Sam Adian
IKTISAT TEORISI - FIYAT ANALIZI / Ucret, Fiyat, Para 20
6.06.2017
6556 Okunma, 0 Yorum

Fiyat Analizi

 

Ücret-Fiyat-Para

 

 

 

 

Ücret, fiyat ve kâr arasındaki doğal ilişki, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki en önemli farklılıkları da açığa çıkarmaktadır. Arz talep dengesi içerisinde bir malın ekonomik değerinin belirlenmesi, malın maliyetine etki eden üretim faktörlerinin üretici/işveren açısından maliyet olarak değerlendirilmesine neden olmaktadır. Üretimin doğası gereği hedeflenen “kâr” beklentisi, serbest rekabet koşullarında, üretilmiş olan malın maksimum değer üzerinden satılabilmesi için maliyetlerin minimize edilmesi zorunlu olmaktadır.

Davranışsal açıdan “daha çok kazanç” beklentileriyle ortaya çıkan bu durum, fiyatların denge bulmasını da önlemektedir. Her ne kadar pazarda arz talep dengesi içerisinde fiyatların belirlendiği ve beklentilerin buna göre revize edildiği varsayılsa da, gerçekte fiyatları belirleyen ne üreticidir ne de tüketici. Bu ikisinin de dışında pazarda yer alan üçüncü taraf, yani aracılar ve komisyoncular, fiyatları belirlemektedir. Bu belirlemede etken olan bir başka husus ise, paranın kullanılmasından doğan esnekliklerdir. Kazançları üretime bağlı olmayan, para hareketlerinden gelir elde edenlerin, yani sermaye hareketlerini kontrol edenlerin yaptığı işlemler, paranın değerini değiştirmekte, dolayısıyla fiyatlar üzerinde etken olmaktadır.

Piyasada fiyat düşüşlerinin ortaya çıkması, üreticiyi doğal olarak girdi maliyetlerini değiştirmeye yönlendirmektedir. Bu da ancak üretim faktörleri ile yapabilir. Emeğin fiyatının belirlenmesi bu noktada açığa çıkmakta ve piyasalardaki baskı sebebiyle emek maliyetlerinde kısıntıya gidilmesi kaçınılmaz olmaktadır.

David Ricardo,[1] ücretlerin asgari geçim seviyesine göre belirlendiğini varsaymaktadır. Ona göre, emeğin fiyatını belirleyen faktör, emek arz ve talebidir. Dolayısıyla belirlenen fiyat, piyasa fiyatıdır. Emeğin doğal fiyatı ise çalışanların zorunlu ihtiyaçlarını karşılamasına ve varlığını sürdürmesine olanak veren ücrettir.  Bu varsayıma göre, uzun dönemde emeğin fiyatı, çalışanın asgari ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli olan seviyenin altına düşmeyecektir. Ancak gerçekte durumun böyle olmadığı anlaşılmıştır. Emek her zaman sermaye ile tüccar arasında bir pazarlık konusu olmuş ve hiç bir zaman arzu edilen seviyeye gelmemiştir.

John Stuart Mill,[2] emek talebini esas alarak kısa dönemde meydana gelen ücret değişmelerini açıklamaya çalışmış; emek arzını elde edilebilir varsayarak ücretlerin talepteki değişmeler yoluyla belirlenebileceğini kabul etmiştir. Buna göre ücret seviyesi ücret ödemelerine tahsis edilen fonla işçi miktarı arasındaki orana bağlıdır. Nüfusa bağlı olarak oluşturulan ücret fonu, nüfus artışının üzerinde çoğalıyorsa, ücretlerin asgari ihtiyaçları karşılayabilecek seviyenin üzerinde gerçekleşebileceği öngörülmüştür. Bu kuram “nüfus teorisi”ne[3] ve azalan verimler kanununa dayanmaktadır. Nüfus teorisinin işlemediği ise bilinmektedir.

Öte yandan emek talebinin marjinal verimlilik ile belirlendiğini ileri süren ve emek fonu teorisinin geçersizliğini iddia eden “marjinal verimlilik teorisi”, en azından kısa dönemde emek arzının sabit olduğu varsayımından hareketle, ücretlerin talep şartlarına bağlı olduğu öngörüsüne dayanmaktadır. Çünkü ücretler, emeğin marjinal verimliliğini ölçme eğilimindedir. Ne var ki marjinal verimlilik teorisi, mikro iktisat analizine dayanır. Dolayısıyla ücret ve fiyat politikalarında etken değildir.

Karl Marks, değeri belirleyen tek unsurun emek olduğunu kabul etmektedir.[4] Çalışanın sermayedar tarafından istismar edildiğini, kâr ile faizin ücretten alınmış haksız gelirler olduğunu iddia etmiştir. Marks'a göre işçilerin varlıklarını devam ettirebilmeleri için zaruri ihtiyaç maddelerine ek olarak bir ülkenin gelenekleri ve alışkanlıkları da emeğin ücretini belirler.

Ücretin, çalışanın üretimden aldığı bir hisse olmadığını, işverenin mevcut üretimden üretici emeğini satın almak için ayırdığı bir pay olduğunu kabul etmektedir. Bir malın değerini belirleyen tek faktör, onun üretimi için harcanan emek olunca, emek sahibine asgari geçimine yetecek kadar ücret ödenmekte ve aradaki fark, işveren tarafından alıkonulmaktadır. Yani artık değer, işverene dolayısıyla devlete kalmaktadır.

Özetle kapitalizmin “ücret”leri bir maliyet faktörü olarak görmesi, çalışana verilecek olan ücreti herhangi bir esasa bağlı olmaksızın “pazarlık” usulü ile belirleme eğilimini güçlendirmiştir. John Davidson, ücretlerin pazarlık sonucu belirlendiğini ortaya koymaktadır. Buna göre İşverenin ödeyeceği en yüksek ücret ile çalışanın kabul edebileceği en düşük ücret arasındaki geniş bir alanda, tarafların pazarlık güçleri ücret seviyesini belirleyecektir. Elbette çalışma talebinin fazlalığı, işverenin pazarlık gücünü de artıracaktır. Ortaya atılan teorilerin büyük çoğunluğu, emeği değer belirleme ölçütü olarak kabul etmemekte, Marks ise, bu değeri sınırlı olarak benimsemektedir.

İnsan için “emek”ten başkası yoksa[5] demek ki “emek” her şeyin belirleyicisi olacaktır. Değerli olan şey, sadece budur. Harcadığı enerji kadar değer üretiyor; ürettiklerine değer katıyor demektir. Bundan başka bir değer ölçüsü yoktur. Buna göre üretim için gerekli olan unsurlar da kendiliğinden ortaya çıkar. İktisat teorisi açısından sermayeyi oluşturan iki faktör vardır:

a.    Doğal Kaynaklar:  Yeryüzünde ve uzayda doğal hâliyle bulunan her şey, doğal kaynakları ifade eder.

b.    Emek: Doğal kaynakları harekete geçiren ve insana ait bedeni veya zihinsel iş gücü faaliyetidir.

Yani doğal kaynaklar ve emek, üretimin iki asli unsuru olarak karşımıza çıkar. Bir ürünün ortaya çıkabilmesi için gerekli üretim faktörleri arasında sayılan sermaye, emekten ayrı değerlendirilmektedir. Oysa sermayeyi oluşturan şey, emek ve doğal kaynaklardır. Birinin yokluğunda diğeri de yoktur. Modern anlayışta, bu faktörlere “girişimci” de eklenmektedir. Ne var ki girişimci, insan ihtiyaçlarının doğal dürtüsünün bir ürünüdür. Halk kendi ihtiyaçlarını kendisi üretir ve tüketir. Buna göre:

Emek: Mal veya hizmet üretimi amacıyla bir birim zamanda iş gücü tarafından harcanan enerji miktarı olup üretilmiş olan mal veya hizmetin değer ifade etmesini sağlayan faktördür.

Üretken Sermaye: Üretimde harcanan emeğin birikmiş hâlidir. Eğer enerjinin yok olması mümkün değilse, insana ait olan enerjinin de her zaman varlığını sürdürmesi gerekir. Toprağa ait kaynakların emek yoluyla harekete geçirilmesi sonucu üretilen faydaya dayanır. Bu amaçla harcanmış olan emek miktarının biriktirilmesi ve tasarruf edilmesi ile oluşur.

