Yeryüzü Tarihi…
İlk yazıda, Tanrı’nın varlığının kavranmasına ilişkin bazı verileri ortaya koymaya çalıştım. Hedefimiz, bu verilerin Kur’an ile olan uyumunu test etmekti. Ne var ki, Kur’an da bize Tanrı’nın “enerji ve boşluk” evreninde olamayacağını söylüyor. Bu şaşırtıcı benzerlik, bugün atom altı dünyasının keşfedilmesiyle de büyük bir paralellik arzediyor.
Elbette ” Kur’an bir TANRI kavramını ortaya koyuyor ve bu da bizim için yeterlidir” diyebiliriz. Ama hayır, bu yetmez, çünkü lafzın ortaya koyduğu başka ifadelerin değer kazanması, anlamlandırılabilmesi ve anlaşılabilmesi için öncelikle “Tanrı’nın en azından bizim evrenimizin içinde olmadığı” varsayımından hareket etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu şu anlama gelmez: “Tanrı yoktur!”, Hayır, belki Tanrı vardır ama şimdilik, Enerji ve Boşluk evreninde yoktur. “Ahad” kelimesinin değerli bir anlamı olmalı.
Şimdi, çok daha kolay anlaşılabilecek veya üzerinde rahatlıkla düşünülebilecek başka bir bilinmezlik evrenine geçelim. Meseleyi biraz daha özelleştirelim ve içinde yaşadığımız dünyanın “yaşanılabilir bir yer” haline gelmesinden sonra bizim için hala “muamma” niteliğinde olan “olaganüstü” şeylere bir göz atalım.
Günümüzde de geçerliliğini koruyan pek çok soru cevaplanmayı beklemektedir. Ben birkaç tanesini sıralayabilirim:
- Bizim dışımızda başka akıllı varlıklar veya başka bir ifade ile, başka dünyaların sakinleri gelip bizim üzerinde yaşadığımız bu dünyada medeniyetler kurmuş olabilirler mi?
- Avrupa kıtası ve bağlı kıtalar ile Amerika kıtasının koparak birbirinden uzaklaşması jeolojik araştırmalara ve hesaplamalara göre günümüzden 190 ila 325 milyon yıl önce gerçekleşti. Oysa beşerin yeryüzü tarihi bu kadar eski değil. O halde nasıl oldu da, Amerika kıtasında tıpkı Asya ve Afrika’da olduğu gibi biririnin aynı beşer profili ortaya çıktı? (Alfred WEGENER, Jeolojik zamandizim)
- Dünyamızda, Bilinen insan veya organizma gelişiminin tarihi en iyi şartlar altında 1,5-3 milyon yıllık bir geçmişe sahiptir. Oysa kıtaların ayrılması bundan milyonlarca yıl daha eskidir. Bu akıl almaz serüvende insanlığımızın dağılımı nasıl gerçekleşmiştir?
Daha pek çok soru sorulabilir. Paleolitik çağ olarak adlandırılan eski taş çağının günümüzden 2 milyon yıl önce başladığı, insanların eşyaları kullanma becerilerinin geliştiği ve çeşitli aletler ürettikleri bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kadar eskiye ait herhangi bir yazı veya bilgiye sahip değiliz. Bütün bunlar bir “evrim” sürecini destekliyor olmasına rağmen, insanlığımızın nasıl ortaya çıktığı hususunda yeterli cevaplar vermekten oldukça uzak duruyor. Üstelik bu varsayımlar, Rift vadisinde yapılan kazılardan elde edilen bölük pörçük bilgilerle ulaşılmış sonuçlardır. Bu belki, sadece bir türün, Hominiade familyasına ait, Homo Sapiens türünün bulguları olabilir. Bu da en iyi ihtimalle günümüzden ortalama 8-10 milyon yıl önce yaşamış olan dik yürüyen bir organizmadan geldiği varsayımına baktığımız zaman, kıta kopmalarının bundan on milyonlarca yıl önce gerçekleştiği gerçeği karşısında cevaplarımız tükeniyor.
O halde soru şu değil midir: Nasıl?
