BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
3012 Okunma
bakara 222-228

 

ADİL DÜZEN 408

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 70. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِي الْمَحِيضِ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّى يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمْ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ(222) نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فَأْتُوا حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ وَقَدِّمُوا لِأَنفُسِكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ مُلَاقُوهُ وَبَشِّرْ الْمُؤْمِنِينَ(223) وَلَا تَجْعَلُوا اللَّهَ عُرْضَةً لِأَيْمَانِكُمْ أَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(224)

 

وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الْمَحِيضِ (Va YaSeaLUvNaKa GaNI eLMaXIyWı)  “Sana hayızlıdan sorarlar.”

“Havuz” suların  toplandığı yerdir. İlk yıkanmanın havuzda olması ile havuzlu anlamına gelen “MAHIZ” kelimesi kadınların aybaşı hallerine verilmiştir. Kadınlar, doğurma devrelerinde yaklaşık ayda bir yumurtalıklarındaki yumurtalarını dışarı atmaktadırlar. Bu insanlara has bir şeydir. Tavuklar her gün yumurtlarlar. Hayvanların da hamile dönemleri vardır. Yumurtalarını atma ile doğurma devreleri eşittir. Sadece  insanlarda doğurma devresi dokuz ay olduğu halde, yumurtalarını dışarı atma ayda birdir. Cinsi arzu da çok daha sıktır. Bunun sebebi insanların aile hayatını yaşamalarıdır. İnsanlar aile dışında yaşama gücüne sahip değildirler. Aile hayatı da çok külfetli bir iştir. Buna biyolojik olarak zorlama yapılmaktadır.

Hayızlı zamanlarda kadın erkek cinsi ilişki kuramamaktadır, haram edilmiştir. Bu da onların birbirlerini özlemelerini ve daha çok sevmelerini sağlamaktadır. Böylece birbirlerine duydukları özlem sayesinde evlilik hayatı sürmektedir. Diğer taraftan erkek ve kadınların doğurma devreleri dışında boşalma ihtiyaçları vardır. İnsanlar bu sayede vücutlarında mevcut bazı zehirli maddeleri de onunla birlikte atarlar. Tabiattaki hiçbir şey boş yere var edilmemiştir. Her şey hesaplı kitaplıdır ve gerektiği kadar mevcuttur.

Şimdi şu sorulabilir. Biz “YES’ELUNEKE”nin istişarî kararların alınacağı konularda geldiğini daha önce belirtmiştik. Acaba burada neden “sana soruyorlar” ile getirilmiştir? Sonra ‘erkek kadına yanaşmasın’ dememiş de, ‘kadınlara yaklaşmayın’ denmiştir.

Kur’an’ı yorumlarken böyle sualler soracak ve o sorulara cevap arayacaksınız.

Her zaman cevap bulamazsınız. Müteşabih olur. Bulduğunuzda onu yorumlamış olursunuz.

O halde biz de burada bu soruya cevap arayacağız. Kur’an’daki ‘kadınlara takarrub etmeyiniz’ emri İlâhi emirdir. Ancak hayızlı kadınların ne yapabilecekleri ve ne yapamayacakları sorusu burada zikredilmemiştir. O mesele topluluğun istişarî kararlarına bırakılmıştır. Bunlar nelerdir?

a) Birinci mesele, kadının hayızlı iken toplantılara katılıp katılamayacağı hususudur. Kendilerini koruma imkanlarına sahip olunmadığı zamanlarda kadınların toplantılara gelmesi men edilmiştir. Dolayısıyla o zaman hayızlı kimseler namaza gelemezlerdi. Ama bugün kadınlar kendilerini mükemmel koruma imkanlarına sahip olmuşlardır. Artık namaza gelip gelmeme kararı istişarî yolla alınacaktır.

b) Hayızlı kadın ayrıca hasta demektir. Hastalık sebebiyle orucunu tutmayacak, sonra tutacaktır. İşte bu da yine istişarî olarak tıp ilmine göre tespit edilecektir.

c) Burada başka bir hüküm öğreniyoruz. Kural koyarken herkes için ortak kural koyacaksınız. Kendilerini koruyanlar gelsinler, koruyamayanlar gelmesinler denemez. O zaman insanların özel halleri ortaya çıkar. Böyle durumlarda genel kural konur. Çok zaruret içinde olup kendilerini koruyacak imkanı bulamayanlara özel olarak yardım faslından gizli destek sağlanır. Ama koruyamayacak kimse çoksa, o zaman korunabilecekler de toplantılara alınmazlar demektir. Kur’an bu misalle bize yasakları koyma kurallarını öğretmektedir.

d) Hayız aynı zamanda iddetin tesbitinde rol oynamaktadır. Üç hayız görene dek kadın boşandıktan sonra kocasının eşi olarak görülür. Bu müddet içinde birbirlerinin mahremidirler. Eşinin kız kardeşi ile evlenemez. Görülüyor ki, hayız sadece kişisel bir olay değildir, sosyal bir olaydır. Kadın kendi ay adetlerini diğer kadınlarla paylaşmak durumundadır. Çoğul olarak getirilmesinin sebebi budur.

Burada görülmektedir ki, soru sordukça bize cevaplar gelmektedir. Kadınların hayızlı oldukları zaman namaz kılamayacaklarına dair sünnet ve sahabelerin icmaı vardır ama Kur’an’da buna dair bir işaret yoktur. Biz cünüplüğe kıyasla kadınların hayızlı iken namaz kılacaklarına kani olduk. Çünkü kılacaklarına dair aslı bulduk ama kılamayacaklarına dair bir asıl bulamadık. Bizim usulümüz şudur. Hazreti Peygamber bir şey yapmışsa iki sebeple yapmıştır. Ya çağının müçtehidi olarak istihsan yapmıştır, yani genel hükümlerden hüküm çıkarmıştır, zamanının sorunlarını çözmüştür. Bu kendi zamanı için doğru çözümdür. Ancak bunlar bizi bugün bağlamaz.

Hazreti Peygamber’in diğer bir uygulaması ise Kur’an’ı yorumlama şeklinde uygulamadır, yani bize usulü öğretmektedir. Bu sünnet bizi Kur’an kadar bağlamaktadır. Bu durumda Kur’an ile sünnet arasında derece farkı bile yoktur. Tek fark, biri tevatürle sabittir, diğeri ise şöhret veya ahad ile sabittir. Şüphe hadisin kendisinde değil, onun hadis olup olmadığındadır.

Kadınların hayızlı iken namaz kılmaları gerektiğini kıyasla tesbit ederken, sünnet ve sahabelerin sükuti icmalarına muhalefet etmiş oluyorum, yani bunu zamanının gereği bir hüküm olarak görüyorum. Bunun için benim Kur’an’da bir delil bulmam gerekir. O da o hususta şartlara göre buna dair hükümlerin değişebileceğidir. Bu delilim şimdiye kadar yoktu. Şimdi bu âyetin “YES’ELUNEKE” şeklinde başlaması ile bu aradığıma delil bulmuş oluyorum.

قُلْ هُوَ أَذًى (QuL HuVa EaÜan)  “Söyle, o ezadır.”

İstişare sonunda kararını bildir. O ezadır, yani hastalıktır. Çünkü Kur’an’da hacda başın tıraş edilmesinden bahsederken ‘başında eza varsa’ diyor. İşte burada tekrar istişare kısmına girilmiştir.

Eza” nedir? Hangi derecedeki hastalıkların durumu ezadır? İşte o da istişare konusudur. Eza derecesi hastalık derecesidir. O derecede olanlar oruç tutmayacaklardır. Şunu belirtmeliyiz ki, hasta olan kimsenin oruç tutmaması yalnız ona dayanamaması değildir. Oruçtan beklenen yararın hastalık esnasında sağlanamamasından ileri gelmektedir. Burada da “ezadır” demesi, hastanın durumu ile kıyas yapmamızı anlatmak içindir.

فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ (Fa ıGTaZıLUv elNıSAEa)  “Nisâdan i’tizal ediniz.”

AZL” ayrılmak, uzak durmak demektir.

Usulcüler bu tür ifadelerde ihtilaf etmişlerdir. Ekseri fukahanın görüşüne göre, bir ifadede hakikat ile mecazinin birleşmemesidir. Misal olarak mescitlerde ziynetlerinizi alınız emri ziynet değil, örtünmedir. O halde ziynetleri almak farz değildir. Burada da “i’tizal ediniz” emri, onlarla cinsi ilişki kurmayınız demektir. Yoksa onlarla ülfet yapılabilir. Bu hususta fıkıhçılar ittifaka yakın durumdadırlar. Çünkü bu uzak durma hakiki mânâda değil, mecazi mânâdadır. Yoksa boşayınız anlamı çıkardı.

فِي الْمَحِيضِ (FIy elMaXIyWı)  “Hayızda”

“Hayızlı iken i’tizal ediniz” denmemiş, “hayızda i’tizal ediniz” denmiştir. Hayızlı kadından i’tizal ediniz değil de, hayız yerinden i’tizal ediniz denmektedir. Böylece kadından değil de, cinsi ilişki kurmaktan i’tizal ediniz denmiş olur.

Bu âyet Hazreti Peygamber tarafından da böyle uygulanmış, fukaha da bu içtihat üzerinde olmuştur. Biz buna Kur’an’da delil bulmuş oluyoruz. Artık mecaz veya hakikat yorumuna da gerek kalmamıştır.

وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ (Va LAv TaQRaBUvHunNa)  “Onlara takarrub etmeyiniz.”

Yani nisaya takarrub etmeyiniz. Buradaki “kurbet” mecazidir. Çünkü kurbetin hakiki mânâsı yan yana durmayınız demektir. “Kırba” kişilerin yanlarında taşıdıkları ve içine su koydukları mataradır. Askerler silah ile su matarasını yanlarında taşırlar. “Kurbet etmek” demek, yanında olmak, aynı odada dolaşmak, bir yatakta yatmak demek olur. Bir arada yemek yemek de kurbettir.

Bu anlamı anlamamız gerçek mânâsındadır. Bu mânâda anlamak demek, o günlerde erkeklerin evlere gelmemesi demektir. Bu anlayış icma ile bâtıldır. Buradan şunu anlıyoruz ki, buradaki kurbet cinsi ilişkidir, yoksa tokalaşma değildir. Hazreti Aişe hayızlı iken Hazreti Peygamber’in başını yıkamıştır. Bu takarrubdur.

Hakiki mânâ vermeyince mecazi mânâ vereceğiz. O da ancak cinsi ilişki olabilir. Yukarıdaki “mahız” kelimesi de bunu böyle açıklar. Burada yine usulden bir kural tesbit etmiş oluyoruz; hakiki mânâsı icmaa aykırı mânâya götürüyorsa o karine-i mania teşkil eder ve mecaza gidilir.

Burada nehiy ile emir yan yana gelmiştir. Böylece hem nehyin hem de emrin hükümlerini içermektedir. Emir ile nehiy arasında bazı farklar vardır.

a)       Emirde sevap vardır. Yapıldığı takdirde sevap almış olur. Yapılmadığı takdirde cezası vardır. Nehiyde ise yapıldığı takdirde cezası var ama yapılmadığı takdirde sevabı yoktur. İ’tizal emirdir, dolayısıyla hayızlı zamanlarda nefislerine hakim olanlar sevap almaktadırlar. Yaklaştığı takdirde ise günah işlemiş olurlar.

b)       Emir mutlak ise bir defa yapıldığında iş biter, ondan sonra onun tekrarı gerekmez. İ’tizal siga olarak emirdir ama mânâ olarak nehiydir. Dolayısıyla fiilen nehiy gibi olur. Ancak bunun teyidi gerekir. Nehiyde ise hiç yapılmama vardır.

c)       Emirde görev yerine getirildiğinde kendiliğinden ibahaya döner. Oysa nehiyde helale dönmesi için nehyi kaldıran yeni emre ihtiyaç vardır. Yaklaşmayın dendikten sonra “hattâ” ile istihsan edilmiş olarak tekrar ibahaya geçilmiş olur. Yoksa hayızlı olan kadına hayatı boyunca yaklaşmayınız demek olurdu.

d)       Nehiyden sonra gelen emirler emir değil ibahayı ifade eder. Emirden sonra gelen nehiyler ise haramı ifade eder. Buna bir örnek verelim. Saat beşte evine gidecek memura akşam üstü ‘bekle’ diye emir verse, memur gitmeme emrini almış olur. Bu emirdir. Sonra ‘yarın erken gel’ derse, bu bekleme emri yerine gelmiş olur, memur artık evine gidebilir. ‘Evine gitme’ dese, o zaman ‘yarın erken gel’ demesi yeterli değildir. Nehiy tebid olduğu için nehyin sarahaten kaldırılması gerekir. ‘Gidebilirsin’ dedikten sonra gidebilir.

Eğer bir emirde hem emir hem de nehiy hükümleri ifade etmek isteniyorsa iki siga ile teyit yapılır. Burada bu yapılmıştır.

حَتَّى يَطْهُرْنَ (XatTAy YaOHuRNa)  “Tahir oluncaya dek.”