Sermaye doğal hâliyle vardır ve para hareketleri ile bir ilgisi yoktur. Para sadece emeğin biriktirilmiş hâlidir. Mal toprağa, emek ise insana aittir. Üretken sermaye, ikisi birleştiği zaman yani emeğin harcanması ile ortaya çıkar. Değer belirleyen tek faktör “emektir”.  O halde bütün ekonomik süreçler “Emek” referansına göre belirlenebiliyor olmalıdır. Bu aynı zamanda dengeli bir sistemin ortaya çıkması için temel oluşturacaktır:

 

Gelir = Fiyat * Miktar

Para = Fiyat = Emek

Ücret = Değer * Zaman


*Emeğe dayalı “Değer” modeli

Öyleyse, toprak ve insan sermayenin iki asli unsurdur; ancak emek olmadan bunlar bir değer ifade etmezler. Emek, İktisadi faaliyetlerin temelini emek teşkil eder. Fiyat ve ücretlerin belirlenebilmesi için tek referans emektir. Bu nedenle, sermayenin oluşması toprak ve insanın çarpımına bağlıdır. Birinin yokluğu diğerinin de yokluğunu gerektirir. Yani, “Emek= Sermaye= Toprak * İnsan” olmalıdır. İkisinin toplamı, birinin yokluğunda diğerinin değer ifade etmesi sonucunu doğurur. Bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla sermaye, emek ile toprağın çarpımından oluşur. Bu nedenle emek, dört temel parametreyi belirler:

a.       Gelir : Bir çevrede, dönem içinde üretilmiş olan mal ve hizmetlerin toplamının kişi başına düşen miktarıdır. Yani “fiyat * mal miktarı”dır.

b.      Değer: Bir mal veya hizmetin ortaya çıkması için harcanmış olan emek ile belirlenir. Yani harcanan emek/zaman miktarının (zihinsel veya bedensel) ölçülerek tescil edilmiş hâlidir. Daha açık bir ifade ile “ölçülmüş emek miktarı”dır.

c.       Fiyat: Birim zamanda üretilmiş olan mal için harcanan enerjinin (emek) zamana göre miktarına bağlıdır. Bu nedenle fiyatı belirleyen şey de emektir. Bir ürünün ilk üretim aşamasından tüketiciye ulaşana kadarki tüm “emek” girdilerinin marjinal faydası ile birlikte oluşan değeri, fiyatı oluşturur. Çünkü esas girdi emektir. Mal ise emeğin ürünüdür.

d.      Para: Bir değerin ortaya çıkması için harcanan toplam emeği ölçmek içindir. “Para = Emek = Değer” Emek yoluyla üretilmiş tüm mal ve hizmetlerin değiştirilebilmesini sağlayan araçtır.

e.      Ücret: Toplam gelirin çalışılan toplam süreye oranına göre birim zamanda (saat) harcanan emeğe düşen miktarına göre hesaplanır. Yani emeğin zamana göre değeridir. Yani bütün ekonomik süreçler tek bir referans ile belirlenmektedir. Dolayısıyla herhangi bir müdahale gerektirmeksizin, dengeli bir sistem oluşmaktadır.

Üretimin doğası gereği “kâr” beklentisi de göz ardı edilemez. Üretilen bir malın yeniden üretilebilmesi ve üretimin sürdürülebilir olabilmesi için toplam maliyetlerinin dışında bir fazlalığın da söz konusu olması gerekir. Emek de bir üretimdir, çünkü enerji gerektirir. Dolayısıyla emeğin kendi değerinden başka artı değeri de söz konusu olmalıdır. Yani emek, üretim sonucu elde edilen “artık değer”den de pay almalıdır. Elde edilen artık değerin üretime geri dönmesi, doğal olarak çalışanın ondan pay almasını gerektirecektir. Çünkü işletmeler, ne devlete ne de sermayeye ait değildir. İşletmeler, geniş katılımlı iştiraklerdir ve halka aittir. Doğal olarak çalışan da o işletmede hak sahibidir ve elde edilen artık değer üzerinde çalışanın da hakkı olacaktır. Çalışan, aynı zamanda işletmenin de ortağıdır. Daha basit bir ifade ile “kâr”, emeğin marjinal ürünüdür. Bu yüzden emeğin hakkıdır.

Dolayısıyla reel ekonomide emek, kategorik olarak bütün faktörler  üzerinde etken olacaktır. Şöyle ki:

1.    Değer Faktörü:  Emek olmadan bir malın değerini belirlemenin imkânı yoktur. Dolayısıyla emek, fiyatı belirleyen tek unsur olur. Öyleyse geliri oluşturan şey de budur. Buna göre kişi başına düşen gelire endeksli olarak harcanan emek enerjisinin zamana göre miktarı değer faktörünü oluşturur.

2.    Kâr Faktörü: Faydanın çoğaltılması ve bölüşümün gerçekleşebilmesi için kâr gereklidir. Ancak kâr, emeğin marjinal ürünüdür ve bunda emekçinin hakkı vardır. Çalışana bir yandan üretimde harcanan emeğin karşılığı ödenirken diğer yandan işletmeye katılmış olması nedeniyle gelirden de pay alacaktır. Bu aynı zamanda üretime emek birikimi yoluyla katılanların da pay almasına neden olacaktır.

3.    Üretim Faktörü: Emek sermayenin asli unsurudur. Dolayısıyla üretim için gerekli olan sermayenin tarafıdır. Emek olmadan sermaye olmayacağı gibi, emek olmadan üretim de olmaz. Ancak işletmeler, iştirakler olarak yapılanırlar. Bu nedenle üretim araçlarının sahibi halktır. Emek de işletmenin paydaşıdır.

4.    Büyüme Faktörü: Üretilmiş olan faydanın çoğaltılması ve dengeli bölüşümün gerçekleşmesi, emeğin varlığına bağlıdır. Dolayısıyla emek verimliliği arttıkça büyüme de, ivmesel olarak artmış olur. Bir yandan marjinal faydanın bölüşülebilir hâle gelmesini sağlarken diğer yandan büyümeyi gerçekleştirerek emek değerinin de artmasını sağlar. Bu durum ücretleri doğrudan etkileyecek, büyümeden de pay alınmış olacaktır.

Basitçe emek ve kâr birbirinin türevidir; döngü bunun üzerine kurulmuştur. Emek değerinin standart kriterlere bağlanıyor oluşu, ilk üretim aşamasından nihai tüketim aşamasına kadar hiçbir müdahaleye gerek kalmaksızın iktisadi faaliyetlerin tümünde değerlerin kendiliğinden belirlenmesini sağlar. Bu, aynı zamanda dengeli bölüşümün[6] sağlanabilmesi için de önemli bir faktör olacaktır.

Emeğin Korunumu Yasası :

Üretim tüketim arasındaki doğal ilişki, her ikisinin ortak bir birim olan “emek” ile değişim yapabiiyor olmalarından kaynaklanır. O halde üretim-tüketim ve para ilişkisi arasındaki temel sorunları “emek döngüsü” içerisinde gidermek mümkündür. Pratikte üretim “emeğin mala dönüşmesi”dir. Bir malın kullanlımak üzere satın alınması ile birlikte “mal, yenden emeğe dönüşmüş” ve üretime geri dönmüş olur. Üretim-tüketim döngüsünün temel amacı, değer yaratma ve çoğaltmaktır.


*Üretim-Pazar-Tüketim Döngüsü

Eğer toplam gelirin dengeli paylaşımı sonucu satın alma gücü desteklenmiş ve belirgin oranda artış gösteriyor ise ve yaşama, barınma gibi geleceğe matuf temel endişeler giderilmiş ve garanti edilmiş ise, beklenen sonuç yaşam konforuna yönelim olacaktır. Bütün endişelerden arınmış bir bireyin doğal davranışı, sahip olduğu gelirini daha iyi yaşam koşulları oluşturmak için harcayacaktır. Yani tüketime yönelecektir. Bu da büyümeye neden olacak ve toplam geliri etkileyecektir.

