Adem-i Evrim ve Faraziyeler
“Halakal insân” : Ve insan üretidi (Rahman 3)
“Allemehul beyân” : Ve ifade/açıklama öğretildi (Rahman 4)
“Halakal insâne min salsâlin kel fehhâr” : İnsan, seramik gibi inorganik halden organik hale geçmiş maddeden üretildi. (Rahman 14)
“Minhâ halaknâkum ve fîhâ nuîdukum ve minhâ nuhricukum târeten uhrâ.” Sizi ondan ürettik, ona döndürürüz ve nihai olarak ondan çıkarırız. (Taha 55)
“Ve min kulli şey’in halaknâ zevceynî leallekum tezekkerûn” (Zariyat 49)
Öğüt almanız için de herşeyi çiftler halinde yarattık.
“Yâ eyyuhen nâsu innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben ve kabâile li teârefû, inne ekremekum indallâhi etkâkum, innallâhe alîmun habîr” (Hucurat 13)
Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden ürettik ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere dönüştürdük. Allah katında en değerli olanınız, itka edenlerinizdir. Şüphesiz Allah bilendir, haberdar olandır.
Yaratılış serüveni muhakkak ki son derece karmaşık ve titiz bir çalışma/üretim sürecidir. Yerleşik inanışların aksine, bu üretim süreci yaratıcının programına bağlı olarak geliştirilen bir çeşit laboratuar çalışmasıdır. Kuşkusuz üretilen bu organizma veya beşer, yine karmaşık test aşamalarından geçirilmiş ve arzu edilen niteliklere ulaşıncaya kadar da buna devam edilmiştir.
Açıkça anlaşılıyor ki, insan varlığı üretilmiş ve bu üretim çeşitlendirilerek farklı farklı topluluklar oluşturulmuştur (Şuub ve kabail). “innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben ve kabâile” demektedir. Öyle ise, bu farklı toplulukların/halkların oluşturulması ilk yaratılış ile ilgilidir. Demek ki üretilen varlık çeşitlendirilerek ve farklılaştırılarak dönüştürülmüş/evrilmiş, birbirinden farklı topluluklar oluşturulmuştur. “li teârefû”, yani birbirini tanımayan topluluklardır bunlar. Demek ki tanıma daha sonra olacaktır. Genellikle “şuub ve kabail” kelimelerine sosyolojik bir anlam yüklenmek istenmekle birlikte, bu kelimeler Kur’an da ilk yaratılış ile birlikte oluşturulan/dönüştürülen aynı cinsten farklı türleri ifade etmek için kullanılmaktadır.
Ademi varlığın bir parçası olan “Adem topluluğu” da bu “şuub ve kabail”den biridir. Adem topluluğu, matematiksel işlemciye sahip, algılayabilen ve yorumlayabilen türden bir türdür. Çünkü:
“Ve huvellezî halaka minel mâi beşeren fe cealehû neseben ve sıhrâ, ve kâne rabbuke kadîrâ” (Furkan 54)
Üretilmiş olan bu varlık, bir kişi olarak değil, çoğaltılarak bir topluluk haline dönüştürülmüştür. “neseb” yani aynı tür ve “sihra” birbirleri ile ilişki kurabilen topluluklardır bunlar. Elbette bütün bunlar belli aşamalarda gerçekleşmektedir ve bir süreç ile ilgilidir.
“Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh, kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ, ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek, kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn” (Bakara 30)
“Ve alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn” (Bakara 31)
Biyolojik varlık oluştuktan sonra test alanlarında gelişmeleri beklenmiştir. Adem topluluğu da bulundukları test alanında (arzlardanbir arz) dönüştürülmeyi beklemektedirler. “Cailun fil ardi” dektedir. Yeryüzünde dönüştürülecek bir varlıktan söz edilmektedir. Bu varlık Adem’dir. Bu varlık yani Adem, nesneleri ve eylemleri algılayabilen, tek tek ve aralarındaki ilişkileri de yorumlayabilen bir varlık olarak tasarlanmıştır.
Adem : “Yerden çıkmış varlık” Edim : “Yeryüzü, toprak” anlamında İbranice bir kelimeden gelmektedir. Adem ismi, öyle zannediyoruz ki, ilk yaratılış sürecine uygun bir isim olması sebebiyle seçilmiştir. Ancak Adem kelimesinin hangi dile ait olduğu konusunda bir ittifak da yoktur.
