Sam Adian
ADEM VE TOPLUMU - 1
4.05.2012
7071 Okunma, 3 Yorum

 

Adem-i Evrim ve Faraziyeler

 

“Halakal insân” : Ve insan üretidi (Rahman 3)

“Allemehul beyân” : Ve ifade/açıklama  öğretildi (Rahman 4)

“Halakal insâne min salsâlin kel fehhâr” : İnsan, seramik gibi inorganik halden organik hale geçmiş  maddeden üretildi. (Rahman 14)

“Minhâ halaknâkum ve fîhâ nuîdukum ve minhâ nuhricukum târeten uhrâ.” Sizi ondan ürettik, ona döndürürüz ve nihai olarak ondan çıkarırız. (Taha 55)

 

Ve min kulli şey’in halaknâ zevceynî leallekum tezekkerûn” (Zariyat 49)

Öğüt almanız için de herşeyi çiftler halinde yarattık.

 

“Yâ eyyuhen nâsu innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben ve kabâile li teârefû, inne ekremekum indallâhi etkâkum, innallâhe alîmun habîr” (Hucurat 13)

Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden ürettik ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere dönüştürdük. Allah katında en değerli olanınız, itka edenlerinizdir. Şüphesiz Allah bilendir, haberdar olandır.

 

Yaratılış serüveni muhakkak ki son derece karmaşık ve titiz bir çalışma/üretim sürecidir. Yerleşik inanışların aksine, bu üretim süreci yaratıcının programına bağlı olarak geliştirilen bir çeşit laboratuar çalışmasıdır. Kuşkusuz üretilen bu organizma veya beşer, yine karmaşık test aşamalarından geçirilmiş ve arzu edilen niteliklere ulaşıncaya kadar da buna devam edilmiştir.

 

Açıkça anlaşılıyor ki, insan varlığı üretilmiş ve bu üretim çeşitlendirilerek farklı farklı topluluklar oluşturulmuştur (Şuub ve kabail). “innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben ve kabâile” demektedir. Öyle ise, bu farklı toplulukların/halkların oluşturulması ilk yaratılış ile ilgilidir. Demek ki üretilen varlık çeşitlendirilerek ve farklılaştırılarak dönüştürülmüş/evrilmiş, birbirinden farklı topluluklar oluşturulmuştur. “li teârefû”, yani birbirini tanımayan topluluklardır bunlar. Demek ki tanıma daha sonra olacaktır. Genellikle “şuub ve kabail” kelimelerine sosyolojik bir anlam yüklenmek istenmekle birlikte, bu kelimeler Kur’an da ilk yaratılış ile birlikte oluşturulan/dönüştürülen aynı cinsten farklı türleri ifade etmek için kullanılmaktadır.

 

Ademi varlığın bir parçası olan “Adem topluluğu” da bu “şuub ve kabail”den biridir.  Adem topluluğu, matematiksel işlemciye sahip, algılayabilen ve yorumlayabilen türden bir türdür. Çünkü:

 

“Ve huvellezî halaka minel mâi beşeren fe cealehû neseben ve sıhrâ, ve kâne rabbuke kadîrâ” (Furkan 54)

 

Üretilmiş olan bu varlık, bir kişi olarak değil, çoğaltılarak bir topluluk haline dönüştürülmüştür. “neseb” yani aynı tür ve “sihra” birbirleri ile ilişki kurabilen topluluklardır bunlar. Elbette bütün bunlar belli aşamalarda gerçekleşmektedir ve bir süreç ile ilgilidir.

 

“Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh, kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ, ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek, kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn” (Bakara 30)

“Ve alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn” (Bakara 31)

 

Biyolojik varlık oluştuktan sonra test alanlarında gelişmeleri beklenmiştir. Adem topluluğu da bulundukları test alanında (arzlardanbir arz) dönüştürülmeyi beklemektedirler. “Cailun fil ardi” dektedir. Yeryüzünde dönüştürülecek bir varlıktan söz edilmektedir. Bu varlık Adem’dir. Bu varlık yani Adem, nesneleri ve eylemleri algılayabilen, tek tek ve aralarındaki ilişkileri de yorumlayabilen bir varlık olarak tasarlanmıştır.

 

Adem : “Yerden çıkmış varlık” Edim : “Yeryüzü, toprak”  anlamında İbranice bir kelimeden gelmektedir. Adem ismi, öyle zannediyoruz ki, ilk yaratılış sürecine uygun bir isim olması sebebiyle seçilmiştir.  Ancak Adem kelimesinin hangi dile ait olduğu konusunda bir ittifak da yoktur.

 

Yine yaratılış süreci içerisinde, laboratuar koşullarında geliştirilmiş olan biyolojik varlıklar “arz” yani belli yaşam koşullarına sahip alanlarda test edilmektedirler.  Adem ve topluluğu da böyle bir ortamda geliştirilmekte ve evrilmektedir.  Bu topluluk fonksiyonlarını kullanmaya başladıktan sonra, yani belli bir evrimle aşamasından sonra daha güvenli bir test alanına ihtiyac duymuştur. Veya gelişimini sürdürebilmesi ve istenilen seviyeye gelebilemsi için özel bir “test alanı”na ihtiyaç vardır.

 

Bakara suresinde Allah’ın bu varlığı deklere etmesi ve bu varlığın nasıl bir varlık olacağını açıklamasının ardından 35. Ayette nihai olarak olgunlaşma alanına yönlendirildiğini de açıklamaktadır.

 

“Ve kulnâ yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete ve kulâ minhâ ragaden haysu şi’tumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn” (Bakara 35)

Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”

 

“Ve yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete fe kulâ min haysu şi'tumâ ve lâ takrebâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn” (Araf 19)

“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”

 

Kur’an, Adem’in ilk iskan mahallini “cennet” olarak nitelendirir. Cennet kelimesi sözlükte, “örtmek, gizlemek” anlamındaki cenn kökünden türetilmiş bir isim olup “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”ye karşılık gelir.

 

Genel kanı, Adem ve topluluğunun içinde bulundukları “cennet” bizim üzerinde yaşadığımız dünyada bir mekan olarak algılanmaktadır. Kimileri ise, bu cennetin, nihai süreçte vaat edilmiş cennet olduğuna inananlar da çoğunluktadır. Her ikisi de muhayyeldir. Çünkü:

 

“Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ” (Taha 115)

“Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ.” (Taha 117)

“İnne leke ellâ tecûa fîhâ ve lâ ta’râ.” (Taha 118)

“Ve enneke lâ tazmeu fîhâ ve lâ tadhâ.” (Taha 119)

 

Demek ki, bu cennet, içinde yiyilip içilebilen, yasakları bulunan bir mekandır. Buna karşılık, bu mekan öyle bir yerdir ki, aç kalmak, çıplaklık hissetek, susuzluk çekmek veya güneş altında, yani fiziksel etkilere maruz kalınmayan bir mekandır. Kısaca korunaklı/güvenli bir mekandır. Fakat yine bu mekan, özel bir test alanıdır çünkü şeytanın vesvesesi sebebiyle oradan bir çıkış vardır. Eğer bu cennet vaat edilen nihai mekan olsaydı o zaman çıkış olmaması gerekliydi. Ne var ki, Adem ve topluluğunun başlangıçta iskan edildikleri bu “geliştirme alanı” vaat edilen cennet ile büyük benzerlikler taşımaktadır. Bu nedenle de “cennet” olarak tarif edilmektedir. Buna karşılık bazı farklar da vardır:

 

“Lâ yemessuhum fîhâ nasabun ve mâ hum minhâ bi muhrecîn” (Hicr 48)

“…lâ yemessunâ fîhâ nasabun ve lâ yemessunâ fîhâ lugûb” (Fatır 35)

 

Demek ki, nihai süreçte önerilen Cennet, Adem’in geçici iskan alanından farklıdır. Çünkü orada yorgunluk ve usanç yoktur, ordan çıkış da yoktur. Çünkü orası ebedi yurt olarak tasarlanmıştır. Oysa Adem ve topluluğunun başlangıçta iskan edildikleri mekanda çıkış vardır, yeme içme vardır ve dolayısıyla yorgunluk da vardır. Yani geçicidir.