Usulcülerde bir ihtilaf vardır. Harfi cer ile gelen isim fiile dahil mi değil mi? ‘Ankara’ya gidebilirsin’ dense Ankara’ya girebilir mi? Cumhurun görüşü Ankara’ya giremez. Buna delil olarak da abdestteki dirseklere kadar emrinin içine dirsekler dahil olmaz diyorlar. Hanefiler buna cevap olarak emir omuzlara kadardır, buradaki “ilâ” harfi ceri gerisin geriye gelmektir diyorlar. Burada da “HATT” kelimesi gösteriyor ki, gaye emrin veya nehyin içine dahil değildir, yoksa temizlendikten sonra da yaklaşmak mümkün olmazdı. Bu ise icmaa mugayirdir. Böylece bu âyet bize aynı zamanda sınırın hükme tabi olmadığını öğretmiş olmaktadır.

YATHURNE” denmiş de “yatatahharûne” denmemiştir. “Temiz oluncaya kadar” denmiş de, “temizleninceye kadar” denmemiştir. Sorulan sual şudur: Bir kadın hayızdan temizlendi, akıntı durdu. Eşiyle birleşebilir mi, yoksa yıkanması mı gerekir? Bu âyete göre yıkanması gerekmez. Çünkü temizlenirse demiyor, temiz olursa diyor. Hayızlıya bir görev vermiyor. Bunu böyle anladığımızda, hayızlı kadının yıkanması gerektiği, yıkanmadan namazı kılamayacağı hükmü de ortadan kalkar. Ancak kıyasla yani cünüplüğe kıyasla yıkanması gerekir. Böylece cünüplükle kıyas yapmamız icma ile sabit olur. Çünkü hayızlının yıkanması gerektiği hususunda icma vardır. Bu da bizi hayızlının da namazı kılacağı sonucuna götürür.

فَإِذَا تَطَهَّرْنَ (Fa EıÜAv TaOahHaRNa)  

“Tatahhur ettiklerinde”

Burada “tathurne” dememiştir, yani “temiz olunca” değil de, “temizlenince” denmiştir.

Görülüyor ki, iki âyet arasında tearuz vardır. Burada yaklaşmak için yıkanmak gerektiğini söylemiştir. Yukarıda ise yıkanmayı şart koşmamıştır. Ebu Hanife bu tearuzu şöyle gidermiştir: Zamanında temizlenmişse yıkanmaya gerek yoktur. Erken veya geç temizlenmişse, o zaman yıkanma gerekir demiştir.

Tetahhur takarrubun şartıdır, emrin şartıdır. Orada ise nehyin sınırlaması şeklindedir. Orada nehyin sınırıdır, burada ise emrin şartıdır. Nehiyde ibaha var, emirde ise vücuptur, nehiyden sonra gelmiş emirdir.

Bir yerde helal ve haram içtima edince haram tercih olunur. Bu kaideye uyarak diyoruz ki, birleşmek için yıkanmak şarttır. O zaman yukarıda niçin sadece temiz olması gerektiğini belirtti. Orada da tef’il bâbını getirdi. Aralarında bir farkın olması gerekir. İ’tizal ile kurbet arasında fark aramamız gerekmektedir. Temiz olduktan sonra temizleninceye kadar bir şeyin farklı olması gerekir. Bize göre bu da şudur:

Hayızlı iken edep yerlerine zaruret olsun diye bakmak haramdır. Sonra ise temizlenmeden evvel bu haram kalkar. Böylece burada fıkıhçıların eşlerin birbirlerini görmeleri ile ilgili hükümleri yani mübahlığı da burada belirtilmiş olmaktadır. Takarrub için gusül yapmak gerekir. Hanefilerin görüşüne de uyulabilir.

فَأْتُوهُنَّ (FaETUvHunNa)  “Ety ediniz. Varınız.”

Yukarıda “kurbet etmeyiniz” denmiş, burada “ety ediniz” denmiştir. Yukarıdakinin açıklaması olarak bu kelimeyi getirmiştir. Yukarıdaki kelime hakikî mânâda, bu kelime de hakikî mânâda olsaydı, o zaman aynı kelimenin kullanılması gerekirdi. Ancak bunların her ikisi de mecazidir, her ikisi de cinsi ilişkiyi ifade eder. İkisinde de mecazi olarak aynı şeyi ifade etmek için ayrı iki ifade kullanılmıştır.

Buradan şu usulü ortaya koyarız ki, hakiki mânâda bir anlama iki kelime gelmez ama aynı anlama iki ayrı mecazi ifade gelebilir. Burada anlatılmak istenen cihet nazarı itibara alınarak yaklaşmadır. Yukarıda ifade edilen genel yaklaşmadır.

Arapçada çoğul çoğula izafe edilince veya mef’ul olunca her birinin ayrı ayrı yerine varmasıdır. Öbür türlü ifade etseydi fa’tû lehünne olurdu. Böyle cem olarak getirilmiş olması ve “yes’elune” kelimesinden sonra gelmesi, evlilik işlerinin sosyal olay olduğuna işarettir. Özel hayat olarak görülmemesidir. Kadındaki rahim kadına emanettir. Onu bir erkekle paylaşması gerekmektedir. Kadın ve erkek onu birlikte topluluk için değerlendireceklerdir. Bu sebepledir ki rahim üzerindeki tasarruflar karı koca razı olsalar bile şeriatın dışında kullanamazlar. Bu sebepledir ki zina kocaya karşı işlenmiş suç değil, topluluğa karşı işlenmiş suçtur. Bu sebepledir ki koca olmadığı veya aciz kaldığı zaman, diğer asabesi ona nafaka temin etmekle yükümlüdür. Kur’an’ın birçok yerinde böyle getirilmesi bu hikmete dayanmaktadır.

Burada şu sual sorulabilir: Kur’an neden daha çok erkeklere hitap ediyor da kadınlara daha az hitap ediyor, yahut neden genel olarak hitap etmiyor? Bunun sebepleri şunlardır:

a)       Burada yine usulden bazı kuralları öğrenmemiz gerekmektedir. Mecaz olan ifadelerde önce karine-i mânia olacak, hakiki mânâ verilemeyecek, sonra da karine-i daiye olacaktır. Müşterek kelimelerde ise sadece karine-i daiye (dâvet eden karine) yetmektedir. Mâni karineye gerek yoktur. Hattâ mânâlardan birisi asıl olur, diğeri karineye ihtiyaç gösterir. Bu kaideden sonra şunu da öğrenmeliyiz. Arapçadaki dişi siga yalnız kadınları ifade eder. “Âlime” dersem kadın alim anlaşılır ama “âlim” dersem, karine varsa yalnız erkeği ifade eder, karine yoksa hem erkeği hem kadını ifade eder. “Âlimlere biner lira verilir” dersem, bu ifade kadın ve erkekleri ifade eder, hepsine verilir. Ama “âlimlere biner, âlimelere binbeşyüzer lira verilecektir” dersem, o zaman “âlimler” kelimesi yalnız erkekleri ifade etmiş olur. İşte, Kur’an erkek sigasını kullanır ama hem erkekleri hem kadınları kasteder. Böyle olduğu için erkek sigasını kullanır. Böyle olmasaydı, o zaman kadınlara oruç tutmak farz olmazdı, diğer emirlerin yüzde doksanı için de kadınlar muaf olurdu. Böyle bir anlayış icmaa aykırıdır.

b)       Diğer taraftan Kur’an Müslimlere emirler verir, burada kadın erkek müsavidir, aralarında fark yoktur. Ama mü’minlere hitap ederken onlara farklı görevler verir. Kadınlar çocuk doğurup büyütmekle yükümlüdürler. Erkekler ise nafaka temin edip korumakla yükümlüdürler. Görevleri farklıdır. Mü’min kadınların görevleri müslim kadınlara çok benzemektedir. Dolayısıyla müslim kadınlara emredilenler mü’min kadınlara da emredilmiş olmaktadır. Mü’min kadınlar aşiret içinde nöbet tutarlar ve görevlerini yapabilmeleri için bu yeterlidir. Bununla beraber kadınlar da bucak, il, ülke ve insanlık çapında örgütlenebilirler. Örgütlenmek zorunda değildirler. Erkek mü’minlerin görevi ise kazanmak ve savaşmaktır. Bunu başarabilmeleri için örgütlenmeleri gerekir. Bucak, il, devlet ve insanlık şeklinde örgütlenmelidirler. Yoksa başaramazlar. Kur’an mü’minlere bu görevi verirken onlara hitap etmektedir. Siyasi güç erkeklere  yüklenmiştir. Bu sebeple onlara hitap etmektedir. Mü’min kadınlar siyasi haklara sahiptirler ama siyasi görevleri yoktur. Dolayısıyla doğrudan muhatap değildirler.

c)       Demek oluyor ki, Kur’an erkeklerin siyasi teşkilatını anlatmaktadır. Çünkü o zaruridir. Ama kadınların kendi aralarında kuracakları siyasi örgüte benzer örgüt zaruri değildir. Onu kıyas yoluyla anlatmaktadır. Bugün kadınlar henüz örgütlenemediler. Erkeklerin işlerine dair örgütlenmeler yapmaktadırlar. Oysa kadınların ilimde ve ekonomide kendilerine has örgütlenmelerini yapmaları gerekmektedir. Bu hususta daha önce bilgi verildi. Diğer taraftan kadınlar erkeklerin kurdukları cemiyetlere katılabiliyorlar ama kadınların toplantılarına erkekler gidemedikleri gibi, onların kurdukları cemiyetlere de erkekler üye kılınamazlar. Görülüyor ki, kadınların kamu alanındaki görevleri erkeklerden azdır. Savaşa gitmiyorlar, diyet taksitlerini ödemiyorlar. Hakları ise erkeklerden fazladır. Onlar erkeklerin işlerinde yer alabiliyor ama erkekler kadınların işlerinde ve örgütlerinde yer alamıyorlar.   

مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمْ اللَّهُ (MiN XaYÇu EaMaRaKuMu elLAHu)  

“Allah size nerden  emretmiş ise”

Yukarıda yaklaşma yasağı konmuştur. Burada ise sınırlı şekilde yaklaşma izni verilmiştir. Bunun anlamı, kadın ve erkek ilişkisinde sadece cinsi uzuvlarda birleşme olabilir. Onun dışındaki yaklaşma yani livata denen yaklaşma haram edilmiş olmaktadır. Kur’an’da erkeklerle böyle ilişki şiddetle haram kılındığı gibi, eşlerle de olsa böyle ilişki haram kılınmıştır. Burada önce bu yasağı öğreniyoruz. Sonra erkeklerin eşleri ile birleşmeleri Allah tarafından emredilmiş olmaktadır. Dolayısıyla erkek eşiyle cinsi ilişki kurmaktan imtina edemez. Çünkü Allah bunu emretmiştir demektir. Allah’ın izin verdiği denmiyor da, emrettiği diyor.

Burada şu sorulabilir: Erkekler için verilen bu emir kadınlar için de geçerli midir? Kadınlar cinsi ilişki kurmaktan imtina edebilir mi? Kıyas ve mütekabiliyet ilkesi ile onlar da edemez anlamı çıkar.

Burada yine bir soru ortaya çıkar: Erkek cinsi ilişki kurmaktan imtina ederse kadın mihrini alarak kocasını boşayabilir mi? Aksine, kadın imtina ederse, erkek verdiği mihri geri alarak veya vermemişse vermeyerek boşayabilir mi? Bir mazeret olmadığı müddetçe, evet, cinsi ilişkiden imtina kusur teşkil eder.

Başka bir soru: Erkek kısır olursa, kadın kocasından mihri alarak boşayabilir mi? Kadının doğurganlığını önlediği ve topluluğa zarar olduğu için boşayabilir. Mihrini de tamamen almış olur.

Kadın kısır ise erkek karısını boşayıp mihrini geri alabilir mi? Hayır, alamaz. Kadın kısırsa mihrini tam vererek boşayabilir. Çünkü erkeğin ikinci eş alma hakkı vardır.

Burada başka bir soru daha ortaya çıkar: Kocası kısır olan başka bir kadın başkasının spermi ile tüp bebek yapabilir mi? Buna cevap vermeden önce şöyle bir çözüm Kur’an’a uygundur. Koca karısını boşar. Kadın kocasının kardeşi ile evlenir. Onunla çocuk yapar. Sonra ondan boşanarak tekrar eski kocası ile evlenir. Böylece kocasının yeğeni karısının oğlu olmuş olur. Bu hususta bir tereddüt yoktur.

Boşanmadan kardeşinin spermi ile karısına tüp bebek yaptırmak meşru mudur? Kıyas yoluyla bunun caiz olması gerekir. Ancak bu hususta kesin hükme varabilmemiz için böyle bir bebek yapma sağlık için sıkıntılı mıdır? Bu hususun araştırılması gerekmektedir. Demek ki bu konular da istişarî konulardır.

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ (EinNa ElLAHa YuXıbBu elTavVABIyNa)  

“Allah tevvab olanları muhabbet eder.”

Muhabbet” nedir? “Habbe” kelimesi “Hamam” kelimesi ile akrabadır. “Hamam” ısınmış alan demektir. Canlıların faaliyet göstermeleri için özel alanlara ihtiyaçları vardır. Özel iklim içinde yaşam mümkündür. Yeryüzü böyle bir hamamdır. Burada en önemli şey sıcaklıktır. Yeryüzünde sıfırın altında hayat olmaz, elli derecenin üstünde hayat olmaz. Yeryüzünü bu alan içinde tutmak, insanlar için bu sıcaklığı hazırlamak “muhabbet”tir. İnsanın bedenini ele alalım; 36.5 derece civarında olmalıdır, yoksa insan hücreleri yaşamaz. “Muhabbet etmek” demek, insanların faal olabilmesi için vasat hazırlamaktır. “Tevbe etmek” demek, yuvaya dönmek demek olan “tevvab” kelimesi ile akrabadır. “Yuva” nedir? İnsanın yaşamasına uygun sıcaklıkta bir yuvaya dönme demektir. Allah, eşler ile olan ilişkileri tanzim ederken “tevvab” kelimesi ile ifade etmektedir.

