom fiziğinde kullandı ve tüm atomun yapısını aydınlattı.
Bu iki hızın çarpımı kâinatın genişlemesi sonucu bulunmaktadır.
Ancak 20. yüzyılda bulunan dört boyutlu uzay ve genişleme, Kur’an’da açık bir şekilde bildirilmiştir.
وَلَا يَئُودُهُ حِفْظُهُمَا (Va LAv YaEUvDuHUv XıFJuHuMAy) “Onların hıfzı onu evd etmez.”
“Evd” yük demektir. Kefeye konan tartıdır. Dengeye getirir.
Fiil olarak “evd”, ağırlık yapan, yük olan demektir.
Onların hıfzı, onların dengede varlıklarını sürmesi O’na ağır gelmez, O’na yük olmaz demektir.
“Gökler” deyince, kâinatın zaman, mekân ve madde içindeki oluş akışını ifade eder.
“Arz” dediğimizde, canlıları barındıran yer anlaşılır. Bunların hıfzı, dengelerinin bozulmaması O’na bir yük, O’na bir ağırlık yaratmaz. Onlar kendi kanunları içinde varlıklarını sürdüreceklerdir.
Allah’ın sıfatlarında sınır yoktur, mutlak kadirdir.
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ (Va HuVa eLGaLiyYu elGaJıMu) “Azim olan aliydir.”
Burada “azim” “aliy”e sıfat olmuştur. Haberden sonra haber de olabilir. O aliydir, azimdir de olabilir. Ancak bu tek cümledir. Allah’ın haberi değildir. Hâl cümlesidir. Mübtedanın hâlidir, yani Allah’ın hâlidir. Allah haber cümleleri ile anlatılmış, bir de hâl cümlesi ile sonuçlandırılmıştır.
“Aliy” ve “azim” olarak kendisinden başka ilâh yoktur. O hayy ve kayyumdur. O’nu uyku veya uyuklama tutmaz diye anlatılmaktadır.
“O aliydir” ifadesiyle biz O’nun zaman ve mekân dışında olduğunu anlarız. Arşın da üzerindedir, yani beş boyutun da üzerindedir.
Arş da dahil her şey yuvarlak olduğuna göre, her yuvarlağın merkezi vardır. Yuvarlağın dışında olmak “aliy” olmak demektir. “Azim” büyük demektir. “Kebir” daha çok zaman içinde büyük olmaktır. Kesir sayıda büyük olma, azim içinde mekânda büyük olma demektir.
Allah beş boyutlu uzayın dışında olmakla beraber, arşın da üstünde olmakla beraber, ondan küçük bir varlık değildir. Allah’ın mekânı yoktur ama O her yerde vardır. Mekân O’nun dışında değildir. O bize komşudur ama biz O’na komşu değiliz.
“Aliy” olması, biz O’na komşu olamayız demektir.
“Azim” ise O bize komşu olabilir demektir.
Gözler O’nu idrak edemez ama o gözleri idrak eder.
Komşuluk iki taraflıdır. Ahmet Hasan’a komşu ise Hasan da Ahmet’e komşudur.
Ama Allah için böyle değildir. O bize komşudur ama biz O’na komşu değiliz.
Bu âyette Allah tarif edilmiştir. Kâinatı ve bizi var eden Allah tanımlanmıştır.
Bugün müsbet ilimlerin ulaştığı seviyede bir Tanrı tasavvur etmeğe kalkışsak, acaba nasıl bir Tanrı düşünürüz? Kâinat zamanıyla, mekânıyla yaratılmıştır. Sebepsiz sonuç olmayacağına göre, bu kâinatı yaratan vardır. Şimdi bu kâinatı 13.7 milyar yıl önce yaratan kimseyi her halde bu yaratılanlar içinde aramayacağız. O Tanrı’yı bu yaratılanlara benzer bir varlık olarak da düşünmeyeceğiz. Dünyada olan olayları göz önüne getirdiğimizde, bu âyette tarif edilen Tanrı, en çok kabul edeceğimiz bir Tanrı olacaktır.