Yine yaratılış süreci içerisinde, laboratuar koşullarında geliştirilmiş olan biyolojik varlıklar “arz” yani belli yaşam koşullarına sahip alanlarda test edilmektedirler. Adem ve topluluğu da böyle bir ortamda geliştirilmekte ve evrilmektedir. Bu topluluk fonksiyonlarını kullanmaya başladıktan sonra, yani belli bir evrimle aşamasından sonra daha güvenli bir test alanına ihtiyac duymuştur. Veya gelişimini sürdürebilmesi ve istenilen seviyeye gelebilemsi için özel bir “test alanı”na ihtiyaç vardır.
Bakara suresinde Allah’ın bu varlığı deklere etmesi ve bu varlığın nasıl bir varlık olacağını açıklamasının ardından 35. Ayette nihai olarak olgunlaşma alanına yönlendirildiğini de açıklamaktadır.
“Ve kulnâ yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete ve kulâ minhâ ragaden haysu şi’tumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn” (Bakara 35)
Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”
“Ve yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete fe kulâ min haysu şi'tumâ ve lâ takrebâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn” (Araf 19)
“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”
Kur’an, Adem’in ilk iskan mahallini “cennet” olarak nitelendirir. Cennet kelimesi sözlükte, “örtmek, gizlemek” anlamındaki cenn kökünden türetilmiş bir isim olup “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”ye karşılık gelir.
Genel kanı, Adem ve topluluğunun içinde bulundukları “cennet” bizim üzerinde yaşadığımız dünyada bir mekan olarak algılanmaktadır. Kimileri ise, bu cennetin, nihai süreçte vaat edilmiş cennet olduğuna inananlar da çoğunluktadır. Her ikisi de muhayyeldir. Çünkü:
“Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ” (Taha 115)
“Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ.” (Taha 117)
“İnne leke ellâ tecûa fîhâ ve lâ ta’râ.” (Taha 118)
“Ve enneke lâ tazmeu fîhâ ve lâ tadhâ.” (Taha 119)
Demek ki, bu cennet, içinde yiyilip içilebilen, yasakları bulunan bir mekandır. Buna karşılık, bu mekan öyle bir yerdir ki, aç kalmak, çıplaklık hissetek, susuzluk çekmek veya güneş altında, yani fiziksel etkilere maruz kalınmayan bir mekandır. Kısaca korunaklı/güvenli bir mekandır. Fakat yine bu mekan, özel bir test alanıdır çünkü şeytanın vesvesesi sebebiyle oradan bir çıkış vardır. Eğer bu cennet vaat edilen nihai mekan olsaydı o zaman çıkış olmaması gerekliydi. Ne var ki, Adem ve topluluğunun başlangıçta iskan edildikleri bu “geliştirme alanı” vaat edilen cennet ile büyük benzerlikler taşımaktadır. Bu nedenle de “cennet” olarak tarif edilmektedir. Buna karşılık bazı farklar da vardır:
“Lâ yemessuhum fîhâ nasabun ve mâ hum minhâ bi muhrecîn” (Hicr 48)
“…lâ yemessunâ fîhâ nasabun ve lâ yemessunâ fîhâ lugûb” (Fatır 35)
Demek ki, nihai süreçte önerilen Cennet, Adem’in geçici iskan alanından farklıdır. Çünkü orada yorgunluk ve usanç yoktur, ordan çıkış da yoktur. Çünkü orası ebedi yurt olarak tasarlanmıştır. Oysa Adem ve topluluğunun başlangıçta iskan edildikleri mekanda çıkış vardır, yeme içme vardır ve dolayısıyla yorgunluk da vardır. Yani geçicidir.
Tevrat’a göre ise, Adem ve Eşi’nin cenneti bakıp gözetmekle görevli oldukları anlaşılmaktadır. (Tekvin 2-17). Ne var ki, Tevrat’taki kıssa da içinde bulunduğumuz dünya ile sınırlandırılmaya çalışılmış, Fırat ve Dicle havzalarının arasında bir bölgeye sıkıştırılmak istenmiştir. Buna göre çok geniş bir alandır.