Allah insanı aile içinde yaşayacak şekilde yaratmıştır. İnsan aile dışında yaşayamaz. Allah insanı aile içinde mesut olacak şekilde yaratmıştır. Buna işaret etmektedir. Bu da ancak karı-koca arasındaki sağlıklı ilişki ile başlar. Kur’an’a dönmeden, Kur’an’ın öğrettiklerine gitmeden saadet mümkün değildir. Aile karı-koca hayatı üzerine kurulmuştur. Ailenin temeli de sevgidir. Karı kocasını severse Allah’ı sevmiş olur, Allah da onu sevmiş olur. Koca karısını severse Allah’ı sevmiş olur, Allah da onu sever. Bu sevginin devam etmesi için tarafların şeriat hükümlerini kabul etmeleri gerekir.

Şeriat ne diyor? İki şey diyor. Biri, sözleşme yapın ve yaptığınız sözleşmelere uyun. Diğeri de, hakemlere gidin ve hakemlerin kararlarını kabul edin. İşte şeriat budur. Allah ‘şunu yazın, şunu kabul edin’ demiyor, ‘anlaşın ve onu yazın’ diyor. Yazmakta anlaşamazsanız hakemlere gidin diyor. İşte bu “tevbe”dir. Yani, sözleşmeye ve hakemlere dönme ve onları kabul etme şeriattır.

Bunlara neden “tevbe” denmektedir? Çünkü sözleşme insanın doğuştan kabul ettiği bir şeydir. Hakemler de insanın doğuştan kabul ettiği husustur. Bundan uzaklaşanlar geri dönerler. Şunu hatırlamamız gerekir ki, sözleşmeler de hakemler de ancak topluluk içinde olabilir. İkili ilişki yeterli değildir. Biz ikimiz sözleşme yaparız, ama artık bizim sözleşmemiz bizi bağladığı gibi, diğer insanlar da bizimle ilişki kurarken bu sözleşmeye göre sizinle ilişki kurarlar, bu kurallarınızla onlara karşı da sorumlusunuz.

وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ(222)  (VaYuXıbBu elMuTaOahHıRIyNa)  

“Mutetahhirleri de muhabbet eder.”

Burada “muhabbet” kelimesi tekrar edilmiştir. Yukarıdaki muhabbet sosyal iklimdir, buradaki muhabbet doğal iklimdir. Canlılar için en önemli sorun temizliktir. Şöyle ki, canlılar dışardan maddeler alır ve onlardan yararlanarak yaşarlar. Sonra atıkları dışarı atarlar. Atıklar başka canlılara yem olur. Böylece ortalık temizlenmiş olur. Eğer diğer canlılar bunları kaldırmazlarsa o zaman çevre kirliliği meydana gelir ve o canlı kendi atıkları içinde ölür. İnsan ise bu canlılardan farklı yaratılmıştır, kendi atıklarını kendisinin temizlemesi gerekmektedir. Dolayısıyla vücudundan attığı pislikleri uzaklaştırmak durumunda olduğu gibi, bedenini ve çevresini de temiz tutmak zorundadır. İnsan çıplak yaratılmıştır. Elbisenin temizliği ile işe başlamalıdır. İşte, Kur’an diyor ki, eğer temizlik yaparsanız siz yaşayacak iklime ve sıcaklığa girmiş olursunuz.

Bugün insanları bekleyen dört tane dört dörtlük afet vardır. Bunun birincisi ve başlıcası çevre kirliliğidir. Hava kirlenmektedir, su kirlenmektedir, toprak kirlenmektedir, canlı genetiği kirlenmektedir. Kur’an bunu; yerde insanların kesbettiği sebebiyle fesat zuhur etmiştir diyor. İşte, Kur’an insanları temizlenmeye çağırmakta, çevre kirliliğini önleme tedbirlerini almaya çağırmaktadır. Tek kişinin temizlenmesi mümkün olmadığı için temizlik örgütünün kurulmasını emretmektedir. Bunun için erkek kurallı çoğulu getirmektedir.

O halde kirliliğe nasıl çözüm bulacağız?

a) Hava kirliliğini önlememiz için sanayi atık gazlarını havaya salmamalıyız. Ya yakarak veya suda eriterek zararsız hâle getirmeliyiz. Sonra bu kirlenmiş suları diğer kirli sularla birleştirmeliyiz.

b) Kirlenmiş sular bakterilerle arıtılmaktadır. Bazı zehirli suları ise ancak toprağın derinliklerine akıtarak temizleyebiliriz. Bunların da zararsız kimyasal birleşiklere dönmesi gerekmektedir.

c) Katı maddeler ham madde olarak kullanılmalı, kullanılamayanlar çukurlar açılarak toprağa gömülüp depolanmalıdır. Sonra insanlar bulacakları teknoloji ile bunları arındırırlar.

d) En tehlikeli kirlenme biyolojik kirlenmelerdir. Canlı genetiğine girdi mi, artık onu bir daha ayıklayamıyoruz. Bunun için suni gübre ve ilaçların kullanılması yasaklanmalıdır. Çünkü bunlarda sol moleküller üremekte ve artık onun hormonundan canlıları temizleyemiyoruz.

Bunun dışında, eşlik anlaşmaları dışında cinsi ilişkiler kurulmamalıdır. Çünkü değişik erkeklerin hormonları bir kadında birleşirse, orada kromozomlar tahrip olmakta ve habis kromozomlar ortaya çıkmaktadır. Eşler arasındaki ilişkiler de bunun için sınırlandırılmıştır. Hayızlı zamanda birleşme bunun için yasaklanmıştır.

Bu sorunun çözümü için çevre vakıfları kurulacaktır. Bu vakıflar tüm üretimden çevre kirliliği yapmasalar da pay alacaklardır. Bu paylarla çevre kirliliğini önleyeceklerdir. Bu külfetin sadece üretici veya tüketici üzerine yüklenmesi olmayacak işlerdendir. Çevre kirliliğini önleyecek başka önemli hususlardan biri de, eskimiş makine ve parçaların geri satın alınması ve bunların tekrar kullanılmasıdır. Ayrıca, atık maddelerin de satın alınması ve zararsız hâle getirilmesi ile mümkündür.

Kur’an’ın burada “mutetahhirleri sever” demesi, çevre kirliliğinin önlenmesinin topluluğa ait olması anlamındadır. Yukarıda bahsedilen temizlik aile temizliğidir, burada bahsedilen ise çevre temizliğidir. Yukarıdaki temizlik bedeni temizliktir, burada bahsedilen temizlik ise pislikten temizliktir.

***

نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ (NiSAEuKuM XaRÇun LaKuM)  

“Nisalarınız size harstır. Eşleriniz sizin ekininizdir.”

Hars”ı ekilecek yer anlamında alabiliriz. Buradaki muhatap olanlar yalnız erkekler değildir; insanlıktır. Kadınlar çocuk yetiştirme yerleridir. Nasıl ağaçta çiçekler tohum oluşturma yerleriyse, kadınlar da insanlığın çocuklarını yetiştirme yerleridir. Herkesin kendi eşi vardır. Ancak rahim ve çocuk topluluğundur. Koca karısına topluluk adına ortaktır. Onun halefidir. Kadın da rahmini topluluk adına taşımaktadır. Onun adına onu bir erkeğe ve yalnız bir erkeğe ortak edebilir. Temel felsefe budur.

Bunun sebepleri şunlardır:

a)      Kadın bir erkekle birleştiği zaman ondan hormonlar alır ve tüm vücudun hücrelerine ulaştırır. Kadın erkeğe yalnız rahmini ortak etmez, artık tüm bedenin içinde onun hormonları yayılmıştır. Kadın o kocadan gelecek spermi besleyebilecek maddeler üretmektedir. Çünkü her hücre ürettiği her maddeyi tüm diğer hücrelere de gönderir. Dolayısıyla o kocadan olan çocuğa uygun maddeler üretmektedir. Sperm bu esnada başka erkekle de birleşecek olursa, üretilen maddeler bu çocuğa uymadığı için zararlı olur. (Lütfi Hocaoğlu tarafından itiraz edildi. Erkekten kadına hormonlar geçmez. Kadın spermi besleyecek madde üretmez. Sperm beslenemeyeceğinden dolayı ölmektedir. Bu nedenle ömrü bir gündür.)

b)      Döllendikten sonra vücutta artık yalnız annenin genleri değil, babadan gelen genler de harekete geçer ve vücut değişik yapıdaki genleri yönetmeye başlar. Bu sebepledir ki kadın kocasına benzemeye başlar. Eğer burada başka erkeklerle çiftleşirse, o zaman vücutta oluşan hormonlarla kadındaki genler arasında çatışma başlar. (Lütfi Hocaoğlu tarafından itiraz edildi. Spermlerle gelen genler kadında periton içinde parçalanarak en küçük parçalara bölünür ve genetik etki yapmazlar.)

c)       Ayrıca, doğan çocuğun kime ait olduğu bilinmelidir. Bu suretle babanın mükellefiyetini erkek yüklenmelidir. Kadın çocuk doğurup büyütmekte büyük sıkıntılara girmektedir. Bunu tek başına başarma imkanı yoktur. Bir erkek yardımcısına ihtiyaç vardır. Bugün bu tahlilin DNA testi ile yapılabileceği söylenebilir. Serbest ilişkinin kiminle, ne zaman ve nerede olacağı bilinmediği için DNA testi yapacak kimseyi bulmak çok zor olacaktır. Olsa bile, onun mal varlığı bilinemeyeceği için serbest cinsi ilişki meşru olmaz.

d)      Çok önemli başka bir şey daha vardır; o da doğacak çocukların kimin olacağı bilinmediği için ileride serbest cinsi ilişki içinde kardeşlerden de çocuk doğabilir. Bu da neslin dejeneresine sebep olabilir.

Allah insanları böyle yaratmış, biz doğa kanunlarını değiştiremeyiz. Marks bugün bilinen biyolojiyi bilmediği için birtakım ütopik hayaller kurmuştur. Bugünkü Batı bu gaflet ve dalaleti içinde eriyip gitmektedir. Mü’minlerin üzerinde en çok titizlikle duracakları husus aile hayatıdır. Bugün Türkiye bu sayede yaşamaktadır. Sermaye tüm gücüyle İslâm ailesine saldırmaktadır. Bizim en çok dikkat edeceğimiz hususlar bu hususlardır.

فَأْتوُا حَرْثَكُمْ (FaETUv XaRÇaKuM)  

“Harsınıza etvet edin.”

Yukarıda Allah’ın emrettiği gibi yaklaşınız deniyor. Burada ise nasıl isterseniz öyle deniyor. Bu iki âyet arasında bir tearuz vardır. Bu durumda şartları ele alırız. Yukarıda cinsi uzuvlar dışında ilişki kurulmamasını emrediyor. Burada ise cinsi uzuvlarla istediğiniz şekilde demek diyor. Bunu nereden biliyoruz? “Harsınızdır” demesiyle biliyoruz. Harsınıza yani yere çocuk olacak biçimde yaklaşın deniyor. Burada kadın harsa benzetilmiştir. Gerçekten öyledir. Biri buğday yetiştirir, diğeri de çocuk yetiştirir.

Bunun dışında burada bize başka bir şey daha öğretilmiş oluyor.

Tarımda kamu mülkiyeti olamaz, yani büyük çiftlikler oluşsun, yahut devlet çiftlikleri oluşsun, oralarda işçiler çalışsın, üretim olsun, yani sanayi tipi üretim olsun. Bu mümkün değildir. Özel mülkiyet içinde ancak tarım yapılabilir. Nasıl ortak karı olmazsa, ortak tarla da olmaz demektir. Sanayi üretim teknolojisi tarımda geçerli değildir. Batı bu sorunu çözememiştir. Bu sorun ancak aile işletmeleri ile çözülür.

Sanayi üretim şekli tarımda neden geçerli olamaz?

a)      Sanayide siz değişiklik yapıyorsunuz, emrinize kayıtsız şartsız itaat eder. Tarımda ise siz sadece yardım edersiniz, işleri canlı kendisi yapar; siz emreden değil, hizmet edensiniz.

b)      Sanayide iş sizin ayağınıza gelir, oysa tarımda siz işin ayağına gitmek zorundasınız. Dolayısıyla merkezi üretim şekli tarımda uygulanamaz. Tarım üretimi ancak tarlanın başında çalışacak kimseler tarafından yapılabilir.

c)       Sanayide tek tip ürün vardır. Merkezi bilgi yeterlidir. Oysa tarımda her tarlanın özelliği ayrıdır. Hattâ yıldan yıla değişen şartlara göre teknoloji o tarlada ayrı ayrı uygulanır. Dolayısıyla tarımcıya siz yardım edersiniz ama o esas olarak her şeyi bilmek zorundadır.

d)      En önemlisi, sanayide işçilik geçerli oluyor. Tarımda ise işçilik geçerli olmaz. Bazen işler iyi gider, hiç emek vermeden bol ürün elde edersiniz. Bazen bütün harcamalarınız ve emekleriniz boşa gider.

İşte bu sebeplerledir ki tarlalar ancak küçük özel mülkiyetle işletilebilir. Her tarlanın kendi sahibi olacak ve kendisi çalışacaktır. Su kullananın ve toprak işleyenindir.

