BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2265 Okunma
bakara 132-138

 

ADİL DÜZEN 377

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 39. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَابَنِيَّ إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى لَكُمْ الدِّينَ فَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ(132) أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي قَالُوا نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ(133)

تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونََ(134)

 

وَوَصَّى بِهَا (Va VaöÖAy BiHAv)  

“Onunla tavsiye etti.”

Va” harfi “Kâle Eslemtu”ye atıftır. Yani, teslim oldu ve çocuklarına vasiyet etti.

Kabile hayatı yaşayan topluluklarda kabilenin başkanı kabilenin hem başkanı, hem de nebisidir. Hazreti İbrahim de kendi çocuklarına vasiyet etmektedir. Kur’an’da böyle çocuklarına vasiyet geçmektedir. Çocuklara nasıl mal ve miras bırakılmakta ise, aynı şekilde sosyal yapı da bırakılmakta, kurallar da bırakılmaktadır. Gelenler atalarının mirasını sürdürmekle mükelleftirler. Bugün bu durum kalkmıştır. Çocuklar başka işler edinmekte ve baba ocağı dediğimiz müessese ortadan kalkmaktadır.

Çocuklar baba mesleğini sürdürmelidirler. Böylece meydana gelen birikim çocuklara intikal ederek uygarlık yaşar hâle gelmektedir. Aşiret oluşturmanın bir yararı da budur. Eskiden aile kurumu içinde sorunlar çözülüyordu. Aynı babadan gelenler bir ocak oluşturur ve baba mirasını sürdürürlerdi. Bugün de ocaklar vardır. Ama bu ocaklar artık bir atadan gelenlerin değil, oradan buradan gelip toplananların kurdukları aşiretler olmaktadır. Bugünkü imtihan sistemi ve meslek seçme sistemi bu baba mesleğini sürdürme işini askıya almaktadır. Üniversite imtihanları meslek seçmek için olmalıdır. Üniversiteye giriş için imtihan yapılabilir. Ama mesleği ise kişi kendisi seçmelidir. Baba mesleğini sürdüren hiç olmazsa bir çocuk olmalıdır. Benim dedem hoca imiş. Babam da hoca idi. Ben de İslâmî ilimleri öğrenerek o mesleği sürdürdüm. Ama bende bitiyor. Bunun içindir ki artık miras yoluyla değil de, birleşme yoluyla İslâmî ilimlerin mesleğini sürdürmeye çalışıyoruz.

Buradaki “VASİYET EDİLEN” nedir? Zamir müennestir. Ya bunlarla diye tercüme ederiz; o takdirde yukarıdaki Hazreti İbrahim’in duaları ve konuşmalarını içermiş olur. Ancak böyle bir çoğula “” zamirinin gitmesi zayıftır. Bu sebeple bu zamiri “Millete İbrahime”nin milletine gönderme en uygunu olacaktır. “Hazreti İbrahim çocuklarına kendi milletini tavsiye etti.” Denmiş olur. Hazreti İsmail’e, Hazreti İshak’a ve doğuya giden dört oğluna İbrahim milletini tavsiye etti. Buradaki vasiyet görevlendirme anlamındadır.

Şimdi size de “Adil Düzen” vasiyet edilmektedir. Onlar kaç kişi idiler? Bugün yeryüzünde onların geliştirdikleri millet vardır. Siz de ‘Biz azız, ne yapacağız?’ demeyeceksiniz. Hazreti İbrahim’in çocukları gibi olacak ve “Adil Düzen”i III. bin yıl içinde hakim kılacaksınız. “Adil Düzen”, İbrahim milletini fiilen yeniden dünyaya geçerli hâle getirmektir. Kur’an İbrahim milletinin dinini kemâle erdirmiştir. Ama, nasıl bu âyet nâzil olduğu zaman kemâle ermemiş, sadece bi’l-kuvve kemâle ermiş idiyse, aynen onun gibi I. Kur’an Uygarlığı kemâle ermiş bir uygarlık değildir. Biz şimdi III. bin yıl uygarlığına adımımızı atmış olacağız…

إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ (EiBRAHIYMu BaNIyHi)  

“İbrahim oğullarına vasiyet etmişti.”

Kur’an gelinceye kadar aşiret sisteminin sürdürülmesi soy ile olmakta idi. Hattâ Kur’an gelmekte iken Hazreti Peygamber âkileleri (yani dayanışma ortaklıklarını) soya göre yapmıştı. Hazreti Ömer de Hazreti Peygamber’in ardından “divan” yani “defter” sistemini getirmiştir.

Bugün biz de aynı atadan gelme olarak değil ama isteyerek bir araya geldik ve “Adil Düzen”i tedvin etmeye karar verdik. Bununla beraber çocuklarımız ve torunlarımız da buralarda yer almalıdırlar. Bu da ancak işyerlerimizi kurduğunuz zaman mümkün olacaktır. İstanbul’da 200 kadar market tesis ettiğimiz zaman İstanbul’un ekonomisi bizim elimizde olacaktır. İşte o zaman kendi işyerlerimizi kurmuş olacağız. Artık çocuklarımıza iş aramayacağız, biz iş vereceğiz.

Adil Düzeni Bilenler” daha önemli işleri yapacaklardır. Kur’an derslerine katılıp takip edenler ve Arapça öğrenenler daha önemli işler yapacaklardır. Bugün insanlar kazandıkları para ile ölçülmektedirler. O zaman geldiğinde ise ilim ve ameli salihle ölçüleceklerdir. Para tanrılıktan azledilecek, bu put da parçalanacaktır.

Bugün heykelleri kırmamıza gerek yoktur, çünkü artık onlara tapan yoktur; zorla taptırılmaktadır. Asıl put ve mabut, karşılığı olmayan sömürü düzeninin aracı olan para olmuştur. Hakiki para ile değiştirdiğimiz zaman para putunu kırmış oluruz. Hakiki para karşılığı olan paradır.

Hazreti İbrahim çocuklarına vasiyet etmiştir. Biz de derslerimize gelen çocuklara vasiyet edeceğiz. Burada kendisini değerlendiren geleceğe bir katkıda bulunur.. Ayrılıp başka yerlerde başarı arayanların başarısı seraptır. Faizli düzendeki başarı, sermaye sömürüsüne hizmet demektir.

وَيَعْقُوبُ (Va YaGQUvBu)  

“Yakup da vasiyet etti.”  

Burada özellikle “Yakup” zikredildi. Yakup İsrail’in adıdır. Bugün İsrail oğulları dediğimiz kimseler bunlardan oluşmaktadır. Hazreti Yakub’un on iki oğlu olmuş, Hazreti Yusuf’un delâletiyle Mısır’a gitmiş, orada çoğalmış; sonra Hazreti Musa aleyhisselâm zamanında Mısır’dan çıkmış, devletlerini ve uygarlıklarını kurmuşlardır. Hâlen varlar. Şimdi İsrail devletini kurmaya çalışıyorlar.

İsrail, gece yolculuk yapan demektir. Hazreti Yakup Mekke’ye Hazreti İsmail amcasının yanına gitmiş, oradan dönerken bugünkü Kudüs’te gecelemiş, orada bir rüya görmüştür. Bu rüyada orasının mukaddes ve mübarek yer olacağı bildirilmiştir. Rüya çok açık ve nettir. Peygambere vahiy şeklindedir. Ondan sonra Hazreti Yakup İsrail adını da almıştır. Bununla beraber Hazreti Yakup’tan İsrail adı ile bahsetmemektedir.

İsrail, gece yolculuk yapan ve Mısır’dan firar eden halk anlamında da olabilir.

YAKUB” arkasından gelen demektir. Hazreti İbrahim’in muakkıbı yani takipçisidir. Onun için Yakup adını almış, dedesinin mesleğini sürdürmüştür. Çocukları da vasiyetini dinlemişlerdir. Nitekim bugün de hâlâ dinlemektedirler. Onun için özel olarak onu da zikretmiştir.

Yahudiler seçilmiş kavim olmakla beraber, görevleri İslâm dini içindedir, İbrahim milleti içindedir. Tevrat’ta Hazreti İbrahim’e hitap ederek diyor ki, senin milletin kum taneleri kadar olacak, gökteki yıldızlar kadar olacaktır. Gerçekten bugün onun milleti milyarlarla ölçülüyor, yıldızların sayıları kadar oluyor.

يَابَنِيَّ (YAv BeNiyYa)  

“Ey oğullarım.”

Bina” yapı demektir. Üst üste binen tuğlalar nasıl duvarı ve yapıyı oluşturuyorsa, çocuklar da üst üste binerek uygarlığı oluştururlar. Baba mesleğini sürdürmek böylece tavsiye edilmektedir. Uygarlık yolunda çocuklar babalarının izlerinden yürürlerse, o zaman uygarlık oluşur. Evlenmek bunun için farzdır.

Adil Düzen”i kimler sürdürecektir? Biz çocuklar yetiştirmeliyiz ki “Adil Düzen” devam etsin.

Hazreti İbrahim’den beri dört bin sene geçmiştir. Onun zürriyeti bu uygarlığı yaşatıyor demektir. Bizim çocuklarımız da bin yıllık uygarlığı kuracaklardır. Bina oluşacaktır. Hazreti İsa evlenmemiştir. Onun özel durumu vardı. Ömrü de kısa olmuştu. Onun dışındaki peygamberler evlenerek, hem de çok evlilik içinde zürriyet yetiştirmişlerdir. Hazret İbrahim ve Hazreti Yakup bunlara misaldir.

إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى لَكُمْ الدِّينَ (Eina EalLAHa iÖOaFGAy LaKUMu elDIyNa)  

“Allah dini sizin için ıstifa etmiştir.”

SAFA” saf haldir. “Saf” demek, başka maddelerin karışmadığı arı demektir. “Istifa etmek” demek, ayıklamak demektir. Yani, dini saflaştırdı, temizledi, hurafelerden ayırdı, katkılardan ayırdı demektir.

DİN” Hazreti Adem’den beri vardır, Hazreti Nuh’tan beri vardır. Ama insanlar onu bozmuşlardır. Hazreti İbrahim dini yeniden aslına iade etmektedir. Bütün peygamberler bunu yapmışlardır. Biz de şimdi bunu yapmaktayız. Onlar vahiyle yaptılar, biz ise müsbet ilimle yapacağız. Çünkü Kur’an’dan sonra vahiy yoktur. Peygamberleri Allah seçmiştir. Biz ise kendimiz buna talibiz, inşaallah kabul buyurur.

DİN” burada marifedir. O da İslâm dinidir, gerçek dindir, tek dindir.

DİN” düzen demektir. Türkçede ise takva karşılığı kullanılmaktadır. Takva insanın kişisel iyiliğidir. Oysa din topluluğun düzenidir. ‘Dinde zorlama yoktur’ derken, aslında düzende zorlama yoktur, hukuk düzeninde zorlama yoktur. Savaş din değildir, düzen değildir. Savaşta hukuk kuralları geçerli değildir.

“Allah sizin için dini saflaştırdı.” Artık onu yayınız demektir. Bugün de Kur’an’ın yorumuna giren hurafelerden fıkıh arındırıyor, saflaştırıyor. Kim için? Sizin için. Siz de Hazreti İbrahim’in oğulları gibi onu yaymakla mükellef oluyorsunuz. Hazreti İbrahim’in sözlerine dikkat edilmesi gerekir.

“Ben saflaştırdım” demiyor, “Allah saflaştırdı” diyor. O halde bugün de kimse “Adil Düzen”i kendisine mâl edemez. Doğrular olarak ne varsa hepsi Allah’tandır, yanlışlar ise bizdendir. Görevimiz hakkı tavsiye etmek, sabrı tavsiye etmek, içine bizim hatalarımız bulaşmış dinin safını bulmak, bunun için çaba göstermektir. Benim bu yazdıklarım o çabanın bir yönüdür. Siz bu yazdıklarımıza değil, Kur’an’a bakarak yazdıklarımızın yanlışlarını bulmalısınız. Burası önemlidir. Bin sene önceki içtihatlarla değil, Kur’an’la, bugün sizin anladığınız Kur’an’la bizim sözlerimizin yanlışlarını düzeltmelisiniz.