 

Tevrat’a göre ise, Adem ve Eşi’nin cenneti bakıp gözetmekle görevli oldukları anlaşılmaktadır. (Tekvin 2-17). Ne var ki, Tevrat’taki kıssa da içinde bulunduğumuz dünya ile sınırlandırılmaya çalışılmış, Fırat ve Dicle havzalarının arasında bir bölgeye sıkıştırılmak istenmiştir. Buna göre çok geniş bir alandır.

 

Esasen  Kur’an’da Adem’le bağlantılı olarak sözü edilen cennet, ve dolayısıyla Tevrat’taki Tanrı’nın has bahçesine benzer bir mekan Sümer mitolojisinde de mevcuttur. Gerçekte, bir yeryüzü cenneti olan bu mekan Sümer şiirinde şöyle betimlenmiştir:

 

Dilmun’da karga bağırmadı,

İttidu kuşu ittidu kuşuna haykırmadı,

Aslan öldürmedi,

Kurt kuzuyu parçalamadı,

Oğlak yiyen yaban köpeği bilinmiyordu,

Tahıl yiyen [obur yaban domuzu] bilinmiyordu,

Dul bilinmiyordu,

Göz ağrısı, “ben göz ağrısıyım” demedi,

Baş ağrısı “ben baş ağrısıyım” demedi,

Onun (Dilmun’un) yaşlı kadını “ben yaşlı kadınım” demedi,

Onun yaşlı adamı, “ben yaşlı adamım” demedi,

Şarkıcılar ağıt yakmadı; şehrin dışında acı çığlıklar yükselmedi.52

Sümerlerin İnsanlığın altın çağına ilişkin düşünceleri de “Emmerkar ve Arata Beyi” adlı mitik destanda şöyle ifade edilmiştir:

Bir zamanlar ne yılan vardı, ne akrep vardı,

Ne sırtlan vardı, ne aslan vardı,

Ne vahşi köpek vardı, ne kurt.

Ne korku vardı, ne işkence,

Adamın rakibi yoktu. (Kramer, Tarih Sumer’de Başlar, s. 199.)

 

Bu mitolojiye göre Dilmun, saf, temiz ve aydınlık bir memlekettir; yani hastalık ve ölüm nedir bilmeyen canlıların memleketi. Ne var ki bu cennet mekanda hayvanlar ve insanlar için gerekli olan su eksiktir. Büyük su tanrısı Enki, güneş tanrısı Utu’ya Dilmun beldesini tatlı su ile doldurması için yerden su çıkarmasını söyler. Böylece Dilmun meyve bahçeleri ve yemyeşil çayırları ile tanrıların bahçesi hâline gelir. Mitolojinin bu bölümü, Tekvin’deki, “Ve yerden bir buğu/nem yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı” (Tekvin 2/6) ifadesini hatırlatmaktadır

 

Haddizatında yerleşik inanışların kaynağı Tevrat ve Sümer mitolojisidir diyebiliriz. Çünkü Kur’an ın tarif ettiği cennet, aynı zamanda içinde yaşadığımız dünyada göremye alışık olduğumuz nesneleri de içermekte idi. Ancak bu mekan yeni oluşturuluş olan biyolojik varlığın gelişim sürecini en iyi koşullarda devam ettirebileceği bir mekan olması açısından farklılık arzetmektedir. Elbette bununla da sınırlı değildir.

 

“Ve huvellezî enşeekum min nefsin vâhıdetin fe mustekarrun ve mustevda…” (En’am 98)

 

Demek ki bu mekan yani bu cennet, Adem ve topluluğu için bir olgunlaşma yeridir. Yeni oluşmuş ve henüz yeteneklerini tam olarak kullanamayan bu biyolojik varlığın beli bir olgunlaşma aşamasına gelmesi kaçınılmazdır. Ancak bu şekilde “emanet olarak bırakılacakarı” yerde hayatiyetlerini sürdürebilirlerdi. Varlık kararlı bir hale gelmeden dünya gibi bir ortama bırakılmış olsalardı muhtemelen varlığını sürdüremeyecekti.

 

Açıkça anlaşılıyor ki, Adem ve topluluğu, daha genel bir ifade ile “insan varlığı” belli bir mekanda, bir çeşit laboratuar koşullarında üretildi ve yine kontrollü olarak geliştirildi. Bundan sonra, geçici olgunlaşma sürecinin tamamlanabilmesi için cennet adı verilen geçici iskan alanına yerleştirildi. Buradan da anlıyoruz ki, yaratıldığı mekan ile cennet aynı yer değildir. Her ikisi de farklı mekanardır.

 

Aynı şekilde, bu mekanın içinde yaşadığımız dünyada olması ihtimalini de değerlendirmek gerekir. Eğer cennet bizim yaşadığımız fiziksel dünyanın içinde ise, böyle bir gelişim ve uyum sürecini destekleyebilir mi? Veya nasıl oluyor da, dünyanın küçük bir bölgesinde bütün dış etkilerden bağımsız olarak gelişim sürecini tamamlayabiliyorlar ve dünyanın zorlu yaşam koşullarına gönderiliyorlar? Nasıl oluyor da, dünyanın bir yerindeki bir mekanda acıkmıyorlar, korunabiliyorlar?  Buna Allah’ın takdiri deyip geçmek elbette mümkün olmaz.  Yani cennet kelimesini sadece bir bahçe gibi, sık ormanla kaplı bir mekan gibi algılamak kolay değil. Başka özelliklerin de bulunması gerekiyor.

 

“Kâlehbitû ba'dukum li ba'dın aduvv, ve lekum fîl'ardı mustekarrun ve metâun ilâ hîn” (A’raf 24)

Allah, dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak düşün . Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.”

 

“ihbit” kelimesi, dikey bir düşüşü ifade eder. Bir yerden çıkıp başka bir yere dikey olarak düşeyi anlatır.

 

Buna göre, yeryüzünde, yani içinde yaşadığımız dünyada bir mekandan çıkıp dikey olarak bir başka mekana düşebilmenin imkanı yoktur. Bu ancak, eğer dışarıdan yani uzaydan geliyor iseniz mümkündür.

 

Kimi yorumcular, bu geçici iskan alanının dünyada olduğunu kanıtlayabilmek için bu kelimeyi çeşitli şekillerde yorumlama gayreti içerisine girmişlerdir. Bunun bir “rütbe tenzili” gibi olduğunu söylemişler böylece belli bir mekandan başka bir mekana çıkarılmak olarak algılamışlardır. Bunun için de başka bir gezegenden veya uzaydaki herhangi bir alandan dünyaya gelebilmelerinin imkanı olmadığı varsayımından hareket etmişlerdir. Bu yaklaşım da doğru değildir.

 

“Ve ennâ le mesnes semâe fe vecednâhâ muliet haresen şedîden ve şuhubâ” (cinn 8)

Kuşkusuz biz göğe ulaşmak istedik, fakat onu çetin bekçilerle ve yakıcı ışıklarla dolu bulduk.