Kur’an burada bize işte bunları anlatmaktadır.

أَنَّى شِئْتُمْ (EanNAy ŞiETuM)  

“Nereden isterseniz.”

Cinsi ilişkide çocuk olacak şekilde yanaşmadaki ruhsattır. Tarlaların ekilmesi de böyledir. Tarla sahibi tarlasını istediği gibi eker. Ekme bakımından serbesttir; ama ekip ekmeme bakımından, boş tutma bakımından serbest değildir. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bunun için çözümler getirilmiştir.

Makroda planlama yapılırken selem senetleri planın gösterdiği miktarda çıkarılır. Ama sonra zurra/ ziraatçılar bunlardan istediğini kendisi seçer, müdahale edilmez. Tarla sahibi istediği gibi tarlasını eker. Biz bunun için makroda planlama, mikroda serbest teşebbüs diyoruz. Bunu bu âyete dayanarak söylemiş oluyoruz.

Bana sordular; Adil Düzen Anayasasında Kur’an’a dayanan hükümler var mıdır?

Ben de cevap verdim; Kur’an’a dayanmayan bir hüküm yoktur.

Kıyas ilmi bize bütün sorunlarımızı çözmemize götürür. Burada analoji vardır. Çocuk yetiştirme ile buğday yetiştirme analojisi, kadın ile çiçek analojisi kurulmaktadır.

 

  وَقَدِّمُوا لِأَنفُسِكُمْ (Va QadDiMUv Li EaNFuSiKuM)  

“Nefsiniz için takdim ediniz.”

İnsanlar niçin çocuk sahibi olurlar, çocukları niçin yetiştirirler?

Önce kendilerini anne babaları yetiştirmiştir. O halde Allah’a yani topluluğa borçludurlar. Çocuklarını yetiştirip borçlarını ödeyeceklerdir. Bunun dışında yarın onlar yaşlanacaklardır. Kendilerine bakacak kimselere ihtiyaçları olacaktır. Çocukları olmazsa onlara kim bakacaktır?

Sömürü sermayesi sömürmeyi son hadde çıkarmak için aile müessesesini yıkmış, onun yerine kreşler ve huzur evleri icat etmiştir. Bunların hiçbirisi İslâmî değildir. Çocuğun büyüyeceği yer anne ve babasının evidir. Anne veya babası yoksa, yakınlarıdır. Devlet çocukları büyütmez, çocukları büyütenlere yardım eder, destek olur. Yaşlılara da devlet bakmaz, yaşlılara aileleri bakarlar, devlet onlara destek olur.

İşte, bu âyet bize bunu bildirmektedir. Yaşlılara çocukları bakacaktır. Yaşlandığı zaman kendisine bakacak çocuklara sahip olun diyor. Evlenip çocuk yapmayı emrediyor. Çocukları olmayanlar için mufavada şirketi oluşturuluyor ve yeğenleri ile beraber yaşıyorlar.

Bakınız, yukarıdaki ifade emirdir, vücubu ifade eder. Namaz kılmak farz olduğu gibi evlenip çocuk yetiştirmek de aynı şekilde farzdır.

وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va itTaQUv elLAHa)  

“Allah’a ittika ediniz.”

Demek ki, evlenip çocuk yetiştirme işi içtihat işidir, mahalli icma işidir, mahalli icmalar işidir. Kur’an temel esasları vermekte, kalan kısımlar hakkındaki hükümlerin içtihat ve mahalli icmalarla olacağını bildirmektedir. Böylece Cuma cemaatini bu hususları uygulamakta yetkili kılmaktadır.

Kendi örf ve âdetleri de göz önüne alınarak karı koca, aile içi yetim ve yaşlılık hukuku düzenlenmektedir. Çevre kirliliğine de her bucak kendisi tedbir alacaktır. İl ve ülke kuruluşları onları destekleyecektir. Merkezi yönetim yoktur, merkezi destek vardır. Her şey yerinden yönetimle çözülür.

Kur’an’da “Allah’a ittika ediniz” dendiği zaman, bu emir Cuma cemaatine hitap olabilir. Tüm insanlara hitap olabilir. Yetkiler Cuma cemaatine verilmiştir demektir: İl ve ülke bucakları bucak yönetimine destektir demektir.

وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ مُلَاقُوهُ (Va iGLaMUv EanNaKuM MuLAQUvHu)  

“Biliniz ki O’na mülaki olacaksınız.”

O’na yani Allah’a mülaki olacaksınız. Bu dünya hayatınız düzgün giderse, ittika ederseniz, aile hayatınızı iyi götürürseniz, temizlik yaparsanız, âhirette de O’nun nimetini yaşarsınız. O’na kavuşur, O’nunla bir olursunuz. Allah bize şunu diyor; ben sizi yarattım, topluluk içine koydum, onun nimetlerinden yararlanıyor ve yaşıyorsunuz. Size âhirette bunun için ayrıca mükafat vereceğim. Yalnız bu dünya nimetleri bile bize yeterlidir.

 

وَبَشِّرْ الْمُؤْمِنِينَ(223)  (VaBaşŞıRı eLMuEMıNIyNa)  

“Mü’minleri tebşir et. Mü’minleri sevindir.”  

İşte, burada daha geniş yani kabilenin üstünde, Cuma cemaatinin üstünde bir görev vermektedir. O da mü’minlerin bu hukuku teyit etmeleridir.

Devlet ve il kendisi şeriat koymaz, kanun yapmaz, kurallar koymaz. Şeriatı her bucak kendisi için kendisi koyar. Halk ise kendi şeriatlarını kendi sözleşmeleri ile oluşturur. İl ve devlet ise bunlara güvence verir, bunları korur. Bir ambarınız olur. Oraya siz istediğiniz eşyayı koyarsınız, Sonra ona bekçi tutarsınız, o sizin koyduğunuz malları korur. Bekçi size diyebilir mi ki; ben burada bekleyeceğim ama içeriye koyacağınız malları ben seçeceğim. O zaman sen benim bekçim değilsin ki.

İşte, Roma mantığı ile Tevrat mantığı ve Kur’an mantığı arasında bu fark vardır. Romalılar kendi koydukları kuralların bekçiliğini yaparlar. Şeriat ise halkın kendisi için yaptığı kuralların halk adına bekçiliğini yapar. Bu anlayışa gelmek sanıldığı kadar kolay bir şey değildir.

***

وَلَا تَجْعَلُوا اللَّهَ عُرْضَةً (Va Lav TaCGaLuv elLAHa GuRWaTan)  

“Allah’ı urza yapmayın.”

Özür” geçmişte işlenen bir hatadan dolayı ileri sürülen sebeplerdir.

Urda” ise gelecekte yapılacaklara arıza ortaya koymaktır, yani ben yapmak isterim ama benim şu engelim var demektir. Herhangi bir iyiliğe karşı Allah izin vermiyor diyemezsiniz, Allah’ı engel gösteremezsiniz. Allah hiçbir iyiliğe karşı değildir.

لِأَيْمَانِكُمْ (Lİ EaYMANıKuM)  

“Yeminleriniz için Allah’ı urza yapmayınız.”

Burada nehy edilen iyilik yapmamak için yapılan yeminler ve nezirlerdir. Böyle yeminler geçersizdir. Ayrıca böyle yemin yaptığınız için cezası vardır. İyilik yapmak üzere yemin yaparsanız, bunun kefaretini vermek zorunda kalırsınız.

أَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا (EN TaBarRUv Va TatTaQUv)  

“Teberri ve ittika için.”

Birr” iyilik demektir.

Teberri etmek” birbirine iyilik etmek demektir.

Burada iyilik birbirine iyilik şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü Allah’a iyilik diğer insana iyiliktir. Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Allah’a iyilik edemezsiniz.

İttika etmek” de sakınmak demektir, kötülüklerden sakınmak demektir, kendini korumak demektir.

وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِ (VaTuÖLıXUv BaYNa elNaSı)  

“İnsanlar arasında ıslahta Allah’ı urza yapmayınız.”

Burada çok önemli bir ifade vardır.

“Mü’minler arasında”, “müslimler arasında” denmiyor, “insanlar arasında” deniyor.

Dini engel kabul edip insanlarla diyalog kurmak, onlarla barışmak, onlarla ticaret yapmak, onlarla değişik alanlarda işbirliği yapmak gibi Allah’ın emrettiği şeyleri tersine çevirip, ‘o kâfirdir, ben ona bu iyiliği yapmam veya onunla diyalog kurmam’ demeyiniz diyor.

Bizim ‘insanlarla birleşmek ve barış içine girmek’ şeklindeki ifadelerimizi sanki dinden uzaklaşılıyormuş gibi anlayanlar bu âyeti okusunlar; bir daha okusunlar; bir daha okusunlar. Nâs arasını ıslah için Allah’ı urza yapmasınlar.

وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(224) (Va EalLAHu SaMIyGun GaLİyMun)  

“Allah semî’dir alîmdir.”

Allah işitir, ne söylerseniz duyar, ne yaparsanız bilir demektir.

Burada semî’ ve alîm nekire gelmiştir.

Bunu sağlamak ne demektir?

Bunu sağlamak demek, bizim muhasebe ve kayıt sistemlerine ihtiyacımız var, bununla görevliyiz demektir. Bunu sağlamak, bizim “25 Genel Hizmet” dediğimiz hizmetlerin sağlanması demektir. Sistemimiz genel hatlarıyla bunlara dayanmaktadır. Bu sayede devlet semî’ ve alîm olmaktadır.

M. Lütfi Hocaoğlu’nun yapmakta olduğu program bu amaçla yapılmaktadır.

 

ADİL DÜZEN 409

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 71. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

لَا يُؤَاخِذُكُمْ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ(225) لِلَّذِينَ يُؤْلُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ تَرَبُّصُ أَرْبَعَةِ أَشْهُرٍ فَإِنْ فَاءُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(226) وَإِنْ عَزَمُوا الطَّلَاقَ فَإِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(227) وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ ثَلَاثَةَ قُرُوءٍ وَلَا يَحِلُّ لَهُنَّ أَنْ يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللَّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ إِنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فِي ذَلِكَ إِنْ أَرَادُوا إِصْلَاحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ(228)

 

لَا يُؤَاخِذُكُمْ اللَّهُ (LAv YuEAPıÜuKuMu elLAHu)  “Allah sizi muahaza etmez.”

AHZ” kabz, “KEF” avuç demektir. Açık olarak yukarıya doğru tutulup tas gibi kullanılır. “Cuma” yumruk demektir. Birleşmek, toplanmak anlamına gelmiştir. “Kabz” bir sopayı, bir kazmanın sapını tutmak demektir. “Ahz” ise avucun içine bir şeyi alıp hapsetmektir. Mufaale bâbından muahaza etmek, karşılıklı suçlayıp savunma hakkını tanımak demektir. Muahaza etmek sorguya çekmek, niçin bunu yaptın demek, savunmasını almak demektir.

Burada “Allah sizi muahaza etmez” diyerek yapılan işin soruşturulmasına sebep olmaz, cezalandırılmaz. Elimizde bulunan bütün imkanlar Allah’ındır, topluluğundur. Biz O’nun halifesi olarak onu yönetiriz. Biz birer yetkili görevliyiz. Bedenimiz de mallarımız da bizim değildir. Biz yaratmadık, O bizim emrimize verdi. Biz onları O’nun istediği gibi kullanmak zorundayız. Kimse bu benimdir, ben istediğimi yaparım diyemez. Herkes, ister beden olsun ister mal olsun, şeriata göre yani Allah’ın emirlerine göre, devletin kanunlarına göre kullanmakla yükümlüdür. Sen kendi kendine şeriata aykırı kullanma kararları alamazsın, ben aldım diye onu keyfine göre kullanamazsın. Unutmamak gerekir ki, biz kâinat fabrikasında birer işçiyiz. O fabrikada patron bize ne iş vermiş ise biz onu yapabiliriz. Kendi kendimize iş icat edemeyiz. Allah’ın halifesi olarak içtihat yaparız, sonra O’nun kulu olarak, onu amel ederiz. İçtihatsız kendi kendimize kurallar koyarsak, onunla amel edemeyiz. Onları yapmakla sorumlu değiliz.

بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ (Bi elLAĞVi FIy EaYMaNıKuM)  “Yeminlerinizdeki lağvden dolayı.”

Bir insan iki türlü tasarrufta bulunur. Biri, bir başkasıyla yapılan anlaşmadır. Oturursunuz, konuşursunuz, düşünürsünüz ve bir anlaşmaya varırsınız. Onu ağzınızla ifade edersiniz. O ahd olur, karşı taraf da kabul ederse akd olur. Burada ifade ettiğiniz şey artık size hükmeder. Siz artık ‘ben böyle anladım, niyetim böyle idi’ diyemezsiniz. İfadenin afaki mânâsı ne ise onunla sorumlusunuz. Ne var ki, bu bir borç anlaşması ise sorumlusunuz, yapmadığınız zaman da borç üstünüzden sakıt olmaz, misliyle ödersiniz.

Bu akit değil de ahit ise yani tek taraflı bir iyiliği yüklenmiş iseniz, imkanınız varsa bunu yerine getirmek zorundasınız. Yerine getirmez de karşı tarafı zarara sokmuş iseniz, onu tazmin edersiniz. Ama eğer sizin elinizde olmayan sebeplerle zorlanmadan yerine getirme imkanına sahip değilseniz, o zaman sorumlu olmazsınız. Kolaylıkla yerine getirebildiğiniz halde getirmezseniz, o zaman sorumlu olursunuz.