فَلَا تَمُوتُنَّ (Fa LAv TaMUTunNa)  

“Mevt olmayınız.”

Bu sözü ile Hazreti İbrahim aleyhisselâm şunu demek istemektedir. Şimdiye kadar İslâm düzeninden uzak olabilirsiniz. Ama son nefesinize kadar tevbe etmeniz ve bu kervana katılmanız mümkündür.

إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ(132)  (EiLAv Va EaNTuM MuSLiMUvNa)  

“Müslimler olmadan mevt etmeyiniz.”

Müslim olmak” demek, barışmak demektir. “Selime” selâmette oldu demektir.

Esleme” demek, başkalarını da selâmete getirdi, yani onlarla savaşı sona erdirdi demektir.

Hazreti İbrahim tüm insanları barıştırmakla görevlendirilmiş ve çocuklarına bunu vasiyet etmiştir. Bu barış dünyası içinde İsrail oğulları da vardır. Onun için Hazreti Yakup da aynı şeyleri çocuklarına demektedir. Onlar da müslimdirler. Kur’an ehline ‘Müslim’ deyip diğerlerini başka adlarla isimlendirmek hatalıdır.

Kur’an, Kur’an ehline “mü’minler” demektedir. Elbette diğer dinlerde olanlar da mü’mindirler ama isim olarak Kur’an ehline “müslim” değil “mü’min” denmektedir. Nasıl Adalet Partisi’nin ismi adalettir diye adalet onun olmazsa, iman da öyledir. “İslâm” tüm hak dini kabul edenlerin ortak adıdır. Bunlar cizye verirler ve savaşa katılmak zorunda değildirler.

Burada Yakup aleyhisselâmın atfı ile çok açık bir şekilde öğreniyoruz ki, Müslim olmak demek, barışçı olan herkes demektir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm da çok açık bir şekilde müslimi tarif etmiştir. Müslim, diğer müslimlerin elinden ve dilinden salim olduğu kimsedir demiştir. Her mü’min müslimdir, ama her müslim mü’min değildir. Mü’min, müslimlerden cihadı kabul edenlerdir. İman İslâm’ı korumak içindir. İslâm ise asıldır.

Müslimler askerlik bedelini vererek barış içinde yaşarlar. Hazreti İbrahim dünya barışını tesis ile görevlendirildi. Dört bin sene sonra Birleşmiş Milletler kuruldu. Gerçi Birleşmiş Milletler sömürü sermayesinin bir aracı olarak kurulmuştur, ancak, er geç “Adil Düzen”in istediği insanlık birliğine dönüşecektir.

 

***

 

أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاءَ (EaM KuNTuM ŞuHaDAEa)  

“Yoksa siz şahitler mi idiniz?”

Burada muhatap olan kimdir, kime denmektedir? Aklımıza Hıristiyan ve Yahudiler gelmektedir. Ancak bundan sonraki âyetle öğreniyoruz ki bu hitap yaşayan topluluklaradır. İster Yahudi, ister Hıristiyan, ister mü’min olsun, bütün müslimlere hitap etmektedir. Çünkü mü’minler de ayırımcılık yapmakta, Hıristiyanları ve Yahudileri müslim saymamaktadır. Hazreti Yakup çocuklarına “Müslim olmadan ölmeyiniz” demiştir. Dolayısıyla tüm İbrahim dinine katılan insanlar müslimdirler. Gerçi İslâm Hazreti Adem’den başlar, ancak, isim olarak hak dine İslâm denmesi Hazreti İbrahim Peygamber ile başlamıştır.

Siz şahit mi idiniz?” Orada mı idiniz? Değildiniz. O halde Hazreti Yakub’un ayırımcılık yaptığını nasıl ileri sürer, onun arkasından giden insanları nasıl müslim saymazsınız?

إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ (EiÜ XaÜaRa YaGQUvBa eLMaVTu)  

“Yakuba mevt hazır olunca.”

Hazreti Yakub ölüme hazırlanmıştır, ölüm Yakub’a hazırlanmıştır, çünkü Hazreti Yakub ölmek üzere hazırlık yapmıştır, ölüm hastalığı Hazreti Yakub’a gelmiştir.

İnsanın ne zaman öleceği bilinmez, gaip haberlerdendir. Ama ölüm geldiği zaman ölmekte olduğunu bilebilmektedir. Nitekim ne zaman ne kadar yağacağı bilinmez ama hava karardığında yağmurun geleceği belli olur. Bu sebepledir ki hava tahminleri gaybı bilmek değildir. Hamile kalan kadının erkek mi kız mı doğuracağını bilmek gaybı bilmek değildir. Şimdiye kadar zelzele hakkında ön bilgimiz olamamıştır. Onun dışında hastalanacağımızı da önceden hissetmekteyiz. Kur’an’da, ölüm size hazır olduğunda vasiyet edin denmektedir.

إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ (EiÜ QAvLa LiBaNIyHi)  

“Hani çocuklarına demişti.”

Hazreti Yakub’un oniki oğlu vardır. En küçüğü Hazreti Yusuf rüya görüyor. Rüyasında güneş, ay ve onbir yıldız ona secde ediyordu. Burada güneş ve ay annesi ile babası, onbir yıldız da kardeşleridir. Bu rüyanın sonucu olarak Hazreti Yusuf Mısır’a gitmiş, Mısır’da başvezirliğe kadar yükselmiştir. Daha sonra anne ve babası ile kardeşlerini oraya götürmüştür.

Hazreti Yusuf yönetimde babasından çok üstün yerdedir. Ama çocuklara Hazreti Yakup vâsi durumundadır. O oğlu Hazreti Yusuf’un emrine girmemiştir. Hazreti Yakub’un durumu nedir? Buradan anlıyoruz ki, baba hâlâ otoritesini sürdürmekte ve çocuklara doğrudan vasiyette bulunmaktadır. Bunların içinde Hazreti Yusuf da vardır.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na fahri başkanlığı koymuş bulunuyoruz. Bir kimse yaşını doldurup emekli olunca yerine başkası başkan olur. Artık yönetimi o ele alır. Ama eski başkanın fahri başkanlığı devam eder. Protokolde önde bulunur. İstişarelere katılır. Başkanın aldığı kararlara karşı hakemlere gidebilir.

Mesela; bugün de Kenan Evren ve Süleyman Demirel’in fahri başkanlığı devam etmelidir. Onlar da Çankaya’da oturmalı ve Ahmet Necdet Sezer onlarla istişare etmeden karar almamalıdır. Partide de Erbakan’ın fahri başkanlığı devam etmeli, Recai Kutan onunla istişare ettikten sonra karar alabilmelidir.

Akevler’de de eski başkanlara bu fahri başkanlık tanınmıştır. Biz sözleşmeye ve “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na aklımızla koyduk. Sözleşme gereği buna uyulması gerektiğini koyduk. Demek ki Kur’an’da da yeri vardır. Buradaki bu hüküm akılla bulunmuş, nakille teyit edilmiştir. Çoğu zaman aksi de olur; nakille bulursunuz, hikmeti sonradan akılla ortaya çıkar. Akıl ve nakil şeriatın iki ayağıdır. Birlikte adım atılarak yürünebilir. Fahri başkanlık müessesesini kıyasla genişletiyoruz. Mesela, belediye başkanları için de böyle fahri başkanlık vardır. Askerlikte de asker son olarak nerede emekli olmuşsa oranın fahri başkanıdır. Genel Kurmay Başkanı eski Genel Kurmay Başkanlarıyla istişare etmeli ve ona göre karar alabilmelidir. Yaşlılar emekli olurlar ama hayattan çekilmezler. Bu husus Adil Düzen Çalışanları için çok önemlidir.

Kıdemlilere nasıl muamele edileceğini Hazreti Yakup ile Hazreti Yusuf ilişkisinde öğreniyoruz.

مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي (MAv TaGBuDUvNa MiN BAGDIy)  

“Benden sonra neye ibadet edeceksiniz.”

Bu sorun bütün aile reislerinin sorunudur, başkanların sorunudur. Benden sonra ne yapacaksınız?

Bir düzen kuruluyor, ölünceye kadar o düzen devam ediyor. Kurucu ölünce o değiştiriliyor.

Hazreti Yakub’un çocukları Mısır’a taşınmışlar, orada refah ve saadeti bulmuşlar. Onun için kader ikidir. Atalarının dinini korumak ve dışlanmış olmak veya Mısırlılaşıp eriyip gitmek. İsrail oğulları Mısır’a önce oranın uygarlığını öğrensinler, sonra oradan ayrılıp da yeni uygarlık kursunlar diye gitmişlerdi. Orada eriyip giderlerse Hazreti İbrahim’in projesi boşa gidecekti. Hazreti Yakup bunu bildiği için çocuklarına soruyor; fikriniz nedir? Bundan sonra ne yapacaksınız? Firavun’un dininde Firavun’a mı hizmet edeceksiniz, yoksa Hazreti İbrahim’in başlattığı beşeri İslâm hareketine mi katılacaksınız?

Günümüzde Avrupa’ya gitmiş olan Türklerin durumu da budur. Ne yapacaksınız? Hıristiyanlaşıp orada mı kalacaksınız, yoksa İslâmiyet’i devam mı ettireceksiniz? Türkiye III. Bin Yıl Uygarlığını kurmaktadır. Avrupa’ya göç etmiş bulunan halkımız Türkiye’ye dönmeli ve III. Bin Yıl Uygarlığına katkıda bulunmalıdırlar. Bunun için “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman onlara düşen görev; dünyada bulunan bütün Türkler -bunlara Çeçenler ve Arnavutlar gibi Osmanlı halkları ile Çin’de bulunan Uygur Türkleri de dahildir- Türkiye’ye çağrılmalıdırlar Oradaki refahtan fazla refah sağlayarak onların hiç olmazsa büyük kısmının Türkiye’ye gelmesini sağlamalıdırlar. Türkçe öğrenen her mü’min Türkiye’ye gelebilmeli, Türkiye’nin nüfusu beşyüz milyona doğru yükselmelidir. Türkiye bugünkü teknoloji ile beşyüz milyonu rahatlıkla besler durumdadır. Türkiye başkalarının iç işlerine karışacağına, kendi ülkesinin nüfusunu çeşitlendirmeli ve çoğaltmalıdır. Bu arada Türkiye’ye göç edecek Rum, Ermeni ve Yahudilerin de site kurmalarına izin vermeli, onlar da kendi sitelerinde “Adil Düzen”in oluşması için katkıda bulunmalıdırlar.

قَالُوا (QAvLUv)  

“Kavlettiler.”

Hazreti Yakub’un oğulları ne yapacaklarını biliyordu. Babaları onlardan söz almak istemiştir. Onlar da babalarının istediği sözü verdiler. Onların içinden en büyüğü konuştu, diğerleri sükut ettiler. Böylece hepsi birden konuşmuş oldular. Sözü yalnız Hazreti Yusuf’tan almıyor. Çünkü asıl mesele aşiret oluşturmaktır. Hazreti Yusuf tek başına kalsaydı dağılıp giderlerdi. Ama şimdi onlar bir aşiret idiler ve dağılmadılar.

Akevler denemesi göstermiştir ki eğer on hane gelip bir arada yerleşirse onlar kendi memleketlerinin dillerini ve örflerini korumaktadırlar. Bu durum Yenibosna yerleşmesine büyük bir örnek olmalıdır. On hane olup Adil Düzen Çalışmalarını sürdüreceksiniz. Hazreti Yakup oğullarının bereketi sizlere nasip olacaktır. Bu misal de göstermektedir ki, “Adil Düzen” için çok insanlara gerek yok, on aileye gerek vardır.