 

“Ve ennâ kunnâ nak’udu minhâ mekâıde lis sem’i fe men yestemiıl âne yecid lehu şihâben rasadâ” (Cinn 9)

Hâlbuki biz, göğün bazı yerlerinde gayb haberlerini dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinlemeye kalkacak olursa, kendini gözetleyen yakıcı bir ışık bulur.

 

Demek ki, uzayda seyahat edilmekteydi. Görünüşe göre cin topluluğu bilgi hırsızlığı yapmakta idi ancak bilgiyi çaldıkları topluluklar cinleri fark etmiş ve onlara karşı silahlar geliştirmişlerdi.

 

Ancak buna itirazlar olacaktır. Denebilir ki “cinler ruhani varlıklardır, seyahat edebilirler” Herşeyden önce Kur’an “Ruhani Varlık” kavramını reddeder. Böyle bir varlık türü yoktur. Kaldı ki, cinler de Ademi varlığın tabi oluduğu koşullara tabidirler. Eğer uzayda seyahat etmek istiyorlarsa bunu Ademi varlığın tabi olduğu şartlarda yapmak zorundadırlar.

 

“Yâ ma'şerel cinni vel insi inisteta'tum en tenfuzû min aktâris semâvâti vel ardı fenfuz, lâ tenfuzûne illâ bi sultân”  (Rahman 33)

Ey cin ve insan toplulukları, göklerin ve yerin bazı bölgelerinden çıkıp ötelerine geçmeye, irtibatlar kurmaya gücünüz yetiyorsa, süratle gidin, nüfuz alanları kurun. Büyük gücünüz, gelişmiş güçlü teknolojiniz, olmadan nüfuz edemezsiniz, irtibatlar, nüfuz alanları kuramazsınız.

 

Esasen cin topluluğu da Insan varlığına benzer bir varlıktır. Yapıları farklı olmakla birlikte, aynı kurallara tabidirler. Ayetten de anlaşılabildiği gibi, uzayda seyahatin insan ve cin türleri için mümkün olduğunu ancak bunun için bir “sultan” gerektiği söylenmektedir. Bu teknolojiye sahip olmadan uzayda seyahat etmenin hem cinler hem de insanlar için mümkün olmayacağı açıkça ifade edilmektedir.

 

Demek ki Adem ve topluluğu, cennette olgunlaşma sürecini tamamlarken, aynı zamanda kainatın başka yerlerinde uzayda seyahat edebilme yeteneğine/teknolojisine sahip topluluklar da vardı. Veya böyle bir teknoloji de zaten yaratılmıştı ve vardı. Dolayısıyla Adem ve topluluğunun başka bir dünyadan veya mekandan üzerinde yaşadığımız dünyaya gönderilmiş olmaları da son derece anlaşılır hale gelmektedir. Zaten Adem ve topluluğu, yaratılmış olan ilk akıllı varlık değildi. Akıllı varlıkların içerisinde nev-i şahsına münhasır bir topluluktu sadece. Bundan önce de başka topluluklar vardı ve onlar varlıklarını zaten sürdürüyorlardı. Bu durum meleklerin itirazından da anlaşılmaktadır.

 

Öte yandan, bu mekanın yani Adem ve topluluğunun geçici olarak iskan edildikleri cennetin dünyada olduğunu varsaysak bile, mesela, dünyanın bir bölgesinde yüksek bir yerde idiyseler, ısı düzeyi düşük bir mekan olduğu kaçınılmazdır. Çünkü, dünyanın hiçbir dağı yoktur ki soğuk olmasın. Bununla beraber, bir dağda yüksek bir yerde ikamet ediyor idiyseler eğer,  bunun için kullanılması gereken kelime DÜŞMEK değildir. INMEK olmalıdır. Çünkü düşmek kelimesi, bir yamaçtan aşağı inmek veya köyden şehre inmek gibi algılanabilecek bir kelime değildir. Veya bir merdivenden aşağı inmek gibi bir şey de değildir.

 

İhbit” kelimesi A’raf 13’te iblis için de kulanılmaktadır. O da itirazı sebebiyle düşürülmüştür. Bütün bunlardan sonra Adem ve topluluğunun geçici olarak iskan edildikleri, karar kıldıkları mekan olan Cennet’in dünyada olduğunu varsaymanın veya düşünmenin hiçbir delili kalmamaktadır. Kaldı ki, İsra 99 ve Yasin 81. Ayetler yeryüzünün bizim içinde yaşadığımız mekan ile sınırlı olmadığını da açıklamaktadır.

 

“E ve leysellezî halakas semâvâti vel arda bi kâdirin alâ en yahluka mislehum, belâ ve huvel hallâkul alîm” (Yasin 81)

Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O, hakkıyla yaratandır, hakkıyla bilendir.

 

Demek ki, başka dünyalar da vardır. Demek ki üzerinde bizim yaşayabileceğimiz koşulları taşıyan başka arzlar da vardır. Dolayısıyla Cennet kelimesi ile kastedilen mekanın kendine has bir özellikteki bir mekan olmakla birlikte, bizim yaşam koşullarımıza da benzer şartaları içeren bir mekan olduğu anlaşılmaktadır.

 

Öte yandan başka bazı sorulara da cevap bulmak gereklidir. Niçin böyle bir mekanda iskan edildikleri, niçin bu mekanda bir yasak meyve gibi sembolden söz edildiği gibi..

 

Bilindği gibi, Varlık üretilmesi bir anda gerçekleşmedi. Bir programa bağlı kalınarak geliştirildi. Bu bir süreç anlamına gelmektedir. Cennet de bunun için gerekli olan bir aşama idi. Çünkü Adem ve topluluğu belli bir evrim sürecinden sonra fonksiyonlarını tam olarak kullanabilmeyi öğrenebilecekleri bir mekanda tutulmalıydılar. Böylece onlar için yazılmış olan programa uygun hale geleceklerdi. Bunların en başında “fiziksel yapılarının uygun hale gelmesi” ve bundan da önemlisi “irade kullanımı” için yeterli olgunluğa ve bilgiye ulaşmaları gerekmekte idi.

 

“Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ” (Taha 115)

Andolsun, bundan önce biz Âdem’e   emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.

 

“Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ.” (Taha 117)

Biz de şöyle dedik: “Ey Âdem! Şüphesiz bu , sen ve eşin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra mutsuz olursun.”

 

“Fe vesvese ileyhiş şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şeceretil huldi ve mulkin lâ yeblâ.” (Taha 120)

Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”

 

“Fe ekelâ minhâ fe bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafıkâ yahsıfâni aleyhimâ min varakıl cenneti ve asâ âdemu rabbehu fe gavâ.” (Taha 121)

Bunun üzerine onlar o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.

 

Demek ki, nesneleri/eylemleri algılamak, yorumlamak, aralarında ilişki kurmak ve onlardan sonuç üreterek bir “irade” ortaya koymak gerekmekteydi. Yani Adem ve topluluğunun “kendi iradeleri” ile hareket edebilme, karar verip uygulama yeteneğini kazanmaları için cennet denilen mekan gerekliydi. Çünkü onlar için bir “kural” konulmuştu ve bu kural yeteneklerini test etmek içindi.

 

Bundan başka, fiziki evrim süreci için de gerekliydi. Ayetten anlaşıldığına göre, daha önce Adem ve Topluluğu fiziksel olgunluğunu tamamlamamıştı ve muhtemelen tüylü idiler. Bu süreç içerisinde programlanmış olan fiziksel olgunluğa da ulaşmaları gerekmekteydi. Tüylerinin dökülmesi ve program uyum sağlayacak ve böylece bir “varlık” olarak uygun hale gelmiş olacaklardı.