Bu durumu şöyle açıklayabiliriz: Emek, insanın bir iş yapmak için harcamış olduğu enerjidir. Kapalı bir ortamda, yani üretimde harcanan emek miktarı sabittir. Eğer bir enerji harcanmış ise bu asla yok olmaz. Ancak eğer üretim-tüketim döngüsü tamamen statik olsaydı büyüme/faydayı çoğaltma da mümkün olmazdı. Üretim ve tüketim arasındaki süreç değişimlerinde çevre ile sistemin entropi değişimlerinin toplamı daima pozitiftir. Bu da sistemdeki toplam emeğin sürekli artmasına sebep olur. [7] Yani, bir malın üretiminde harcanan emek miktarı sabittir ve zamana bağlı olarak değişmez. Dolayısıyla malın değeri de sabittir çünkü ona değer kazandıran şey emektir. Ancak, dolaşım, değiştirme ve tüketim süreçlerinde emeğe ilave edilen marjinal fayda sebebiyle sürekli olarak büyüyecektir.[8]

O halde, emeğin korunumu yasası vardır. Eğer harcanan enerji değişmiyor veya azalmıyor ise, bir malın üretiminde harcanan emek miktarı da değişmeyecektir. Dolayısıyla fiyat da sabit koşullarda sabit kalacaktır. Ancak sistem döngüsü içerisinde ilave edilen marjinal fayda sürekli pozitiftir. Buna göre tüketim yoluyla malın emeğe dönüştürülmesi sonucunda emeğin entropisi büyümüş olur. Çünkü esas girdi emektir ve asla yok olmaz. Öyleyse tüketimin asıl amacı emeğin entropisinin çoğaltılmasıdır. Buna göre, fiyat veya ücret veya “değer”in “sıfıra eşit” veya üretilmiş olan enerji miktarından az olması imkansızdır. Yani üretilmiş olan bir mal veya hizmet, maliyet değeri üzerinden satılamayacağı gibi, zarar da edemez. Her ikisi de çöküş anlamına gelir ve fizik yasalarına aykırıdır.

Bu nedenle emeğin zarar edebileceği bir sistem teorik olarak mümkün değildir. Gerçekte de emek zarar etmez, çalışanların harcadığı emeğin karşılığında az ücret ödenir ama o emeğin üretmiş olduğu daha büyük değer çalışanın değil, başkalarının cebine girer. Sonuçta entropi büyümüştür ama bundan yararlanan enerjinin gerçek sahibi değildir.

Öte yandan, termodinamiğin birinci yasasına göre enerji yoktan var edilemez, var iken de yok edilemez. Sadece bir şekilden başka bir şekle dönüşür. Bir sistemin herhangi bir çevrimi için çevrim sırasında enerji alışverişi ile iş alışverişi aynı birim sisteminde birbirlerine eşit farklı birim sistemlerinde ise birbirlerine orantılı olmak zorundadır. Dolayısıyla fiyat veya ücret için öngörülecek “değer” birimi, aynı cinsten olmak zorundadır. Bu nedenle emek ancak emek birimi ile dönüştürülebilir ve miktar bakımından “0” veya “0’dan küçük” olamaz.

Bu nedenle, emeğe dayalı rejimlerde toplam gelir de emek birimi esasında hesaplanmalıdır. Bir çevrede oluşan toplam gelir, dönem içinde üretilmiş olan toplam emek miktarına eşittir.

Öyleyse ilkel ekonomilerde olduğu gibi pazarlığa dayalı fiyat oluşturma, veya pazarda oluşan fiyat, sistemin doğal döngüsüne uygun değildir ve kabul edilemez. Çünkü bu yolla, emeği harcayan değil, herhangi bir emek harcamadığı halde, başkalarının harcadığı emeği sömürerek var olan bir değerin tüccarın veya komisyoncunun cebine girmesine neden olur.

Emek-Ücret Teorisi ve Ücretlendirme (Değer Teorisi):

Şu halde, esas girdi emek olduğuna göre ve değeri belirleyen şey de emeğin sahip olduğu enerji miktarı ise, bu miktarın doğru ölçülmesi ve toplam gelirin buna göre paylaşımı zorunlu hale gelecektir. Ancak bunun için fiziksel bir “değer” belirlememiz gerekir. O halde “Değer” nedir?

Emek insana ait bir fonksiyondur. Pratikte ise ölçülmesi mümkün olmayan bir şeydir. Ancak emek “enerji” içerir, o halde insanın harcadığı enerjiyi zamana göre ölçmemiz mümkün olur: Şu halde “Emek = Zaman” diyebiliriz. Çünkü “Zaman” emek yoluyla insanın üretmiş olduğu enerjiyi ölçülebilir hale getirir. Öyleyse, insanın bir birim zamanda harcamış olduğu enerji miktarı ile üretilmiş olan mal veya hizmet miktarı bize ölçülebilir emek değerini verecektir. Öyleyse bazı temel parametrelerin kalıcı gösterge referansları da vardır. Bunlar :

Gelir :   Bir çevrede dönem içerisinde üretilmiş olan toplam mal ve hizmetlerin üretiminde harcanan enerji/emek toplamının kişi başına düşen miktarıdır.

Gelir = Fiyat * Miktar

Değer: Toplam gelirin kişi başına düşen gelir miktarının zamana (1 saat) oranıdır.

Bu durumda “Değer” bütün mal ve hizmetlerin üretiminde harcanan emek payını belirlemede temel faktör olacağı gibi, aynı zamanda fiyatların belirlenmesinde de değişmez referans olacaktır.

Fiyat:    Bir malın üretiminde harcanan emek miktarı ve Marjinal ürünü.

 

Bu bir malın yararlanmaya esas fiyatını oluşturur. İlk üretim aşamasından başlayarak değer kazandıran her aşamada, bir önceki fiyat girdi değerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla her aşamada mala eklenen emek ve buna ait marjinal fayda değerin çoğalmasına yani entropisinin büyümesine neden olacaktır. Esas olan yararlanma/tüketici fiyatıdır.

Ücret :  Bir mal veya hizmet üretimi için birim zamanda (saat) harcanmış olan emek değerini ifade eder.

Ücret = Değer * Zaman

Para :    Emek değerini zaman miktarı bakımından ölçme aracıdır.

Para = Fiyat = Emek

Bu değişkenler, bütün süreçleri belirleyen ve değer ifade eden “emek” faktöründen başka bir şey değildir. Öyleyse bütün süreçler buna bağlı olacaktır. Emek miktarında herhangi bir azalma ve zamanda da bir değişme söz konusu olmadığına göre tüm süreçler pozitif bir seyir izleyecektir. Çünkü kâr emeğin marjinal ürünüdür ve emeğin hakkıdır. Öyleyse toplam emek miktarı ona ilave edilmiş olan marjinal fayda ile birlikte değerlendirilmek zorundadır. Bu durumda : “Emek sabit iken ve zamanda da bir değişim olmadığında fiyat ve ücret de sabittir.” Buna göre insanın harcadığı enerji olan emek için de fizik yasaları geçerli olacaktır Her şey doğada olup biter.

Doğa yasaları, fizik yasaları sabittir. İnsan da doğanın bir parçası olduğuna göre, doğaya ait enerjinin yasaları aynı zamanda insan için de geçerlidir. Yani ortaya çıkan enerjinin kaynağı ne olursa olsun, asla kaybolmayacaktır. Pozitif çevresel etkiler harcanan enerjinin entropisinin büyümesine sebep olacaktır. O halde tüm ekonomik faaliyetlerin temel girdisi insana ait olan enerjidir. Yani emektir. Dolayısıyla insana ait olan bu enerji, ücreti belirler, fiyatı belirler, geliri belirler, parayı üretir. Genel denge kurulmuş olur. Bu temel ilke, tüm ekonomik faaliyetlerin temel ve değişmez gösterge birimidir. Yani düzenli bir sistem vardır. Ancak sistemi etkileyen çevresel etkiler (marjinal ürün) faydanın çoğalmasına yol açar. Bu ise sürekli olarak pozitiftir.

Kâr’ın karşılığı yoktur. Yani bunun için harcanmış bir enerji yoktur. Bu açıdan tartışılan bir mesele olmuştur. Ne var ki insan sadece kendi enerjisini kullanmaz. Bu enerjisini daha verimli hale getirmek için örneğin güneş enerjisinden yararlanır. Bunun için herhangi bir karşılık da ödemez veya ilave bir enerji harcamaz. Bu nedenle eğer bir enerji açığa çıkmış ise, çevresel faktörlerin buna etki etmesi de kaçınılmaz olacaktır. Yani enerjinin marjinal ürünü de vardır.

Öyleyse, bir fayda üretimi söz konusu ise, bu faydaya ait marjinal ürün de kaçınılmaz olur. Aksi halde sistemde büyüme olanaksız hale gelir. Çünkü enerji miktarında bir değişiklik olmayacaktır. Emeğin ürettiği enerjinin entropisini büyütebilmek için pozitif etmenlere ihtiyaç vardır. Bu da “Kâr”dır. Bu iki açıdan gereklidir, birincisi üretime birikmiş emek yoluyla katılanların pay almalarını sağlamak, ikinisi ise emeğin entropisini büyütmektir. Yani büyümenin gerçekleşmesi için de gereklidir.