Şimdi, bir kimseye karşı olmayan nezirler vardır. ‘Ben yarın oruç tutacağım’ dediğiniz zaman bu nezirdir; yahut ‘sadaka vereceğim’ derseniz bu nezirdir; yahut ‘yemek ziyafeti vereceğim’ derseniz bu da nezirdir. Bunları imkanınız ve kolayınız varsa yerine getirirsiniz, kolayınıza gelmezse yerine getirmezsiniz. Bunun için bir günah işlemezsiniz. ‘Ben bu sene umreye gideceğim’ dediğiniz halde; bir mazeret çıktı, gidemediniz; bu durumda umre üzerinizden sakıt olur. Mazeret çıkmadan gitmezseniz onu kaza etmeniz gerekir. Bu tür nezirlerde yemin ederseniz, bu mazeret çıksa da yine yapmak zorundasınız. O sene gidemediyseniz başka sene gitmek durumundasınız. İnsanlık böylece gelişir ve yaşar.

Şimdi, insan helal olan bir şeyi veya hayır olan bir şeyi yapmamayı nezretse, bu nezir geçersizdir. ‘Ben et yemeyeceğim’ dese, bunun bir geçerliliği yoktur. Nezir değildir. Nezir ancak bir iyilik için, bir sevap için yapılabilir. Helal olan bir şey nezir olmadığı gibi haram olan şeyin de nezri yoktur. Yeminler için de hüküm budur. Gerek nezirde gerekse yeminde önemli bir fark vardır. Akitte ve ahitte söz önemlidir. Bir defa mutabakata vardınız mı, yazılı hâle geldi mi, artık onu niyetinize göre yorumlama imkanınız yoktur. Onu ancak hakemler yorumlayabilir. Ben niyete göre böyle kastetmiştim diyemezsiniz. Ama nezirde ve yeminde durum başkadır. Kastınız ne ise onu yapmakla mükellefsiniz. Yoksa siz hataen başka bir şey söylemiş olsanız bile, ona göre nezretmiş olmazsınız, ona göre yemin etmiş olmazsınız. Kur’an’ın başka yerinde “bima akkadtumu’l-eymane” diyor. Orada öyle uygun olmayan yemini niye yaptınız diyor. Burada ise sizin niyetiniz ne ise onunla sorumlusunuz, ağzınızdan çıkan sözlerden sorumlu değilsiniz demektir.

وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ (Va LAvKıN YuEaPıÜuKuM)  “Lakin Allah muahaza eder.”

Allah yeminlerinizi lağvetmenizden sizi muahaza etmez. “LGV” sağa sola bükme demektir. Sözlere mânâlar kazandırma demektir. Kelimeler vazedenler tarafından kendilerine göre konur, sonra biz onu başka yerlerde kullanırız. Bu sebeple lağvetmiş oluruz. İfadelerin kondukları mânâlar değil de, başka mânâlarda kullanılmasından biz sorumlu değiliz. Öyleyse bir kimse bir nezir veya yemin beyanında bulunsa, ben bununla şunu kastettim dese, biz onun kastını tasdik ederiz. Ama akit ve ahitte böyle değildir. Orada ne kastetmişse değil de, cümle neyi ifade ediyorsa ona göre hüküm veririz.Yorum da hakemlerce yapılır.

بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ (Bi MAv KaSaBaT QuLUvBuKuM)  

“Kalplerinizin kesb ettiklerini muahaza eder.”

Kalb” merkez demektir. Bir şey bir yerde toplanıp dağılıyorsa o kalbdir. Hava alanı bir kalbdir. Garajlar bir kalbdir. Su pompası bir kalbdir. Bir telefon merkezi kalbdir. Beynimiz bir kalbdir. Çünkü orada bilgiler toplanır, kararlar alınır, sonra söylenir veya yapılır. Beyninizin kesb ettiğinden sorumlusunuz demektir. Allah sizi bununla muahaza etmez. Lügatin ifade ettiklerinden değil, beyninizin kesb ettiğinden sorumlusunuz demektir. Yani kastetmiş iseniz ondan sorumlusunuz demektir.

Hukukta çok önemli iki husus vardır. Biz insanın beynine giremeyiz, içini okuyamayız, dolayısıyla zahire bakarız. Söz neyi ifade ediyorsa biz onunla hükmederiz. Fiilin cezası ne ise biz ona göre karar veririz. İçini Allah bilir deriz. Bunu öldürme hadisesiyle açıklayalım. Adam tabancasını yöneltmiş, tetiğini çekmiş ve adam ölmüşse; burada adam dese ki; ‘Benim öldürme kastım yoktu, öylesine attım!’ Elbette buna inanacak durumumuz yoktur. Ama bir doktor hastayı tedavi ederken hatalı bir ilaç verdi. Adam öldü. Burada da doktorun kasten öldürdüğünü iddia edemeyiz. Öyleyse ceza kanunlarında ne yazacağız? Şöyle adam öldürmüşse kasıt vardır, kabul edilir. Diğerleri buna kıyas edilerek hangi fillerde kasıt olduğunu kanunlarla belirleriz. Bunun dışında olanlarda kasıt yok farz edilir. O halde, kıyasla da olsa, hangi fiillerde kasıt olduğunu kanunla belirleriz.

Şimdi, bunun dışında kastın olduğunu ispat ‘kasıt vardır’ diyene düşer. Diğer taraftan bu, kanunun belirlediği hususlarda kastın olmadığını iddia eden ispat edebilir. Soruşturmacılar bu ispatı takdir ederler.

Demek ki, bir fiilin suç sayılması için kastın olmasında ihtilaf yoktur. İhtilaf o suçun var olup olmadığını tesbittedir. Hangi fiilde asıldır, hangi fiilde kastın olmadığı asıldır? Demek ki, akit ve ahitte objektif kurallara bakarız. Nezir ve yeminlerde ise kişinin beyanına bakarız. İşte bu âyet bunu ortaya koymuştur.

وَاللَّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ(225)  (VaelLAHu ĞaFUvRun RaXıyMun)  “Allah gafurdur, halîmdir.”

Allah gafurdur” demek, insanların yaptıkları eksiklikleri, hataları topluluk tamir eder, kapatır demektir. Dayanışma ortaklıkları budur. İnsan daima kusur işler ama dayanışma ortaklıkları onları giderir. İşte Allah’ın mağfireti budur. Allah bunları da diğer kulları vasıtası ile yapar. Bir şeyi nezretti veya yemin etti, biz de ona dayanarak bir iş yaptık, sonra bunun böyle olmadığını beyan etti. Biz mağdur olduk. Ama bizim Allah’ın halifesi olarak bu mağduriyeti sinemize çekmemiz gerekir. Eğer gücümüz yetmezse, dayanışma ortaklıklarınca desteklenmesi gerekir.

Kendi üretip tüketen ilk topluluklarda işler sigortasız yürüyebilirdi. Bugün sigortasız işler yürümüyor. Artık sigortasız bir hayat tasavvur edilemez. Batılılar bunu para karşılığı yapmaktadırlar. Bugünkü sigorta sisteminde büyük firmalar ayakta durabilmekte, küçük firmalar ise yok olup gitmektedirler.

İslâmiyet ise bu sigortalamayı dayanışma ortaklıkları şeklinde ortaya koymuştur. Çoklu dayanışma ortaklıkları kuruluyor. Siz bunlardan birini seçiyorsunuz. Birinize bir şey olduğu zaman hepinize olmuş kabul ederek taksitleri bölüşüyorsunuz. Burada eşitlik vardır. Mâlen ödeyemeyenler çalışarak ödemektedirler.

Halim” yumuşak demektir, tatlı demektir. “Helva” kelimesiyle akrabalığı vardır. Yani, Allah insanları hoş görmektedir, onları sıkıntıya sokmamaktadır.

Kişiler eğer kasıtları dışında nezir veya yemin yapmış olsalar, nezir ve yeminden kaçınırlardı. Dolayısıyla şekil şartı aranmaksızın herkes nezir ve yemin yapmaktadır. Yorumu da kendilerine bırakılmıştır. Buna gevşek yönetim diyoruz.

Yönetim kurallar koyar ama kurallara uymayanları da fazla sıkıştırmaz, onları rahat bırakır. Böylece insanları iyiliğe yönlendirir ama zorlamaz. İlk bakışta bu gevşek yönetim zararlı gibi görülürse de, topluluk yavaş yavaş toparlanır. AK Parti zamanında gerek ekonomide gerekse yönetimde rahatlık gelmiştir, çünkü halim bir yönetimdi. Fazla karışmıyor, insanları rahatsız etmiyordu. Topluluğun eksikliklerini de devlet tamamlıyordu.

İşte buna gafur olan, halim olan yönetim denmektedir. İnsanlar zorlanmıyor. Çıkan eksiklikleri devlet kendisi gideriyor. Esas olan sokağı kirletmemek, her yeri temiz tutmak, çöpleri sokağa atmamaktır. Ama bunun için ceza koymuyor, sokağa atılanları çöpçüler topluyor. Böylece devlet gafur oluyor, halim oluyor. Bu sıfatların nekire gelmesi bize devletin böyle olmasını ifade eder.

Aile ilişkileri arasında bu yeminle ilgili hususun getirilmesinin sebebi, ailede nezir ve yeminler vardır. Aile onunla yönetilir. Ailede işbölümü vardır. Anne çocukları doğurup büyütmekle yükümlüdür. Baba da çocukların nafakasını temin edip savunma durumundadır. Karı-koca kendi görevlerinde kendi içtihatları ile hareket ederler, bunun için sözleşmeler yaparlar. Akit ve ahitlerde bulunurlar. Bunlar objektif kurallara bağlıdır. Hakemlerin yorumu ile yorumlanır. Bir de nezir ve yeminde bulunurlar. Biri, ‘ben elimden gelirse şunları yapacağım’ der; karı kocasına veya koca karısına der. Diğeri de, ‘ben sıkıntılara da katlanarak bunu yapacağım’ der. Bunlar beyan edilir ve aile defterine yazılır. Geleceğin ailesi böyle kurulur.

Ne zaman ki kızlarımızı ve oğullarımızı bu eğitime ulaştırırız, o zaman “Adil Düzen Ailesi”ni kurmuş oluruz. Kur’an’ın emri böyledir. Bir aile defteri bulunur. Bu defterde aile kararları alınıp yazılır. Anne-baba bu deftere göre amel ederler. Çocuklar bu defterde yazılanlarla büyürler ve buna göre yuva kurarlar.

Bu aile defterinde kararlar şöyle yazılır:

a)      Karı-kocanın mutabakatla aldıkları kararlar yazılır. Defter ortak imza ile beyan edilmiş olur. Bunlar akit seviyesindedir. Burada sıkıntıda olsalar da eşler sorumludur.

b)      Karı veya koca bir ahitte bulunur, ‘bunu ben yapacağım’ der. Karşılıksız olarak taahhüt eder. Diğeri ise bunu kabul eder. Böylece bu da sözleşme hükümlerini içerecektir. Bundan gücü yettiğince sorumludur.

c)       Kadın veya erkek beyanda bulunur. Karşı tarafın onayı gerekmez. Tek taraflı beyan ortak deftere yazılır. Ben bunu sıkıntıda da olsam yerine getireceğim der.

d)      Kadın veya erkek ‘ben bunu imkanım nisbetinde yerine getireceğim’ der. İşte böylece aile içi bir şeriat oluşur. Aile içinde yer alan herkes, ailenin sıhri yakınları bu aileyle böyle ilişkiler kurarlar.

Aralarında niza çıkarsa hakemlere giderler, hakemlerin kararları da bu defterde yer alır.

Biz henüz cahiliye devrindeyiz. Bunları yazacak seviyeye ulaşmış değiliz. “Adil Düzen Sitesi” bunları yapabilenler tarafından kurulur. Kur’an’ın ‘az olsun çok olsun yazınız’ âyeti bize yeni uygarlığı nasıl kuracağımızı anlatıyor. Mü’min odur ki, şeriata göre hareket eder; insanlar şeriatı akit, ahit, yemin ve nezirlerle kurarlar. Allah bize içtihat yapın öyle amel edin diyor. Karı-koca da yuvalarını yönetirken şeriata göre yönetecekler, şeriatı da kendileri kuracaklardır.

Evlenecek genç kimselere tavsiyem budur; kız olsun erkek olsun, böyle evlilik yapınız. Kim bu şartlarla anlaşırsa onunla evleniniz. Bugün gençler acele etmiyorlar. Bence acele etsinler ama bu engeli aşsınlar. Böylece III. bin yıl uygarlığının ailesini kursunlar. Biri aile defterine ailelerin tarihini yazsın.

İşletmeler için de durum budur. Marketimizi çalıştırabilmemiz için muhasebe defterimizin yanında bir de karar defteri olacaktır. O kadar dağınık ve meşgulüz ki, bunları yapamıyoruz. İçinizden birileri çıkmalıdır, nezir etmelidir, hattâ yemin etmelidir de bizi bunları yapmaya zorlamalıdır.

***

لِلَّذِينَ يُؤْلُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ (Li elLAÜIyNa YuELUvNa MiN NiSAEıHıM)  

“Nisalarına i’lâ edenler için şöyle yapmak vardır.”