 

Ancak, evrim süreci içerisinde Adem ve topluluğunun içine konmuş oldukları “cennet”i fizikötesi bir alem olarak anlamaktadırlar. Buna göre, Adem, fizikötesi bir alemden nesneler dünyasına indirgenmiş olmaktadır. Bu manevi intikal de işlediği suça bağlanmakta ve böylece açıklanması zor bir durum ortaya çıkmaktadır. Oysa Kur’an ın anlatımına baktığımız zaman, bütün bu olayların veya anlatımların belli bir sürecin parçaları olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Yasak şeyin yenmesini “suç” olarak algılamaya çalışmak lafza uygun düşmemektedir.

 

Özellikle ayette kullanılan “ihbit” kelimesi Bakara 61. Ayette geçen ihbitu misran” ifadesi ile kıyaslanarak, bunun dikey bir düşüşü değil, yatay bir çıkış ifade ettiği şeklinde yorumlanmaktadır. Oysa ifade şekline baktığımız zaman “şehre gitmek” şeklinde yorumlanabilecek bir ifadenin olmadığını da görebilmekteyiz.

 

“…ihbitû mısran fe inne lekum mâ seeltum ve duribet aleyhimuz zilletu vel meskenetu ve bâu bi gadabin minallâh…” (bakara 61)

 

Misran : israr etmek manasındadır. Ayetin öncesinde “düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz” diye sormaktadır.  Demek ki, ısrarla düşürülmesi istenilen şeylerin damgalandığı anlatılmaktadır. Bu ayette “Mısır ülkesine girmek veya büyük bir şehre girmek/gitmek” manasına gelebilecek bir yorum yapmak kolay değildir.

 

Kaldı ki, Semavi, manevi veya fizikötesi bir alemden de söz edilmemektedir. Tamamen gerçek, reel, nesnel bir mekandan başka nesnel bir mekana düşüş anlatılmaktadır. Yani Adem ve topluluğu fiziki bir alandan başka fiziki bir alan olan dünyaya düşürülmüşler, veya gönderilmişlerdir. Bakara 61. Deki ifadeyi başka bir şehre girmek veya gitmek olarak anlasak bile, “Cennet’ten yeryüzüne hubut”u da iki farklı fiziksel alan arasındaki bir transfer olarak görmemiz gerekir. Tanımlanan “cennet” koşullarının üzerinde yaşadığımız dünyada olması muhayyel olduğuna göre, bu mekanı dünyada tahayyül etmenin de imkanı ortadan kalkmaktadır. Eğer böyle bir mekan var idiyse, o halde bugün de bu mekanın üzerinde yaşadığımız dünyada olması gerekmektedir.  Ne var ki üzerinde yaşadığımız dünyada böyle bir mekan yoktur.

 

Bu anlayış, yani Cennet’in manevi birmekan olması ve manevi bir mekandan nesnel dünyaya transfer algısı, Gnostik anlayıştaki “düşüş” nazariyesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre insan ruh beden ve nefs den oluşmaktadır ve bunlara çeşitli anlamlar yüklenmektedir. Oysa kur’an “Ruh” kavramını bedenin yani biyolojik varlığın bir parçası olarak görmemekte, böyle anlatmamaktadır. Bu konuyu daha önce izah etmiştik. Bu sebeple gnostik anlayış bütünüyle hayal mahsuludur. Nefs ise “ayni karşılık” manasındadır.  Bu karşılıklığı veya organizma ile processif eşleşmeyi daha önce açıklamıştık. Dolayısıyla böyle bir varsayımda bulunmanın da imkanı ortadan kalkmaktadır.

 

Elbette biz, gnostik anlayışın ruhani alem-nesnel alem gibi ayrımlarına girmeyeceğiz. Çünkü Kur’an hiçbir şeyi boşuna anlatmamaktadır. Anlatılan her şeyin bir nedeni ve fiziki-nesnel açıklamaları vardır ve zaten olmalıdır. Çünkü Kur’an bir masal kitabı değildir.

 

“Ve lekad alimtumunneş etel ûlâ fe lev lâ tezekkerûn” (Vakıa 62)

 

Öyleyse, anlatılan her şey, bizim bilmemiz ve anlamamız içindir. Yoksa ilk yaratılışı nasıl bilebiliriz?

 

 

Vesselam

 

 

 


YorumcuYorum
Sam Adian
04.05.2012
14:46

Tevrattaki Durum Adem kıssası, Tevrat’ın Tekvin kitabında zikredilmekte, ayrıca Ahd-i Atik içindeki muhtelif kitaplarda kıssaya yönelik bazı atıflar yer almaktadır. Tekvin’de Adem’in yaratılışına dair iki ayrı hikaye anlatılmıştır. Ruhban metnine ait olan birinci hikayeye göre insan, yaratılışın altıncı gününde, diğer bütün varlıklardan sonra Allah’a benzer bir surette ve erkek-dişi olarak yaratılmıştır. Bu hikayenin Tekvin’deki tam metni şöyledir: “Ve Allah dedi: Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım; ve denizin balıklarına, ve göklerin kuşlarına, ve sığırlara, ve bütün yeryüzüne, ve yerde sürünen her şeye hâkim olsun. Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah’ın suretinde yarattı. Ve Allah onları mübarek kıldı; ve Allah onlara dedi. Semereli olun, ve çoğalın, ve yeryüzünü doldurun, ve onu tabi kılın; ve denizin balıklarına, ve göklerin kuşlarına, ve yer üzerinde hareket eden her canlı şeye hâkim olun. Ve Allah dedi: İşte, bütün yeryüzü üzerinde olup tohum veren her sebzeyi, ve kendisinde ağaç meyvesi olup tohum veren her ağacı size verdim; size yiyecek olacaktır; ve yerin her hayvanına, ve göklerin her kuşuna, ve kendisinde hayat nefesi olup yeryüzünde sürünen her şeye, bütün yeşil otu yiyecek olarak verdim; ve böyle oldu. Ve Allah yaptığı her şeyi gördü, ve işte, çok iyi idi. Ve akşam oldu ve sabah oldu, altıncı gün.” (Tekvin, 1/26-31.) Yahvist metnine ait ikinci hikayenin ilk pasajında ise şu ifadeler yer almaktadır: “Ve Rab yerin toprağından adamı yaptı, ve onun burnuna hayat nefesini üfledi; ve adam yaşayan can oldu” diye başlamakta ve şöyle devam etmektedir: “Ve Rab Allah şarka doğru Aden’de bir bahçe dikti; ve yaptığı adamı oraya koydu. Ve Rab Allah görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı, ve bahçenin ortasında hayat ağacını, ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıktı; ve oradan bölündü, ve dört kol oldu. Birinin adı Pişon’dur; kendisinden altın olan bütün Havila diyarını kuşatır; ve bu diyarın altını iyidir; orada ak günnük ve akik taşı vardır. Ve ikinci ırmağın adı Gihon’dur; bütün Kuş ilini kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Dicle’dir; Aşur’un önünden akan odur. Ve dördüncü ırmak Fırat’tır. Ve Rab Allah adamı aldı, baksın ve onu korusun diye Aden bahçesine koydu. Ve Rab Allah adama emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölürsün.” (Tekvin, 2/7-17.) Âdem Eden bahçesine konulduktan sonra tek başına yaşamaya başlar. Ancak Allah onun yalnız başına yaşamasının iyi olmadığını düşünür. Bu yüzden, ona uygun bir yardımcı olmak üzere yerin hayvanlarını ve göklerin kuşlarını yaratır. Fakat, yaratılan hayvanlardan hiçbiri Âdem’in yalnızlığını gidermez. Bu durumu gören Allah ona eş olarak Havvâ’yı yaratmaya karar verir: “Ve Rab Allah dedi: Adamın yalnız olması iyi değildir; kendisine uygun bir yardımcı yapacağım. Ve Rab Allah her kır hayvanını, ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı; ve onlara ne ad koyacağını görmek için adama getirdi; ve adam her birinin adını ne koydu ise, canlı mahlûkun adı o oldu. Ve adam bütün sığırlara, ve göklerin kuşlarına, ve her kır hayvanına ad koydu; fakat adam için kendisine uygun yardımcı bulunmadı. Ve Rab Allah adamın üzerine derin uyku getirdi, ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı, ve yerini etle kapadı; ve Rab Allah adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu adama getirdi. Ve adam dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik, ve etimden ettir; buna Nisa denilecek, çünkü o insandan alındı. Bunun için insan anasını ve babasını bırakacak, ve karısına yapışacaktır, ve bir beden olacaklardır. Ve adam ve karısı, ikisi de çıplaktılar, ve utançları yoktu.” (Tekvin, 2/18-25.) Tam bu noktada hikayeye “yılan” da katılır ve hikaye böyle devam eder. Tekvin, Âdem ve eşinin cennetteki hikayesini şöyle noktalar: “Ve Rab Allah dedi: İşte, adam iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden biri gibi oldu; ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın, ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı. Ve adamı kovdu; ve hayat ağacının yolunu korumak için, Aden bahçesinin şarkına Kerubileri ve her tarafa dönen kılıcın alevini koydu.” (Tekvin, 2/22-24.)