Esas girdi emek olduğuna göre, ücretler de emek karşılığı ve önceden belli olan, standart, ölçülebilir ve herkes için nitelik bakımından aynı olan bir ölçme ve değer ilkesine bağlı olmalıdır. Buna göre ücret, bir malın üretilebilmesi için gerekli olan emek ve o emeğin birim zamanda ortaya çıkardığı ürün veya hizmetlerin rasyonel karşılığı olarak belirlenmeli ve ücretlendirilmelidir.

Burada önemli bir soru gündeme gelir: “Emeğin değeri nasıl belirlenecek?” Açıkçası emeğin değerini belirlemek mümkün değildir. Birbirinin emsali olmayan, yani nitelik olarak benzeşmeyen şeylerin kıyası mümkün değildir. Dolayısıyla emeğin değeri asla belirlenemez. Emek, yalnızca miktar bakımından ölçülebilir ki bu da zamana bağlıdır. Yani ancak birim zaman içinde harcanan emek miktarı ölçülebilir. Dolayısıyla emek yoluyla üretilmiş olan mallar üzerindeki ölçme kriteri de böylece ortaya çıkmış olacaktır. Yani değer, miktarın zamana oranından başka bir şey değildir. Bir malın fiyatını belirleyen şey de budur. Hammadde üretiminden ürün üretiminin nihayetine kadar her aşamada malın değerini belirleyen, emektir.

Bir malın, emek/birim zaman esasına göre fiyatının belirlenmesi ve o malın dolaşımından elde edilmesi öngörülen fazlalık, yani mala eklenen fazla (kâr), yani artık değer, nihayetinde o malı ortaya çıkaran emeğin hakkıdır. İştirak edenler buradan pay alacaktır; ancak bu pay, emeğin üretebilmesi için oluşturduğu olanaklar ölçüsünde olacaktır. Yani harcanan emek miktarı kadar pay alacaklardır. Böylece herhangi bir asgari ücret belirlemeden, tamamen iktisadi faaliyetlerin doğal sonucu olarak ortaya çıkan toplam gelirin esnekliğinden faydalanarak emeğin değeri kendiliğinden belirlenebilecek ve üretim sonucu ortaya çıkan katma değer ile zenginleştirilmiş olacaktır. Şu halde :

Emek Değeri: Toplam gelirin saat başına tekabül eden miktarı ile ölçülür.  İnsanın birim zaman içinde harcadığı enerjinin zamana göre miktarını ifade eder ve toplam gelire orantılı olarak değer kazanır.

Ücret: Mal veya hizmet üretmek amacıyla iş gücünün harcadığı enerjinin zamana göre miktarına denk gelen karşılıktır. Kişi başına düşen toplam gelirin birim zamana düşen miktarı ile ölçülür. 

Emeğin değeri “Emek = Değer * Zaman” formulü ile açıklanabilir. Buna bağlı olarak öngörülen fayda, en küçük birim zaman içinde harcanan emek ile ortaya çıkarılan ürün ve hizmetleri ifade eder.

Emek-değer entropisi, büyümeye neden olacaktır. Bu da toplam gelirin artması sonucunu doğurur. Buna paralel olarak kişi başına düşen satın alma gücünün yükselmesi anlamına gelecektir. Ücretleri doğrudan etkileyecek ve kendiliğinden artmasına neden olacaktır. Yani örneğin satın alma gücü arttığında, saat başına düşen ücret miktarı da kendiliğinden artış gösterecektir. Böylece herhangi bir müdahaleye gerek kalmaksızın ücretler, kendiliğinden belirlenmiş ve herkes tarafından bilinir hâle gelmiş olacaktır. Çalışma barışının sağlanması, ancak bu şekilde mümkün olabilir. Bu durum, aynı zamanda tam istihdamın gerçekleşmesi için de fırsat oluşturur. Çünkü eğer yaygın istihdam varsa ve ücret dengesi oluşmuş ise, her çalışan yeteneğine göre bir işte çalışmak ister. Bu da verimliliği artıran bir faktör olacaktır.

İnsanların yetenekleri, farklı farklıdır. Dolayısıyla emeğin de dereceleri vardır.[9] Yetenek, eğitim, bilgi, tecrübe gibi faktörler emek değerini kademeli olarak artıran etkenlerdir.[10] Bu çerçevede iş görenin bilgi, deneyim ve yeteneklerine göre ücretler de kademelendirilmelidir.[11] Örneğin, bir işletmede bilgi ve yeteneği ile üretime katkı sağlayan çalışanın ücreti, işletmeden alacağı pay oranları ve yıllık gelir olanakları kademeli olarak artırılmalı ve bu standarda göre belirlenmelidir. Harcanan emek miktarı eşittir, ancak emeğin nitelikli hâle gelmesi için de emek harcanmıştır ve bu durum göz ardı edilemez. Buna göre ücrete esas teşkil edecek olan kademelendirme şöyle düşünülebilir:

Standart Ücret[12]:  Kişi başına düşen toplam gelirin birim zamana tekabül eden miktarı esas alınarak hesaplanır. Gelir arttıkça ücret de kendiliğinden artar. Herhangi bir müdahale yoktur.

Kademeli Ücret[13]: Standart ücretin üzerinde, kişinin üretime katkısı esas alınarak kademelendirilmiş ücrettir.  Ücrette kademelendirme kriterleri şöyle değerlendirilebilir:

a.       Eğitim ve Bilgi:  Kişinin öğrenmek için harcadığı zaman, onun yatırımıdır. Dolayısıyla bir mal veya hizmetin üretiminde bu bilgi ve birikimden faydalanılması da kaçınılmazdır. Kişinin birikimi, ücret için bir katma değer ifade eder.

b.      Deneyim: Bir mal veya hizmet üretimi için gerekli olan standart süreçleri (process) geliştirebilen ve uygulayabilen kimselerin sahip olduğu katma değerdir. Verimliliğin artmasına önemli katkı sağlar, ücreti etkiler.

c.       Yetki ve Sorumluluk: Her alanda, kişinin bilgi ve deneyimleri çerçevesinde üstlendiği sorumluluk derecelerine göre verimliliğin etkilenmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla ücret için artı değer ifade eder. Yetkisiz sorumluluk olmaz; ancak sorumluluk karşılıksız değildir.

Böylece her çalışan, yapacağı işin karşılığında ne alacağını önceden bilebilecek ve toplam gelirden dengeli pay alabilecektir. Yani bir çalışan, hangi kademede ne kadar ücret alacağını bilerek tercihte bulunacaktır. Bundan sonra çalıştığı iş kolundaki verimliliğin kendisine sağlayacağı ilave katkı, yani işletmeden alacağı pay ve tasarruflarından elde edeceği gelir, onu daha iyi yaşam düzeyine taşıyacaktır.

Hiçbir şey, kendiliğinden gerçekleşmez. Daha çok ücret daha verimli çalışma; daha çok gelir de, daha çok tasarruf ister. Her şey bir neden sonuç ilişkisi içinde meydana gelir, verimlilik artar.[14] Derece,[15] yani kişinin üretime sağladığı katkı ve verimliliği aldığı ücreti pozitif anlamda etkiler. Buna göre ücret, yetenek, bilgi, deneyim gibi emek verimliliğini pozitif anlamda etkileyen faktörlerin varlığı, emeğin entropisini etkileyecek ve değerini de artıracaktır. Çalışmanın azlığı veya çokluğu, hak edilecek olan ücretin miktarını etkiler. Ancak pozitif faktörler, birim zamanda hak edilen ücretin niteliğini değiştirir ve artmasına neden olur. Çünkü ortada verimliliği artıran bir etmen olacaktır. Aynı sonucu, farklı girdilerden daha verimli şekilde elde etmek de mümkündür. Bu da yine emek farklılığını gerektirir.

Hangi sebeple olursa olsun ücret, yalnızca emeğin doğal yapısı içerisinde kendiliğinden şekillenir ki bu da, toplam emek miktarı (ulusal gelir) ile ilgilidir. Buna hiçbir şekilde dışarıdan müdahale edilemez.[16] Bu durum, referans metinde eleştirilmektedir. Bu nedenle emek çeşitliliğine bağlı olarak gelir çeşitliliği de zorunlu olmaktadır.[17] Dolayısıyla miktarlar bakımından eşit bölüşüm söz konusu değildir. Yani insan, harcadığı enerjinin zamana göre değeri kadar ücret istihkak eder.