Dil, hepimizin kullandığı iletişim aracı. Basit bir soru aklımızı hep meşgul eder: Binlerce yıl önce, mısır piramitlerinde kullanılan kabartma yazılar ile Mısır’dan binlerce kilometre uzakta ve okyanus ile ayrılmış bir kıtada, yani Amerika’nın bir bölgesinde inşa edilmiş muhteşem yapılar üzerindeki yazıların (kasdettiğimiz kabartmalar ve şekillerdir) nasıl şaşırtıcı biçimde birbirine benzedikleridir.
İlk bakışta aklımıza gelen şey, insanların yeryüzünde yayıldıkları ve dolayısıyla sahip olduklarını da birlikte götürdükleri varsayımıdır. Ama unutulmamalıdır ki, ortada geçilmesi gereken bir okyanus vardır ve insanoğlu, yani beşer henüz bu mesafelere ulaşabilecek deniz araçlarına sahip değildi. Üstelik bir medeniyeti, binlerce mensubu olan halkları transfer edebilecek olanaklar yoktu.
Acaba dil dediğimiz şey de bize öğretilmiş bir şey midir? Ya da kullandığımız diller aslında Tanrı’ların dilleri midir?
Bunun için küçük bir yolculuğa çıkmamız gerekebilir. Teleskobun keşfedilmesinden sonra milyarlarca ışık yılı mesafedeki gök cisimleri izlenebilmektedir. Bu devasa galaksinin içerisinde acaba kaç gezegen bizim üzerinde yaşadığımız dünya koşullarına sahiptir sorusu da yeryüzü sakinlerinin hep aklını kurcalamıştır. Bugün biliyoruz ki, binlercesi bizim üzerinde yaşadığımız dünya koşullarına sahiptir. Öyleyse bu yerlerde de bizim anladığımız anlamda bir yaşam formu olabilir mi?
Tren keşfedildiğinde, insanoğlunun 30 km’den daha yüksek hızlara dayanamayacağı varsayılıyordu. Ama bugün roket teknolojisi, beşerin başka dünyalara yolculuk yapabileceği fikrini güçlendirmiştir. Mesela günün birinde dünyamızdan kalkan bir roket içerisindeki astronotların başka bir dünyaya ayak basmaları halinde orada yaşayanlar bunu nasıl karşılayacaklar? Insan olarak mı yoksa Tanrı olarak mı?
İkinci dünya savaşı sırasında Amerikan askerleri, güney denizinin dünyadan kopmuş adalarına inmişlerdi. Burada ikmal yerleri ve hava alanları inşa etmişlerdi. Savaş bittikten sonra da evlerine dönmüşlerdi. Fakat garip bir şey olmuştu: Adalarda yaşayan yerliler, samandan ve bambudan uçaklar inşa etmişlerdi. Çünkü gökyüzünden gelen yabancıları Tanrı gibi görmüşlerdi ve onları gökyüzünden geri getirmeyi umuyorlardı. Çünkü gelenler, yerlilerin dünyasında bulunmayan hazineler getirmişlerdi, Hiç görmedikleri aletleri ve silahları vardı. Bu yabancılar avlanmıyorlardı, çünkü yiyecekleri vardı, gökyüzünden büyük bir gürültüyle ve toz bulutları içinde gelmişlerdi, Tanrı olmalıydılar. Belki de yıldızların Tanrı’sı.
Yakın geçmişimizde ortaya çıkan bu inanış aslında insanlık tarihine de ayna tutacak niteliktedir. Bugün bile güney denizi adalarında yaşayan yerliler arasında bu inanışın izlerini bulmak mümkündür. 70’li yıllarda bile hala sabırla Tanrıları’nın gelmesini bekliyorlardı. Gece gündüz nöbet tutarak. Ümit ediyorlardı.
Bir tür din. Hemen hemen bütün masallar, efsaneler ve hatta dinler bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bunun temelinde ise, beşerin kendisinden daha güçlü başka varlıklarla karşılaşmıs olmasıdır.
Kızılderili efsanelerinden güney Amerikalı yerlilerine, Tibet yazıtlarından Hint efsanelerine, Mısır piramitlerine varıncaya kadar hemen hemen bütün efsaneler aynı şeyden bahsederler. İlginç gökyüzü araçları ile gelen Tanrı’lardan söz ederler. Bunlar hayal ürünü olamazlar çünkü yeryüzündeki tüm toplumlarda aynı şeyleri bulmak mümkün olmazdı. Fil suresi benzer diğer anlatımlara baktığımızda benzer ifadelerin Kur’an da da olduğunu görmek mümkündür.