Kur’an karı-koca arasında ülfeti sağlamak, aile müessesesini yaşatmak için müesseseler geliştirmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz.

a)      Önce serbest cinsi ilişkileri yasaklamış, böylece herkesi evlenmeye zorlamıştır.

b)      Sonra akrabalık müessesesini koymuş, aralarında evlenmeyi yasaklamıştır.

c)       Karı-koca arasında işbölümü yapmış, herkese yapabileceği işi vermiştir.

d)      Nikâhta mihir müessesesini getirerek evliliğe mâli teminat getirmiştir.

e)       Boşanma müessesesini getirerek evlenmeleri kolaylaştırmış, evleneceklere geriye dönme imkanını sağlamıştır.

f)       Karı-koca arasında hakemlik müessesesini koyarak, mahkemelerde sürünmeden aralarındaki sorunları kendi aralarında çözme imkanını sağlamıştır.

g)       Karı-koca arasındaki işbölümünü akrabalık dayanışması içinde genişletmiştir.

h)      Miras müessesesiyle akrabalık arasındaki dayanışmayı teyit etmiştir.

Bütün bunların dışında dört müessese daha getirmiştir.

a)      Velayet müessesesi. Her kadın kendisine bir siyasi temsilci seçer, o onun siyasi vekilidir. Kadın istediğinde bu siyasi temsilcisini değiştirebilir, ancak temsilcinin haberi olmadan bir iş yapamaz. Mesela, çıktığı seyahatlerden, katıldığı toplantılardan bu velinin haberi olması gerekir. Genel olarak örfte bu kocaya tanınmış bir hak olarak kullanılmaktadır. Oysa bu kocaya değil, kadının kendi seçtiği korumasına aittir; isterse kocası da olabilir. Kadın korumasını kendisi seçtiği için onun hürriyetine dokunulmamış olmaktadır. Ama yaptığı işlerden onu haberdar etmek durumunda olduğu için de güvenliği sağlanmaktadır. Kadın kendisine mü’min veli seçerse mü’min olur, müslim veli seçerse müslim olur.

b)      Hacr müessesesi. Kadın kendisini koruyamaz durumda olur, velisi onun serbest hareketlerinden endişe ederse hakemlere başvurarak onu hacr ettirebilir. Bundan sonra sadece haber vermekle değil, izin almakla da sorumlu olur. İzin almadan kadın istediği yere gidemez. Burada bazı tedbirler alma yetkisine sahiptir. Seyahatleri kısıtlayabilir, toplantılara katılmalarını yasaklayabilir. Belli kadın ve erkeklerle olmaya sınır getirebilir. Ayrıca karı-koca arasındaki ilişkileri ceza olarak verebilir. Koca diğer kadınlarla birlikte olmaya devam eder. Bütün bunların müeyyidesi olarak da iz bırakmayacak te’diben dövme yetkisine de sahiptir. Kadın bu şekilde hareket eden velisini değiştirebilir. Ancak sonra eğer kadın kötü yola düşerse, tedbiri almayan veli sorumlu olur. Kimse almazsa, kadının anne ve babası bundan sorumlu tutulur. Onlar da almazsa, kocalar bunlardan sorumlu tutulur. Bu suretle hacr edilmiş kadın hakemlere giderek kendi üzerindeki bu kararı kaldırtabilir. O zaman diğer kadınlar ile erkekler arasında hiçbir fark kalmaz. Erkekler azarlarsa, onlar ilçelerinden sürülürler. Kadınlar sürülmez, hacr edilirler. Yani, bildirme zorunluluğu yerine izin zorunluluğu ortaya çıkar.

c)       İla müessesesi: Erkeklere tanınan diğer bir tedbir müessesesi de iladır. İlada koca karısından uzak durmakta, cinsi ilişkide bulunmamaktadır. Erkek bütün kadınlardan ve cariyelerden uzak durmaya karar vermiş olur. Bu iladır. Bu uzak durma en çok dört ay sürebilir. Bu bir tür nezir hükmündedir. Cezası erkeğin kadınlardan uzak durmasıdır. Gecelerini de bölüşmez. Bu karısına karşı alınmış bir tedbir değildir. Genel olarak kadınlar erkeklerini çok severler ama aynı zamanda onların sırdaşıdırlar. Başkalarına kızarlar, hırslarını kocalarına saldırarak çıkarırlar, böylece deşarj olurlar. Kocalarına verdikleri eziyetten haberdar değildirler. Ama boşanmaya gelince, ayrı olmaya gelince de dayanamazlar. Onlar kocalarına kızdıkları için değil, kızacak başka kimse bulamadıkları için kavga çıkarırlar. Erkeklere verilmiş imkan onlardan uzak durmaktır. Böylece ne sağlanır? Bir taraftan kocanın ne kadar kötü durumda olduğunu gösterir, diğer taraftan kadınlara da tehlikenin durumunu belirtir. Hem erkeğe hem kadınlara gerekli cezadır. Kendi kendilerine verilen cezadır. İyi geçinin demektir. İlanın her zaman dört ay olması gerekmez. Belli günleri belirleme ile birkaç gün için de olabilir. Hattâ ila yaptıktan sonra erken de vazgeçebilir. Bunda beis yoktur. Yemin olmadığı için de bir ceza sözkonusu değildir. Yalnız ila en çok dört ay sürebilir. Dört ay dolunca koca istediği kadınları boşar, istediği kadınlarla yaşamaya devam eder. Elbette koca dört ay beklemeden de doğrudan karısını boşayabilirdi. Ama burada bir bekleme eğitimi devresini tanımıştır. Evli kalıp boşamak. Bunun başka yararı, bunun sayısı yoktur. Ama boşanma sayılıdır. Üç defa boşadıktan sonra bir daha evlenemezsin.

d)      Zihar müessesesi: Zihar da ila gibidir. Ancak ziharda yemin vardır, ilada yemin yoktur. Rücu edince, yemin olduğu için Kur’an’da gösterilen kefaret cezaları ile cezalandırılır. O cezalar sırasıyla şunlardır. Köle azat eder, azat edecek köle bulamayan peş peşe iki ay oruç tutar,   peş peşe iki ay oruç tutmaya gücü yetmiyorsa 60 miskini yedirir. (Mücadele Sûresi, 58/3-4)

تَرَبُّصُ أَرْبَعَةِ أَشْهُرٍ  “Erbaa eşhur (dört ay) tarabbus vardır.”

RABASA” “BASARA” kelimesinden kalb/çevirme iledir. İntizar etmek demek, beklemek olduğu gibi, ibtisar etmek de beklemektir. “İbtisar” kullanılmaz, “Rabasa” kullanılır. Beklemek vardır. Buradaki bekleme kendi iradesinde beklemedir. Bir nevi ruhsattır, müddettir. En çok o zamana kadar bekleyebilirsin demektir. Tecilde ise o zamana kadar beklemek zorundasın demektir. “TERABBUS” son tarihtir, “Tecil” ilk tarihtir.

Dört ay” nedir? Senenin üçte biridir. Ama asıl beklemenin sebebi insanın o müddet içinde gerekli kararları alabilmesidir. Ölen birisinin iddeti ise dört ay on gündür. Orada on gün uzun tutulmuştur. Bu, yakınlık derecesini ifade eder. Biz yuvarlatır öyle hareket ederiz. Dört ay on gün erkene alınmıştır. 10/128=5/64=1/13 yahut 1/12,5 olarak alabiliriz. Bu da 8’de 1 etmektedir. 128 gün ise ikili sistemde 64’ten sonra gelen sayıdır. Birbirinden uzak kalan kimselerde önce özleme başlar. Bu özleme 128 güne kadar yükselir. Sonra artık unutulmaya başlanır. Uzun zaman geçince de artık unutulur. Bunun için bekletiliyor. Dört ay sonunda artık en büyük özlemeye geçilmiş olur. Orada karar evliliğin lehine olur. Ondan sonra bekletmenin bir yararı yoktur.

فَإِنْ فَاءُوا (Fa EiN FAvEUv)  “Fey’ ederlerse.”

Fey’ etmek” yerine getirmek anlamına geldiği gibi, aşağıya dönme demek de olur. “Fey’i zeval” demek, zevalin geçmesi demektir. Biz bu müddeti 44 dakika olarak hesaplıyoruz. Ay günde bu kadar geri kalmaktadır. Biz müddeti zevalin fey’i için kullanıyoruz. Bu zaman içinde öğle namazı kılınmaz. Gölge en kısa duruma gelmiş ve uzamaya başlamıştır.

Dört ayı doldurduktan sonra artık karar zamanıdır. Ya geri dönülecek yahut karar verilecektir.

Acaba bu zaman ne kadardır? Bunun için biz düşünme müddeti olarak 10 gün diyoruz. Böylece iddete kadar düşünme şansını vermiş oluyoruz. Bu müddet içinde istediği karısına dönebilir. Hangisine dönerse onunla yatabilir. Ama sonra bu kısmette yani taksimatta hesaplanır. Boşayacağını da boşamış olur. On gün içinde boşayabilir, ama kendiliğinden boşanma on gün sonunda olur.

Bu arada “Fa” harfi gelmiştir. Bundan önce boşayamaz veya ilayı bitiremez gibi bir mânâ verilemez, çünkü her zaman boşama imkanına sahiptir. Dolmadan boşarsa boşadığı kimseyi boşamış olur. İla devam eder. Ama ondan sonra ilayı kaldırabilir.

Burada üzerinde durulacak başka bir mesele vardır. Neden çoğul kullandı, neden gaip kullandı?

Demek ki bu hükümler mezheplere göre değişiktir. Herkes kendi mezhebine göre amel edecektir. Kurallar vardır, bucakta istişare ile tesbit edilir. Başkan istişare eder ve başkan ortak vekil olarak karar alır. Hakemlere gidilip karar iptal edilebilir. Burada ise her dayanışma ortaklığı kendi içtihatlarını uygular. Demek ki, buradaki “Fa”yı ondan önce yapmaz anlamında değil de, en geç o zaman içinde karar vermek durumundadır.

فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(226)  (FaEnNa elLAHa ĞaFUvRun RaPIyMun)  “Allah gafurdur, rahimdir.”

Yani, bu yolla bırakılan açıklar kamuca kapatılır demektir. Bu kararlar muhasibe bildirilir, muhasip bunların hepsini hesaba geçirir. Nikah geçirildiği gibi ila da geçirilmiş olur, talak da geçirilmiş olur.

Aile defterinde alınan kararlar, yazılan kararlar bir muhasebe kaynağıdır. Kişilerin muhasipleri ve kayıtçıları bunları tescil ederler.

Rahim” kelimesi ifade edilmiştir. Geri döndükleri zaman eğer bir sıkıntı varsa bunu topluluğun gidermesi gerekir. Bu ilanın başka bir faydası, ilayı yapan kocayı duyduğumuzda bu ailede sıkıntı vardır diye anlarız ve onunla ilgileniriz. Giderebileceğimiz eksiklik varsa gideririz. Böylece yukarıda “halim”, burada “rahim” kelimesi getirilmiştir. “Halim” ufak tefek kusurlara göz yummak, insanları rahatsız etmemektir. “Rahim” ise gerekli yardımı yapmadır. Bu eksiği gidermeden ziyade daha iyi hayata ulaştırma demektir.

İslâmiyet kişilere kazandırır, kazandırdıklarına da ortak olur. Akit ve ahide benzer şekilde ortak eder, yani alacaklı hâle getirir ve ortak eder. Ayrıca yemin ve nezir yoluyla ortak olmalarını ister, yani gönlüne göre iyilik etmesini sağlar.

Böyle sorunları olan ailelerle meşgul olmamızı yani yönetimin meşgul olmasını Allah bize emretmektedir. Nereden biliyoruz? Gafurdur, rahimdir deyip nekire getirilmesinden anlıyoruz.

İşte usul budur. Bir varsayım ortaya koyarsınız, her yerde onu o varsayımlara göre yorumlarsınız. Sonunda bir şır’a ortaya çıkar. Bu şır’ayı yaşarsınız, başarıya ulaşılır. Demek ki varsayımlar doğrudur.

Mezheplerin müçtehitleri böyle yaptılar ve bin yıldan fazla süren bir uygarlık ortaya çıktı.

Bizim içtihatlarımızı uygulayan olursa; -ki olacaktır,- o zaman bu varsayımlara göre de bir uygarlık doğarsa; -ki doğacaktır,- bizim varsayımlarımız doğrudur; hiç olmazsa bin yılımız için doğrudur. Başka varsayımlar da konabilir, ona göre Kur’an yorumlanabilir. Onların varsayımları da elbette doğrudur. İnsanlar bizim yaptıklarımıza kulak vermeme yerine, bizden daha iyisini yapma cihetine gitmelidirler.

***

وَإِنْ عَزَمُوا الطَّلَاقَ (VaEın GaZaMUv elOaLAQa) “Talaka azmederlerse.”

Buna on gün içinde karar vermek durumundadırlar. “Ve” harfi ile atfedildiği için fey ile talak birlikte yapılacaktır demektir. Karar verilmediği takdirde talaka karar vermiş sayılacaktır. Burada fey zamanı bittiğinde karar hemen gerçekleşmez. Talaka azmetmiş olmak gerekir. Talak kararını vermezse kadın hakemlere gider ve hul’ yapılmış olur. Kadın gitmezse o zaman kadının nafaka hakkı devam eder. Kısmet devam etmez, yani kadın nafaka alır ama artık evli değildirler, cinsi ilişki kuramazlar. Kurarlarsa nikah yapılmış olur. Yeniden mihir sözkonusudur demektir.