360 putun tapıldığı bir kentte bunlar söyleniyor. Bugün anlatamadığımız bu anlayışın o zamanın insanı tarafından keşfedilmesinin mümkün görülmesi düşünülemez.
***
لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ (LAv EıKRAHa FIy eLdDIYNı) “Dinde ikrah yoktur.”
“Lâ” nefy-i cins içindir. Asla zorlama yoktur. Hiçbir şekilde hiçbir yerde zorlama yoktur.
Savaşlar zorlama değil midir?
Hayır, savaşlar zorlamayı kaldırmak içindir. Devlet halkı zorlayamayacağı gibi halk da birbirlerini zorlamayacaktır. İşte, savaşlar ve cezalar bu zorlamayı kaldırmak içindir. İnsanlar hür ve serbest olarak hürriyetlerini kullanmaları için cezalar ve savaşlar vardır.
“İkrah” zorlamak demektir. “Kürh” sıkıntıdır, “ikrah” zorlamaktır. Kişiyi tehdit etmek, korkutmak, sıkıntıya sokmak ikrahtır.
Sosyalizm, insanlara dayak atarak zorlamaktır. Kapitalizm, insanları aç bırakarak zorlamaktır.
İnsanlar açlıktan ve silahtan korkarak iş yapmayacaklardır. Kendi istekleri ve kendi hakları olarak iş yapacaklardır. Bu zorlamayı ortadan kaldırmak için özel mülkiyet sistemi getirilmiştir. Yeryüzü insanlara bölüştürülmüştür. Kişi kendisinin toprağına çekildiğinde biz ona asla zor uygulamıyoruz. Mesken masuniyeti budur. Kendi mülkü içinde suçlu olsa da girer ve yaşar. Biz onu zorlamayız. Kısas mı gerekiyor? Uygulamayız. Müebbet hapis olarak onu tecrit ederiz. Böyle bir dünyada tek başına yaşayamayacağı için kısasa razı olacak yahut yakınları diyetini ödeyeceklerdir.
Burada üstün olarak gelmiş, “Lâ”nın nefy-i cins için olduğu belirtilmiştir.
“Din” düzen demektir. Borçlu ve alacaklı olmadır. Hukuk düzeni dindir. İnsanlar arasında ihtilaf çıktığı zaman, seçtikleri hakemlerle nizaları çözerler. Hakem kararlarına hepsi uyar, kendi isteği ile uyar. Uymayan olursa bu düzenden çıkmış olur. Artık din içinde kalmaz. Kendisine düzenden çıktığı için zorlama yaparız. Yoksa dinin içinde zorlama yapamayız.
Her bucak bağımsız bir sitedir. Ceza kanunları dahil her şeyi kendisi yapar, kendi düzenini kendisi kurar. Yani her bucağın kendi düzeni/dini vardır.
“Din” kelimesi Türkçede yanlış kullanılıyor. İlim, takva, amel ve iman vardır. Türkçede “takva”ya “din” denmektedir.Oysa din tüm bunları içine alan topluluğun düzenidir. Devlet demektir. Ama sadece devlet değildir. İlleri, bucakları ve insanlığın merkez bucaklarını da içine alır.
“Dinde zorlama yoktur” derken, sadece takvada zorlama yoktur denmez. İlimde de zorlama yoktur, amelde de yani ekonomide de zorlama yoktur, siyasette de zorlama yoktur anlamı çıkar.
Din genel olarak düzendir. Düzende zorlama yoktur. Hukuk düzeninde zorlama yoktur demektir. Orada çıkan ihtilaflar hakemlerce çözülür ve hakemlere herkes kendi isteği ile uyar.