Basit Fiyat Oluşumu :

Fiyat, bir sistemin temel mekanizmasını oluşturur. Fiyatları belirlemede kullanılan yöntem, iktisadi sistemin niteliğini de belirler. 

Hangi sebeple olursa olsun, iktisadi süreçlerde belirsiz değişkenlerin varlığı veya ekonomik faaliyetlerin doğal seyrini etkileyecek bilinçli veya bilinçsiz davranışlar, bütün toplumu etkileyecek sonuçlar doğuracaktır. Her şey doğada olup bittiğine göre bütün ekonomik süreçler, ölçülebilir ve öngörülebilir olmak zorundadır. Belirsizlik veya müdahale hangi aşamada olursa olsun, sürecin ölçülebilirliğini etkileyecek ve istikrarı bozacaktır.[18] Eğer iktisadi süreçlerde belirsizlik yoksa, yapılması gereken şey, standart kriterlere göre fiyatların belirlenebiliyor olmasını sağlamaktır.  Doğal olan da budur. O halde fiyat :

Fiyat: Bir mal veya hizmetin, tüm üretim ve dolaşım süreçleri dâhil olmak üzere nihai tüketicinin satın alması beklenen değerini ifade eder. Üretim aşamasında, emek karşılığında belirlenir. Nakliye ve bulundurma noktalarındaki maliyetler (emek girdisi), önceden fiyata yansıtılır. Piyasa olaylarının, fiyat üzerinde etkisi yoktur.

Her şey, “emek girdisi” ile üretiliyor ve ücret de buna göre belirleniyor ise, fiyat da emek girdisi esasında tespit edilmeli ve uygulanmalıdır. Yani emek, kendi ücretini belirlerken[19] aynı zamanda emek yoluyla üretilmiş olan mal ve hizmetlerin değerini (fiyat) de belirlemiş olur. Böylece piyasada fiyat oluşumlarından kaynaklanan tüm olumsuzluklar, en başından bertaraf edilmiş; iktisadi genel denge[20] sağlanmış olur.

Bir başka açıdan, eğer “batıl[21] yani hükümsüz, kuralsız veya geçerli bir dayanağı olmayan yollarla tüketim yasaklanıyor ise, bütün süreçler kurallı[22] olmak zorundadır. Yani serbestlik, sadece kurallarla çizilmiş olan alan içinde mümkündür. Bu nedenle girdi maliyetlerinin standart kriteri (emek) olduğu gibi, süreçlerin de standartları emek birimine göre olacaktır. Bu sebeple bir malın üretim aşamasından nihai tüketim aşamasına kadar, yani tüketiciye ulaşana kadar geçen süreç, bu süreç içerisindeki tüm girdi maliyetleri (emek), malın üretilmesi ve dolaşımda tutulması sebebiyle elde edilmesi gereken kazanç (marjinal ürün/kâr) önceden hesaplanabilir hale gelir. Bütün bu süreç maliyetleri ise toplam fiyatı (yararlanma) oluşturur.

Esas girdi emektir, dolayısıyla tüm çıktı maliyetleri, toplam emek değerine göre hesaplanır. Bu nedenle emek değeri her aşamada sabittir. Belirlenmiş olan kriterlere göre emek, her zaman payını alacaktır. Emek üzerinde herhangi bir pazarlık söz konusu edilemez. Toplam hâsılatın birim zamana düşen miktarı ile hesaplanır ve kademelendirilir. Dolayısıyla süreçlerdeki emek girdi maliyetleri sabit olacaktır. Buna göre basit fiyat şu şekilde gerçekleşir:

a.    İşletme (Üretim) Maliyeti:  Emeğe dayalı toplam çıktı maliyetini ifade eder. Çünkü bütün girdiler, emek yoluyla üretilmiştir. Çıktılar da emek katılımıyla elde edilir. Dolayısıyla işletme maliyeti, tüm emek girdilerinin harcanan emek miktarı ile toplamını ifade eder.

Vergi: Üretimdeki tek emeksiz girdidir; kamu payını ifade eder ve girdi olarak öngörülmelidir. Çünkü vergi kârdan değil, üretimden alınan paydır. Bize göre vergi de emeğin marjinal ürünüdür. Kâr’dan farkı, emeğin kendisine değil, kamuya ödenmesinden ibarettir. Yani vergi, üretimden doğan kamu yararını ifade eder. Kamu kârıdır. Ancak kamuya ödeniyor olması nedeniyle bir girdi olarak değerlendirilmelidir.

İşletme (Üretim) Brüt Maliyeti: Bir malın tüketim noktasına ulaştırılması sürecinde ortaya çıkan maliyettir. Maliyetler, şu şekilde oluşur:

1.       Emek maliyeti

2.       Araç ve tesis maliyeti

3.       Diğer maliyetler

4.       Dolaşım payı

İlkesel olarak nakliye, yani dolaşım süreci, bir aracılık hizmeti değil, üretim kanalının yükümlülüğüdür. Üretilmiş olan bir malın tüketime arz edilebilmesi için pazara, yani tüketim için öngörülmüş olan satış noktalarına ulaşmış olması gerekir. Bu nedenle dolaşım maliyetleri üretime dahildir. Nakliye, mesafeye göre maliyetini belirler, en uzak ve en kısa mesafe arasındaki fark ortalamada birbirini dengeler.

Bu aynı zamanda üretimin brüt maliyetini oluşturur, yani değiştirme fiyatı ortaya çıkar.

Kâr emeğin marjinal ürünüdür fayda ifade eder. Çünkü üretilmiş olan enerji, başka kaynaklardan da beslenecek ve değişkenlerin niteliğine göre oransal olarak büyüyecektir. Yani bir malın tüketiminden üretimin beklediği fayda, malın fiziki koşulları, nitelikleri ve tüketim tercihlerine sağladığı katkı ile doğru orantılıdır. Örneğin, tüketimi çok olan bir malın üretiminden beklenen marjinal fayda, tüketimi az olan ama gerekli olan bir malın üretiminden beklenen marjinal faydadan az olacaktır. Dolayısıyla kâr, bir malın üretiminden beklenen toplam faydanın ortaya çıkması için gereklidir ve emeğin hakkıdır.

Bir malın tüketilebilmesi için, üretim amacına uygun olarak kullanıma sunulması gerekir. Dolayısıyla, bir malın üretim tesisinde üretilmiş olması hiçbir anlam taşımaz. Tüketiciye ulaştırılması, yani pazara ulaşması gerekir. Bu nedenle bir malın satış noktasına ulaşıncaya kadar geçen süreçlerde sadece maliyet söz konusudur. Satış noktasında fiyat kazanmış olur.

b.      Yararlanma Fiyatı:  Bir malın fiziki nitelikleri ve tüketiciye sağladığı fayda ölçüsünde, piyasada satılması öngörülen en yüksek fiyat aralığıdır. Yararlanma fiyatı, aynı zamanda esnek fiyat da içerecektir. Satış noktasında bu esnek fiyattan yararlanarak, tüketici ile etkileşim sonucu talep yönetilebilecektir. Böylece “denge fiyatı” da oluşmuş olacaktır.

Satış noktası, toplam üretim maliyetlerine eklenen marjinal fayda (kâr) ile üretilmiş olan mal veya hizmeti tüketiciye ulaştırmış olacaktır. Buna göre fiyat :

Yararlanma Fiyatı = Üretim Maliyeti + Kâr şeklinde gerçekleşir.

Yararlanma fiyatı, satış noktasının:

a.       Tüm üretim ve dolaşım süreç maliyetleri

b.      Satış noktası emek maliyeti

c.       Bulundurma maliyeti (kira veya tesis)

d.      Tüm süreç payları

e.      Esnek fiyat aralığı

Faktörlerini içerecek içerecektir. Esnek fiyat aralığında tüketici yönetilmiş olur. Her ne olursa olsun, bir malın fiyatı, tüketime önerilmiş olan “esnek fiyat” aralığının altında olamaz. Yani bir malın üretim ve değer kazandırma süreçlerinden elde edilmesi hedeflenen asgari fayda asla değişmez. Bu da satış noktasında bir malın kârsız satılamayacağı, ama oranın değişebileceği sonucunu doğurur.

Tüccar gerçekte bulundurma noktasını ifade eder. Bu da üretim kanalı içerisindeki bir yapılanmadır. Bulundurma noktası veya satış noktası tüccar gibi faaliyet gösterse de gerçekte üretimin kendisine sağladığı komisyon ile çalışır. Her halukârda doğrudan üretim kanalı içerisindeki bir birimdir.