Esasen Kur’an’da Adem’le bağlantılı olarak sözü edilen cennet, ve dolayısıyla Tevrat’taki Tanrı’nın has bahçesine benzer bir mekan Sümer mitolojisinde de mevcuttur. Gerçekte, bir yeryüzü cenneti olan bu mekan Sümer şiirinde şöyle betimlenmiştir:
Dilmun’da karga bağırmadı,
İttidu kuşu ittidu kuşuna haykırmadı,
Aslan öldürmedi,
Kurt kuzuyu parçalamadı,
Oğlak yiyen yaban köpeği bilinmiyordu,
Tahıl yiyen [obur yaban domuzu] bilinmiyordu,
Dul bilinmiyordu,
Göz ağrısı, “ben göz ağrısıyım” demedi,
Baş ağrısı “ben baş ağrısıyım” demedi,
Onun (Dilmun’un) yaşlı kadını “ben yaşlı kadınım” demedi,
Onun yaşlı adamı, “ben yaşlı adamım” demedi,
Şarkıcılar ağıt yakmadı; şehrin dışında acı çığlıklar yükselmedi.52
Sümerlerin İnsanlığın altın çağına ilişkin düşünceleri de “Emmerkar ve Arata Beyi” adlı mitik destanda şöyle ifade edilmiştir:
Bir zamanlar ne yılan vardı, ne akrep vardı,
Ne sırtlan vardı, ne aslan vardı,
Ne vahşi köpek vardı, ne kurt.
Ne korku vardı, ne işkence,
Adamın rakibi yoktu. (Kramer, Tarih Sumer’de Başlar, s. 199.)
Bu mitolojiye göre Dilmun, saf, temiz ve aydınlık bir memlekettir; yani hastalık ve ölüm nedir bilmeyen canlıların memleketi. Ne var ki bu cennet mekanda hayvanlar ve insanlar için gerekli olan su eksiktir. Büyük su tanrısı Enki, güneş tanrısı Utu’ya Dilmun beldesini tatlı su ile doldurması için yerden su çıkarmasını söyler. Böylece Dilmun meyve bahçeleri ve yemyeşil çayırları ile tanrıların bahçesi hâline gelir. Mitolojinin bu bölümü, Tekvin’deki, “Ve yerden bir buğu/nem yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı” (Tekvin 2/6) ifadesini hatırlatmaktadır
Haddizatında yerleşik inanışların kaynağı Tevrat ve Sümer mitolojisidir diyebiliriz. Çünkü Kur’an ın tarif ettiği cennet, aynı zamanda içinde yaşadığımız dünyada göremye alışık olduğumuz nesneleri de içermekte idi. Ancak bu mekan yeni oluşturuluş olan biyolojik varlığın gelişim sürecini en iyi koşullarda devam ettirebileceği bir mekan olması açısından farklılık arzetmektedir. Elbette bununla da sınırlı değildir.
“Ve huvellezî enşeekum min nefsin vâhıdetin fe mustekarrun ve mustevda…” (En’am 98)
Demek ki bu mekan yani bu cennet, Adem ve topluluğu için bir olgunlaşma yeridir. Yeni oluşmuş ve henüz yeteneklerini tam olarak kullanamayan bu biyolojik varlığın beli bir olgunlaşma aşamasına gelmesi kaçınılmazdır. Ancak bu şekilde “emanet olarak bırakılacakarı” yerde hayatiyetlerini sürdürebilirlerdi. Varlık kararlı bir hale gelmeden dünya gibi bir ortama bırakılmış olsalardı muhtemelen varlığını sürdüremeyecekti.
Açıkça anlaşılıyor ki, Adem ve topluluğu, daha genel bir ifade ile “insan varlığı” belli bir mekanda, bir çeşit laboratuar koşullarında üretildi ve yine kontrollü olarak geliştirildi. Bundan sonra, geçici olgunlaşma sürecinin tamamlanabilmesi için cennet adı verilen geçici iskan alanına yerleştirildi. Buradan da anlıyoruz ki, yaratıldığı mekan ile cennet aynı yer değildir. Her ikisi de farklı mekanardır.
Aynı şekilde, bu mekanın içinde yaşadığımız dünyada olması ihtimalini de değerlendirmek gerekir. Eğer cennet bizim yaşadığımız fiziksel dünyanın içinde ise, böyle bir gelişim ve uyum sürecini destekleyebilir mi? Veya nasıl oluyor da, dünyanın küçük bir bölgesinde bütün dış etkilerden bağımsız olarak gelişim sürecini tamamlayabiliyorlar ve dünyanın zorlu yaşam koşullarına gönderiliyorlar? Nasıl oluyor da, dünyanın bir yerindeki bir mekanda acıkmıyorlar, korunabiliyorlar? Buna Allah’ın takdiri deyip geçmek elbette mümkün olmaz. Yani cennet kelimesini sadece bir bahçe gibi, sık ormanla kaplı bir mekan gibi algılamak kolay değil. Başka özelliklerin de bulunması gerekiyor.