 

نَعْبُدُ إِلَهَكَ (NaGBuDu EiLAHaKa)  

“Senin ilâhına ibadet edeceğiz.”

Burada ilâhı babasına tahsis etmektedir.

“İlâhımıza ibadet edeceğiz” demiyorlar, “İlâhına ibadet edeceğiz.” diyorlar. Çünkü o ilâh Mısırlıların da ilâhıdır. “İlâhınıza” denseydi o da anlaşılırdı. Allah herkesin ilâhıdır, ancak herkese ayrı ilâhlık yapmaktadır. Mısırlılara ayrı, İsrail oğullarına ayrı ilâhlık yapmaktadır.

İngiltere kralı İngilizlerin de kralıdır, Avustralyalıların da kralıdır. Ama İngilizler için attığı imza Avustralyalılar için geçersizdir. İkisine ayrı ayrı krallık yapmaktadır. Allah da her topluluğun ayrı ilâhıdır. Ulusların bağımsızlığı buradan gelmektedir. Hıristiyanların, Yahudilerin, Budistlerin, Hinduların ilâhı birdir ama hepsine ayrı ayrı ilâhtır. Onun için “İLÂHEKE” demektedirler.

 

وَإِلَهَ آبَائِكَ (VaEiLAHa EAvBAEiKA)  

“Ve babanın ilâhına.”

Burada “İLÂH” tekrar edilmiştir. Çünkü zamirden sonra atıf yapılırsa tamamlanan tekrar edilir. “Senin ve atalarının ilâhına ibadet edeceğim” denmiştir. Türkçede senin ilâhın kelimesi tekerrür etmez. Her topluluk Allah’ı kendi tanrısı olarak kabul eder ve kendi ulusuna hizmeti tanrısına hizmeti olarak görür. Kur’an meşru görmektedir. Başkalarının tanrısının başka olduğunu sanmak şirktir.

Burada çok önemli bir hususla karşılaşırız. Allah herkesin ayrı ayrı yanındadır. Çünkü O her yerde bir anda bulunmaktadır. Allah her kişinin ayrı ayrı tek ilâhıdır, onun yanındadır, onu desteklemektedir. Oyundan iyi oyun çıksın diye iki tarafı destekleyen patron gibidir. Sonra aşiretlerin tanrısıdır. Kabilelerin ayrı ayrı tanrısıdır. Sonra kavimlerin ayrı ayrı tanrısıdır. Tüm insanlığın tanrısıdır. Hazret İbrahim bu tüm insanlığı temsil etmektedir. İnsanlar Allah’a kendi tanrıları olarak ibadet etmelidirler, ama aynı zamanda tüm insanlığın tanrısı olarak da O’na ibadet etmelidirler. İsrail oğullarına bu görev verilmiştir.

 

إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ (EiBRAHIyMa Va EiSMAGIyLa Va EiSXAQa)  

“İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhına diyorlar.”

“Senin ilâhına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhına.”

İbrahim, İsmail ve İshak ayrı grup oluşturuyorlar. Onların soyundan da peygamberler gelecektir. Ama onlar İsrail oğullarından olmayacak, seçilmiş kavimden gelmeyeceklerdir. Onun için senin ve atalarının İlâhı denmiş, sonra ataları sayılmıştır. İshak’ın Yakub peygamber dışında da çocuklarından peygamberler gelmiştir. Mesela Eyyub peygamber bunlardandır. İbrahim’in de bu iki çocuğundan başka neslinden gelen peygamberler vardır. Tevrat’ta bunlar Katura’nın çocukları olarak bildirilmiştir.

Burada Hazreti İbrahim’den başlamış; sonra Hazreti İsmail’den, sonra Hazreti İshak’tan söz etmiştir. Bu sıra yaş sırası, peygamberlik sırası veya fazilet sırası olabilir. Fazilet sırası olarak aldığınızda Hazreti İsmail Hazreti İshak’tan önce gelmiş olur. Yakub’un çocukları bunu kabullenmiş bulunmaktadır.

İsmail’in fazileti son peygamberin onun neslinden gelmiş olmasıdır. Kur’an Arapça nâzil olmuştur. Arapça Kureyş dili olarak Mekke’de oluşmuştur. Bu da Kâbe’nin orada bulunmasıyla sağlanmıştır.

Demek ki İshak’ın çocukları uygarlığın gelişmesine hizmet ederken, İsmail’in çocukları da Kur’an’ı ifade edecek dili oluşturmakla görevlenmiş bulunmaktadırlar.

 

إِلَهًا وَاحِدًا (EıLAHan VAXIyDan)  

“Vahid ilâh”

Burada “ilâhen vahiden”dir; yani tek tanrı olarak O’na ibadet edeceğiz. Buradaki teklik sadece İbrahim, İsmail ve İshak’ın tek tanrısı değil, tüm insanlığın tanrısı olarak O’na ibadet edeceğiz diyorlar. Hazreti İbrahim ve oğullarına izafe edilmesi, onlar tarafından tanıtılmasıdır. Gerçi İbrahim peygamberden önce gelmiş olan peygamberler de tek tanrıya taptırmışlardır. Ancak kendi topluluklarında tek tanrıya taptırmışlardır. Çünkü onlar kavim peygamberleridir. Hazreti İbrahim ise bir kavmin peygamberi olarak ortaya çıkmamıştır. O nâsın yani insanlığın peygamberidir.

“Bir ilah olarak senin ve atalarının ilâhına ibadet edeceğiz.” Marife gelseydi hâl olmazdı, sıfat olurdu. Biz bir ilâha tapacağız ama o ilâhın tek olacağını ifade etmektedir. Burada nekire olarak ve hâl olarak geldiğine göre biz tek olarak -kâinatın tek ilâhı olarak- O’na ibadet edeceğiz anlamı çıkar.

Bunun başka bir anlamı da şudur. Kişi kendi işleri için çalışır. Çıkar paralelliği içindedir ama kendi çıkarını da düşünmektedir. Başkalarına zarar vermemekle yetinmektedir. Halbuki mü’minler başkalarının çıkarını da düşünmektedirler. Tüm insanlığın saadeti için çalışacaklarını, yani tüm insanlığın ilâhı olarak atalarının tanıttığı ilâha ibadet edeceklerini taahhüt etmektedirler.

Bugün Kur’an ehlinin yaptığı ikinci büyük hata, ibadet deyince namaz ve orucu anlamalarıdır. Oysa onlar ibadet yapabilmek için eğitim araçlarıdır. Asıl ibadet ise Allah’ın emrettiği günlük işleri yapmaktır.

Valiye deniyor ki, sen her gün beş defa vilayetindeki işlerinin tekmilini vereceksin. Buradaki maksat işlerin merkezden takibidir. Vali de her gün rapor yazmakla yetinmekte, ilin işleri ile ilgilenmemektedir.

Sadece beş vakit namaz kılanların hâli buna yani bu valinin yaptığına benzer. Ameli salih yapmadan sadece beş vakit namaz kılmak ve oruç tutmak, Allah’a sahte rapor vermek ve O’nu kandırmaya çalışmak demektir. İbadetlerin yanında salih ameller de yapmadan olmaz.

 

وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ(133)  (Va NaXNu LaHUv MusLİMUvNa)  

“Ve biz O’nun için İslâm olmuşuzdur.”

Biz O’nun için barışçı, hattâ barıştırıcı olmuşuzdur.

Biz neden barışçıyız. Çünkü O tek ilâhtır, herkesin ilâhıdır.

Biz eğer diğer insanlarla savaşta olsak, o zaman O’nunla savaş hâline gelmiş oluruz. Onun için biz Tanrı’nın tek olması, onların da bizim de Tanrı’mız olması nedeniyle tüm insanlarla barış içindeyiz. Biz savaş yaparken onlarla savaşmayız. Tek ilâhımız onları tedip etmek irade edebilir ve bunu gerçekleştirmek üzere bizi görevlendirir; biz de işte o zaman onlarla savaşırız. Bu görev de hakemler kararı iledir. Hakemler kararı bir ulusla savaşma şeklinde çıkarsa, Allah o ulusla savaşma iznini vermiştir demektir.

İşte Müslüman olmak demek bu demektir. Savaşmak ama kararı ile ve barışın gerçekleşmesi için savaşmaktır. Hakemlerin kararına yani Allah’ın kararına uymak demektir.

Hakemler yanlış karar alamazlar mı? Elbette alabilirler. Çünkü onlar da bizim gibi insandırlar, onlar da hata edebilirler. Ancak, onların aleyhine de yine hakemler nezdinde dava açılabilir. Kazanılırsa, mağduriyeti hakemlerin âkileleri yani dayanışma ortaklıkları giderir. Eski karar ortadan kalkmaz. Belki kısas affa dönüşür.

Hazreti Yakup çocuklarına böyle vasiyet ederken siz yanlarında değildiniz. Biz size şimdi aktarıyoruz. Tüm İbrahimî dinde olanlar, kendi dinlerinde ilâhlarına ibadet edeceklerdir. Ancak bilmelidirler ki, o ilâhları başkalarının da ilâhıdır. Çünkü tek ilâh vardır. Ama diğer dinler arasında birlik içinde olacaklardır.

Tekrar hatırlayalım.

Yeryüzünde dördü büyük olmak üzere beş din vardır. Bunların mezhepleri vardır. Sayılarını onun yarısından fazla, iki katından az olarak sınıflandırabiliriz.

Bütün dinler ne yapacaklardır?

a) Her din mensubu olanlar kendi dinlerinde kalmalıdırlar. Onlardan din değiştirmeleri istenmemektedir. Ancak diğer dinleri de tanımakla yükümlüdürler. İlâh, vahid olan ilâhtır. Başka ilâh yoktur.

b) Her din mensupları kendi dinî kitaplarını değiştirmeyecekler ama, müsbet ilmin verileri ile izah edip ilimle çatışmamalıdırlar. Papa bugün bunu yapmaktadır.

c) Her dinin yetkilileri diğer dinlerle diyalog kurup şirk ve küfürle birlikte cihat yapmalıdırlar. Birbirlerinin eksikliklerini tamamlamalıdırlar. Yani, dinler arası diyalog olmalıdır.

d) Aralarında dayanışma sağlayarak insanlığın saadeti için çözümler üretmelidirler. Ortak savunmanın dışında ortak uygarlaşma müesseselerini geliştirmelidirler. Bunun için -mesela- ortak üniversite açarak bugünkü müsbet ilimleri orada birlikte okutur ve geliştirirler.

Bugün lâikler iktidardadırlar. Bunları oradan indirmeliyiz. Biz uzlaşarak iktidarda olmalıyız. Dinsizliği de din kabul ederek kabinelerimizde onlara da yer vereceğiz. Ama dinlerden uzak bir yönetim değil, bütün dinlerin yarışarak katıldığı bir iktidar istiyoruz. Bu da ancak dinler arası uzlaşma ile doğar.

Bu işte Necmettin Erbakan’a ve Fethullah Gülen’e görev düşmektedir. Bunlar birbirleri ile anlaşmalıdırlar; Akevler’in aracılığı ile anlaşmalıdırlar. Çevrelerindeki ajanları aşabilmelidirler. Ajanlar kırk senedir bunları Akevler’den uzak tutmuştur. Henüz bu çemberi aşamadılar. Artık bu çemberi kırmalıdırlar. Niyet etsinler, Allah onları bu konuda da muvaffak kılacaktır

Bundan önceki Papa ve bu Papa da böyle bir şey istemektedir…

Artık bunlar görevlerini tamamladılar denebilir…

O zaman görev Nur Cemaatine ve Millî Görüşçülere düşmektedir. Akevler hasımlığını bırakıp hidayete ermelidirler. Biz size güçlü olduğunuz için bu öneride bulunmuyoruz. AK Parti sizden daha güçlüdür ama onlardan bir şey beklemiyoruz. Geçmişteki hizmetlerinize bakarak bunları söylüyoruz. Yoksa biz sizden çok çok daha güçlüyüz. Çünkü biz kitabın bazısını tanıyor, bazısını inkâr ediyor değiliz. Haram işler yapmıyoruz. Geçici de olsa güçlülere taviz vermiyoruz. Biz Rabbimiz ne diyorsa onu yapmaya çalışıyoruz.