Sam Adian
04.05.2012
14:50

Sümer İnanışlarındaki Durum Sümer edebiyatındaki “Enki ile Ninhursag” (Ninmah) efsanesinde tanrıça Ninhursag’ın, Dilmun’da sekiz bitkiyi filizlendirdiğinden bahsedilir. Anlatıya göre söz konusu bitkilerin filizlendirilmesi ancak tanrıçanın su tanrısı tarafından üç kuşağı kapsayacak şekilde hamile bırakılması ve bunların ağrısız, acısız olarak doğurulması gibi epeyce karmaşık olaylardan sonra gerçekleşir. Su tanrısı Enki bu değerli bitkilerin tadına bakmak istediği için, habercisi iki yüzlü tanrı İsimud bu çok değerli bitkileri koparıp efendisi Enki’ye takdim eder. Enki de onları birer birer yer. Buna öfkelenen Ninhursag, Enki’nin üzerine ölüm laneti okur. Bu lanetin bir sonucu olarak Enki’nin sekiz organı hastalığa yakalanır ve bu yüzden ölme noktasına yaklaşır. Büyük tanrılar bu duruma çok üzülür ve Sümer tanrılarının kralı olan hava tanrısı Enlil bile buna çare bulamaz. Derken, ana tanrıça Ninhursag bu olumsuz duruma müdahale etmesi için ikna edilir. Ana tanrıça, her biri Enki’nin bedenindeki hastalıklı bir organı iyileştirecek sekiz tanrıça yaratır. Enki’nin hastalıklı organlarından birisi kaburgadır. Bu organı iyileştirmek için yaratılan tanrıçanın adı da Ninti’dir. Kaburganın Sümercesi ise “ti”dir. Dolayısıyla, Enki’nin kaburgasını iyileştirmek için yaratılan tanrıçanın adı, “kaburganın hanımı” anlamına geldiği gibi, “yaşatan hanım” anlamına da gelir. Sümer edebiyatında “kaburganın hanımı” olan isim, bir kelime oyunu ile Tevrat’ın cennet efsanesindeki Havvâ -ki bu kelime İbranca’da “yaşamak, var olmak” anlamındaki hayah kökünden türetilmiştir- olarak “yaşatan hanım” anlamına dönüşmüştür.( Havvâ hakkında daha geniş bilgi için ayrıca bkz. Ömer Faruk Harman, “Havvâ”, DİA, İstanbul 1997, XVI.) Netice itibariyle, Âdem’in Tevrat’taki kıssası, Sümer mitolojisine ait birçok unsur içermektedir. Kramer’in deyişiyle, öncelikle şunu kabul etmeliyiz ki, tanrısal bahçe, göksel bir cennet düşüncesinin başlangıcı Sümerlere aittir. Metinde Sümer cenneti Dilmun memleketindedir ki, burası İran’ın güney batısı olabilir. Sümerlere galip gelen Sami Babilliler kendi ölümsüzlerini “yaşayanların ülkesi” olarak bu Dilmun’a yerleştirmişlerdi. Fışkıran suları Fırat ve Dicle ile birlikte dört bucağın nehirlerini oluşturan doğuya uzanmış Tevrat’taki cennet, Eden bahçesi, Sümerlerin cennet memleketi olan Dilmun ile orijinal olarak birbirine benzemektedir. Ayrıca, tanrıçaların ağrısız, sancısız doğumu, Havvâ’ya çocuklarını sancılarla dünyaya getirmesi için yapılan lanetin arka planına ışık tutmaktadır. Yine su tanrısı Enki’nin yasak bitkiyi yemesi ve yaptığı kötü hareket için lanetlenmesi, Âdem ve Havvâ’nın bildikleri ağacın meyvesini yemelerini ve her ikisinin bu günahkar hareketlerinden dolayı lanetlenmesini hatırlatmaktadır.( Kramer, Tarih Sumer’de Başlar, s. 123-124) Diğer taraftan bu kıssayla ilgili olarak Ahd-i Atîk’in muhtelif kitaplarında yer alan atıflar daha başka mitolojik unsurlar da taşımaktadır. Mesela, Âdem’in cenneti, Yahudilerin Babil esareti döneminde yaşayan peygamber Hezekiel’in çeşitli konulardaki vizyonlarını içeren Hezekiel kitabında Tekvin’dekinden çok daha farklı bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu tasvirde şu ifadelere yer verilmiştir: “Âdem oğlu, Sur kralı için mersiye oku, ve ona de: Rab Yehova şöyle diyor: Kemalin mührü, hikmetle dolu, güzellikte tam olan sendin. Sen Aden’de, Allah’ın bahçesinde idin; sarı yakut, kırmızı akik, ve beyaz akik, gök zümrüt, akik, yeşim, safir, kızıl yakut, zümrüt taşları ile, bütün değerli taşlarla, ve altınla kaplanmıştın; teflerinin ve zurnalarının işçiliği sende idi; yaratıldığın gün hazırlanmıştılar. Sen meshedilmiş gölge salan kerubi idin; ve seni ben diktim, Allah’ın mukaddes dağı üzerinde idin; ateşten taşlar arasında gezdin. Sende kötülük olduğu bulununcaya kadar yaratıldığın günden beri yollarında kâmildin. Ticaretinin çokluğundan ötürü senin içini zorbalıkla doldurdular, ve suç işledin; ve seni murdar şey gibi Allah’ın dağından attım.” (Hezekiel, 28/12-16) Âdem’in iskan edildiği bahçe bu tasvire göre Tanrı’nın dağında yer almaktadır. Tanrı dağındaki cennet bahçesi motifi, Ugarit mitoslarında da mevcuttur. Bu mitoslara göre Tir (Sur) kentindeki tanrıkralın konutu bu bahçededir. Kendisi geniş kanatlı bir melek ve ateş taşları ortasında bir aşağı bir yukarı dolaşan biri olarak takdim edilir. Orada müzik de vardır ve sonunda, tanrıların bahçesinin bu sakini kafir ya da murdar olarak oradan kovulur. (Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, s. 156.)