“Kâlehbitû ba'dukum li ba'dın aduvv, ve lekum fîl'ardı mustekarrun ve metâun ilâ hîn” (A’raf 24)
Allah, dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak düşün . Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.”
“ihbit” kelimesi, dikey bir düşüşü ifade eder. Bir yerden çıkıp başka bir yere dikey olarak düşeyi anlatır.
Buna göre, yeryüzünde, yani içinde yaşadığımız dünyada bir mekandan çıkıp dikey olarak bir başka mekana düşebilmenin imkanı yoktur. Bu ancak, eğer dışarıdan yani uzaydan geliyor iseniz mümkündür.
Kimi yorumcular, bu geçici iskan alanının dünyada olduğunu kanıtlayabilmek için bu kelimeyi çeşitli şekillerde yorumlama gayreti içerisine girmişlerdir. Bunun bir “rütbe tenzili” gibi olduğunu söylemişler böylece belli bir mekandan başka bir mekana çıkarılmak olarak algılamışlardır. Bunun için de başka bir gezegenden veya uzaydaki herhangi bir alandan dünyaya gelebilmelerinin imkanı olmadığı varsayımından hareket etmişlerdir. Bu yaklaşım da doğru değildir.
“Ve ennâ le mesnes semâe fe vecednâhâ muliet haresen şedîden ve şuhubâ” (cinn 8)
Kuşkusuz biz göğe ulaşmak istedik, fakat onu çetin bekçilerle ve yakıcı ışıklarla dolu bulduk.
“Ve ennâ kunnâ nak’udu minhâ mekâıde lis sem’i fe men yestemiıl âne yecid lehu şihâben rasadâ” (Cinn 9)
Hâlbuki biz, göğün bazı yerlerinde gayb haberlerini dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinlemeye kalkacak olursa, kendini gözetleyen yakıcı bir ışık bulur.
Demek ki, uzayda seyahat edilmekteydi. Görünüşe göre cin topluluğu bilgi hırsızlığı yapmakta idi ancak bilgiyi çaldıkları topluluklar cinleri fark etmiş ve onlara karşı silahlar geliştirmişlerdi.
Ancak buna itirazlar olacaktır. Denebilir ki “cinler ruhani varlıklardır, seyahat edebilirler” Herşeyden önce Kur’an “Ruhani Varlık” kavramını reddeder. Böyle bir varlık türü yoktur. Kaldı ki, cinler de Ademi varlığın tabi oluduğu koşullara tabidirler. Eğer uzayda seyahat etmek istiyorlarsa bunu Ademi varlığın tabi olduğu şartlarda yapmak zorundadırlar.
“Yâ ma'şerel cinni vel insi inisteta'tum en tenfuzû min aktâris semâvâti vel ardı fenfuz, lâ tenfuzûne illâ bi sultân” (Rahman 33)
Ey cin ve insan toplulukları, göklerin ve yerin bazı bölgelerinden çıkıp ötelerine geçmeye, irtibatlar kurmaya gücünüz yetiyorsa, süratle gidin, nüfuz alanları kurun. Büyük gücünüz, gelişmiş güçlü teknolojiniz, olmadan nüfuz edemezsiniz, irtibatlar, nüfuz alanları kuramazsınız.
Esasen cin topluluğu da Insan varlığına benzer bir varlıktır. Yapıları farklı olmakla birlikte, aynı kurallara tabidirler. Ayetten de anlaşılabildiği gibi, uzayda seyahatin insan ve cin türleri için mümkün olduğunu ancak bunun için bir “sultan” gerektiği söylenmektedir. Bu teknolojiye sahip olmadan uzayda seyahat etmenin hem cinler hem de insanlar için mümkün olmayacağı açıkça ifade edilmektedir.
Demek ki Adem ve topluluğu, cennette olgunlaşma sürecini tamamlarken, aynı zamanda kainatın başka yerlerinde uzayda seyahat edebilme yeteneğine/teknolojisine sahip topluluklar da vardı. Veya böyle bir teknoloji de zaten yaratılmıştı ve vardı. Dolayısıyla Adem ve topluluğunun başka bir dünyadan veya mekandan üzerinde yaşadığımız dünyaya gönderilmiş olmaları da son derece anlaşılır hale gelmektedir. Zaten Adem ve topluluğu, yaratılmış olan ilk akıllı varlık değildi. Akıllı varlıkların içerisinde nev-i şahsına münhasır bir topluluktu sadece. Bundan önce de başka topluluklar vardı ve onlar varlıklarını zaten sürdürüyorlardı. Bu durum meleklerin itirazından da anlaşılmaktadır.