Böyle biline ve artık daha fazla gecikmeden gereği yapıla!..

Biz araştırmalarımızın sonucunda bunu biliyor ve böyle diyoruz…

Başka bir çare ve çözümleri olanlar varsa, buyursun beri gelsinler; dinleyelim…

***

تِلْكَ أُمَّةٌ (TilKa EumMaTun)  

“Bu bir ümmettir.”

Burada işaret edilen Hazret Yakub’un nesilleridir, İsrail oğullarıdır. Bugüne kadar gelen nesildir.

Burada “TİLKE” getirilmiş, bunlar değil de, onlar denmiştir. Yani, eskiden gelmiş bir ümmettir demektir.

ÜMMET” nekire gelmiştir. Yani, onlar da ümmetlerden biridir. Seçilmiş olmakla imtiyaz sahibi olmamışlardır. İnsanlar eşittir. Farklı görevleri vardır. Görevleri dolayısıyla farklılık vardı.

“Tilke Ümemun” denseydi başka topluluklar da anlaşılabilirdi.

قَدْ خَلَتْ (QaD PaLaT)  

“Hulul etmektedir.”

Arapçada “KAD” maziyi hâle yaklaştırır. Yani, onlar hulule sizden başlamışlar ve bugüne kadar gelmişlerdir. Varlıkları devam ediyor demektir. “KAD” gelmeseydi varlıkları bitmiş anlamına gelirdi.

Bu ifade şunu gösteriyor ki, Yahudilik nesh olmuş değildir. Onlardan mü’minler arasına katılmaları istenmiyor. Onlardan istenen, kendilerine yüklenen görevi yerine getirmeleridir. Onların bu görevleri de günümüzde “Adil Düzen”i desteklemek ve bunu hakkıyla yerine getirmektir.

لَهَا مَا كَسَبَتْ  (LaHAv MAv KaSABaT)  

“Kesbettileri kendilerine aittir.”

KESB” küsbeden gelen kelimedir. Kazandıkları veya biriktirdikleri demektir.

Burada “Aleyhâ Mâ Kesebet” denmemiş, “Lehâ Mâ Kesebet” denmiştir.

Sömürü sermayesi beşyüz yıllık çalışmasıyla bugünkü seviyeye ulaşmış, birçok birikimleri olmuştur.

Adil Düzen” iktidar olduğu zaman ‘siz bunu sömürü için kullandınız’ diyerek onların varlıklarına el koyacak mıdır? Hayır, el koymayacaktır. Bunlar onların müktesebatıdır. Elde ettikleri şeyler kendilerine aittir. Faiz gibi, karşılıksız para gibi gayrimeşru yollardan elde etmiş oldukları da kendilerine ait olacaktır

Yani, sömürü sermayesinin sermayesine el konmayacaktır. Sadece bundan sonra sömürmelerine son verecek ve onlar sermayeleri ile meşru kazanç içinde varlıklarını sürdüreceklerdir. Onların içinden “Adil Düzen”e karşı çıkıp otel odalarından ihtilaller hazırlayanlar bu kötü davranışlarına devem ederlerse, elbette onların sermayeleri berhava olacaktır. Ancak bu görev Adil Düzencilerin olmayacak, yine kendilerinden olan sömürmekten vazgeçmiş olan İsrail oğullarına ait olacaktır.

Ticaret insanların muhtaç olduğu bir kurumdur. Ticaret hem sermaye ister, hem de beceri ister. Tekel oluşturmamak şartıyla ticaret daima faydalı ve gereklidir. Sermaye olsun, beceri olsun; bunlar onlarda olduğuna göre bu konuda insanlığa hizmete devam edeceklerdir…

وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ   (Va LaKuM Mav KaSaBTuM)  

“Sizin kesbettikleriniz size aittir.”

Yani, sizin kesbedeceğiniz size aittir.

Bugünkü sömürü sermayesi karşılıksız para sayesinde uygarlıkta büyük adım atmıştır.

Siz faizli olan o karşılıksız parayı kullanarak onların müktesebatına ortak olamazsınız. Sizin kendinizin onlar gibi çözüm getiren araçlar getirmeniz gerekir.

Bize göre bu da altın karşılığı çıkarılan “kaydî para”dır.

Kuyumcular kooperatif kuruyorlar ve kooperatif altın sertifikasını çıkarıyor. Kuyumcular bunları satarak altın alıyorlar. O altınları işleyerek kuyumculuklarına devam ediyorlar. Kendi sermayelerini ise Türk Lirasına çevirip onun selem hisse ve işletme senetlerini çıkarıp destekliyorlar. Böylece “halk sermayesi” devreye giriyor, Faizsiz düzen kuruluyor. Onların sermayesi de zorunlu olarak faizsize dönüyor.

Bu âyet onlara büyük bir müjdedir. Sermayeleri batmayacak, faizsiz sermayeye dönecekler demektir. Tabii ki bu arada dönmeyenlerin sermayeleri batacaktır.

وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونََ(134) (Va LAv TusEaLUvNa GamMAv YaGMaLUvNa)  

“Onların amel ettiklerinden siz sorumlu değilsiniz.”

Yani, onlar faizle ve savaşlarla insanları sömürdüler.

Biz “Adil Düzen” olarak iktidar olduğumuzda insanların haklarını vermememiz gerekir gibi bir durum söz konusu değildir Faizsiz sistem geldiği zaman faizli sistem yasaklanmayacaktır. Faizsiz sistem faizli sistemi ekonomi kuralları içinde mağlup edecektir.

Öyle bir faaliyet göstermemiz gerekir ki, mevcut olan kapitalist veya sosyalist dünyada varlığımızı sürdürebilmeliyiz. Bunu başardığımız zaman Kur’an’ın mucizesini ortaya koymuş olacağız.

 

ADİL DÜZEN 378

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 40. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَقَالُوا كُونُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى تَهْتَدُوا قُلْ بَلْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ(135) قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ(136) فَإِنْ آمَنُوا بِمِثْلِ مَا آمَنتُمْ بِهِ فَقَدْ اهْتَدَوا وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمْ اللَّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ(137) صِبْغَةَ اللَّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنْ اللَّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ(138)

 

وَقَالُوا (Va QAvLUv)  “Ve kavlettiler.”

Buradaki “Ve” harfi ile 113. âyetteki “Yahudiler ‘Nasara bir şeyde değil’, Nasara da ‘Yahudiler bir şeyde değil.’” ifadelerindeki âyete atfedilmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, kimi öyle söyledi, kimi öyle söyledi. Eğer karine varsa bu tür ifadeler geçerlidir. “KâLû” kelimesi bu ifadenin oradaki “Kâle”ye atıf olduğunu gösterir. Biz ise bu atfı kabul etmekle beraber, ‘bu âyet şimdi bize hitap etmektedir’ diyoruz.

Son beşyüz yıldır Yahudilerle Hıristiyanlar birleştiler ve insanlığı Batı uygarlığına götürmeye çalışıyorlar. Yahudiler sermaye ile ülkeleri istilâ ederken, Hıristiyanlar da din olarak ülkelere giriyordu.

Yahudiler İsrail oğullarından olmayanları Yahudiliğe dâvet edemedikleri için Hıristiyanlığı istilâ aracı olarak kullanmışlardır. Buradaki “Kâlû” kelimesinin hem Hıristiyanları hem Yahudileri birleştirmesi bunu ifade eder. Hele bugün Yahudilerle Hıristiyanların nasıl birbirlerine kenetlenip Müslümanlara karşı ortak cephe aldığını düşünürsek, bu âyetin tam da III. bin yılın başlarına hitap ettiği çok açık bir şekilde anlaşılır.

كُونُوا هُودًا (QUvNUv HUvDan)  “Hud olunuz hidayete erersiniz.”

Burada “Hud” kelimesine artık yeni mânâ verebiliriz. Batı uygarlığı Yahudi sermayesine dayanmıştır. Haçlı seferlerinden sonra zenginleşen Avrupa Yahudileri sermayelerini bugünkü uygarlığın oluşmasında kullanmışlardır. Bugünkü uygarlık iki şeye dayanır; ilim ve teknoloji.

İlim Müslümanlardan alınmış ve sermaye ile desteklenerek geliştirilmiştir...

Sonra sanayi ilmileştirilmiştir. İlim teknolojiye, teknoloji ilme dayanarak büyük mesafeler alınmıştır...

Sömürü sermayesi bunu şöyle başarmıştır. Ham maddeyi dünyadan satın almış ve Avrupa Hıristiyanlarına işleterek dünyaya pazarlamıştır. Ne var ki Avrupa Hıristiyanları el sanayisini bilmiyordu. Doğudaki mallarla bundan dolayı rekabet edecek mal üretemiyordu. Bu ihtiyacı karşılamak için makine sanayiine gidildi. İlme dayanan makine sanayii büyük başarılar elde etti.

Sömürü sermayesi bir sorunla karşılaştı, İsrail oğullarının nüfusları yetmedi. Bu eksikliği gidermek için Masonluğu icat etti. ‘Mason’ demek, Yahudi olmayan ama Yahudi sermayesinin taşeronu olan kimse demektir. Bu teşkilatın özellikleri vardır: a) Gizli cemiyettir, kapalıdır. b) Hiyerarşik yapıya sahiptir. Her derece bir sır halkasıdır. c) Dine karşı değildir, ama dindarlığa karşıdır. İnanacaksın ama dine değil Masonluğa bağlanacaksın. d) Masonların Mason olmayanları yönetmek hakkıdır. Başka yöneticiler etkisiz hâle getirilmelidir.

Hud olun” demek, Yahudi olun demek değildir. Çünkü onlar İsrail oğullarından olmayanı Yahudi dinine almazlar. “Yahudimsi olun” demek istemektedirler. Yani, Mason olunuz derler ama Yahudiliğe kabul etmedikleri gibi Masonluğa da herkesi kabul etmezler. Sermayelerine taşeronluk yapacak kimseler ile bunları destekleyecek sanat ve ilim adamlarını kabul ederler.

Son zamanlarda Masonlar iki bakımdan gözden düşmüştür. Birincisi, Masonlara ihtiyaç kalmamıştır. Bugünkü teknoloji ve iletişim araçları artık onlara ihtiyaç bırakmamıştır. İkincisi de, Masonlar da zengin olmuş ve kendi başlarına iş yapmaya başlamışlardır. Masonluğun üstünde Bilderbergciler ortaya çıkartılmıştır. Masonluğun altında Lions kulüpleri icat edilmiştir. Bunların hepsine onlar “Hud” diyorlar.

أَوْ نَصَارَى (EaV NaÖARAy)  “Ya da Nasara olunuz.”

Mason localarına alınanlara “Hud” denmektedir. Onlar seçkin kimselerdir. Oraya herkes giremez. Halkı da disipline etmek için bir dine gerek vardır. Bu din sözde bir din olmalıdır. İnsanlar o dinden olmalı ama ona samimi bir şekilde bağlanmamalıdırlar. Buna en uygun olanı Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlık neden en uygunudur?

a) Hıristiyanlar Yahudi peygamberlerini de peygamber kabul ederler. Hazreti İsa peygamber de Yahudi’dir. b) Hıristiyanların şeriatı Tevrat’tır. Başka şeriat kitapları yoktur. Onu da atmışlardır. c) Hıristiyanlar bugünkü halleriyle şeriatı olmayan bir topluluktur. Bundan dolayı her tülü işlerde kolaylıkla istihdam edilirler. d) Din olarak da Tanrı’yı bırakmış, İsa’yı tanrılaştırarak bozmuşlardır. Bunların güçlü olmasında tehlike yoktur.