Çok daha ilginç olan şey, dünyanın her köşesine serpiştirilmiş farklı pagan inanışlarının ortak bir özelliği vardır. Bu da, gökyüzünden gelen olağanüstü güçlere sahip olan Tanrı algısıdır. Bunların bir kısmı bu uçan varlıkların kaynağını da belirtmekle birlikte hemen hepsi, bu Tanrıların kendilerine benzer olmaları noktasında birleşmektedir.
Yeryüzünde yaşayanlar, kendilerinden daha güçlü olduklarına inandıkları bu varlıkları “Tanrı” olarak algılamışlardı. Birden çoktular ve güçlüydüler. Zaman içinde bu objelere ait söylentiler birer efsaneye dönüşmüş olmakla birlikte, rölyefler, heykeller, çivi yazıları ve mağara resimleri bunların hemen hemen hepsinin aynı şekilde tasvir edildiğini göstermektedir.
Gökyüzünden gelen bu Tanrıların bir kısmı düşmanca davranmış, bazıları yardımsever olmuş, bazıları bağışlayıcı ve lütufkar olmuşlardır. Kur’an ın Allah’a atfettiği sıfatların hemen hepsini bu tasvirlerde ve inanışlarda parça parça bulmak şaşırtıcı olsa gerek.
Arkeolojik buluntular ve akıl almaz mimari, teknik ve devasa yapıların binlerce yıl önce yeryüzünde nasıl inşa edildiği ve hesaplamaların şaşılacak ölçüde nasıl doğru şekilde yapılabildiği hala anlaşılabilmiş değildir.
Dünyanın değişik yerlerinde karşımıza çıkan tapınakların inşasında kullanılan ve son derece dikkatli geometrik hesaplamalara dayanan duvarlar ve bu duvarların yapılış şekilleri de önemlidir. Binlerce yıl öncesine dayanan bu tapınakların hangi matematik bilgisiyle ve hangi teknoloji ile inşa edildikleri bilinmemektedir. Bugün bile yapımı neredeyse imkansız olan büyüklükte ve nitelikteki bu geometrik ve hatta teknik yapıların hangi teknoloji ile ve hangi bilgiyle üretildiklerini de sorgulamak gerekir.
Başka bir ayrıntıyı daha not etmekte yarar vardır, Moskova müzesinde bulunan ve 40 bin yıl öncesine tarihlenen bir bizon kafatasının üzerindeki kurşun izidir. Kurşun izine bakılırsa, bizon alnının ortasından vurulmuştur. Bilim adamları böyle bir deliğin ancak çok yüksek basınçlı bir silahtan atılmış mermi ile oluşabileceği sonucuna varmışlardır. Elbette bu da bir efsanedir ama, 40 bin yıl önce nasıl bir varlık hangi teknolojik silahla bunu yapmıştır?
Kur’an da Talut kıssasında geçen “Tabut” kavramının (Bakara 248) Eski Ahit (Tevrat) versiyonuna baktığımız zaman ilginç detaylar görüyoruz. Buna göre Musa Tur dağındaki randevusuna gittiğinde, Rabbi Musa’ya bir sandık yapmasını emretmiş:
“Rab Musa’ya şöyle dedi: (….) Meskeni ve eşyalarını sana göstereceğim örneğe tıpatıp uygun yapın. “Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu iki buçuk, eni ve yüksekliği birer buçuk arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın koşullarını belirten taş levhaları sana vereceğim. Onları sandığın içine koy.”Saf altından bir bağışlanma kapağı yap. Boyu iki buçuk, eni bir buçuk arşın olacak. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yap. Keruvlar’dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara, kapakla tek parça halinde yap.Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtecek. Yüzleri birbirine dönük olacak ve kapağa bakacak. Kapağı sandığın üzerine, sana vereceğim taş levhaları ise sandığın içine koy. Seninle orada, Levha Sandığı’nın üstündeki Keruvlar arasında, kapağın üzerinde görüşeceğim ve İsrailliler için sana buyruklar vereceğim.” (Tevrat/Çıkış,25/1-22)
Bu sandık tehlikelidir ve Musa’dan başkasının yaklaşması yasaklanmıştır. Onu taşıyanların özel giysileri ve ayakkabıları vardır. Nedir bu?