Sam Adian
04.05.2012
15:03

Gnostik Anlayışa Göre: Gnostik öğretinin temelinde madde-manâ, aydınlık-karanlık, ruh-beden ve dünya-ahiret vb. ayırımlarla ifade edilen çok katı bir düalizm (ikirciklik) mevcuttur. Gnostikler varlık âlemini makro düzeyde ışık ve karanlık âlemi olmak üzere iki ayrı kategori olarak telakki ederler. Işık ya da nur âlemi iyiliği, hakikat ve gerçeği temsil ederken karanlık ve zulmet âlemi kötülüğü, yalanı ve gerçek olmayanı temsil etmektedir. Işık âlemi ile karanlık âlemi arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele vardır. Madde ve maddî olan her şey, yani içinde yaşadığımız dünya, bedenlerimiz ve bu dünyaya ait olan her şey kötülük alemine aittir; dolayısıyla bizatihi kötüdür. Ruh ve ruhsal olan varlıklar ise ışık âlemine aittir ve yapısı gereği iyidir. Kötülük âlemiyle iyilik âlemi ya da nur ile zulmet arasındaki bu mücadelede nihai zafer, iyilik yani ışığa ait olacaktır. Makro hayatın sonunda kötülük ve zulmet ışık tarafından dizginlenerek tahakküm altına alınacak ve onun emrinde olan madde ve maddî alem ifna edilecektir. Mikro hayatı temsil eden insan açısından da aslolan, bedenin istek ve arzularına boyun eğmemektir. Varlık itibariyle kötü olan bu dünya ve dünyevi şeyleri terk etmek, ışık ve iyiliğin timsali olan ruha ve ruhsal aydınlanmaya kulak vermek gerekir. (Şinasi Gündüz, Mitoloji ile İnanç Arasında, Samsun 1998, s. 47) Diğer taraftan Gnostik gelenekte insan, ruh, beden ve nefs olmak üzere üç temel unsurdan müteşekkil bir varlık olarak algılanır. Bu üç unsurdan ruh, köken itibariyle ışık âlemine aittir. O, ilâhî takdir gereği kötülük âlemine ait olan yeryüzüne ve kötülüğün bir parçası olan bedene düşmüş ya da atılmış bir varlıktır. Beden ve nefs, doğal yapıları itibariyle süflîdirler; çünkü bunlar kötülük âlemine aittirler. Gnostiklere göre beden içerisinde ruh, hapishanedeki bir tutsak gibidir. Zira, ruhu kuşatan beden, onu elden kaçırmamak amacıyla tutsak etmiştir. Bu yüzden ruh, maddî âleme atılıp beden kafesine sokulmaktan hiç memnun değildir. O, asıl vatanı olan ilâhî- ruhânî-nûrânî âleme geri dönebilmek, oraya tekrar yükselebilmek için yanıp tutuşmaktadır. Gnostik öğretide kurtuluş ancak süflî âleme düşen ruhun tekrar ilâhî âleme yükselmesiyle gerçekleşir. Gnostiklere göre ilâhî âlemin bir parçası olan ruh ölümsüzdür. Ölüm ancak süflî olan maddî varlıklar, dolayısıyla insandaki ten ve beden kafesi için geçerlidir. (Gündüz, Mitoloji ile İnanç Arasında, s. 48) Esasen, Gnostik gelenekteki “düşüş” nazariyesi, bir çırpıda yabana atılacak kadar basit ve anlamsız gözükmemektedir. Zira, Âdem kıssası bağlamında düşünüldüğünde, yasak ağaca yaklaşmak, maddî ve dünyevî olana ilgi duymak anlamında bir tür dünyevîleşmeyi ima etmektedir. Belki de bu ilgi yüzünden olsa gerek Âdem, Allah katındaki üstün manevî konumunu yitirmiş, böylece asli ve manevî yurdundan ayrı düşmüştür. Âdem’in gurbete düştükten sonraki tüm çabası ise, “Ey Rabbimiz! Kendimize yazık ettik. Eğer sen bizim hatamızı bağışlamaz ve bize acımazsan hiç kuşku yok ki kaybedenlerden olacağız.” (‘râf 23) mealindeki nedamet dolu yakarışında da dile geldiği gibi, aslî yurduna, yani Allah katındaki saygın konumuna avdet etmektir. Âdem ve evladı bütün bir tarih boyunca gerçek sılasına dönmek için çırpınmakta, bunun için, dünyevî olandan, dünyanın gelip geçici metalarından mümkün olduğunca uzak durup varoluşu tekrar müteâl olana bağlamaya uğraşmaktadır. Bu çetin uğraşıda manevî arınma ön plana çıkmakta; arınma ise dünyaya ciddi bir rezerv koymayı yahut ona karşı mesafe bilinci içinde olmayı gerektirmektedir. Kısaca, Kur’an’a göre dünya değersiz bir hayatın meskenidir. Tam bu noktada, “Öyleyse bizim burada ne işimiz var?” şeklinde bir soru sorulabilir ve bizce bu soruya, “Denenmek için bir süre burada ikamet etmemiz, dünyanın değerli olduğuna delalet etmez.” diye cevap vermek gerekir. Bu sebepten olsa gerek, içinde bulunduğumuz hayat, Allah tarafından “dünya” lafzıyla nitelendirilmiştir. Bu nitelemeyle ilgili olarak Kur’an baştan sona tarandığında, insanın varlık meskeni olan “dünya”ya, “yakınlık”tan ziyade “bayağılık” ve “adilik” vasfının daha çok yakıştığı görülmektedir. Gerçi, tamamen dinî-ahlâkî bir anlam taşıyan el-hayâtü’d-dünyâ tabiri, nüzul dönemindeki koşullar sebebiyle Mekkî ayetlerde çok daha şiddetli bir şekilde yerilmekte ve bu yerginin dozu Medine döneminde vahyedilen ayetlerde yine konjonktürel duruma koşut olarak azalmaktadır. Ama son tahlilde Kur’an dünya güzel tavsiflerde bulunmamakta ve bu bağlamda Allah sık sık ahiretin dünyadan çok daha hayırlı olduğunu vurgulamaktadır. Yine bu bağlamda, dünya hayatının gelip geçici, aldatıcı-ayartıcı bir oyun ve eğlence olduğundan, dünyanın metaından ve dünya hayatının anlamsız bir yarış ve aldanış vesilesi olduÂdem, ğundan söz etmekte; (bkz. Âl-i İmrân 185; En‘âm 32; Tevbe 38; Ra‘d 126; Ankebût 64; Hadîd 20) birçok ayette ise, “O’na döndürüleceksiniz…” (Bkz. Bakara 28, 245, 281; Yûnus 56; Kasas 70, 88; Ankebût 17; Rûm 11; Secde 11; Yâ-sîn 22, 83; Zümer 44; Fussilet 21; Zuhruf 85; Câsiye 15.) demek suretiyle bir bakıma bizim aslî vatanımıza işaret etmektedir. Bilhassa istircâ ayetinde geçen, “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz” (Bakara 156) ifadesinden hareketle denebilir ki, insan özü itibariyle buralı bir varlık değildir. O, en azından tanrıdanlık, hatta mikro düzeyde tanrısallık içeren ruh tarafıyla buralı değildir. Çünkü Allah Kur’an’da, “Sonra ona (insana) düzgün bir şekil verip kendi ruhundan üfledi”; “Ona (insana) düzgün bir şekil verip ruhumdan üfleyince…” buyurmaktadır.68 Ruhun gerçek mahiyeti, hiç şüphe yok ki, prematüre sonuçlara gebe olan bir tartışma konusudur. Bununla birlikte, biz insanlarda mikro ölçekte de olsa tanrısal bir cüz bulunduğunu tartışmaya dahi mahal yoktur. Bu iddianın vahdet-i vücutçu anlayışla paralellik arzettiğinin farkındayız. Fakat Kur’an’dan yola çıkıldığında, bu gerçeği inkar etmek pek mümkün gözükmemektedir. Söz konusu tanrısal cüz, biyolojik ölümle birlikte aslî vatanına doğru yola çıkacak, dünyaya ait olan beden ise tekrar toprağa avdet edecektir. Burada, ruh-beden dualitesinden söz ettiğimiz açıktır. Dolayısıyla, son dönemde moda olan “İnsan bir bütündür” şeklindeki tezden hareketle bu dualizme itiraz edilebilir. Ancak Kur’an’ın bu konuyla ilgili ifadeleri, hiçbir itiraza mahal vermeyecek kadar açıktır. Şöyle ki, insanın su ve toprak karışımından yaratıldığını bildiren ayetler ile Allah’ın insana ruhundan üflediğini bildiren ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla beden epeyce bir evrim yahut tekamül sürecinden geçmiş ve nihayet ruhu kabullenecek kıvama gelince tanrısal cüz (ruh) ona ilhak edilmiştir. Aslında bu ikirciklik, insana fücur ve takvasının ilham edildiğini bildiren Şems 8. ayetten de açıkça anlaşılmaktadır. Zira, insandan sâdır olan fısk ve fücûrun menbaı, daima maddî olana rağbet eden bedenden başkası değildir. Nitekim, dünyevi yaşantıda yeme, içme, cinsel arzu gibi şehevî ve hayvanî istekler, bedenin ihtiyaçları olarak tezahür etmekte; takva, erdem, fazilet, dürüstlük, sevgi, hoşgörü, affetme ve tevazu gibi hasletler ise tinsel özellikler olarak gözükmektedir. Burada son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, peygamberler aracılığıyla vahiy göndermek, haddi zâtında irâdî olarak gerçekleştirdiği kötü eylemleri neticesinde Allah’ın gözünden düşen insanın eski itibarını kazanması/Allah’ın yarattığı aslî fıtratına avdet etmesi için uzatılmış bir ilâhî imdat elidir. Bu el, Kur’an terminolojisinde inzâl diye tabir olunur. Bu bağlamda Allah insana kâh vahiy, kâh ayet, kâh melek, kâh ruh indirmek suretiyle tenezzül buyurur (tenezzülât-ı ilâhiyye). SONUÇ: Kanaatimizce, gerek Tekvin ve gerekse Sümer inanışları birbirine çok yakın mitolojilerdir. Gnostik anlayışın da büyük oranda bu mitolojilerden etkilendiği açıktır. Her ne kadar gnostik anlayış, Kur’an dayalı bir söylem geliştirmiş olsa da, yorumlama şekli itibariyle bütünüyle mitolojik kaynaklara bağlı olduğunu göstermektedir. Esasen Kur’an ın anlattığı yaratılış ve cennetteki gelişim süreci ve sonrasındaki düşüş nazariyesi ile mitolojik anlayış arasındaki temel fark, Kur’an ın her şeyi somut verilere dayandırıyor olması, diğerlerinin ise, bu verileri “manevi” bir algı ile mitolojik bir nosyona dönüştürmeleri arasındadır. Gnostik anlayışın bir başka boyutu ise, biyolojik varlığın “ikircikli” ve “kötüye meyyal” bir varlık olarak algılanmasıdır. Oysa Kur’an açıklamalarında böyle bir yaklaşım sergilemez. Kaldı ki “Halife” olarak yaratılmış olan Varlığın, “kötü” olarak algılanması da ayrı bir problemdir.

