Özgürlük….
“Elhamd-ü Lillah”
Özgürlüğün en mükemmel tanımı. Hiç bir varlığa bağlı olmaksızın kesin ve net bir şekilde özgürlüğün ifadesi.
Tanrı veya Din ile ilgili klasik anlayıştan farklı fikirler ortaya atıldığı zaman onları tartışmak veya üzerinde düşünmek yerine, “kutsala dokundurtmayan” savunma mekanizmalarını devreye sokarız. Mesela “Rab Tanrı değildir” dendiği zaman önce kurallar ortaya konur. “Hayır” denir, “Bu kurallara göre Rab Tanrıdır.” Aksi düşünülemez. Kuralları kimin koyduğu önemli değildir. Bu “kutsal” kurallarda çatlaklar olduğu ortaya çıktığında ise “1400 senedir bunca alim anlamadı, bir tek sen mi anladın?” tarzında astrolojik bir cevapla konu kapanır.
Belki de soruyu yanlış soruyoruz. “Herkes yanlış mı anladı?” sorusu yerine, belki de “Niçin herkes trajediye inanmak istiyor?” sorusunu sormak gerekir. “Kader” denilen şeyin, başlangıçta öngörülmüş olduğu fikrinin insanlar üzerinde yarattığı “sürülendirme” dürtüsüdür aslında bu. Belki de kaderlerini ellerine almaktan korkuyorlardır. Kader denilen şeyin “evrensel bir sabite olmadığı” gerçeği, gelecek korkusunu da beraberinde getirir. Kolay olan oturup beklemektir.
Klasik gelenekçiler, her zaman doğal süreçlerin “tanrı trafından işletildiği” varsayımından hareket ederler. Eğer Tanrı Varlık alanında değilse, en azından “doğal süreçlerin nasıl meydana geldiğinin açıklanamayacağı” iddiasındadırlar. Buna göre Tanrı veya gelenekçilerin inandıkları yaratıcı her ne ise, her zaman bilimsel bilginin yetersiz olduğu alanlardaki boşluklar üzerine oturmakta ve kendine yer edinmektedir. Zamanla bu boşluklar bilimsel bilgi ile doldurulduğunda ise bu defa kendisine başka boşluklar bulur. “Tanrı varlık alanında değilse, bütün bunlar nasıl oldu?” sorusu kadim ve kaçınılmaz bir soru olmaya devam eder.
Kur’an a göre her şeyin bir yaratıcısı olmak zorundadır. “Her şeyin bir yaratıcısı olmak zorunda ise, Tanrı’yı kim yarattı?” sorusunun da cevabı olmak zorundadır. Ama bu istisna sayılır, çünkü onun yaratılmadığı, ezeli ve ebedi olduğu lafzi bilgilerimiz arasında vardır. Öte yandan, Tanrı’nın bir şeyin yaratıcısı olabilmesi için en azından Varlık alanında var olması gerekir. Öyleyse Tanrı sonsuz olamaz. Gelenekçilerin cevabı şudur: “Tanrı hep vardı, O’nun yaratılmaya ihtiyacı yoktur….” Bunu söylemekle aslında var olan her şeyin illa ki yaratılmış olması gerekmediğini itiraf etmiş olurlar. Farkında olmadan tabii. Buna göre evrendeki maddenin de hangi formda olursa olsun başından beri var olabileceğini, hiç bir şeyin yoktan var edilmiş olmadığını da kabul etmiş olurlar.
Elhamd-u lillah
Basit bir ifade gibi duruyor. Hamd, şükür, teşekkür, minnet, duygusal bağlılık hepsi muhakkak Allah’a dır. Elbette böyle olmak zorundadır. Aksi halde, beşerin veya varlığın özgürlüğünden söz edilemez. Güdülen, yönetilen, ne yapıp ne yapmayacağı söylenen bir varlığın “irade” tercihinden söz etmek nasıl mümkün olabilir? Bunu yapan Tanrı ise, o zaman var oluşun da bir değeri yoktur. Politeistlerin ileri sürdükleri şey de budur zaten. Her şey Tanrı’dır veya Tanrı her şeydir.
Kurallar üzerinde düşünülmediği zaman bir değer ifade etmezler. Daha açık bir ifade ile, üzerinde düşünülmeyen kurallar sadece “saçmalar”lar. Akli olmayan sonuçlar üretirler.
“Lillah” yani ilah, nasıl bir ilah? “Mutlak” olan ilah.