Bu sebepledir ki İslâm düzeninde, barış düzeninde polis yoktur, hapishane yoktur, tutukluluk yoktur, yakalama yoktur. Herkes kendi isteği ile hakemlerin kararına uyar. İdam sehpasına kendi isteği ile gelir. Kaçarsa dinden/düzenden çıkmış olur, irtidat etmiş olur. İrtidat edenin hükmü de öldürülmedir. Bu sebeple cezalar bahsinde öldürme ve asma ayrı zikredilmiştir. Asma gönül rızası ile ölmedir. Öldürülme ise dinden çıktığı için öldürmedir.
Bu hususu iyi anlamak gerekmektedir.
Bir adam birini öldürdü. Hakemlere gidildi ve hakemler ölümüne karar verdiler. Yakınları affetmediler. Kısasa tâbi tutulacaktır. İdam sehpası kurulur ve kendisine, “gel sehpaya çık, sandalyeyi biz çekelim” diyoruz. O da kabul ediyor, geliyor. Sehpaya çıkıyor, biz de onu asıyoruz.
Burada zorlama yoktur. Çünkü kendi isteği ile gelmiştir. Bütün haklara sahiptir. Kendi eceliyle ölmüş gibidir. Cenaze töreni yapılır, mezarlığa gömülür.
Ama kişi eğer sehpaya gelmezse, o zaman irtidat etmiştir, düzen dışına çıkmıştır. Ona zor uygularız. Onu kurşunlar ve çukura atarız. Malları müsadere edilir. Fey olur.
“Fi’d-Dini” din içinde zorlama yoktur. “Li’d-Dini” veya “Ala’d-Dini” denmemiş de, “Fi’d-Dini” denmiştir. Düzen veya din üzerine zorlama yoktur değil de, din içinde zorlama yoktur.
Dinin dışında olanlara zorlama yapılabilir, düzenin içine girmeleri istenebilir. Savaşlar bunun için meşrudur. Düzeni kabul etmeyenlerin şerrinden kurtulmak için savaş yaparız. Hakem kararına uymayan kişiyi de silahla vurarak şerrinden kurtuluruz. İllerdeki jandarma teşkilatı düzen dışına çıkmış olanları etkisiz hâle getirmek için vardır. Devletlerdeki ordular, hakem kararlarını kabul etmeyen devletleri etkisiz hâle getirmek, halkını onların şerrinden kurtarmak için varlar.
Dini takva olarak anlayıp manâ vermek çok yanlıştır. Düzen içinde yani hukuk düzeni içinde dinler de diğer topluluklar gibi yaşama hakkına sahiptir. Onlar da hakem kararlarına uyarlar. Onlara da ceza verilir ama buna sadece ve sadece tarafların seçtiği hakemlerden oluşan bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı karar verir. Herhangi bir dinin başka dinlere ve kurumlara ikrah hakkı olmadığı gibi; yargı kararları dışında hiçbir kuruluşun veya kişinin, devlet dahil ikrah hakkı yoktur. Hakem kararlarına uymayanlar dinden/düzenden çıkmış ve irtidat etmiş olur. O zaman ona karşı zor kullanılabilir.
“Fiy” zarf içindir. Dinin içinde zorlama yoktur.
Ama düzeni kabul etmeyenler müşriklerdir. Onlara zorlama vardır.
قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنْ الغَيِّ (QaD TaBayYaNa elRuŞDü MiNa ELĞayYı)
“Şimdi rüşt gaydan tebeyyün etmiştir.”
Arapçada şimdiki zaman yoktur. Onun yerine geçmişi bugüne bağlayan harf vardır, o da “kad”dır. Türkçede “etmektedir” yahut “miştir” diye tercüme ediyoruz.
“Rasad” kuraklıktan sonra beklenip de yağan yağmurdur. “Rasad etmek” bir şeyin olacağını umarak onun olmasını gözetlemektir. Bu beklenen iyi bir şey de olabilir, kötü bir şey de olabilir.