Buna göre yararlanma fiyatı, üretim aşamasında süreç maliyetleri ve payları da hesaplanarak nihai tüketiciye sunulan fiyat olarak belirlenmiş olur. Tüm maliyetler ve marjinal faydanın, yani tüm girdi maliyetleri ile “kâr” toplamıdır. Esnek fiyat ise, bulundurma noktasınsı için öngörülmüş olan “kâr” oranının esnetilebilecek aralığını ifade eder. Yani:

Esnek Fiyat: Malın üretim koşulları ve niteliklerine göre, tüketiminde öngörülen faydanın elde edilebilmesi için satış noktasının talebi yönetebilmesini sağlayan marjdır. Sadece marjinal fayda’nın belli bir oranı ancak esnetilebilir. Satış noktası, bu aralığı kullanarak tüketici tercihlerini yönetir. Yararlanma fiyatlarının dengeye girmesi sağlanmış olur. Üretim tarafından belirlenir. En yüksek kar marjı ile en düşük kar marjı arasında kalan limittir.

Bütün mallar, yararlanma öncesinde işletmeye aittir. Yani üretime aittir. Dolayısıyla tek bir fiyat vardır. İlkesel olarak üretim kanalı, dolaşım ve bulundurma noktalarını da içerecek şekilde yapılandırılmaktadır. Satış noktası (bulundurma) veya nakliyeci de üretim kanalının bir parçasıdır ve ayrı bir oluşum değildir. Her halükarda bu aşamalarda harcanan emek ve bu emeğe ait marjinal fayda önceden hesaplanarak tüketiciye ulaşan fiyat üretici tarafından belirlenmiş olur. Ancak, “kâr”ın emeğe ait marjinal ürün olması sebebiyle, değer kazandırma süreçlerinde ilave edilen miktarın fiyatları aşırı düzeyde artıracağı kuşkusu ortaya çıkabilir. Ne var ki bu doğru değildir. Çünkü her aşamada ilave edilen marjinal ürün (kâr) ilave edilen emek değerine göredir. Bu nedenle toplam fiyat içerisindeki payı oransal olarak azalan bir seyir izleyecektir. Ancak bir mal, yararlanma fiyatından daha düşük bir fiyat seviyesinde satılamaz. Denge fiyatı esnek fiyat aralığında oluşur.

  

*Sürece göre maliyet kar düzeyi                                    * Denge fiyatı ve fayda düzeyi

 

Üretim artışı sebebiyle maliyetlerin azalması, tüketici fiyatları üzerinde pozitif etkiye sahiptir. Ancak bu, hesaplamada herhangi bir değişikliğe neden olmayacaktır. Maliyetlerin değişmesi nedeniyle marjinal fayda da bu oranda değişecektir. Kaldı ki marjinal fayda, beklentilerin karşılanması ile ilgilidir. Eğer tüketim beklentileri karşılayabilecek düzeyde ise, marjinal fayda üzerinde de pozitif etki yapacak ve toplam fiyatların düşmesine neden olacaktır. Üretim artışı, aynı zamanda toplam faydanın artmasına da neden olur ve fiyatlar düşer.

Burada “tüketim” kavramının ne olduğu önemli hâle gelir. İslam iktisat teorisi açısından  bir mal veya hizmetin tüketiminin gerçekleşmesi, bir malın üretim amacı doğrultusunda kullanılması ile mümkündür. Bunun için, üretilmiş olan ürün, fonksiyonlarına uygun bir mecrada, bilinçli ve pozitif fayda temin edecek şekilde ve üretim döngüsüne de katkı sağlayacak nitelikte kullanılmalıdır. Böylece tüketim, hanede gerçekleşmiş olur. Örneğin bir buzdolabı ancak bir evde gıdaların soğutulması amacıyla kullanılmaya başlandığında tüketilmiş kabul edilebilir. Öyleyse tüketim kavramı şu şekilde tarif edilmelidir :

Tüketim:  Bir mal veya hizmetin, tüketici tarafından üretim amacına göre satın alınarak tüketicinin nihai noktada mal veya hizmetten yararlanmaya başlaması ile gerçekleşmiş olacaktır.[23]

Bu nedenle tüccar, tüketici değil spekülatördür.[24] Pratikte tüccar, üretilmiş olan bir malı, üretim amacının gerçekleşebilmesi için tüketiciye ulaştıran bir aracıdır. Dolayısıyla, bir malın üretim noktasından çıkmış olması, tüketildiği anlamına asla gelmez. Böyle bir varsayım, dolaşım sürecinde dengelerin bozulmasına neden olur. Bu nedenle tüccar, üretim kanalının bir parçası olmalıdır ve zaten ilkesel olarak sistemde bu fonksiyonun dışında yer almaz.

Böylece üretim-tüketim arasında kalıcı fiyat dengesi oluşacak, pazarda herhangi bir kırılma gözlenmeyecektir. Yani fizik yasalarına uygun olarak düzenli bir sistem oluşacak, entropinin büyümesi sağlanabilecektir. Aynı nitelikte farklı ürünlerin varlığı, üretim kalitesini etkileyecek ve pozitif rekabet oluşacaktır.

Sistem açısından fiyat analizini biraz açmak gerekebilir. Çünkü ilk bakışta bunun “sosyalist” bir bakış olduğu zannedilebilir. Ne var ki, sosyalistlerde üretici, devlettir. Ne üretileceğine ve neyin tüketileceğine karar veren de yine devlettir. Devlet tekeli vardır ve rekabet yoktur. Halk, devletin ürettiğini tüketmek zorundadır. Kapitalizmde ise fiyatlara hâkim olan tüccardır. Emek faktörü göz ardı edilmiştir.

İktisat teorisi açısından ise “emeğe dayalı fiyat rejimi” esas alınmaktadır. Bu süreç maliyetlerinin de belirleyicisi olacaktır:

§  Bütün işlemler, reel olmak zorundadır. Vade veya borç yoktur. Piyasalarda rekabet vardır; çünkü üretimde ve tüketimde çeşitlilik mevcuttur. Ne devlet baskısı, ne de sermaye baskısı vardır. Çünkü değer, yani fiyatı belirleyen ve parayı üreten şey “emek”tir. Emek ise halka aittir. Yani paranın kaynağı halktır. Halk, zaten sahip olduğu bir şey için borçlandırılamaz.

§  Eğer emek, değeri belirleyen şey ise, dokunulmaz olmalıdır. Bütün hesaplamalarda sabit değer emektir. Öyleyse marjinal ürün de, emeğin hakkıdır. Bu nedenle harcanan emek miktarı, üçüncü taraflar arasında pazarlık konusu yapılamaz. Çünkü emeği harcayan onlar değildir. Kaldı ki üretimde veya tüketimde devlet yahut sermaye etkisi yoktur. Üretime hâkim olan halk olduğu gibi, tüketime de onlar hâkimdir. Yani halk, kendisi ürettiğini yine  kendisi tüketir. Eğer harcanan emek, karşılığını tam olarak alabiliyorsa fiyatların hangi seviyede gerçekleştiği önemli değildir. Çünkü zaten satın alma gücü vardır.

§  Sistemde “tekel” oluşumuna izin verilmez. Zaten üretimde ve üründe çeşitlilik vardır.[25] Dolayısıyla rekabet vardır. Halk kendisi için uygun olan malı tercih etme şansına sahiptir. Dilediğini alır ve kullanır. Beğenmediğini de almaz. Kaldı ki eğer halk, tekel oluşturmak isterse bunu da yapabilir. Çünkü üreten de, tüketen de halktır. Tam demokrasi budur.

§   “Rıza”, tercihe bağlıdır.[26] Bir malı herkesin tüketmesi beklenmez. Bir malın kendisine fayda sağlayacağına inanan ve fiyatını ödeyebilenler, onu tüketir. Sınırsız ve kuralsız “kâr haddi” yoktur. Dolayısıyla tüketicinin aldatılması ihtimali de yoktur. Eğer karşılıklı çıkar paralelliği varsa, yani tarafların mal sebebiyle memnuniyetleri ortaya çıkıyorsa, rıza oluşmuş demektir.

Yani tüketici satınalma tercihinde bulunuyorsa rızası var demektir. Bunun ne fiyat ne de pazarlık ile ilgisi yoktur. Kaldı ki alışveriş, taraflara herhangi bir şekilde zarar vermemek zorundadır.[27] Dolayısıyla rıza, tüketicinin malı satın almaya karar vermesi ile kendiliğinden oluşmuş olur.