Burada yeni bir müessese ortaya çıkıyor. Koca boşamıyor ama ayrı duruyor. Kadın nafaka alıyor. İstediği zaman boşanıyor ve mihrini de alıyor. İkinci evlilik yapan kocalarına karşı bu durumu uygulayan kadınlar vardır. Kocaları  ile ilişkiyi kesiyorlar. Ama çocukları ile kalıyor. Nafaka alıyor. Evlenmeye niyetli olmadığı için de kocasız kalmak istemiyor. Sovyetlerde birçok kadının durumu böyledir.

Buradaki “Va İn Azamu et-Talâka” deyip boşanmayı tesis etmekle bu müesseseyi de koymuş olmaktadır. Kur’an bu fiili durumu hükümlere bağlamış olmaktadır.

فَإِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(227)  (Fa EinNa elLAHa SaMIyGun GaLIyMun)  “Allah semidir, alimdir.”

Nikahta resmi memura ve kayıtlara gerek yoktur. Taraflar nikah yapar, biz evlendik diye ilan ederlerse yani akdi açık yaparlarsa nikah tamamlanmış olur. Aleniyet için de sadece bildirmeyi yeterli görüyoruz. İki şahide soruşturmacıya bildirmekle nikah tamam olur. Biz yazılı olması gerektiğini öneriyoruz. Şart değil ama farzdır. Şahit şartı da bizce yoktur. Yazıp imzalamaları yeterlidir. Sonradan şahide mukaveleyi verebilirler. Ama boşanma böyle değildir.

Burada “semidir” dendiğine göre, şahitlerin huzurunda ben bunu boşuyorum demiş olması, kadının da ben de boşanıyorum demiş olmaları gerekir, beyan etmeleri gerekir.

Semiun” dendiği yerde kavli akit gerekmektedir. “Alimun” kelimesi ile bunların muhasebeye geçmesi ve resmi kayıtlarda yer alması gerekir, yani evlilik de boşanma da kayıtlarda yer almalıdır. Herkesin bunların evli olduğunu veya boşandığını bilmesi gerekir.

***

وَالْمُطَلَّقَاتُ (Va eLMuTalLAQAvTu)  “Boşanmış kadınlar.”

Bunun dişi kurallı çoğulla getirilmesi demek, bunların organize olmaları gerekmektedir demektir. Dul kadınlar özel statüye tâbi olacaklardır. Şimdi sorun şudur. Kredi haktır, herkesin kredi alma yetkisi vardır. Burada iladan sonra oluşan talakı anlatmaktadır.

Va” harfi ile atfedilmiştir. Sonra mutallakalar dişi kurallı çoğul gelmiştir. Dört ay bekledikten sonra boşanmışlardır. Zaten dört ay ayrı kalmışlardır. Bir daha iddetin beklenmesi nedendir?

يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ (YaTaRabBaSNa Bi ENFuSiHinNa)  “Kendi nefislerinde beklerler.”

Burada neden “Bi Enfusihinne” denmiştir? Her birinin kendi iddetini beklemesini ifade etmek için bu ifade getirilmiştir. Üç kur’ beklerler. Ama her biri kendi üç kur’unu beklemiş olur. Eğer burada “Enfusihinne” gelmeseydi hepsinin birden üç kur’ beklemesi gerekecekti, yani ortak bir kur’ sözkonusu olacaktı. Mutallakaların dişi kurallı çoğul gelmesi sebebiyle bu şekilde boşanmış olanların özel durumları vardır. Bu ne olabilir?

Bunu şu şekilde açıklayabiliriz.

Bu kendilerine verilecek çalışma kredileriyle ilgilidir. Erkekler çalışma kredilerini alırlar ve bu kredilerle işverenlere giderler. İşverenlere sermayeleri ile gitmiş olduklarından işverenler bunlara kolayca iş verebilirler. Böylece işverenlerin sermaye sorunu olmaz, sadece bilgi ve işçi bulma sorunu olur.

Şimdi şu soru sorulabilir. Kadınların acaba bu krediden yararlanma hakları var mıdır?

Kadınların bu krediden payları, mirastaki paylara kıyas ederek erkeğin yarısı kadardır. Daha doğrusu kızların kredi hakkı erkeklerin yarısıdır. Erkekler ağır iş yaparlar, ücretleri de fazladır. Kadınlar hafif iş yaparlar, ücretleri de azdır. Krediyi böyle alırlar. Ama kendileri işverenle anlaşarak istedikleri kadar ücret alabilirler, kendileri işyeri kurarak istedikleri kadar kazanırlar. İşveren kredisi bakımından erkeklerden farkları olmayacaktır. Kızlar evlensinler diye kız iken aldıkları krediler de böyledir. Bu durum evli kadınlar için de aynıdır, yani erkeklerin aldığı kredinin yarısını alırlar. Ancak boşandıktan sonra ise artık onlar bir defa evlenme emrini yerine getirmiş oldukları için erkeklerle eşit kredi alırlar.

Böylece, bir defa evlenmenin farz olduğunu, ondan sonra isteyen kadının dul kalabileceğini istidlal ediyoruz. Kıyasen erkekler için de bu böyledir. Ömründe bir defa evlenenler farzı yerine getirmiş olurlar. Hac gibidir. İşte, biz “mutallakat”ın dişi kurallı çoğul olmasını böyle yorumluyoruz. Başkaları başka şekilde yorumlayabilir. Onlarınki belki bundan daha iyi bir yorum olabilir, o zaman o tercih edilir. Ama yorum yapamayanlar yorumumuzu uzak yorumdur deyip kesip atamazlar. Bunlar şimdi çözülmüştür.

ثَلَاثَةَ قُرُوءٍ (ÇaLAÇaTa QuRUvEin)  “Üç kuru’ beklerler.”

Karn” boynuz demektir. Bazı hayvanlar her yıl bir boğum boynuz uzatırlar. O sebeple her nesle bir karn denmektedir. “Hemze” ile “Nun” harfi arasında yakın akrabalık vardır. Üstünlü tenvin ile Nun olur.

Burada da “KAR’” bir dönem demektir. Kadınların ay başları arasındaki dönem kar’dır. Çoğulu “KURU’” gelmektedir. Burada ihtilaf vardır. Üç hayız olma müddeti mi beklenecek, yoksa üç temizlenme müddeti mi beklenecek? Ebu Hanife’ye göre üç defa hayız görecek anlamındadır. Kur’an’ın öngördüğü boşama şekli de kadın hayızlı iken boşanmamalıdır. Çünkü o zaman karı koca arasında uzaklaşma vardır. Temiz iken talak yapılmalıdır. Ondan sonra da üç hayız müddeti beklenmelidir. Dolayısıyla tam üç ay geçmiş olacaktır.

Bunu başka bir kıyasla da tesbit edebiliriz. Hayız görmeyenler üç ay beklerler. Bu bekleme hayızdan kesilmenin çocuktan geldiğini bilmek içindir. Hamile kadın üç ay sonunda hamile olduğunu kesin olarak anlar anlamındadır. Ayrıca bu müddet kadının vücudunun erkeğin hormonlarından temizlenmesidir.

Bize göre bir kadında eğer üç aydan kısa zamanda iki ayrı erkeğin menileri birleşecek olursa, virüs veya bakterilerde mutasyon olmakta ve zararlı bakteriler veya virüsler ortaya çıkmaktadır. Bu da hastalıklara neden olmaktadır. AİDS hastalığı budur. Bu husus üzerinde araştırma yapılmamıştır. Bizim Kur’an’dan istidlâlimiz budur. İşte bunun için her halükârda üç aylık tam devre tamam olmalıdır diyoruz. Ebu Hanife kendi içtihadını istibrai rahm ile açıklamaktadır. Yani hamile olmadığını gösteren temizlenme değil, kirlenmedir der.

وَلَا يَحِلُّ لَهُنَّ أَنْ يَكْتُمْنَ (VaLAv YaXılLu LaHunNa EaN YakTuMNa)  

“Ketm etmeleri kendilerine helal olmaz.”

Buradan açıkça anlaşılıyor ki, üç ay sonunda kadın hamile olduğunu kesin olarak anlar. Belki tecrübe görmemiş kadın bunu anlamayabilir, ama diğer tecrübeli kadınlar onun durumunu tetkik ederek hamile olduklarını anlayabilirler. Bu müddet en kısa dönem olan altı aylık hamileliğin yarısıdır. Dokuz ayın üçte biridir. Çoğul gelmesinin hikmeti de budur. Kadınların anlamasıdır. Tıp yardımı ile bugün çok erken hamilelik anlaşılmaktadır. O zaman beklemeye gerek var mıdır?

Yukarıda izah ettik, beklemeye gerek vardır. Çünkü hormon veya meni karışımı mutasyonlara sebep olmaktadır. Ancak burada “ketm etmesinler” sözünden başka mânâlar da çıkarabilmekteyiz. Kadın erkek birleştiği zaman erkeğin menisi yumurta ile hemen birleşmez. Meni bir özel yere alınıp saklanır. Kadın yumurtası geldiği zaman onunla birleşme olmuş olur. Böylece döllenme ile birleşme arasında zaman geçmektedir. Bu zaman ne kadardır? Bu hususta tıp bugün kesin müddet verebilmekte midir? Bu husus incelenmelidir. Ama âyet burada şunu ifade ediyor ki, bu kalan spermler iki hayız sonra da döllenme yapabilir, yani birleşmeden iki ay sonra da kadın hamile kalabilir. Bu sebeple bu müddeti beklemek gerekmektedir. Tıp bunu önceden belirleyemez. Bir başka bilgi de gebelik testinin sağlığı ile ilgili olabilir. Kurbağa testinin bir zararı olmayabilir. Ama şua ile muayeneler cenin üzerinde genetik tahribat yaptığı için onunla test yapmak haram kılınmıştır demektir.

مَا خَلَقَ اللَّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ (MAv PaLaQa elLAHu FIy EaRXAvMıHınNa)  

“Allah’ın rahimlerinde halk ettiğini.”

Kur’an’da insanın meni ile yaratıldığını söylemekte, kadınların tarla olduğu söylenmektedir. Bu sanki kadınların yumurtaları yokmuş gibi anlaşılabilir. Oysa döllenmiş hücreye “alak” denmektedir. Kadınlar için de kıyasen meni yerine yumurta sözkonusu olmaktadır. Burada insanın baba cinsi organlarında değil, anne cinsi organında rahimde halk edildiğini söylemektedir, yani insan anne karnında yaratılmaktadır. Bu da döllenme sonucu ortaya çıkmaktadır. Bir ceninin eğer gün olarak ömrü tesbit edilebiliyorsa, o tarihten itibaren gerisin geriye sayıp o tarihte halk edildiği kabul edilebilir. Ama asıl kabul üç ay geçer, hayız olmazsa o zaman üçüncü temizlemeden 90 gün geriye gidilerek o günden itibaren kişiliğini başlamış kabul edebiliriz.

Tıp daha hassas tesbit yapabiliyorsa o kadar geri gidilebilir.

M. Lütfi Hocaoğlu bu konularda bir makale yazabilir ve o makale bu tefsire eklenir.

إِنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (EiN KunNa YuEMNinNa Bi ElLAHi Va eLYavMı el APıRı)  

“Allah’a ve ahir yevmine iman ediyorlarsa.”

Bu ifade bize âhirette gece gündüz olmayacaktır yani bir gün olacaktır anlamını vermektedir. Çünkü son gün olacaktır. Son gün kıyamet günüdür. Bir gece bir gündüz sözkonusudur. Ahir dönem de anlaşılabilir. Cennette hep gündüz olacaktır. Güneşli yer olacak, gölgeli yer olacaktır. Karanlık yer olacak, aydınlık yer olacaktır. Uyuyacak mıyız, yoksa buna gerek kalmayacak mı? Yaşlanma olmadığına, ölüm olmadığına göre, uyumamız gerekecek midir?

Bu hususta bilgi sahibi olmamız için Kur’an’ın bu husustaki âyetlerini alıp incelememiz gerekmektedir.

Biz sadece yorum yapıyoruz, içtihat yapmıyoruz. Bu demektir ki, buna dair âyetleri bir araya getirip incelersek o içtihat olur. Biz bunu fıkıhta yapıyoruz ama tefsirde sadece bu âyetten anladıklarımızı yazıyoruz.

III. bin yıl uygarlığının oluşması için ne kadar çok insanın ne kadar çok zaman içinde çalışacağını buradan anlamış oluyoruz. Uygarlık ilk günlerde başlayıp sonra devam etmez. Tıpkı bir ağaç gibi önce çimlenir. Sonra yavaş yavaş büyür, dallanır, çiçekler verir, üretim yapar. Sonra yaşlanır. Kovuklar meydana gelir, sonunda rüzgar onu yıkar ve ortadan kaldırır.

Biz şimdi III. bin yılın başında bu bin yılın uygarlığının tohumlarını atıyoruz. Kimse hemen meyvelerini toplayacağımızı sanmasın. Bunun meyvesi ancak birkaç asır sonra alınacaktır. Ama bizim diktiğimiz ağaç o meyveyi verecektir. Allah bizi bugünlerde yarattı. Bize Adil Düzene göre Kur’an’ı yorumlama görevi verdi. Biz onu yapıyoruz. Uygulama müesseseleri için çabalıyoruz. Market ve ahşap evler denemeleri içinde muhasebemizi geliştiriyoruz. İdeal bir duruma geleceğimizi sanmayalım. Biz sadece bir adım atıyoruz.