Evet “mutlak”. Bu kelime sözlüklerde "göreli (nispi) ve görece (rölatif, izafi) olmayan, var olmak için başka hiçbir şeye gerek duymayan ya da hiçbir ilişkiyi gerektirmeksizin kendiliğinden var olan, varlığının nedeni yine kendisi olan, hiçbir şeyle bağlı, kayıtlı ve ilintili olmayan" biçiminde tanımlanır.
Mutlak, bir kavram olarak, şeylerin, keşfedilmiş olsun olmasın, bütününü, tamamını tanımlar. Mutlak nihai varlığı tanımlamak için de kullanılabilir; bu kullanımda fâni ve varlığı zorunlu olmayanın tersi olan yani mutlak olan varlık anlamındadır.
Hiçbir şeye bağlı olmaksızın var olan, bağımsız ve koşulsuz olan “mutlak”, genel geçer anlamı bakımından hiçbir şey ile sınırlandırılmaksızın var olan şey anlamındadır. Sınırsız, sonsuz, koşulsuz, değişmez, zorunlu olduğu varsayılanı anlatan bir terimidir.
Burada Hegel’in “mutlak zihin” algısını hatırlamadan geçmemek gerekir. Hegel, esas olarak insanın kendisinin dışında olan, kendisinin yaratmadığı ve insandan bağımsız olan bir dünyayı deneyimlediğini ve bilgi olarak bu dünyanın bilgisini edindiğini kabul eder. Bu doğal dünya yine de bütünüyle zihnin eseridir, fakat burada söz edilen zihin insanların zihinleri değil, insandan başka bir zihindir. Bilginin nesneleri insan zihni tarafından yaratılmamıştır. Sonlu ve sınırlı bir birey olarak insanın zihni, dünyayı meydana getiren ve bilginin konusu olan nesneleri/gerçekliği meydana getiremez, bunlar başka bir zihnin eseri olabilir ancak; ki bu Hegel'e göre mutlak bir özne, mutlak bir zihin ya da akıl ya da tin'dir. Gerçeklik ve onu var kılan mutlak zihin, insan bireylerin zihninden bağımsız olarak vardırlar; ancak insan zihni, bu mutlak zihni gene de kısmen kavrayabilir. Mutlak zihin, insan zihinlerinde ve doğada tezahür eder ve gerçekleşir. Bu gerçekleşme diyalektik yoluyla meydan gelir. Bu Tanrı’dan başka bir şey değildir.
Mutlak, yani sonsuz, sınırsız, mükemmel….
Bir şeyin “mükemmel” veya “kusursuz” olduğunu söyleyebilmemiz için, daha az mükemmel veya kusurlu bir şey ile kıyaslamamız gerekir. Çünkü “akıl” böyle çalışır.
Kainat mükemmel midir? Aslında bu sorunun cevabı yoktur. "Mükemmellik" bir Beşerin algısı ve bilgisidir. Evrenin veya Allah’ın böyle bir sıfatı yoktur. Evren, evren olarak Beşer'e gözlem verir, o kadar. Bu açıdan evren ile ilgili tüm sıfatsal, değersel, verisel, datasal ve tabusal bilgiler, evrene değil; Beşere aittir.
Her şeyin daha iyisi daima mümkündür. Değişim sürdükçe düzenler kurulur, bozulur. Çünkü hareket her yerdedir. Sabit düşünce bile kişinin kendisi için ızdırap demektir. Ya değişeceksin ya da değiştirileceksin.
Evren mükemmel değil, kaotik yapıdadır. Bir üst gücün müdahalesi olmaksızın kaosa sürüklenir. Entropi yasalarına göre, tek kaynaktan güç alarak çalışan bir makine yapmak imkansızdır. Yani kainat kontrol altında tutulmak zorundadır. Aksi halde ya bütünüyle soğuk, ya da bütünüyle sıcak olacak, ya dağılacak ya da eriyip gidecektir. Denge ancak kontrol altında tutarak sağlanabilir. Çünkü termal olarak izole edilmiş büyük bir sistemin entropisi hiçbir zaman azalmaz. Başka bir ifade ile kâinat, dengelenmiş düzensizlikten oluşur. Bıraktığınız zaman kaosa sürüklenir. Burada “tanrıcılık” oynayanlar devreye girer ve derler ki “evet işte bunu Tanrı kontrol eder”
Mükemmel, tanım itibari ile bilgiye bağımlıdır. Keza sonsuz da aynı şekilde, tanım itibari ile bilgiye bağımlıdır. Hiç bilgimiz olmasaydı, sonsuz dendiğinde bir şey anlamayacaktık. Sınırlıyı bildiğimiz için, sınırsızı kurgulamayı başarıyoruz. İşte bu zihnin yarattığı oyun dünyasıdır. Zihin zıtlıkları sever, zıtlıklar zihni besler. Fakat algılamayı ve kurgulamayı gerçekleştiren zihin bile bu evrendedir ve bu evrenin bilgisi ile bunu oluşturmuştur. Bu evren hakkındaki sınırlı bilgi, sınırlı olanın bilgisi ve zihnin sahip olduğu sınırlı kavrayış ve kurgulama ile yarattığınız her tanım maalesef sınırlı ve bu evren gibi görecelidir. Bu yüzden göreceli olan evren mutlak olanın kendi değil, sadece tanımlanmış bir fonksiyonudur.