Sömürücü Yahudiler seçtikleri kimseleri Hud, diğerlerini de Hıristiyan yaparak dünyayı al gülüm-ver gülüm olarak yönetmek istemektedirler.

NASÂR” yardımcı demektir. Yani, Yahudilerin yardımcıları anlamında değerlendirilirlerse, onlar açısından sorunlar çözülmüş olmaktadır. İşte III. bin yılın başı böyle bir çağdır.

تَهْتَدُوا (TaHTaDUv)  “Hidayete erersiniz.”

Kabile döneminde bir kabile başkanı başka bir kabileyi ziyaret etmeden önce elçi gönderir, ona bir şeyler hediye ederdi. Buna “hediye” denirdi. Hediye gönderilen o hediyeyi kabul ederse, gelmesini de kabul ediyor demekti. “Had” kelimesi kılavuz anlamında kullanıldı.

İHTİDA ETMEK” demek, yol bulmak, yahut hediyeleri kabul edilmek demektir. Buradaki anlamı, Mason veya yardımcıları olunuz, kabul olunursunuz demektir. Sömürü sermayesi için bunların dışında iki topluluk daha vardır: Budistler ve Hindular. Sermaye onları nasıl çözeceğini henüz kararlaştırmış değildir…

Onlar için asıl sorun olanlar Müslümanlardır. Müslümanların sorun teşkil etmesinin sebepleri vardır.

a)      Müslümanlar bugünkü uygarlığın oluşmasında ilk etkin rolü oynamış, dünyayı onlar yönetmişlerdir. Bugünkü Batı uygarlığının alternatifi uygarlık da Müslümanların kuracakları Adil Düzen uygarlığıdır.

b)      Müslümanların elinde Tevrat’la yarışacak, hattâ ondan daha üstün bir kitap olarak Kur’an vardır. Bu durum da İbrani uygarlığını gölgelemektedir.

c)       Müslümanlar dünyanın her tarafına yayılmış olup, doğal kaynakları bol olan bir toplulukturlar. Bu bakımdan her zaman yine toparlanıp yeryüzüne hakim olma ihtimalleri vardır.

d)      En önemlisi, Müslümanların nüfusları artmaktadır. İnançları gereği doğum kontrolü onlar arasında diğer milletlerde olduğu gibi etkili olmamaktadır.

İşte bu sebeplerle Müslümanların sorunlarını çözmemesi veya çözememesi onlar açısından önemlidir.

Bunun gerçekleşmesi için neler yapmaktadırlar?

a)      Yeryüzünde dinsizliği ve ahlâksızlığı yaygınlaştırmak... Bunu daha çok İslâm âleminde yapıyorlar.

b)      Müslümanları birbirlerine düşürüp savaştırmak, böylece onları birbirlerine yok ettirmek...

c)       İslâm ülkelerini fakirleştirerek halkın ülkelerinden ayrılarak başka yerlerde eriyip gitmesini sağlamak...

d)      Müslümanların içinde teröristler yetiştirerek tüm insanlığa karşı saldırtmak; bunun ardından da AB, ABD, Rusya, Çin, Hint gibi ülkeleri de İslâmiyet’e ve Müslümanlara saldırtmak...

Sonunda ve bu şartların içinde “Hud veya Nasara olun, ihtida edersiniz!” diyorlar. Böylece insanlığı tek yönetime ulaştırmak, tekleştirerek birleştirmek istiyorlar.

Aslında beşyüz senelik bu çaba hep “Adil Düzen”in yeryüzüne gelmesi için hazırlık olmuştur. İnsanlık bugünkü teknolojiye ulaşmamış olsaydı “Adil Düzen” gelemez, insanlık demokrasi (şeriat), lâiklik (İslâm), liberallik (Adil Düzen) ve sosyallik (Hak düzen) ile tanışmamış, o kavramları bilememiş olurdu. Şimdi bunların hepsi -şimdilik sahteleri de olsa- mevcuttur. Halkın bu kavramları bilmesi ve bunların tartışılması büyük bir meseledir. Bütün bunlar beşyüz yıllık bir çabanın sonucudur.

قُلْ (QuvL)  “Kavlet. Söyle.”

Buradaki emir kime veya kimleredir?

Çağımızda Kur’an’ı okuyan her mü’min söyleyecek, II. Kur’an uygarlığını kurmakla görevli âlimler ve yarın “Adil Düzen” iktidar olunca başkanlar bunları muhatap alacak ve dâvette bulunacaklardır.

Kimleri dâvet edeceklerdir?.. Sömürü sermayesi sahiplerini dâvet edeceklerdir… Mason camiasını dâvet edeceklerdir... Hıristiyanları dâvet edeceklerdir... Çünkü “Adil Düzen”i yeryüzüne getireceklerdir…

بَلْ (BaL)  “Doğrusu.”

BeL” kelimesi, kendisinden önceki cümleyi iptal etmez, tasdik de etmez. Sonra gelenin doğru olduğunu ifade eder. Bir kimse Yahudi olsa hidayet etmez demiyor, Kur’an. Hıristiyan olanlar hidayette olmaz demek değildir. Hıristiyan olan hidayet eder. Mason olan da hidayette olabilir.

Burada eksiklik yalnız Hudlar veya Nasaralar değil, başkaları da hidayet eder demek olur.

Bir din toptan reddedilmez. Marksizmde bile doğrular vardır, yanlışlar vardır. Dolayısıyla biz rejimlerle ve dinlerle savaşmayız. Doğrusunun ne olduğunu söyleriz. İnsanları hidayete erdirecek olan ise Allah’tır.

مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا (MilLaTa İBRAHIyMa XaNIyFan)  “Hanif İbrahim’in milleti.”

Allah insanları halk etmiş ve onlara esmâyı öğretmişti. Hâssaten avcılık döneminde insanlar yeryüzünün pek çok yerine dağılmışlar ve tüm yeryüzünü doldurmuşlardır. Sonra Hazreti Nuh zamanında Fırat ve Dicle çevrelerinde toplanmışlar ve değişik dilleri konuşan halklar Nuh uygarlığını oluşturmuşlardır. Bu arada Mısır uygarlığının da Nuh uygarlığının uzantısı olarak geliştiği görülmüştür.

Uygarlığı dünyaya yayma görevi Hazreti İbrahim aleyhisselâma verilmiştir. Bugün kesin olarak şu ortaya çıkmıştır ki, ilk uygarlık Sümer uygarlığıdır. Diğer bütün uygarlıklar oradan esinlenerek yayılmıştır. Mısır uygarlığı hariç diğer bütün uygarlıklar Milattan Önce (M.Ö.) 2000 yılından sonra ortaya çıkmıştır.

Hepsi Hazreti İbrahim aleyhisselâmın ümmetidir.

Hazreti İbrahim aleyhisselâm bir taraftan uygarlığı yeryüzüne yayarken, diğer taraftan da yeryüzündeki tüm uygarlıkları birleştirmekle, yani sonunda tek bir insanlık uygarlığına ulaştırmakla da görevli idi. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık hep onun milleti içinde gelişmiştir. Takdir-i İlâhidir.

Bugün artık dünyanın bütün dinleri, Doğu dinleri dahil bütün dinler birleşme durumundadır. III. bin yıl uygarlığı böyle doğacaktır. Dinsizlik ancak böylece elbirliği ile ortadan kaldırılacaktır. Bu dinler ortadan kalkmayacak, müsbet ilmin verileri çevresinde birleşeceklerdir.

İBRAHİM” kelimesi “BURHAN” kelimesi ile akrabadır. Doğudaki “BRAHMANİZM” de “İBRAHİM adına izafeten gelişmiştir.

HANİF” “HALİF” kelimesiyle akrabadır. Yeminli anlamına gelir. Bugün milletvekillerine yemin ettirilmektedir. Doktorlara Hipokrat yemini yaptırılmaktadır. Nedir bu yemin?

Bir tür mü’min olmaktır. Kendisini bir iş yapmaya görevli hâle getirmektir.

Hazreti İbrahim Peygamber de Allah’ın kendisine verdiği talimata uyarak insan aklının almayacağı işler yapmıştır. Karısını ve oğlunu götürüp çöllerin ortasında bırakma fiilini ancak Hanif olan kimse yapabilir.

Bizim fıkıhta yararlanacağımız şey; bir mesleğe katılırken o mesleğin gereklerinin yerine getirileceğine dair kişinin söz vermesi, taahhütte bulunması ve vaat etmesi müessesesi işletilebilir.

وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ(135)  (Va MAv KAvNa MıNa eLMuŞRiKIyNa)  “Ve müşriklerden olmadı.”

İnsanlar kabileler hâlinde yaşarken tek Tanrı’ya inandılar. Onlar içinde büyücüler oluştu, büyücülere Tanrı gibi baktılar. Ama büyücüler sadece şarlatanlık yapmış, kitleler oluşturamamışlardır.

Ondan sonra Fırat ve Dicle kenarlarında bir araya gelen kavimler şirk içine girmişlerdir.

Şirk nasıl doğdu?

a)   Bütün dinlerde Allah’ın melekleri ve resulleri, cinleri ve şeytanları vardır. Bunlar Allah’ın görevlileridir. Devlet memurları gibidirler. Zamanla halk bunları yüceltmiş ve tanrılaştırmıştır. Bunlar eski metinlerden tercüme edilirken kasden sömürü sermayesinin dinsizleştirme modası içinde ‘tanrı’ diye tercüme edilmiş ve hâlen de edilmektedir. Oysa, bu kelimeler Azrail, Mikâil ve Musa, İsa gibi Allah’ın görevlileri ve elçileridir.

b)   İkincisi; Allah’ın değişik isimleri vardır, sıfatları vardır. Her biri Allah’ın değişik bir yönünü gösterir. Zamanla aynı Tanrı’nın değişik isimleri ayrı tanrı olarak ortaya çıkmıştır. Tercümeler yaparken de bir Allah’ın değişik adlarını ayrı tercüme etmektedirler. Yer tanrısı, gök tanrısı, kış tanrısı, yaz tanrısı sanki ayrı tanrı imiş gibi gösterilmiştir, yahut böyle inanılmıştır.

c)    Eskiden harf yazısı yoktu. Tanrı birtakım resimlerle ve heykellerle gösteriliyordu. Daha yaygın şekli anne resmi ve heykeli olarak gösterilmesidir. Mesela, Kibele böyle bir semboldür, tek Tanrı’yı remzeder. Sonraları Tanrı’nın kendisini veya sıfatlarını gösteren bu heykeller ayrı tanrı olarak anlaşıldı.

d)   En büyük farklılık, Tanrı sözünün değişik kavimlerde değişik olması idi. Her kabile tek Tanrı’ya tapıyordu ama O kendilerinin Tanrı’sıdır. Onlara göre başka kavimlerin başka adlarla taptıkları Tanrı bâtıldır, yanlıştır. Bu anlayış uzlaşma ile sonuçlanmış, her kabile kendi Tanrı’sını temsil eden putu Kâbe’ye koymuş ve putlar ortaklaşa ortak tanrılara dönüşmüştür!

Peygamberler bu şirke karşı günümüze kadar mücadele etmişlerdir. Bugün de değişik tanrılar ortaya çıkmıştır. Enflasyonlu para bir tanrıdır. Değişik rejimler birer tanrıdır. Diktatörler birer tanrıdır. Ayrıca kutsallaştırılan resim ve heykeller de birer tanrıdır. Hazreti İbrahim aleyhisselâm bütün bunları reddetmiş ve insanlığı tek Tanrı’ya akıl yoluyla götürmüştür. Allah herkesin ayrı ayrı Rabbidir ama O bir olan Rab’dir.

***

قُولُوا (QUvLUv)  “Kavlediniz.”

Yukarıda, “Söyle, İbrahim milleti” demiş; her mü’mine, âlime, başkana “İbrahim milletinin gerçek hidayet olduğunu söyle” demiştir. Burada da “Ve” harfi getirilmeden “SÖYLEYİNİZ” denmektedir.