§  Hiç kimse, bir malı değerini düşürecek şekilde pazarlık konusu yapamaz. Böyle bir satış şekli olmadığı gibi, bu tam anlamıyla emeğin sömürülmesi demektir. İnsan, doğası gereği en az fiyata satın almak ister. Hatta mümkünse bedelsiz almak ister. Ticaret de doğası gereği, optimum fiyata malı satmak ister. Oysa bir malın üretiminde harcanan emek miktarı sabittir ve kendiliğinden değişmez. Dolayısıyla fiyat üzerinde pazarlık yoktur.

Gerçekçi olmak gerekirse “pazarlık” eden tüketici değil, tüccardır. Tüketici sadece ihtiyaçlarını belirler ve ödeyebileceği fiyatı bulduğu zaman da satın alır. Pazarlıktan doğan fark ise tüccara kalır. Yani tüccar spekülatif olarak pazarlık yoluyla üretici üzerinde baskı oluşturmuş; buna karşılık pazarda fiyatları istediği gibi belirleyerek emeği sömürmüş olur.

 “Emeğe dayalı fiyat rejimi”nin “fayda” temelinde şekilleniyor oluşu sebebiyle optimum kazanç seviyesi, piyasadaki tercihlere paralel olarak kendiliğinden gelişecek ve denge bulacaktır. Çünkü esnek fiyat ile tüketici talep ve tercihleri, analiz edilebilir hale gelir. Uzun vadede, üretilmiş olan mal ve hizmetin tüketiciye sağladığı fayda, yani fonksiyon bakımında ürettiği yarar sebebiyle fiyatın tüketime etkisi de ortadan kalkar. Çünkü tüketici bir balı ancak “yararlanma” amacıyla satın alacaktır. Bu nedenle de satın aldığı malın kendisine sağladığı yarar önemli hale gelir. Yani tüketicinin fiyat üzerindeki etkisi, “tercih” ile sınırlıdır. Bu da üretimin fonksiyonel hale gelmesine neden olur.

Emek, insanın sahip olduğu tek değerli şeydir. Sadece üretmek veya tüketmek için değil; aynı zamana yaşamak için de emeğe ihtiyacı vardır. Herkes nefes alır, bunun için hiçbir çaba, emek/enerji sarf edilmediği zannedilir. Oysa nefes almak, yemek yemek ve daha nice yaşamsal faaliyet için enerji harcanır. Bu nedenle, emeğe dayalı olmayan hiçbir şey anlamlı değildir. Emeği değersizleştirecek veya göz ardı edecek hiçbir uygulama kabul edilemez. İktisadın da “sabit” ve değişmez tek enstrümanı emektir. Bu bağlamda iktisadi süreçlerin tümü için geçerli ve belirleyici olan bir kriter olarak karşımıza çıkar.

Ücret, Fiyat ve Gelir Döngüsü:

Emek/üretim miktarına bağlı ücretlendirme sisteminde çalışanın ücreti, çalışan tarafından belirlenecektir. Çünkü emek, iş gücüne aittir ve zaman/miktar oranında kendiliğinden oluşur. Dolayısıyla toplam gelirde meydana gelecek artış, ücretleri doğrudan ve kendiliğinden etkileyerek artmasına neden olacaktır.

Ücretlerin, birim değerin toplam gelire oranı ile tespit ediliyor oluşu, aynı zamanda dengeli gelir dağılımına da neden olacaktır. Çünkü yaygın üretim olanakları, yaygın istihdam getirecek[28] ve iş gücü toplam gelirden orantısal olarak dengeli bir şekilde pay almış olacaktır. Artık emek ile de büyüme gerçekleşecektir.

   

*Uretim artışının fiyatlara etkisi                                     *Gelir artışının ücret ve fiyata etkisi

Yani ücret artışı, toplam gelirdeki artış miktarına paralel bir seyir izleyecektir. Gelir düzeyindeki artış, dengeli bölüşüm sebebiyle satınalma paritesinin yükselmesine neden olacak, bununu doğal sonucu olarak talep artışı meydana gelecek ve üretimde belirgin bir artış söz konusu olacaktır. Bu da birim zamanda üretilen miktarın artmasına ve dolayısıyla fiyatların göreceli olarak düşmesine neden olur. Şöyle ki:

·      Yatırımlar sebebiyle üretim olanakları genişleyecek, bunun sonucu olarak da yaygın istihdam oluşacaktır:

Yatırım → Üretim → İstihdam

·      Yaygın istihdam, ivmesel olarak tam istihdamı zorunlu hâle getirecek ve süreç içerisinde tam istihdam gerçekleşecektir. Bu da bireyin gelirini pozitif etkileyeceği gibi, gelirden daha çok pay almasına neden olacaktır. Yaygın istihdam, gelirde artışa neden olacak ve işsizlik ortadan kalkacağı için satın alma gücünü etkileyecektir.

İstihdam → Tam İstihdam → Satın alma Gücü

·      Satın alma gücünde meydana gelecek artış, tüketimi etkileyecek ve üretim artışını da beraberinde getirecektir. Üretim artışı, birim zamanda üretilen miktarın çoğalmasını zorlayacaktır.

Satın alma Gücü → Tüketim → Üretim Artışı

·      Tüketime bağlı olarak üretimde meydana gelecek olan artış, artık emeğin çoğalmasına, yani toplam gelirin artmasına neden olacaktır. Çoğalan emek, büyümeyi tetikleyecektir.

Üretim Artışı → Artık Emekteki Artış → Toplam Gelirdeki Artış → Ekonomik Büyüme

·      Satın alma gücündeki artış nedeniyle talebin çoğalması, üretim yöntemlerini de etkileyecek ve birim zamanda üretilen miktarda artışı gerekli hâle getirecektir. Yani makineleşme ve teknoloji yardımı ile emek miktarı sabit iken, birim zamanda üretilen miktarda artış söz konusu olacaktır. Buna bağlı olarak da fiyatlar, kendiliğinden oluşacak ve azalan bir ivme ile dengeye girecektir.

Talep Artışı → Üretim Artışı → Azalan Fiyat

Fiyat miktarı (fiyat * mal) para miktarını oluşturur. Yani toplam emek miktarını ifade eder. Dolayısıyla izlenmesi gereken para miktarı değil; emek miktarı olacaktır. Harcanan emek miktarı ise, ücreti ve buna bağlı olarak fiyatı belirler. Marjinal faydanın varlığı, büyümeyi gerektirir. Marjinal fayda üzerinde meydana gelecek olan değişiklikler, büyümeyi dolayısıyla gelir artış oranını ve ücretlerdeki artış hızını etkileyecektir.

Fiyat artışı, gelir artışı ile doğru orantılı değildir. Çünkü fiyatlar, emeğin birim zamanda ürettiği mal miktarına göre belirlendiğinden, birim zamanda üretilen miktarın artması ile fiyatlardaki artış, azalan bir ivme sergiler. Bu durum, satın alma gücünü pozitif etkileyecek olup marjinal fayda sabit iken büyüme hızı da sabit ve ivmesel olarak devam edecektir. Yani fiyat artışındaki yavaşlama, durgunluk sebebiyle değil; üretim artışı sebebiyledir ve doğaldır.

Satın alma gücünün fiyatların üzerine çıkması, tasarruf miktarının artmasına neden olacaktır. Buna bağlı olarak yapılaşma da beraberinde gelecektir. Bu durum devletin vergi gelirlerinin artmasını sağlayarak altyapının güçlendirilmesi ve yenilenmesi açısından gerekli olan kaynağı oluşturmuş olacaktır. Buna paralel olarak toplumun tüm kesimleri gelirden dengeli ve yeterli miktarda pay almış; dolayısıyla da refah gerçekleşmiş olur. Şöyleki :


*Emeğe dayalı gelir döngüsü

Basit bir bakış açısıyla emek değerinin sabit referans olduğu bir sistemde, ücretler ve fiyatlar da kendiliğinden belirlenmiş ve bütün süreçler buna paralel olarak dengeye gelmiş olacaktır. Herhangi bir müdahale olmadığı sürece fiyat istikrarının veya ücret/satın alma gücü paritesinin bozulması beklenmez. Bireyden başlayan fayda, bireye geri döner. Yani emek, kendi değerini kendisi belirlemiş olur. Buna bağlı olarak fiyatlar ve ücretler de kendiliğinden oluşur. Bu döngü içerisinde para, sadece harcanan emek miktarını ölçmek için vardır. Yani parayı da emek üretir.