Her üç yaklaşım tarzı da bizim Kur'an dan anladığımız bilgiye uzaktır ve büyük oranda hayal mahsuludur. En doğru bilgi Kur'an dadır.





Son Eklenen Makaleler
Sam Adian
AN IMPORTANT EXPLANATION
28.05.2024 324 Okunma
Sam Adian
FUNCTIONAL CONCEPTS - 1
3.10.2020 3051 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KAYNAKCA - 30
15.06.2017 4400 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - DONUSUM VE YENI DUNYA DUZENI - 29
15.06.2017 2786 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISAT VE HUKUK - 28
14.06.2017 3121 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - UYGULAMA - 27
13.06.2017 2592 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI EVRIM - 26
12.06.2017 4301 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI DENGELER/REFAH TOPLUMU 25
11.06.2017 3872 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - BUYUME VE ETKILER - 24
10.06.2017 5954 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - YAPISAL ANALIZ - MAKRO/MIKRO - 23
9.06.2017 4300 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - SERBEST TICARET ve PIYASALAR - 22
8.06.2017 3770 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - TUKETIM - 21
7.06.2017 3813 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - FIYAT ANALIZI / Ucret, Fiyat, Para 20
6.06.2017 6994 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - URETIM VE ISHLETME - 19
5.06.2017 4283 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - TOPRAK VE DOĞAL KAYNAKLAR, 18
4.06.2017 5490 Okunma
1 Yorum 05.06.2017 09:35
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KAYNAK VE YATIRIM YONETIMI - 17
3.06.2017 3212 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI YONETIM SISTEMI - BANKA - 16
3.06.2017 3864 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI FAKTORLER - 15
2.06.2017 12372 Okunma
3 Yorum 03.06.2017 14:51
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI PARAMETRELER - 14
2.06.2017 4673 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KARZ-I HASEN / YATIRIM FONU - 13
31.05.2017 4467 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - INFAQ - TASARRUF MEVDUATI - 12
31.05.2017 4157 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - ZEKAT - IKTISADI YONETIM SISTEMI - 11
30.05.2017 6810 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KURUMSAL CERCEVE/C - MEKANIZMALAR 10
29.05.2017 6633 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KURUMSAL CERCEVE / B- KOORDINASYON 9
29.05.2017 4683 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KURUMSAL CERCEVE / A - 8
29.05.2017 6433 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - SADAKA : KAMU MALIYESI - 7
27.05.2017 4780 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - TOPRAK VE MULKIYET - 6
27.05.2017 4425 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - RIBA - BIR OZGURLUK DOLANDIRICILIGI 5
27.05.2017 4636 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - TARIHSEL YANILGILAR - 4
27.05.2017 4219 Okunma
Sam Adian
THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM - 3
25.05.2017 5053 Okunma
1 Yorum 26.05.2017 00:55
Sam Adian
THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM - 2
24.05.2017 3584 Okunma
Sam Adian
THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM - 1
24.05.2017 4152 Okunma
Sam Adian
BIRKAÇ NOT
15.01.2014 7871 Okunma
4 Yorum 25.07.2014 16:22
Sam Adian
AKEVLER - 4
8.02.2013 5539 Okunma
Sam Adian
AKEVLER - 3
8.02.2013 6630 Okunma
Sam Adian
AKEVLER - 2
7.02.2013 5132 Okunma
Sam Adian
AKEVLER - 1
7.02.2013 5536 Okunma
Sam Adian
DÜZEN MESELESI ve AKEVLER
3.02.2013 6529 Okunma
1 Yorum 06.02.2013 22:28
Sam Adian
KIYAMET GÜNÜ.....
21.12.2012 7089 Okunma
1 Yorum 19.06.2019 00:43
Sam Adian
ARASAT'TAN BIR ARSA
18.12.2012 4855 Okunma
Sam Adian
YUNUS-NUH : Mitolojiden Vahye
13.12.2012 12295 Okunma
4 Yorum 14.12.2012 14:59
Sam Adian
El-Lehu, Lehu ve Mülkiyet
9.12.2012 7570 Okunma
1 Yorum 12.12.2012 11:42
Sam Adian
FINANSMAN MESELESI VE ZEKAT
8.11.2012 27270 Okunma
46 Yorum 28.05.2024 13:53
Sam Adian
MÜLKIYET MESELESI ve DÜZEN
6.11.2012 7822 Okunma
7 Yorum 21.11.2012 17:28
Sam Adian
SLT NEDIR?
3.11.2012 9640 Okunma
2 Yorum 04.11.2012 00:19
Sam Adian
Ve MUKADDERAT...
14.10.2012 6353 Okunma
Sam Adian
KARAGÜLLE FELSEFESİ.....
13.10.2012 7730 Okunma