Öte yandan, bu mekanın yani Adem ve topluluğunun geçici olarak iskan edildikleri cennetin dünyada olduğunu varsaysak bile, mesela, dünyanın bir bölgesinde yüksek bir yerde idiyseler, ısı düzeyi düşük bir mekan olduğu kaçınılmazdır. Çünkü, dünyanın hiçbir dağı yoktur ki soğuk olmasın. Bununla beraber, bir dağda yüksek bir yerde ikamet ediyor idiyseler eğer, bunun için kullanılması gereken kelime DÜŞMEK değildir. INMEK olmalıdır. Çünkü düşmek kelimesi, bir yamaçtan aşağı inmek veya köyden şehre inmek gibi algılanabilecek bir kelime değildir. Veya bir merdivenden aşağı inmek gibi bir şey de değildir.
“İhbit” kelimesi A’raf 13’te iblis için de kulanılmaktadır. O da itirazı sebebiyle düşürülmüştür. Bütün bunlardan sonra Adem ve topluluğunun geçici olarak iskan edildikleri, karar kıldıkları mekan olan Cennet’in dünyada olduğunu varsaymanın veya düşünmenin hiçbir delili kalmamaktadır. Kaldı ki, İsra 99 ve Yasin 81. Ayetler yeryüzünün bizim içinde yaşadığımız mekan ile sınırlı olmadığını da açıklamaktadır.
“E ve leysellezî halakas semâvâti vel arda bi kâdirin alâ en yahluka mislehum, belâ ve huvel hallâkul alîm” (Yasin 81)
Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O, hakkıyla yaratandır, hakkıyla bilendir.
Demek ki, başka dünyalar da vardır. Demek ki üzerinde bizim yaşayabileceğimiz koşulları taşıyan başka arzlar da vardır. Dolayısıyla Cennet kelimesi ile kastedilen mekanın kendine has bir özellikteki bir mekan olmakla birlikte, bizim yaşam koşullarımıza da benzer şartaları içeren bir mekan olduğu anlaşılmaktadır.
Öte yandan başka bazı sorulara da cevap bulmak gereklidir. Niçin böyle bir mekanda iskan edildikleri, niçin bu mekanda bir yasak meyve gibi sembolden söz edildiği gibi..
Bilindği gibi, Varlık üretilmesi bir anda gerçekleşmedi. Bir programa bağlı kalınarak geliştirildi. Bu bir süreç anlamına gelmektedir. Cennet de bunun için gerekli olan bir aşama idi. Çünkü Adem ve topluluğu belli bir evrim sürecinden sonra fonksiyonlarını tam olarak kullanabilmeyi öğrenebilecekleri bir mekanda tutulmalıydılar. Böylece onlar için yazılmış olan programa uygun hale geleceklerdi. Bunların en başında “fiziksel yapılarının uygun hale gelmesi” ve bundan da önemlisi “irade kullanımı” için yeterli olgunluğa ve bilgiye ulaşmaları gerekmekte idi.
“Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ” (Taha 115)
Andolsun, bundan önce biz Âdem’e emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.
“Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ.” (Taha 117)
Biz de şöyle dedik: “Ey Âdem! Şüphesiz bu , sen ve eşin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra mutsuz olursun.”
“Fe vesvese ileyhiş şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şeceretil huldi ve mulkin lâ yeblâ.” (Taha 120)
Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”
“Fe ekelâ minhâ fe bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafıkâ yahsıfâni aleyhimâ min varakıl cenneti ve asâ âdemu rabbehu fe gavâ.” (Taha 121)
Bunun üzerine onlar o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.
Demek ki, nesneleri/eylemleri algılamak, yorumlamak, aralarında ilişki kurmak ve onlardan sonuç üreterek bir “irade” ortaya koymak gerekmekteydi. Yani Adem ve topluluğunun “kendi iradeleri” ile hareket edebilme, karar verip uygulama yeteneğini kazanmaları için cennet denilen mekan gerekliydi. Çünkü onlar için bir “kural” konulmuştu ve bu kural yeteneklerini test etmek içindi.
Bundan başka, fiziki evrim süreci için de gerekliydi. Ayetten anlaşıldığına göre, daha önce Adem ve Topluluğu fiziksel olgunluğunu tamamlamamıştı ve muhtemelen tüylü idiler. Bu süreç içerisinde programlanmış olan fiziksel olgunluğa da ulaşmaları gerekmekteydi. Tüylerinin dökülmesi ve program uyum sağlayacak ve böylece bir “varlık” olarak uygun hale gelmiş olacaklardı.