Bir insandan beklenen çağa gelen kimseye “raşid” denir. Buluğ, rüşt, eşudde, erbaın yaşları vardır. Eşüdde, en güçlü olduğu yaştır. Eşud 33 yaştır. Şer’an 30 yaştır. Rasih olma rütbesidir. Erbain, yeter bilgilere de sahip olunan yaştır.
Kur’an’la insanlık rüşt yaşına ermiştir. Artık kendi malları kendisine teslim edilmiştir. Vahiy sona ermiş, onun yerine içtihat dönemi başlamıştır. İnsanlık artık askeri yönetimle değil, din ile yani düzenle yönetilecektir.
Çok hatalı olarak kullanılan kelimeler vardır. İslâm Muhammedilik olarak anlaşılmaktadır.
Oysa İslâm barış demektir. Çatışmanın yerini uzlaşmanın aldığı, hukukun üstün tutulduğu düzendir. İman, askere katılma, asker olma, nöbetli olma demektir. Din düzen demektir. Şeriat ise demokrasi demek, hukuk düzeni demektir. İnsanların sadece hakemler nezdinde sorumlu olmasıdır. Dinde zorlama yoktur demek, düzende zorlama yoktur, herkes hakem kararlarına razı demektir.
“Gaydan tebeyyün etmiştir.”
“Gay” “Gaveye”den oluşmuş mastardır. “Gava” azmak demektir. “Gaye” yarışlarda dikilen hedef bayraktır. “Gaye” aynı zamanda sınır demektir.
“Gayyen” sınırları aşmak, sınırları yıkmak demektir.
Rüşd gaydan yani sınırlarından yani rüşd olmayan sahadan ayrılmıştır.
Bu ifade ile şunu öğreniyoruz ki, hak ile bâtıl arasında, adalet ile zulüm arasında bir perde yoktur. Bunlar birbirine bitişiktir ama birbirlerine karışmazlar. Rüşd kendi tarafına çekilmiştir. Gay da kendi tarafına çekilmiştir. Artık karışıklık yoktur.
“Adil Düzen” kurulduğu zaman hukuk düzeni kurulmuş olur. Hukuk düzeninde hakemlerden oluşmuş bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargıda haklar net olarak tesbit edilmiştir. Herkes adalete boyun eğmektedir, hakem kararlarına uymaktadır. Artık burada zorlama yoktur.
Hakem kararlarına uymayan olursa o dinin dışına çıkmıştır. Ona ilçede bulunan jandarma teşkilatı haddini bildirmektedir. Uluslararası gayda ordular hadlerini bildirmektedir.
فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ (Fa MaN YaKFuR Bi elOAvĞUvTi) “Kim tagutu küfrederse.”
“Küfretmek” tohumu toprağa kapatmak, yahut iyiliklere nankörlük anlamlarındadır. Tagutu mezara gömmek taguta küfretmektir.
O halde tagut nedir?
“Tuğyan” kazanın kaynarken taşmasıdır. Yemek koyar da kaynatırsanız, ısınınca buharlaşır ve köpük hâlinde taşar. Şeriatın dışına taşmak, şeriatın dışına çıkmak da böyledir.
Bir defa bir yerde şeriatın dışına çıktın mı, artık seni o hep oraya çeker. Bütün hayatın şeriat dışında geçmeye başlar. İnsan artık kendisini şeriatın içinde tutamaz. Kaynayan kazandaki bütün süt boşalır yahut kaynaya kaynaya bozulur, esmerleşir.
İşte, taguta küfretmek demek, azgınlığı bastırmak demektir. Bu da ancak hukuk düzeni ile olmaktadır. Yani hakem kararlarına uymakla olur. İşte silahlı güçler bunu yapmaktadır. Şeriatın dışına çıkanları etkisiz hâle getirip şeriatın içindekileri kendilerine çekmekten önlerler.
Bugünkü PKK âfeti budur. Kimileri dağa çıkmış ve orada eşkıyalık yapanlar dağa çıkmayanları kendilerine çekmektedirler. Akrabalık veya korku sebebiyle onlardan destek almaktadırlar.