Tüm insanlığa söyleyin, kendinize söyleyin, birbirinize söyleyin demektir. Tekrar tekrar söylenenleri birlikte söze çevirmemizi istemektedir. Neyin üzerine yemin edileceğini bize öğretmektedir. İnsanlık tek millete çağrılmaktadır. İnsanlığa çağırmaktadır. Buna göre Hanif olmamız istenmektedir.

آمَنَّا بِاللَّهِ (EaManNAv Bi elLAHi)  “Allah ile emniyete aldık.”

Allah ile güvenliği getirdik” demektir.

Allah ile emniyete almak” demek, O’nun şeriatı ile insanlık düzeni kurmak demektir. O’nun gönderdiği kitaplarla ve peygamberlerin sünneti ile şeriatlaşmaktadır. O Tanrı tek Tanrı’dır, o şeriat tek şeriattır, ama bize ayrı ayrı şeyleri emretmektedir. Dolayısıyla şeriatlarımız farklıdır. Bu farklılık ihtilaf kaynağı değil, tam tersine işbölümü ve dayanışma içinde birliğe götürmektedir. Birbirine benzemeyecek ki işe yarasın.

Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur. O halde toplulukla kendimizi ve yeryüzünü güvene aldık anlamı çıkar. Aşiret (ocak), kabile (bucak), şa’b (il), kavm (devlet), millet (insanlık) Allah’ın halifesidirler ve biz kendimizi onlarla güven altına alıyoruz.

وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا (Va MAv EuNZiLa EiLaYNAv)  

“Ve bize ne inzâl olunmuşsa onunla kendimizi ve yeryüzünü emniyete aldık.”

Ve” harfi ile atfetmiştir. O halde Allah’a iman ile bunlara iman farklıdır. Ama “Bi” harfi ile getirilmemiştir. Demek ki biri olmazsa diğeri olmaz. Topluluk oluşturulacak, ama o topluluk da bunlara iman eden, birlikte iman eden topluluk olacaktır. Ayrı ayrı olabilseydi “Ve BiMâ” veya “Ve Âmennâ BiMâ” derdi.

Böylece Allah bizim şeriata göre örgütlenmemizi, insanlık olarak örgütlenmemizi istiyor. İbrahim milleti olmamızı istiyor.

Burada “” getirilmiştir, “Ellezî” getirilmemiştir. Kastedilen dört delille gelendir; Kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Çünkü hepsi Allah’tan münzeldir. Kur’an’ın dışındakilerde de eksiklik yoktur, zannilik vardır ama delildir. Bize münzeldir. İçtihatlarla amel etmek zorundayız. Kur’an en sonra gelmiştir. Oysa en başta onu zikrediyoruz. Çünkü biz onunla diğer kitap ve peygamberlere ulaşıyoruz.

وَمَا أُنزِلَ (Va MAv EuNZiLa)  “Ve inzâl olunan ile”

Bize inzâl olunandan bahsetmektedir.

Bir de Hazreti İbrahim ve oğullarına inzâl olunandan bahsetmektedir.

Ondan sonra gelenler için îtâ ile söz etmektedir. Hazreti İbrahim’in kitaplarında içtihat vardır. Henüz Tevrat gibi teferruatı içeren kitap gelmemiştir, yani “Men” gelmemiştir. Peygamberler onları kendi dilleri ile kaleme aldılar. Kur’an vahiy ile gelmiş ise de, Kur’an fer’î hükümleri içtihada bıraktığı için İbrahim şeriatına benzemektedir. Sonra Hazreti İbrahim’le başlayan millet olma Kur’an’la bitmektedir. Onun için inzâlden bahsetmektedir. İnzâl iade edilmiştir, çünkü bize inzâl edilenle Hazreti İbrahim ve oğullarına indirilmesi farklıdır.

إِلَى إِبْرَاهِيمَ (EiLAy EBRAvHIyMa)  “İbrahim’e inzâl olunana.”

Hazreti İbrahim” bir Azeri’dir. Mezopotamya’da doğmuş ve büyümüştür. Mısır’a gitmiş ve oraları ziyaret etmiştir. Mekke’ye gidip oğlunu bırakmıştır. İshak ise Filistin’de kalmıştır. Dört oğlunu da doğuya göndermiştir. Böylece o günkü tüm uygarlıkları görmüş ve kavramıştır.

Kendisi imtihan edilmiş ve görevlendirilmiştir. Ona sahifeler indirilmiştir. Bunlar Tevrat’ın sahifeleri içinde yer alır. Bu sahifeler Hazreti Nuh ve kendisinden önceki peygamberlerin anlatıldığı, Tevrat’tan Hazreti İbrahim peygambere kadar gelen sahifeler olmalıdır. Hazreti İbrahim ve çocuklarının kıssaları da orada yer almış olabilir. Bu sahifeler çocuklara da gönderilmiştir. Bir inzâlden bahsetmektedir. O halde sahifeler birdir.

وَإِسْمَاعِيلَ (Va EiSMAGIyLa)  “Ve İsmail’e.”

Hazreti İsmail” Hazreti İbrahim’in büyük oğludur. Annesi ile beraber Mekke’ye götürülmüş, zemzem kuyusunun yanında bırakılmış, orada Hazreti İbrahim’le beraber Kâbe’yi yapmışlar ve Mekke şehrinin oluşmasını sağlamışlardır.

Önce Hazreti İsmail’den bahsetmektedir. Çünkü son nebi onun neslinden gelmiştir. Kur’an Arapçasını onun nesli hazırlamıştır. Mekke’de kurulan kervan dinlenmesi sayesinde hem Mısır ve Mezopotamya uygarlığı birbirlerine etki etmiş, hem de Kur’an Arapçasının doğmasına vesile olmuştur.

وَإِسْحَاقَ (Va EiSXAQa)  “Ve İshak’a inzâl olunana.”

Hazreti İshak” Hazreti İbrahim’in ikinci oğludur. Kendi soyundan oluşmuştur. Hazreti İsmail’in annesi ise Mısırlı idi. Hazreti İsmail de Mısır’dan evlenmişti.

SEHK” “SEVK” kelimesi ile akrabadır. İshak, if’al bâbından süren demektir. Sürükleyen anlamındadır.

Hazreti İshak peygamber bugünkü Suriye, Lübnan ve Filistin olan ülkeye gelmiş ve orada yerleşmiştir. Hazreti Yakub orada doğup büyümüştür. Hazreti Yakup Mısır’a gitmiş, İshak’ın diğer çocukları buralarda kalmışlar ve vakti geldiğinde Hazreti Musa’nın gelmesine zemin hazırlamışlardır. Hazreti Musa çöllerde bu sayede dolaşmıştır

Kur’an’da Hititler’den söz eder. Hitit uygarlığının hazırlanmasında Hazreti İshak’ın görevi olabilir. Peygamberler birer kibrit çöpü gibidir. Onlar tutuştururlar, sonra o ateş olur. Çöp unutulup gidebilir.

Hazreti İshak, temizleyen ve ayıklayan anlamında buraları ileride İbrani uygarlığına hazırlamıştır.

وَيَعْقُوبَ (Va YAGQUvBa)  “Ve Yakub’a inzâl olunana.”

Hazreti Yakub” Hazreti İshak’ın oğludur. Hazreti İbrahim olmamakla beraber, başka yerde Yakub’dan da bahseder, “nafile” der. Hazreti Yakup oğlu Yusuf’u takip ederek Mısır’a gitmiştir. Onun oniki oğlu İsrail oğullarını oluşturmuştur. İbrani uygarlığını bunlar kuracaklardır. Hazreti Musa, Hazreti Davud, Hazreti Süleyman, Hazreti Zekeriyya, Hazreti Yahya, Hazreti Meryem ve Hazreti İsa bu zürriyetten türemiştir.

YAKUB” kelimesi torun olmakla beraber, oğullarının görevini yüklendiği için bu adı almış olabilir. Yahut oğlunu takip ettiği için bu adı almış olabilir. Hazreti Yakup İbrahim milleti içinde özel yer almış oluyor.

وَالْأَسْبَاطِ (Va EaLEaSBAOı)  “Ve sıbtlara da.”

SIBT” töreme demektir. Hazreti Musa’nın sıbtlarından da bahsedilmektedir. Buradaki sıbtlar oradakilerden farklıdır. Marife getirilmiştir. Belli kimselerdir. Tevrat’ta bunlar anlatılır.

Hazreti İbrahim peygamber Sara ve Hacer’den sonra Katura isminde bir kadınla evlenmiştir. Büyük bir ihtimalle bu kadın Hint-Avrupa ırkındandır. Böylece üç ırkın kadınlarından uygarlık oluşturmuştur. Bunlar dört tane olmakla beraber, çocukları ile beraber toplam on kişidirler.

Hazreti İbrahim peygamber çobanlıkla geçinen bir kimsedir. Bol sürüleri vardır. Allah’tan aldığı emirle bunların bir kısmını Hacer’e vererek Mekke’ye göndermiştir. O zamanki seyahat böyle idi. Sürü ile veya develerle beraber yola çıkılır. Sürüdeki hayvanların sütünden yararlanarak yolculuğa devam ederlerdi.

Hazreti İbrahim aleyhisselâm Katura’dan olan çocuklarına kendilerine düşen hayvanları vererek ‘Haydi buralardan gidin, buraları İsmail ile İshak’a aittir’ demiştir. Böylece bunlar doğuya gitmişler ve İran’da da kalmışlardır. Bunlar Hindistan’a gitmiş ve orada Brahmanizm’i tesis etmişlerdir. Gerek İbraniler, gerekse Brahmanlar dinlerini kendilerine hâs kılmışlar, çevredekilere bir zorluk yapmamışlardır. Zamanla bu ayrılık sınıflaşmayı getirmiş ve kast sistemi doğmuştur. Buda Sakyamuni (Sabi) sınıfları kaldırmış, Brahmanizm’i tüm halka yaymıştır. Hindistan’da Budizm yayılmışsa da, sonra halk tekrar kast sistemine dönmüş, ama Budizm de yayılmıştır. Hıristiyanlık da Avrupa’da yayılmıştır. İşte burada sözü edilen Sıbtlar bunlardır. Hazreti İbrahim’in oğulları ve torunları.

Bütün bu Hazreti İbrahim, Hazreti İsmail, Hazreti İshak, Hazreti Yakub ve sıbtlara tek inzâl ile inzâl yapılmıştır. Bu âyetlerin iyice anlaşılması için bu dinler üzerinde ve onların kitaplarında araştırmaların yapılması gerekir. Mezopotamya’nın keşfi ile Tevrat ve Kur’an’da anlatılanlar tarihen sabit olmuştur. İleride Hint ve Çin dinleri üzerinde yapılacak araştırmalar onların da İbrahimî din olduğunu şeksiz şüphesiz ortaya çıkaracaktır.

وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى (Va MAv EuTiYa MUvSAy Va GIySAy)  

“Musa ve İsa’ya îtâ olunana da iman ettik.”

Burada inzâlden değil de îtâdan bahsedilmektedir. Çünkü bu dinlerde içtihat yoktur. Yeni bir olay olduğunda yeni vahiy gelir ve mesele çözülürdü; yani, peygamberler çözerdi. Zamanla yeni kitaplar gelirdi.

Buradaki “” icma ve kıyasları içermez, kitap ve sünnetleri içerir.

Hazreti İbrahim’de içtihat vardır, Kur’an’da icma vardır. Hazreti Musa İbranilere Tevrat’ı öğretmiştir. Hazreti İsa ise kendisine gelen İncil’i ve Hazreti Musa’ya gelen Tevrat’ı tüm insanlığa yaymıştır. Benzer işlemi doğuda Buda yapmıştır. Tevrat ve İncil birbirinin mütemmimi olduğu için “Mâ Ûtiye”den söz etmektedir.

وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ (Va MAv EUvTiYa elNaBiyYUvNa)  “Ve nebilere îtâ olunana.”