Mükemmellikten ''tanrı yaratmıştır'' sonucunu çıkartabilmek için de Tanrı tarafından yaratılmamış, kendi kendine, tamamen tesadüflerle oluşmuş ve mükemmel olmayan başka bir evreni örnek göstermek gerekir. Yani Tanrı’ya ihtiyaç olmadan var olmuş bir kainata olan ihtiyaç, Tanrı algısının kaçınılmaz sonucudur. Eğer maddeyi Tanrı yaratmış olsaydı, o zaman Tanrı’nın kendisini varsaymak mümkün olmayacaktı.
Tanrı iradesi dışında, tesadüfle var olmuş bir evrenin varlığı Tanrı’nın iradesi dışında gerçekleşebilen şeylerin de var olduğunun kabulünü gerektireceği için Tanrıya ihtiyaç olmadan da bir evren olabileceğini kabul etme zorunluluğu ortaya çıkar.
Kaldı ki mükemmel ulaşılabilir bir terimi ifade etmez. Fiziksel olarak her zaman mükemmelin mükemmeli olacaktır ki bu da sonsuz bir yolculuk demektir. Yani değişkenler üzerinde mükemmel gibi tanımlamalar yapmak olası değildir çünkü bütünüyle görecelidir.
Tanrı mükemmel midir?
Mükemmel gibi tanımlar içinde bulunduğumuz sınırlı varlık alanı gibi göreceli olduğundan “Mutlak” olanı tanımlamaya yetmez. Aynı şekilde “İnsan veya beşer mükemmel midir?” sorusu da önemlidir. Beşer, fiziksel yapısı itibari ile mükemmel değildir, bu evrenin bir parçası olarak bu evren gibi bozunuma uğrar ve sınırlıdır. Beşer'in kendini mükemmel olarak ifade etmesi, sınırlılığını itiraf etmesinden öteye geçmez. Sınırlı olan bir şeyin mükemmel olması düşünülemez.
Tanrı mükemmel değil fakat “mükemmeli mümkün kılandır” denilebilir. Fakat bütün tanımlardan ötedir çünkü algı varlık alanındadır ve sınırlıdır. Varlık alanının dışına çıkıldığı zaman bütün algılar ve kurallar geçersiz kalır. Bilinç ve madde bir madalyonun iki yüzü gibidir. Biri diğerini mümkün kılar.
Sonsuz veya mükemmel gibi bir tanıma sahip olmamızın nedeni bu evrene bağlı yaşıyor olmamızdandır. Bu evren dışında sonsuz veya mükemmel diye bir şeyden bahsedilemez. Çünkü bu evren dışında, bu evrene ait tanımlamaların hiçbiri geçerli değildir. Fizik, fiziğin olmadığı yerde işe yaramaz.
Ve nihayetinde “mutlak” olan fiziksel evrenin içinde de olamaz. Bu imkansızdır. Fiziksel evren, “mutlak” olanın bir yansıması veya tezahürü olabilir ama, asla kendisi değildir. O halde Tanrı’nın fiziksel evrenimiz içinde düşünülebilmesinin mantıklı hiçbir yanı yoktur.
Tanrı ve Rab kavramları üzerinde düşünürken amacımız, aşağıdan yukarıya çıkmak ve geri dönerek sistemi tanımlayabilmek idi. Fakat neticede, lafzi olarak bir Tanrı varlığını kabullenmek zorunda olmamıza rağmen, Tanrı’nın biçimsel ve fonksiyonel olarak tanımlanamaz olduğunu anlamak açısından da yararlı olmuştur. Tanrı varlık alanında değildir. Yokluk veya hiçlik ve sonsuzluk veya mükemmellik, bir doğrunun iki kutbu gibidir. Aslında hepsi aynıdır, hepsi aynı doğrunun kendisidir.
Gelenekçi paradigmanın ürettiği Lafzi kurallar, bütünüyle “Allah” kelimesine göre düzenlenmiştir. Allah en üstte olmalıdır, varlık alanını şekillendiren ve yöneten yegane varlıktır. O halde kurallar da buna göre şekillenmelidir. Rab Allah’tır çünkü yönetme yetkisi O’na aittir. Fakat Allah varlık alanında değilse, o zaman Allah üzerine bina edilmiş kurallar kendiliğinden çöpe gitmiş olur.