8 Yorum 23.10.2012 03:34
Sam Adian
... VE NIHAYET RAB
12.10.2012 5589 Okunma
1 Yorum 19.06.2019 01:06
Sam Adian
IŞLEVSIZ TANRI...!
9.09.2012 15368 Okunma
43 Yorum 28.05.2024 14:10
Sam Adian
RUBUBIYET....
6.09.2012 6768 Okunma
2 Yorum 12.10.2012 11:34
Sam Adian
Varlığın Rabbi....
28.08.2012 12328 Okunma
24 Yorum 05.09.2012 10:43
Sam Adian
.... VE TANRI! - 3
15.08.2012 6502 Okunma
1 Yorum 15.08.2012 21:16
Sam Adian
.... VE TANRI! - 2
13.08.2012 7069 Okunma
6 Yorum 14.08.2012 03:44
Sam Adian
.... VE TANRI! - 1
12.08.2012 7021 Okunma
10 Yorum 14.08.2012 07:50
Sam Adian
RAMAZAN ve TARIH
11.08.2012 12197 Okunma
Sam Adian
ORUCUN FAZILETLERI....
9.08.2012 7163 Okunma
4 Yorum 13.08.2012 13:58
Sam Adian
TANRI'NIN BEDENI....
2.08.2012 7673 Okunma
13 Yorum 08.08.2012 18:26
Sam Adian
MATERYALIST NIKAH
22.07.2012 5681 Okunma
2 Yorum 24.07.2012 03:40
Sam Adian
CINSELLIK VE AKIT
19.07.2012 8174 Okunma
11 Yorum 30.07.2012 06:11
Sam Adian
BIR EYLEM OLARAK ZINA
14.07.2012 34674 Okunma
25 Yorum 28.05.2024 13:42
Sam Adian
UTANMAZLIK ZINA MIDIR?
13.07.2012 14391 Okunma
16 Yorum 14.07.2012 21:14
Sam Adian
HADIM'DAN ZINAYA
12.07.2012 11502 Okunma
18 Yorum 13.07.2012 10:00
Sam Adian
EN IYI ANAYASA YAZILI OLMAYANDIR.....
7.07.2012 13601 Okunma
35 Yorum 28.05.2024 14:26
Sam Adian
YARATILIŞ VE DÜZEN
3.06.2012 5023 Okunma
Sam Adian
ADEM VE TOPLUMU - 1
4.05.2012 7071 Okunma
3 Yorum 04.05.2012 15:03
Sam Adian
YARATILIŞ VE SÜREÇ
2.05.2012 5655 Okunma
1 Yorum 03.05.2012 07:38
Sam Adian
YARATILIŞ KURAMI VE EVRIM
1.05.2012 5747 Okunma
Sam Adian
YARATILIŞ - 2
30.04.2012 4416 Okunma
Sam Adian
BAZI ELEŞTIRILER
29.04.2012 5667 Okunma
2 Yorum 02.05.2012 20:51
Sam Adian
YARATILIŞ
29.04.2012 7206 Okunma
2 Yorum 02.05.2012 13:07
Sam Adian
KUR'AN'DA CEZA KAVRAMI
14.04.2012 17027 Okunma
3 Yorum 19.04.2012 20:21
Sam Adian
ANLAMADA YÖNTEM
12.04.2012 6080 Okunma
2 Yorum 14.04.2012 16:04
Sam Adian
ORTAK REFERANSLAR ve BIR ÖNERI
11.04.2012 8673 Okunma
9 Yorum 21.06.2012 16:27
Sam Adian
KAT'a ve NEFY - KAVRAMLAR
7.04.2012 12955 Okunma
32 Yorum 09.04.2012 18:02
Sam Adian
ŞURA
6.04.2012 9343 Okunma
7 Yorum 06.04.2012 20:27
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - DEVLET ve IKTIDAR
4.04.2012 9745 Okunma
7 Yorum 06.04.2012 09:59
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - DIN FAKTÖRÜ
1.04.2012 6973 Okunma
11 Yorum 09.04.2012 23:53
Sam Adian
KAT'A ve NEFY
31.03.2012 14100 Okunma
22 Yorum 11.04.2012 01:44
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - KARAR MEKANIZMALARI
29.03.2012 11549 Okunma
15 Yorum 31.03.2012 20:26
Sam Adian
CRITICS
27.03.2012 5645 Okunma
2 Yorum 28.03.2012 22:17
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - KURUMSALLIK
26.03.2012 6509 Okunma
3 Yorum 27.03.2012 20:01
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - INSAN VE DEVLET
26.03.2012 9510 Okunma
9 Yorum 27.03.2012 16:28
Sam Adian
EKONOMIDEKI ENSTRUMANLAR - 2
25.03.2012 4483 Okunma
1 Yorum 25.03.2012 05:43
Sam Adian
EKONOMIDEKI ENSTRUMANLAR - 1
24.03.2012 5346 Okunma
2 Yorum 24.03.2012 23:10
Sam Adian
BAŞÖRTÜSÜ
23.03.2012 5651 Okunma
Sam Adian
SOSYAL KAPITALIZM.
21.03.2012 14543 Okunma
24 Yorum 28.05.2024 14:39
Sam Adian
"ADIL DÜZEN"IN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI
20.03.2012 5473 Okunma
7 Yorum 23.03.2012 18:49
Sam Adian
Metod ve uygulama
18.03.2012 5673 Okunma
9 Yorum 21.03.2012 10:01
Sam Adian
HMR ve SONUÇ
16.03.2012 12411 Okunma
18 Yorum 16.03.2012 18:08
Sam Adian
ANLAMAK.....
15.03.2012 6564 Okunma
5 Yorum 16.03.2012 18:21
Sam Adian
HMR HAKKINDA - 2
14.03.2012 7275 Okunma
7 Yorum 15.03.2012 08:14
Sam Adian
INSANLIK ANAYASASI HAKKINDA-1
12.03.2012 4157 Okunma
2 Yorum 12.03.2012 17:32
Sam Adian
RIBA'nın UNSURLARI
11.03.2012 12825 Okunma
12 Yorum 15.03.2012 16:14
Sam Adian
RIBA ve EKONOMI-1
9.03.2012 7059 Okunma
7 Yorum 10.03.2012 19:31
Sam Adian
DARB-I MESEL VE YETKI GASPI
8.03.2012 10606 Okunma
22 Yorum 11.03.2012 16:10
Sam Adian
RIBA VE EKONOMI
7.03.2012 12490 Okunma
15 Yorum 09.03.2012 06:04
Sam Adian
SÖYLEYECEKLERIMIZ VAR
1.03.2012 4748 Okunma
5 Yorum 10.03.2012 08:24
Sam Adian
INSAN VE DÜZEN
1.03.2012 4866 Okunma
6 Yorum 01.03.2012 19:11
Sam Adian
SLT ve MESCID
25.02.2012 4420 Okunma
Sam Adian
HAMR ve HUMR
25.02.2012 53325 Okunma
19 Yorum 28.05.2024 13:50


© 2024 - Akevler