Burada tekrar “Ûtiye” getirilmiştir, “Ünzile” getirilmemiştir. Demek ki Brahmanizm ve Budizm’de de içtihat ve icma yoktur. Burada “Nebiler” müzekker cem ile getirilmiştir ve “el-Enbiya” denmemektedir. Bu da Kur’an’ın dışında birbirini tamamlayan Kitabı Mukaddes olmalıdır. Hindistan ve Çin’de gelen peygamberler demektir. İki kola ayrılır. Batı kolu bugün Yahudilik ve Hıristiyanlığı oluşturmuştur. Doğudakiler ise Brahmanizm ve Budizm’i oluşturmuştur. Onlar birbirlerinin kitaplarından yararlanmışlardır.

مِنْ رَبِّهِمْ (MiN RabBiHiM)  “Rab’leri tarafından.”

Bu sadece “Ünzile” veya “Ûtiye”nin zarfı değildir, hepsinin zarfıdır. “Mine’r-Rab” denmemiş, “Minellah” denmemiş, çünkü Allah birdir. Ama Allah’ın mürebbiliği farklıdır.

Allah herkesin ayrı ayrı Rabbi’dir, herkesle ayrı ayrı ilgilenir. Herkesin durumu kendi amelleri ile ilgili olarak ayrıdır. Herkes bir çuvala konmamaktadır.

Bunu daha anlaşılır hâle getirmek için bir örnek verelim. Bir öğretmen vardır ki, gelir, sınıfta herkese birden ders anlatır ve gider. Sonra da ortak imtihanla öğrencilerin ne kadar anladığını tespit eder. Diğer öğretmen ise her öğrenciye ayrı ayrı ders verir ve onların her birini ayrı olarak imtihan eder.

Allah da böyle Rab’dir. Herkesin ayrı ayrı öğretmenidir. Öğretim birdir ama öğretmesi ayrı ayrıdır. Allah’ın Rab’liği işte böyledir. Kişilere ayrı ayrı öğretmen olduğu gibi cemaatlere de ayrı ayrı öğretmen olmaktadır. Onun için “Min Rabbihim” denmiştir. “Min Rabbike” veya “Min Rabbiküm” denmemiştir.

لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ (LAv NuFarRiQu BayNa EaXaDın MiNHuM)  

“Onlar arasında bir tefrika yapmayız.”

Burada “Beyne Şey’in Minhüm” yerine “Beyne Ehadin Minhüm” denmiştir.

Bütün bu peygamberler geldiler ve geçtiler; bize bugünkü uygarlığı getirdiler. Bunların hepsi bir Tanrı’dan gelen elçiler olup, birbirlerini tasdik eden kimselerdir. Mesela, cennet ve cehennemden yalnız batı grubu bahsetmez, doğu grubu da bahseder. Elçiyi reddetmek kendisini reddetmek anlamına gelir. Bir elçiyi reddetmek, aynı zamanda diğer bütün elçilerin de reddi olur. Çünkü elçinin birisi reddedilince diğerleri artık devam edemezler. Elçiler siyasi münasebet kurulduktan sonra atanırlar.

Bakınız, burada diplomatik ilişkilerin kanunları konmaktadır. Buradaki “onlar” bunları getiren peygamberler yani nebiler ve resullerdir. Bunları kabul veya reddetme lüksümüz yoktur. Aralarında yetki farkı olabilir. Biri kaymakam, biri validir ama, tanımayıp isyan ederseniz, valiye isyan ile polise isyan arasında fark yoktur. Çünkü isyan edilen kişi değil, devlettir. Hattâ siz valiyi vali olarak öldürseniz kısastaki af hükümleri geçerli olmaz, ama kişi olarak özel sebeplerden dolayı öldürseniz kısasta af geçerli olur.

Kitap bize gelen kitaptır. Onun için biz bizim kitapla amel ederiz, ama o peygamberlerin hepsi ölmüştür. Hepsini tasdik ederiz, hepsi bize üsvedir. Zaten Kur’an’daki kıssalar bunun için anlatılmıştır. Benzer şeyleri mezhepler için de söyleyebiliriz. Sahabeler siyasi savaş yaptılar. Savaşları dinî değildir ki biz de birini tutup diğerini bırakalım. Artık o siyasi çekişme bugün sona ermiştir. Artık Sünni-Şii ayırımı son bulmuştur. Mezhepler günümüz içtihat ve icmalarından doğmalıdır.

وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ(136)   (Va NaXNUu LaHUv MuSLiMUvNa)  “Ve biz O’na müslimiz.”

“Biz O’nun için barıştık.”

Arap kabileler arasında bir örf vardır. Kavgalı olan kimseler sözü geçen birinin dâveti ile barışır. Kişiler barışmayı zül kabul ederler. Hiçbirisi karşı tarafa barış teklifinde bulunmaz, çünkü o zaman aşağılanmış olur. Ama saygın kişiler araya girince onu saydıkları için barışırlar. Böylece kendi izzetlerini korumuş olurlar.

Biz de diyoruz ki; biz bütün insanlarla barışık haldeyiz, barış içindeyiz. Neden barış içindeyiz?

Çünkü elçilerin Rabbi bize böyle haber gönderdi. Yoksa biz kendimizi kimseden aşağı görüyor değiliz, kimseden korkuyor değiliz. Batılılar güçlüdür, onlarla barışığız demiyoruz. Bugün güçlü olan sömürü sermayesidir. Onun dışında bütün kavim ve din mensupları mağluptur, ezilmektedir. Biz tüm mağdur ve mazlum insanlara barış öneriyoruz. Onlar için bir şartımız yoktur. Ama sömürü sermayesine ise şartlı barış öneriyoruz; faizi bırakın, zinayı bırakın, fitneyi bırakın, zulmü bırakın… O zaman sizinle de uygarlık yarışında dayanışarak yarışalım. “Biz O’nun için müslimiz”in mânâsı budur. O istediği içi barışığız, yoksa biz kimseden korkmayız, yalnız O’ndan korkarız. Biz ölümden de korkmayız. Nasılsa öleceğiz. Şehit olarak ölmek, Allah’ın bize en büyük lütûflarından biri olur. Biz cemaat olarak onun için tüm insanlıkla barış içindeyiz.

***

فَإِنْ آمَنُوا بِمِثْلِ مَا آمَنتُمْ بِهِ (Fa EiN EAvMaNUv BiMiSLi MAv EAvMaNTuM BiHIy)  

“İman ettiğinizin misli iman ederlerse.”

Sizin kendisiyle emniyete aldığının misli ile emniyete alırlarsa, kendilerini ve insanlığı emniyete alırlarsa... O zaman ihtida etmiş olurlar. “Sizin iman ettiğinize iman eder gibi iman ederlerse” demiyor da; “Sizin iman ettiğinizin misli ile” diyor.

Genelde diğer insanlar da “Bütün peygamberlere inandık” derler, ama sonra aralarında tefrika yaparlar. Onu yapmamaları için “Sizin iman ettiğinizin benzerine iman ederlerse” denmiştir. Çünkü inandığımıza zaten inanıyorlar. Yahut mânâ tam tersinedir. Bu da şunu gerektirir.

Allah’a herkes kendi cephesinden bakar. Allah herkese ayrı ayrı tezahür eder. Ben biliyorum ki Allah’ı benim gördüğüm gibi görmüyor, çünkü o başka cepheden bakıyor. Oradaki tezahür farklıdır. Ama bir şey biliyorum ki, onlar da benim gördüğüm Allah’ın başka tarafını görmektedirler. Bu neyi sağlıyor? Bu bizim farklı amelleri yapmış olmamız ve farklı şekilde görmemiz birliğimizi sarsmıyor; tam tersine birliğimizi pekiştiriyor. Bu, bugünkü demokratik ve lâik düşüncenin baz noktasıdır.

فَقَدْ اهْتَدَوا (FaQaD iHTaDaV)  

“İhtida etmiş olurlar.”  

Yukarıda Yahudi veya Hıristiyan olunuz, ihtida edersiniz, demişlerdi.

Kur’an bunlara cevap veriyor; tam tersine müslim olurlarsa ihtida etmiş olurlar.

Sömürü sermayesi önce din ve mezhepler arasına nifak sokmuş ve insanları asırlardır savaştırıyor. Sonra Masonlukta bütün dinlerin iyi karşılandığını söylüyor. Sanki bu sistemi onlar getirmiş gibi kandırıyor.

Kur’an 1400 küsur yıldan beri bu kuralları koymuş, açık açık deliller göstermiş; bu da yetmemiş, fiilen değişlik dinleri barış içinde yaşatmıştır.

Masonlar önce sınıf teşkil ediyor, herkesi aralarına almıyorlar. Orada her din serbestmiş! O halde neden her dine mensup olan herkesi almıyorsunuz?!.  

İslâmiyet’te kim “Ben Müslümanım” derse, o kimse o anda Müslüman olur. Bir yerden vize ve pasaport almak zorunda değildir. Mustafa Kemal de “Ben Türküm” diyeni Türk kabul etmiştir. Sermayenin Mason olun veya Hıristiyan olun ifadesi bir şey ifade etmiyor. Çünkü bir adım atlasanız bile, sonra 33 engel daha çıkar!..

وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ (VaEiN TaValLvu FEinNaMAv HuM FIy ŞıQAQın)  

“Tevelli ederlerse onlar sadece şıkak içinde olurlar.”

İnsanlığın birleştirilerek tek ümmet hâline getirilmesi ve bunun sürdürülmesi İbrahimî dinlerin esasıdır. İbrahimî dinler de Yahudilik, Hıristiyanlık, Hindu ve Budizm ile Kur’an’ın taçlandırdığı İslâm dinidir. Her biri ayrı ayrı dinler olmakla beraber, aynı hedefe yönelmiş farklı yollar gibidir.

Bunu sağlamak için iki yol vardır.

Biri barış yoludur. Yani, birlik savaşla değil, barışla sağlanacaktır. Savaş sadece güvenlik içindir, barışı korumak içindir. Savaş barışı tesis etmez. Genel barışın sağlanması için ilâhi kitapların insanlar tarafından okunması, yorumlanması ve onların öğretilerine göre ameli salihin yapılması esas alınmıştır.

Barışı görüşmelerle ve dayanışma ile sağlayacağız. Silahla saldırgan defedilir ama barış sağlanamaz. Bunun en açık örneği Irak’tır. Saddam Irak’ta barışın sorunu idi. Ama bugün ABD kuvvetleri barış sorunu olmada Saddam’ı birkaç kat aşmıştır.

Dünya barışını sağlamak istiyorsak, ikinci olarak yapmamız gereken nedir?

Barışı sağlamanın ikinci yolu, İbrahimî dinlere saygı göstermek, onları göreve dâvet etmek ve onlar arasında ayrılıklar gözetmemekle olur. Spor kulüpleri oluşturacağımıza, ibadet kulüpleri oluşturmamız gerekir. Bütün sosyal olayların baskısız yürümesi için mabetlere ihtiyaç vardır. Okullar, kışlalar ve pazarlar hep mabetlerin etrafında oluşturulmalıdır. Baskısız düzen ancak dinî öğütlerin gölgesi altında oluşabilir.

Başka bir ifade ile; ilim tartışmaya, ekonomi çıkara, siyaset güce (korkutmaya) dayanırsa da, hepsinin temelinde sevgi olmalıdır. Onlar sevginin hizmetinde olmalıdır. Din bu sevgiyi yaşatan bir kurumdur. Kuvvetler ayrılığı değil, “kuvvetler dengesi” olmalıdır. Kuvvetler dört ayak olarak dayanışarak kamuyu denge içinde oluşturmalıdırlar. Bunlar bir yerde olmalılar.

Ocakta beş vakit namaz, bucakta cuma namazı bu dört gücü bir arada tutar.