Tagut burada Calut gibi bir isimdir. Dişi çoğul edatı değildir. Marifedir.
Hakem kararlarına uymayan taguttur. Bunun için uygulanan ceza herkesin ondan uzaklaşmasıdır. Onun onlardan hicret etmesidir. Onunla konuşulmamasıdır.
İçimizde birisi bir suç işleyebilir. Katil, sirkat, zina veya iftira olabilir. Bunlar ismdir, zenbdir. Hiçbirisi küfür değildir, suçtur. Hakemlere gidilir, hakemler ne ceza verirlerse o uygulanır. Mesele biter. Cezasını çeker.
Kimileri kendileri savcı oluyor, şahit oluyor, hakim oluyor, emir oluyor, kimilerini mahkum ediyor, infaza kalkışıyor. İnfaz edemeyince de kendisi gidiyor. Oysa yapılacak iş hakemlere gitmektir. Hakem kararlarına gitmeyene karşı tüm arkadaşlar cephe almalı, onunla konuşmamalı, ilişkiyi kesmelidir.
İşte, taguta küfretmek demek, hakem kararlarına uymayana karşı boykot ilan etmek demektir.
وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ (YuEMiN Bi elLAHı) “Allah’ı emana alanlar.”
“Allah” topluluk anlamındadır. Hukuk düzeni içinde güvende olmak demektir. Herkesin hakemlerin kararlarına uyduğu bir topluluk içinde olup kendini toplulukla güven altına almak demektir. Ama bunun diğer manâsı asker olup hukuk düzenini güvene almak demektir.
Hakem kararları, yargı ve yargı kararlarının güvencesi silahlı kuvvetler, jandarma ve ordu. İşte böylece adil bir devlet ortaya çıkıyor. Bundan önceki âyette kâinatı ve bizi var eden Allah anlatılmıştır. Burada ise onun halifesi olan topluluğu yani düzeni/dini anlatmaktadır.
فَقَدْ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى (Fa QaD iSTaMSaKa Bi eL GuRVaTi elVuSOAv)
“Vuska urveye istimsak etmiştir.”
“Urve” ağaç liflerinden örülmüş halattır. Ağacı çıplak hâle getirdiklerinden liflere “âriy” denmektedir.
“Vesk” ise yüklerin, denklerin bağlanmasıdır.
Sağlam bağlanmış halata tutunmuşlardır. Kopmaz, yani topluluktan ayrılmaz.
Hakem kararlarına uyanlar, uymayanlara karşı boykot yaparak vuska urveye tutunmuşlardır.
لَا انفِصَامَ لَهَا (Lay ıNFıÖaMa LaHAv) “Onun çözülmesi yoktur.”
“Fasm” kopmamış ama kırılmış daldır. “İnfisam etmek” demek, çözülmek demektir. Halattaki liflerin bir kısmı kopar, çözülme olur. Yahut sargı çözülür, ip gevşer, sıkılığı gider.
Burada müfret siga kullanılmıştır. Bunun anlamı şudur ki, daha topluluk oluşmadan herkes hakemlik sistemine uyacaktır. Başkaları uymasa da siz hakemlik sistemine riayet edeceksiniz. Karşı taraf seçmese bile siz hakem seçeceksiniz, karşı tarafın hakemini de hakeminize seçtireceksiniz. Onların fitnesinden sonra o kişiye boykot yapacaksınız.
وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(256) (VaEalLAvHu SaMIyGun GaLIyMun) “Allah semidir ve alimdir.”
“Semi’” ve “alîm” kelimeleri burada nekire olarak geçmiştir.
O halde bütün olaylar kayda geçmelidir. Herkes isteğini yazılı olarak şahitlere bildirmeli, şahitler de bunları dosyalayıp hakemlere arz etmelidirler.
Biz Yenibosna’da şahitler tayin etmeliyiz. Dosyaları onlar muhafaza etmelidir.