Ancak, evrim süreci içerisinde Adem ve topluluğunun içine konmuş oldukları “cennet”i fizikötesi bir alem olarak anlamaktadırlar. Buna göre, Adem, fizikötesi bir alemden nesneler dünyasına indirgenmiş olmaktadır. Bu manevi intikal de işlediği suça bağlanmakta ve böylece açıklanması zor bir durum ortaya çıkmaktadır. Oysa Kur’an ın anlatımına baktığımız zaman, bütün bu olayların veya anlatımların belli bir sürecin parçaları olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Yasak şeyin yenmesini “suç” olarak algılamaya çalışmak lafza uygun düşmemektedir.
Özellikle ayette kullanılan “ihbit” kelimesi Bakara 61. Ayette geçen “ihbitu misran” ifadesi ile kıyaslanarak, bunun dikey bir düşüşü değil, yatay bir çıkış ifade ettiği şeklinde yorumlanmaktadır. Oysa ifade şekline baktığımız zaman “şehre gitmek” şeklinde yorumlanabilecek bir ifadenin olmadığını da görebilmekteyiz.
“…ihbitû mısran fe inne lekum mâ seeltum ve duribet aleyhimuz zilletu vel meskenetu ve bâu bi gadabin minallâh…” (bakara 61)
Misran : israr etmek manasındadır. Ayetin öncesinde “düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz” diye sormaktadır. Demek ki, ısrarla düşürülmesi istenilen şeylerin damgalandığı anlatılmaktadır. Bu ayette “Mısır ülkesine girmek veya büyük bir şehre girmek/gitmek” manasına gelebilecek bir yorum yapmak kolay değildir.
Kaldı ki, Semavi, manevi veya fizikötesi bir alemden de söz edilmemektedir. Tamamen gerçek, reel, nesnel bir mekandan başka nesnel bir mekana düşüş anlatılmaktadır. Yani Adem ve topluluğu fiziki bir alandan başka fiziki bir alan olan dünyaya düşürülmüşler, veya gönderilmişlerdir. Bakara 61. Deki ifadeyi başka bir şehre girmek veya gitmek olarak anlasak bile, “Cennet’ten yeryüzüne hubut”u da iki farklı fiziksel alan arasındaki bir transfer olarak görmemiz gerekir. Tanımlanan “cennet” koşullarının üzerinde yaşadığımız dünyada olması muhayyel olduğuna göre, bu mekanı dünyada tahayyül etmenin de imkanı ortadan kalkmaktadır. Eğer böyle bir mekan var idiyse, o halde bugün de bu mekanın üzerinde yaşadığımız dünyada olması gerekmektedir. Ne var ki üzerinde yaşadığımız dünyada böyle bir mekan yoktur.
Bu anlayış, yani Cennet’in manevi birmekan olması ve manevi bir mekandan nesnel dünyaya transfer algısı, Gnostik anlayıştaki “düşüş” nazariyesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre insan ruh beden ve nefs den oluşmaktadır ve bunlara çeşitli anlamlar yüklenmektedir. Oysa kur’an “Ruh” kavramını bedenin yani biyolojik varlığın bir parçası olarak görmemekte, böyle anlatmamaktadır. Bu konuyu daha önce izah etmiştik. Bu sebeple gnostik anlayış bütünüyle hayal mahsuludur. Nefs ise “ayni karşılık” manasındadır. Bu karşılıklığı veya organizma ile processif eşleşmeyi daha önce açıklamıştık. Dolayısıyla böyle bir varsayımda bulunmanın da imkanı ortadan kalkmaktadır.
Elbette biz, gnostik anlayışın ruhani alem-nesnel alem gibi ayrımlarına girmeyeceğiz. Çünkü Kur’an hiçbir şeyi boşuna anlatmamaktadır. Anlatılan her şeyin bir nedeni ve fiziki-nesnel açıklamaları vardır ve zaten olmalıdır. Çünkü Kur’an bir masal kitabı değildir.
“Ve lekad alimtumunneş etel ûlâ fe lev lâ tezekkerûn” (Vakıa 62)
Öyleyse, anlatılan her şey, bizim bilmemiz ve anlamamız içindir. Yoksa ilk yaratılışı nasıl bilebiliriz?
Vesselam