Bundan bir süre önce, Minesotada bir kolejin öğrencileri, kutsal kitaplarında anlatılanlardan yola çıkarak sandığın bir benzerini yapmak istemişlerdir. Ancak bir süre sonra öğretmenler yapımı durdurmak zorunda kalmışlardır çünkü tehlikeli ve inanılmaz olaylar ortaya çıkmıştır.
Bugün biliyoruz ki böyle bir sandığın karşılığı yüzlerce voltluk bir kondansatördür. Bir çeşit birleşik sandık olan Ahid sandığının da iletişim için yapıldığı anlaşılmaktadır. O halde Musa’nın kim veya kimlerle iletişim kurması istenmiş idi?
Bu hikaye ile ilgili olarak bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği gibi A’raf 143. Te “Ve lemmâ câe mûsâ li mîkâtinâ ve kellemehu rabbuhu…” denmektedir.
Yani, Musa Sözleşmiştir, Musa’nın sözleştiği ikiden çok kişidir. Belirlenen zamanda belirlenen yere gitmiştir ama orada sadece “onun Rabbi” ile konuşmuştur. Oldukça ilginç bir ayrıntı değil mi?
Şimdi bir kere daha soralım: Niçin uyarıcılar gönderilmiştir?
Kur’an da Allah’a atfen zikredilen bütün sıfatlar pagan dinlerinde de vardır ve bunların somut dayanakları da vardır. Ve yine bu sıfatların tamamı pagan dinlerinde de “Tanrı”ya adanmış sıfatlardır. Yine pagan dinleri bu sıfatlardan ve somut verilerden yola çıkarak “Tanrı”larını tasvir etmişler, onlara tapınaklar yapmışlar, onları şekillendiren heykeller dikmişlerdir. Bunların hiç biri hayal ürünü değildi.
Problem neydi de bize uyarıcılır/elçiler gönderildi, kitaplar gönderdi? Tanrı’nın Bütün özellikleri biliniyor olmasına rağmen niçin böyle bir uyarma ihtiyacı duyuldu? Aslında vahyedilenler ile pagan inanışları arasında da büyük benzerlikler olmasına rağmen, niçin ayrıca uyarma gereği doğdu? (Elbette zaman içinde pagan inanışlarının örfi değişimler geçirmiş ve böylece aslından sapmış olmalarını dikkate almıyoruz ama vahyedilenler de böyle değil midir?)
Aslında sebep basitti, Tanrı diye tasvir edilen, şekillendirilen varlıkların hiç biri aslında Tanrı değildi. Çünkü Tanrı’nın tasviri mümkün değildi ve tasvir edilenlerin hiç biri onu resmetmiyordu. Onlar güçlüydüler, belki rahman, rahim, kahhar vs. idiler ancak onlar da diğerleri gibi üretilmişlerden idiler.
Andolsun Musa'yı: "Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat" diye ayetlerimizle göndermiştik. Şüphesiz bunda çokça sabreden ve şükreden herkes için gerçekten ayetler vardır. (İbrahim 5)
Elbette söylenebilecek pek çok şey vardır, ancak bütün her şeyi bir yazıya sıkıştırmanın imkanı yok ne yazık ki. Dileyen yeryüzündeki işaretleri ve ayak izlerini rahatlıkla bulabilir araştırabilir. Sağlam bir akıl ile bu işaretlerin aslında nereden geldiğini de sorgulayabilir.
Ya da bütün bunlar sadece “basit bir şaka” mıdır? Eğer Tanrı, Boşluk ve Enerji evreninde değilse, küçük dünyamıza kadar nüfuz etmiş bu devasa yapıyı idare eden kim?
Vesselam
(Konuya ilişkin arkeolojik verileri de derledim ancak yazı çok fazla uzun olacağı için, yazının altına yorum şeklinde eklemek istiyorum. Dileyen oradan okuyabilir.)