Geçmişte hanedanlar vardı, diktatörler vardı. Dolayısıyla bucak yönetimi oluşturulamamıştı. Merkezî yönetimler onları eziyor, hattâ Türkiye’de olduğu gibi onları ortadan kaldırıyordu. Kendilerine göre haklı gerekçeleri vardı. Bugün ise yeryüzüne demokrasi hakim kılınıyor. Artık bağımsız bucakların oluşmasına mâni bir şey kalmamıştır.

“Adil Düzen”e karşı direnenler çıkmaz içindedir, bölücü olacaklardır. Demek ki bölücülük yapanlar dindarlar değil, dini özgürlüğü tanımayan, lâikliği dinsizliğin dindarlara baskısı şeklinde anlayan kimselerdir.

فَسَيَكْفِيكَهُمْ اللَّهُ (Fa Sa YaKFIyKaHuMU elLAHu)  

“Allah sana kifayet edecktir.”

Evet; tüm İbrahimî dinleri hak din olarak kabul etmeyip onlar arasında farklar ortaya koyarak, dinleri savaş aracı olarak kullananlar, cennete sadece bir kısım insanların gidebileceği ve Allah’a ve âhirete inansa ve salih ameller işlese de, kendi dinlerine mensup olmayanların cennete gidemeyeceği inancı o kadar yaygındır ki, bu fikri savunan insan olarak tek başına kalabilirsiniz...

İşte, Allah Kur’an’da diyor ki; sen bu görüşleri savun, sen buna iman et, Allah sana kâfidir, Allah sana yeter. Tek kişi olsan da sen bu davandan vazgeçme. Çünkü III. bin yıl uygarlığı böyle bir uygarlık olacaktır. O şıkak içinde olanlar, Allah’ın iradesi karşısında eriyip gidecekler. Onlara karşı size yeter demiyor; “sana yeter” diyor. Tek kişi olsan da zafer senindir, senin düşüncenindir, çünkü haktır.

Diğerlerine bir şey demiyorum, ama Kur’an’a inananların çoğu hâlâ sadece kendilerinin cennete gideceklerine inanıyor ve bizi sapıtmış olarak görüyor. Asıl Kur’an’dan sapan kim?. Ben de sapıyorum ama, Kur’an’a sapıyorum. İşte âyet. Yorumlayın bakalım, yorumlayabilirseniz. Biz onların arasında fark gözetmeyiz.

وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ(137)   (VaHUVa elSaMIyGu elGaLIyMu)  

“Semi’ olan, alîm olan O’dur.”

Burada semi’ ve alîm marife gelmiştir. O’ndan başka semi’ ve alîm yoktur demektir.

“Allah sana yeter”deki Allah kâinatı var eden Allah’tır, O’nun yeryüzündeki halifesi topluluk değildir. Allah köşe taşları koymuştur. Duvarlar binalar arasında örülecektir. Kimse köşe taşlarını oynatamaz.

Allah duvarın nasıl yapılacağını öğretmiş, insana hangi taşı nereye isterse koymasını bırakmıştır. Yapının düzenini kimse bozmaz. Tarih köşe taşları ile kaderde belirlenmiştir. Biz aradaki duvarları örmekle görevli ve yetkiliyiz. Tarihin akışını kimse değiştiremez.

III Bin Yıl Adil Düzen Uygarlığı gelecektir.

Bunları biz getirmeyeceğiz. O takdir etmiştir, gelecektir. O alîm ve semî’dir. Yani, O ne olduğunu bilmekte ve ne söylendiğini de duymaktadır. Biz Adil Düzene sahip çıkarsak cennette sahabelerin mertebelerinde oluruz. Onlar ilk oldukları için; biz de peygambersiz olduğumuz için değerli olacağız.

Ama biz Adil Düzen Çalışmalarını ihmal edersek, Kur’an açıkça söylüyor; sizi başkalarıyla değiştiririz.

Akevler Ekolü dışında ‘resuller arasında biz tefrika yapmayız’ diye savunan kimselere biz ulaşamadık. Varsalar; lütfen bize bildirsinler de sevinelim...

***

صِبْغَةَ اللَّهِ (ÖıBĞaTa elLAHi)  “Allah’ın sıbgası”

Sıbga” boya demektir. Boya renkten farklıdır. Şeffaf olan boyalar vardır. Renkli değildir ama boyadır. Boyama eşyanın kaplanmasıdır. Paslanmaktan ve çürümekten korur. Bir de boya renk verir ve o renkle insanlar tanınır. Kiliselerde vaftiz yapılmakta, böylece de Hıristiyan oldukları saptanmaktadır. Belli kıyafetlerle de manastıra mensubiyet ifade edilmektedir.

Burada “Allah” kelimesi iade edilmiştir.

Buradaki “Allah” topluluk anlamındadır.

Topluluk kıyafetleri belirler, her biri için özel kıyafetler tespit edilir. Belli dine mensup olanlar, hangi din ve mezheplerde olduklarını belirlerler. Askerler de böyle elbiseler giyerler. Cephe belli olur.

Burada ifade edilmek istenen çeşitlilik ve bu çeşitliliğin imtiyazı değil, sadece farklılığı belirler.

Cumhuriyet’te kıyafet kanununun değiştirilmesi bu farklılığın kaldırılması şeklinde olmuştur. Türkiye devleti artık eski örgütlenmeyi bırakmıştır. Soya veya eski inanca dayanan renkler yasaklanmıştır. Yerine yeni örgütlenme ve yeni mezhepler ortaya çıkmıştır.

Türklüğü ifade den işaret, hangi ile ve hangi bucağa mensup olduğunu ifade eden işaret; ilmi, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarının hangisine mensup olduğunu gösteren işaret; temel, ilk, orta, yüksek ve üstün ehliyetlerden hangisine sahip olduğunu gösteren işaret, bedelli veya nöbetli olduğunu gösteren işaret, kadınlardan da evli veya kocası olduğunu gösteren işaret, İslâm nikâhını mı yoksa başka nikahı mı benimsediğini gösteren işaretler…

Topluluğun takdir ettiği özellikleri taşıyan elbiseye “kıyafet” diyoruz.

Bunlar topluluğun belirlediği kıyafet olacaktır. Dil ne ise topluluk da odur.

Topluluklar kendi kıyafetlerini kendileri belirlerler, ancak bu tescil edilir, başkaları o kıyafeti kullanamazlar. Devlet kıyafet yasağı getiremez, ama kıyafetleri korumakla yükümlüdür. Yani, bir topluluğun kıyafetini o topluluğa mensup olmayanlar kullanamazlar.

Türkiye’de bu resmi kıyafetler için geçerli sayılmıştır. Oysa bugün eşyada başkasının amblemini kullanamazsın, ama başkasının kıyafetini giyebilirsin. Kişiler kamu görevlerini görürken de kendi kimliklerini saklamayacaklardır. Bu sayede görevlerini tarafsız yapıp yapmadıklarını daha kolay kontrol edebiliriz.

وَمَنْ أَحْسَنُ مِنْ اللَّهِ صِبْغَةً (Va MaN EaXSaNu MiNa elLAHi ÖıBĞaTan)  

“Allah’tan başka kim bir sıbgayı ahsen yapabilir?”

Burada “Minhü” denmeyip tekrar “Allah” lafzının iadesiyle, buradaki “Allah” ile kâinatı halk eden Allahi’ın kastedildiği anlaşılıyor. Bu sıbganın şeriata uygun olması, akla uygun olması gerekir.

Herkes başkalarının anlayacağı ve bilebileceği kıyafet giyinmek zorundadır. Bayrak bugün ulusları temsil eder. Bu sıbgadır. Ama uluslararası bir uzlaşma ile bayraklar alınmamıştır. Bayraklar devletlerin yerlerini ve rejimlerini göstermektedir. Onların topraklarına girenler veya onlarla ilişki kuranlar, onların kim olduklarını bilmektedirler.

Kıyafet yalnız insanlar için değildir. Malların da, araçların da, binaların da kıyafetleri vardır. Tabelalar birer kıyafet yanı sıbgadır. Gelecekte sıbga dil kadar önemli bir anlaşma aracı olacaktır. Park yapılmaz işareti sıbgadır.

وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ(138) (Va NaXNu LaHUv GaBiDUvNa)  “Ve biz onun için ibadet ederiz.”

Fatiha Sûresi’nde “Sana ibadet ederiz” dendiği hâlde, burada “O’nun için ibadet ederiz” deniyor.

Abdin, kölenin işçiden farkı şudur. İşçi iş yaparken, işini bitirdikten sonra da başka işler yapabilir. Oysa abd/kul yalnız birinin işçisidir, başkasına iş yapamaz. Biz yalnız sana kulluk ederiz demek, bir başkasının işçiliğini yapmayız demektir. Başkasının işlerinde çalışmıyor muyuz, ücretle iş yapmıyor muyuz? Onlara geçici iş yapıyoruz, patronumuzun izni, hattâ emri ile yapıyoruz. Bu sebepledir ki alacağımız o kişinin üzerinde değil, topluluğun üzerinde doğar. O, topluluğa borçlanır. Biz ondan topluluğun alacağını talep ederiz. Böyle olmasaydı, mahkemeye baş vurup alacağımızı dava edemezdik.

Buradaki “HU” zamiri kâinatın hâlikı Allah’a gitmektedir. Yani, sıbga şeriatını teşri edene gitmektedir. Biz bütün bu kurallara ve kanunlara uyarken O’nun için uyuyoruz, O’nun rızası için uyuyoruz. Hizmet verdiğimiz halktır, insanlardır, topluluktur, ama biz O’nun buyruğuna uyarak, O’nun adına bu işleri yapıyoruz demek olur. Tüm insanlar, kavimler, mezhepler bu çizgiye geldikleri zaman büyük barış başlamış olur. Bir taraftan biz O’nun için barışa gireriz, diğer taraftan O’nun için işler yapmaya başlarız.

 

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3456 Okunma
2-bakara11-20
2476 Okunma
3-bakara21-30
2607 Okunma
4-bakara30-37
2331 Okunma
5-bakara37-48
2594 Okunma
6-bakara 49-57
3196 Okunma
7-bakara 59-61
3194 Okunma
8-bakara 62-69
2562 Okunma
9-bakara 70-76
3602 Okunma
10-bakara 77-83
2834 Okunma
11-bakara 84-88
2375 Okunma
12-bakara 89-93
2499 Okunma
13-bakara 94-101
2699 Okunma
14-bakara 102-105
3574 Okunma
15-bakara 106-112
2746 Okunma
16-bakara 113-119
2825 Okunma
17-bakara 120-123
2715 Okunma
18-bakara 124-130
2395 Okunma
19-bakara 132-138
2265 Okunma
20-bakara 139-143
2182 Okunma
21-bakara 144-149
2665 Okunma
22-bakara 150-158
2559 Okunma
23-bakara 159-165
2161 Okunma
24-bakara 166-173
2577 Okunma
25-bakara 174-177
2674 Okunma
26-bakara 178-182
2411 Okunma
27-bakara 185-187
6471 Okunma
28-bakara 188-194
2547 Okunma
29-bakara 195-198
2921 Okunma
30-bakara 199-206
2452 Okunma
31-bakara 207-213
2859 Okunma
32-bakara 215-217
2288 Okunma
33-bakara 218-221
2785 Okunma
34-bakara 222-228
3097 Okunma
35-bakara 229-232
3692 Okunma
36-bakara 233-235
2368 Okunma
37-bakara 236-242
2575 Okunma
38-bakara 243-246
2699 Okunma
39-bakara 247-248
2945 Okunma
40-bakara 249-252
3245 Okunma
41-BAKARA 253-256
2781 Okunma
42-BAKARA 257-259
2629 Okunma
43-BAKARA 260-264
3197 Okunma
44-BAKARA 265-269
2373 Okunma
45-BAKARA 270-274
2717 Okunma
46-BAKARA 275-277
2423 Okunma
47-BAKARA 278-281
2453 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2888 Okunma
49-BAKARA 283-284
2592 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3808 Okunma

© 2024 - Akevler