وَبُعُولَتُهُنَّ (Va BuGuLaTuHunNa)  “Baalleri”

BA’L” kelimesinin “BAĞL” kelimesi ile akrabalığı vardır. “Bağl” katır demektir. Katırlar doğurmazlar, erkekler de doğurmazlar. Koca demek, doğurmayan eş demektir. Bunun dışında “BOĞA” kelimesi ile akrabalığı vardır, o da dölleyen öküz demektir. “Zevc” kelimesi eş demektir, karı veya koca demektir. Fasih Arapçada “zevce” yoktur. Kur’an kadın için de erkek için de “zevc” kelimesini kullanır. Koca anlamında “BA’L” kullanılır. Kocaları onların diğerlerinde ehakdır yani daha çok hak sahibidirler.

Bundan sonraki açıklamaları anlayabilmemiz için boşanma hükümlerini hatırlamamız gerekmektedir. Önce ila yapıyorsunuz. Dört ay geçtikten sonra ya geri dönüyorsunuz, ya da boşuyorsunuz. Hiç ila yapmasanız da boşayabilirsiniz. Temiz iken boşama yapmanız gerekir. Ondan sonra kadın üç ay rahmini temizlemek için bekliyor. İşte bu üç ay içinde geri dönebilirsiniz. Yeniden mihir vermeniz gerekmez, yeniden nikah yapmanız gerekmez. Buna “talakı rıc’î” denmektedir. Geri dönmek onunla cinsi ilişki kurmakla olur. Kadın talakın devam etmesini ister, geri dönmezse o zaman kadın kusurlu olur, mihirden tenzilat yapılır. Eğer üç temizlenme müddeti geçerse, üç ay geçerse artık talak tamam olmuştur. Buna “talakı bâin” denir, yani kesin talak demektir. Bundan sonra tekrar evlenebilirler. Ancak yeniden mihir ve yeniden nikah gerekmektedir. Kadın artık evlenmeyebilir.

Bundan sonra yeniden bir talak olursa aynı hükümler geçerlidir. Birinci talakla bu talak arasında bir fark yoktur. Üçüncü defa talak olursa, o zaman iddeti yine bekler ama artık onunla bir daha o kadın evlenemez, ona haram olur. Bu kadın başka koca ile evlenir, o koca boşar, iddeti dolar, bâin hâle gelirse yeniden evlenebilir. Bu sefer sayı sıfırdan başlar.

أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ (EaXaqQu Bi RadDiHinNa)  “Onları reddetmekte ehaktırlar.”

EHAK” demek talak olmuştur, ama geri almak caizdir demektir. Talak olmasaydı sayıya girmezdi. Demek ki talak geri alınmıyor. Talak talaktır. Ancak boşayan koca diğerlerinden daha ehak olduğu için geri alabilmektedir. Burada kocalarına bu hak verildiğine göre karıların rızaları şart değildir demektir. Dolayısıyla yeniden nikah akdedilmeyecek, yeniden mihir verilmeyecek demektir. Çünkü mihir nikah akdinin gereğidir.

فِي ذَلِكَ (FIy ÜAvLıKa)  “Bu durumda.”

Yani üç ay içinde burada bu esnada denmektedir. Aslında “Fî Tilke” yani müennes olması gerektiği halde, -çünkü üç tuhurdur,- müzekker işaret gelmiştir.

İşaret ismi zamirden farklı olarak cümlelere, kavramlara, olaylara gidebilir. Dolayısıyla burada işaret edilen üç aylık müddet olduğu için ona erkek işaret sıfatı ile işaret etmektedir.

إِنْ أَرَادُوا إِصْلَاحًا (EiN EaRADUv IÖLaXan)  “Islahı murad ederlerse.”

Boşamadan barışıp onlarla birlikte olmayı murad ediyorlarsa.

Bu ifadelerde hep erkekleri ve kadınları çoğul olarak kullanmaktadır. Çoğul çoğula izafe edildiği için herkes kendi eşini boşarsa anlamında olduğu açıktır. Ancak neden çoğul sigası getirilmiştir?

Çoğul sigası ile anlatılmıştır, çünkü boşama olayı sosyal bir olaydır. Topluluğun içinde topluluğun koyduğu kurallarla olacaktır. Birinin boşadığını diğeri hemen alamamaktadır. O halde boşamada kadın bir ara kocasız kalmaktadır. Bütün erkekler boşamış bulunmaktadır.

Islah” uygunluk demektir; yani eşler birlikte yaşayacak ve evlilik hayatı sürecekse demektir.

Bunun için ne gerekmektedir?

a)      Evlenecekler arasında kesin işbölümü olacak ve yetkiler belirlenecektir. Kadın çocuk doğurup büyütecek, erkek nafaka temin edip savunacaktır. Bu yalnız ailede değil, ortaklıklarda ve işletmelerde de hep böyledir. Kim ne yapacak ve yetkiler nelerdir bilinecek. Bunun için belli mezheplerin görüşü benimsenecektir.

b)      Karı-koca arasında mutlaka sözleşme yapılacak ve bu sözleşmeye uyulacaktır. Bunun için bir aile karar defteri tutulacak ve işletmelerde olduğu gibi kararlar yazılacaktır. Kararlar yine yazılı olarak değiştirilecektir.

c)       Baştan boşanma tazminatı konacak, boşanmalarda taraflara serbestlik tanınacaktır. İsteyen istediği zaman evliliğe son verebilir, boşama olur. Erkek boşarsa ve kadının kusuru yoksa, kadın mihrin tamamını alır ve gider. Kadın boşarsa ve erkeğin kusuru yoksa, kadın mihrin tamamını iade eder. Ayrılıp gider. Erkek boşar ama kadın kusurlu ise verdiği mihrin bir kısmını geri alır. Kadın boşar ama erkek kusurlu ise mihrin bir kısmını alarak boşar.

d)      En önemli dördüncü husus ise aralarında çıkan nizaları hakemler yoluyla çözerler. İşte bu kuralları kabul etmişlerse hakemlere giderler ve hakemlerin koydukları kararlara taraflar uyarlar.

İşte burada “ıslahı murad etmek” demek, hakem kararlarına müracaat etmek demektir. Hakemlerin kararı ile talaklarını geri alabilirler demektir. Yine çoğul kullanmasının hikmeti budur. Bu arada kadın da hakemlere giderek evlilik sözleşmesinde ne değişiklik isterse onu koydurabilir.

Demek ki, karı-koca arasında kavgasız bir hayat isteniyorsa hakemlik müessesesine ve yazılı aile karar defterine ihtiyaç vardır. Bu deftere hakem kararları ile de eklemeler yapılabilir. Bunu nerden biliyoruz? Hakemlerle ilgili âyette de ıslahtan bahsetmektedir.

وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ (Va LaHunNa MiÇLu elLaÜIy GaLaYHinNa)  

“Onların aleyhinin misli lehleri vardır.”

Genel kural şudur. İnsanlar eşit yaratılmamışlardır. Dolayısıyla herkesin görevleri eşit olsun denemez. Kadınlara da askere gitsin diyemeyiz. Dersek; o zaman erkekler de doğursun dememiz gerekir. İnsanları eşitlemek demek, insanlarla hayvanları eşitlemek demektir. Böyle bir düzen olmaz.

Bununla beraber, insanlar arasında bir eşitlik vardır. Ehliyetine göre yani kabiliyetine göre iş veriyoruz. Kadınlar doğuruyor, erkekler savaşıyor; kadınlar büyütüyor, erkekler nafaka temin diyor. Çünkü onların kabiliyetleri bunları yapacak şekilde yaratılmıştır. Hemen bu görevlerinin karşılığı olarak yetkiler doğar. Velayet hakkı erkeğindir. Çünkü çocukları dışarıda baba temsil ediyor. Hıdane yetkisi ise annenindir. Çünkü evde o ona bakıyor. Sonra da sorumluluk gelir. Evde çocuğa bir şey olursa anne sorumludur, annenin âkilesi öder. Dışarıda çocuğa bir şey olursa baba sorumludur, babanın âkilesi öder. Ondan sonra da karı kocanın hakları vardır. Kadın yemek pişirir, koca da yer. Kadının temizliğinden koca da yararlanır. Burada eşitlik vardır. Koca kendisinin yediğini yedirmek, kendisinin giydiğini giydirmekle yükümlüdür.

İşte; görev, yetki, sorumluluk ve hak denkliği burada ifade edilmiştir. Yalnız kadınlar için ifade edilmiştir. Kıyas yoluyla erkekler için de ifade edilmiş olmaktadır, yani erkeklerin de hakları görevleri kadardır; sorumlulukları yetkileri kadardır. Bu kural tüm sosyal faaliyetlerde geçerlidir.

بِالْمَعْرُوفِ (Bi eLMaGRuFı)  “Maruf ile”

Kur’an’da “ÖRF” ve “MARUF” kelimeleri geçmektedir. “Örf” toplulukta kendiliğinden oluşmuş icmalardır. İçtihat ve istişare mahsulü değildir. Kendiliğinden herkes onu öyle bilmektedir. “Maruf” ise kararlaştırılmış demektir.

Her bucağın örfü ve marufu vardır. Bunların nasıl oluşacağı ma’şeri kararlarda belirtilmiştir. Usul kitaplarında bunlara yer verilmiştir.

Harfi tarifle gelmiştir. Ona göre kararlar alacağız demektir. İçtihat ve icmalarla bunlar oluşacaktır. Bütün kararlar hakemlerin denetimindedir. Yukarıda belirtilen görev, yetki, sorumluluk ve haklar arasında denge yoksa hakemler bu marufu iptal edebilirler.

وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ (Va Li elRıCaLı GaLayHınNa DaRaCaTun)  

“Erkeklerin onların üzerinde dereceleri vardır.”

Önce haklar vazifelere denktir. Burada istisna yoktur. Ama görevler eşit değildir. Dolayısıyla haklar da eşit değildir. Aile içinde erkeklerin görevleri kadınlardan azdır; dolayısıyla hakları da azdır. Yani, aile kurmada kadınlar daha fazla yük yüklenmişlerdir.

Âyeti ilk okuduğunuz zaman sanki erkekler daha fazla haklara sahip imişler gibi gelir. Tam tersine, kadınlar daha fazla görev almakta, dolayısıyla hak-vazife eşitliğinden dolayı daha fazla hak sahibi olmaktadırlar.

Bu fazla görev nedir?

Kadınlar cinsi organlarını ortaklığa tahsis ettikleri halde, erkekler bu mükellefiyette değildirler. Yani, kadınlar iki koca ile evlenemedikleri halde, erkekler iki kadınla evlenebilmektedir. İşte bu sebepledir ki kadınların hakları da erkeklerden fazladır. Bu da mihirdir. Kadın erkeğe mihir vermediği halde, erkek kadına mihir vermektedir. Diğer hizmetler birbirine denk olduğu halde, mihir konusunda denklik yoktur. İşte bu ifade bunun için talak kelimesinin altında zikredilmiştir.

İşletmelerde de buna benzer kural koyabiliriz. Ortaklardan sorumlu olanın payı daha büyük olur.

وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ(228) (Va elLAHu GaZIyZun XaKıYMun)  “Allah azizdir, hakimdir.”

Allah sözünü dinletir ve hükmeder.

Aziz” demek, halkın isteyerek uyduğu hususlardır. Kurallar vardır ama cezası yoktur. Halk buna kendi istekleri ile uyar. “Hakim” demek, o kuralların cezası vardır, uymayanlar cezalandırılır.

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3356 Okunma
2-bakara11-20
2383 Okunma
3-bakara21-30
2533 Okunma
4-bakara30-37
2264 Okunma
5-bakara37-48
2496 Okunma
6-bakara 49-57
3114 Okunma
7-bakara 59-61
3133 Okunma
8-bakara 62-69
2483 Okunma
9-bakara 70-76
3475 Okunma
10-bakara 77-83
2757 Okunma
11-bakara 84-88
2318 Okunma
12-bakara 89-93
2443 Okunma
13-bakara 94-101
2636 Okunma
14-bakara 102-105
3489 Okunma
15-bakara 106-112
2678 Okunma
16-bakara 113-119
2741 Okunma
17-bakara 120-123
2637 Okunma
18-bakara 124-130
2334 Okunma
19-bakara 132-138
2207 Okunma
20-bakara 139-143
2116 Okunma
21-bakara 144-149
2580 Okunma
22-bakara 150-158
2497 Okunma
23-bakara 159-165
2092 Okunma
24-bakara 166-173
2492 Okunma
25-bakara 174-177
2608 Okunma
26-bakara 178-182
2328 Okunma
27-bakara 185-187
6390 Okunma
28-bakara 188-194
2485 Okunma
29-bakara 195-198
2843 Okunma
30-bakara 199-206
2382 Okunma
31-bakara 207-213
2784 Okunma
32-bakara 215-217
2228 Okunma
33-bakara 218-221
2712 Okunma
34-bakara 222-228
3012 Okunma
35-bakara 229-232
3575 Okunma
36-bakara 233-235
2288 Okunma
37-bakara 236-242
2496 Okunma
38-bakara 243-246
2617 Okunma
39-bakara 247-248
2853 Okunma
40-bakara 249-252
3153 Okunma
41-BAKARA 253-256
2703 Okunma
42-BAKARA 257-259
2525 Okunma
43-BAKARA 260-264
3091 Okunma
44-BAKARA 265-269
2261 Okunma
45-BAKARA 270-274
2643 Okunma
46-BAKARA 275-277
2363 Okunma
47-BAKARA 278-281
2394 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2800 Okunma
49-BAKARA 283-284
2500 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3719 Okunma

© 2024 - Akevler