“Allahu rabbekum”, “Allahe rabbehu” ve diğerleri.
Rabbinizin ilahı, rabbinin ilahı…. Basit bir isim tamlamasında verilebilecek mana bu değil midir?
“elhamdu lillahi rabbul alemin”, Bu ifadeyi ve benzer ifadeleri çevirirken, pek çok kural gerekçesiyle mana “Hamd, Alemleri Rabbi olan Allaha aittir” der paradigma. Bunu yaparken lafzın “mutlak” ifadesini göz ardı eder. Tercümede kullanılan “aidiyet” ve “olan” kelimelerinin karşılığının nerede olduğunu sormak bile gereksizdir. Sonlu, sonsuza ait kılınamaz, sınırlı sınırsızın parçası olamaz. Varlık yokluğun zıddıdır. Eğer bir aidiyet varsa, bu mutlaka varlık alanında olmalıdır.
“Mutlak İlah” ve “ilah” kavramları da farklıdır. Mutlak olan Rabbin de ilahıdır. Ama ilah başka amaçlarla da kullanılabilen bir kavramdır.
Yani “hamd, alemlerin Rabbinin İlahınadır.” Bu ilah “mutlak ilah”tır. Niçin minnet duygusunun veya teşekkürün veya kelime itibariyle Hamd ifadesinin “mutlak ilah”a ait olduğu sorulabilir. Çünkü Rab dahi varlık alanında bir varlıktır. Beşerin, yani varlığın “özgür irade” kullanabilmesinin yegane sebibidir. Çünkü Rab eğer Allah olsaydı, o zaman her şeye müdahale edebilen ve dilediği gibi değiştirebilen bir varlık olurdu. Sınırsız ve sonsuz olmalıydı. Oysa Rabbin yetkisi de Mutlak olan tarafından sınırlanmıştır. Böylece beşerin fonksiyon paylaştığı Rabbi kutsal değildir. Çünkü o da Mutlak olan kurallar ile bağlıdır.
Politeist paradigma, kadim geleneklerin veya anlayışların karşısında durmayı kendisine görev edinmiştir. Tanrı’nın birliğinden yola çıkarak “vahdaniyet” geliştirmiş, her şeyi Tanrılaştırmıştır. Oysa lafzın “Tevhid” anlayışı yoktur. Çünkü Tanrı’nın birleştirilmesi mümkün değildir. Bu bilinemez olduğu kadar tanımlanamaz bir şeydir. Bu anlayış, “teslis, trinite veya üçleme” fikrini, Lafzın da ortaya koyduğu bir anlayış olduğunu reddetme refleksine sahiptir. Halbuki, üçleme, Tanrı kavramı ile ilgili değildir. Bu anlayış, bütünüyle rububiyet, yani yönetim mekanizmasının bir tezahüründen başka bir şey değildir. Kaldı ki bu anlayış Hıristiyanlığın ortaya koyduğu bir şey de değildir. Beşerin yeryüzü tarihi kadar eski, dinler ve mitler kadar gerçektir. “Rab, Rahman ve Malik” başka nedir? Tapınma yoktur, özgürleşmek vardır. Bizden istenen budur.
Netice itibariyle bizim Tanrı’yı bilmek gibi bir görevimiz yoktur. Rabbin dahi bilmediği bir şeyi bizim bilmemiz beklenemez. Rab gerçektir ve tanımlanabilirdir. Hegelci bir mantıkla, ruhlar alemi, Batıni alem vs. gibi tanımlamalar yapmak yine beşerin zihninde tasarladığı bir varlık tanımından başka bir şey değildir. Karagülle bunu yapıyor, “ruhlar alemi”, “Batıni” alemlerden sözediyor. Bu, beşerin “bilinmezlik” karşısındaki “korku” refleksini kullanma gayretinden başka bir şey değildir. Kendisinden bunu kanıtlamasını istesek, muhtemelen “Allah böyle dilemiştir” benzeri bir ifade kullanacaktır. Trajik bir yaklaşım.
Elbette Namazı, orucu, zekatın ibadet olmadığını anlayan, ama hiçbir zaman SLT etmeyen bir anlayışın farklı sonuçlara ulaşmasını beklemek oldukça zor olacaktır. Ama belki, en azından bazı kuralları çöpe atmanın zamanı gelmiştir. Mutlak İlah’ın emir yetkisini tanımak ve Rabbin otoritesini kabul etmekle işe başlamak mümkün olabilir.
Vesselam.