Para ve Para Talebi:

Günümüz dünyasında ekonomiler, borçlanmaya dayalı para sistemi ile işlemektedir. Sanıldığının aksine parayı devletler üretmez. Bu sistemde para, borç demektir. Para, bankalar tarafından müşterilerin borçlanmasıyla üretilir. Bu nedenle halk sürekli borçlandırılır. Çünkü para üretmek gereklidir. Oysa para bir borç değil; emeğin karşılığı olmalıdır ve sadece emek yoluyla üretilmiş olan mal ve hizmetlerin takası içindir. Yani karşılığı zaten üretilmiştir.

Para: Herhangi bir sabit birime referansına göre emek miktarının ölçülmesini sağlayan, çok amaçlı kullanım ve hesaplanabilirlik açısından bölünebilir bir değişim aracıdır. Para emek karşılığı üretilir ve sadece emeğin zamansal oranını matematiksel olarak ölçmek içindir.

Buna göre, piyasalarda parasal miktara bağlı olarak işlem yapmak mümkündür. Yani mal takası yerine, malın para ile takası meşrudur. Çünkü para, emek karşılığı üretilmiştir. Temelde bir mal veya hizmetin üretilebilmesi için harcanmış olan emeği ölçmek içindir. Bütün mallar, emek ile üretilmiş olduğuna göre, para her malın ortak ölçme/değiştirme aracı haline gelir.

Para ve sermaye piyasaları, sistemin doğası gereği minimize edilmektedir. Çünkü para, sürekli dolaşımdadır ve iş görmektedir. Sermaye ihtiyacı, yatırım ve üretim için zekât bankası tarafından karşılandığına göre, ayrıca piyasalara fon sağlayıcıların sistem içerisindeki varlıkları, ancak zekât bankasına paralel bir uygulama olacaktır. Dolayısıyla para üzerindeki spekülatif dengesizlikler de engellenmiş olur.

Parasal işlemler üzerindeki baskılar, genelde karşılıksız banknot basımı ile ilgilidir. İktisat Teorisi açısından böyle bir uyulama mümkün olmadığı gibi gerekli de değildir. Paranın kendisi, zımni değerinden ötürü alınıp satılabilen bir emtia olarak görülse bile herhangi bir değer taşımaz. Paranın alınıp satılması ise hayali bir işlemdir. İsteyen parayı da mal kabul eder ve alıp satabilir; buna müdahale edilemez. Asıl soru,  “paranın neden bir değişim aracı olarak algılandığı”dır. Bir kâğıt parçasının her şeyi satın alma potansiyeline sahip olması, oldukça ilginçtir.

Öte yandan para talebini etkileyen faktörler de önemlidir. Klasik iktisatçılar, paranın sadece ihtiyaçları karşılamak amacıyla tutulduğu ve paranın dolaşım hızının kısa dönemde sabit olduğu fikrini ileri sürmüşlerdir. Bu iktisatçılar, uzun dönemde değişen nüfus, teknoloji gibi faktörler tarafından paranın dolaşım hızının belirlendiğini, bu nedenle kısa vadede bir değişimin olmadığını, yani sabit olduğunu varsaymışlardır. Klasiklerin dikkate almadığı, para talebinin ve dolaşım hızının faizden etkilenip etkilenmediği ve bireylerin parayı sadece ihtiyaç amaçlı tutup tutmadıkları sorularına Keynes yönelerek “bireyler neden para tutarlar”  sorusuna cevap aramıştır. Keynes’e göre bireylerin para tutmalarının üç nedeni vardır:

·    İhtiyaçları karşılayabilmek

·    İlerde meydana gelebilecek olaylara karşı tedbirli olmak

·    Spekülatif amaçlar

a.    İhtiyaçları karşılayabilmek amacıyla para talebi, bireylerin satın alma işlemlerinde nakde ihtiyaç duymalarından kaynaklanmaktadır. Bunda iki önemli faktör vardır:

                                   i.          Gelir düzeyinin artması, satın alma gücünü artıracağından daha çok para tutmayı gerektirir. Gelir düzeyinin düşmesi ise paraya olan talebi azaltacaktır.

                                 ii.          Fiyatların genel düzeyinin yüksek oluşu, harcamaları da etkileyecek ve daha çok nakit bulundurma gereği ortaya çıkacaktır. Fiyatların genel düzeyinin düşmesi ise paraya olan talebi azaltacaktır.

b.    İleride meydana gelebilecek olaylara karşı tedbirli olmak amacıyla para talebi ise, gelecek endişesi ve belirsizliklere karşı bir defans niteliğindedir. Gelir düzeyinden de etkilenmektedir. 

c.     Ve nihayet bireyler spekülatif amaçlarla, yani parayı bir değer biriktirme aracı olarak görmeleri sebebiyle para talep ederler.

Keynes’in para talebine ilişkin varsayımlarından biri, faiz oranlarının da para talebini etkileyeceği düşüncesidir. Buna göre iki tane varlık vardır: para ve tahvil. Keynes’e göre, piyasadaki faiz oranı, denge faizinin üzerinde ise bu durum, piyasada para arzı fazlası olduğu anlamına gelmektedir. Bu durumda bireyler, tahvile yönelirler.

Tahvile olan talep artışı, fiyatların da artmasına neden olurken faizin düşmesine yol açar ve denge sağlanır. Yani Keynes, talep kanununa[29] göre, piyasadaki faizlerin normalden yüksek düzeyde olması, tahvillerin fiyatlarının düşük olduğu anlamına gelecektir. Böyle bir durumda yatırımcılar, ileride yüksek fiyatla satabilmek amacıyla düşük fiyattan tahvil alacaklar ve böylece kazanç elde etmiş olacaklardır. Eğer faizler denge faizinin altında seyrediyor ise, tahvil fiyatlarının düşme olasılığı vardır. Bu nedenle yatırımcılar, ellerindeki tahvilleri satmak isteyecekler; çünkü zarar etme riskleri artmış olacaktır. Tahviller satıldıkça fiyatlar da düşüş eğilimi gösterecek ve dengeye ulaşılacaktır.

Keynes’in “Spekülatif Para Görüşü”nü biraz değiştirerek “faiz” algısını devre dışı bırakmak da mümkündür. Örneğin arz yasasından[30] yararlanarak stoklarda bulunan mallar “tahvil”, fiyatlar da “faiz” olarak kullanılabilir. Stok miktarı azalan malın fiyatı yükseltilerek üretim yönlendirilebilir; stok miktarı çok olan malların fiyatları ise düşürülerek talep yaratılabilir. Bundan istihdam etkilenebilir. Böylece denge oluşacağı varsayılabilir. Ancak bu durum, “faiz” uygulamasından farklı değildir. Bu uygulama, fiyatlara müdahale etmek anlamına geldiği gibi, piyasada oluşabilecek güvensizliğin de nedeni olacaktır. Nasıl Keynes’in varsayımlarına rağmen gerçek anlamda bir denge oluşmadıysa, aynı şekilde stok ve fiyatlar ile oynayarak da denge oluşmasını beklemek yanlış olacaktır.

Tüketimin dinamik olduğu ekonomilerde ise, para miktarının önemi yoktur. Çünkü para, kısa sürelerle piyasada olacak ve uzun vadeli biriktirme/spekülasyon amacıyla kullanma olasılığı ortadan kalkacaktır. Özellikle talebe dayalı üretimin gerçekleştirildiği bir ortamda, üretilen mal, aynı zamanda tüketilmiş demektir. Gelir seviyesi ne olursa olsun üretim, talep miktarı kadar olacağı için bireylerin ayrıca biriktirme olanakları da ortadan kalkmış olacak, tasarruf eğilimi güçlenecektir. Çünkü kişisel gelirdeki değişimin marjinal tasarruf eğilimine pozitif etki yaptığı bilinmektedir. Dengeli gelir dağılımı sonucu satın alma gücü yükselen bireylerin ihtiyaçları aynı kalmakta ve tasarruf edilebilir miktarı çoğalmış olmaktadır. Bu da, yatırım anlamına gelir. Biriktirme amacını karşılayan ilave enstrümanlar, zaten vardır. Kişisel sermaye (tasarruf), reel ekonomiye katılım yoluyla zaten dolaşımda tutulduğundan, tasarruf sahibi, gelirden de pay alabilecek durumdadır.

Gerçekte sorun, “emeğin asli unsur” olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesinden kaynaklanır. Ekonomide esas girdi, emektir. Bütün üretim ve tüketimin kaynağı budur. Emek olduğu için marjinal ürün vardır. Dolayısıyla fiyat ve para hareketlerini belirleyecek olan şey de emek olmalıdır. Dinamik ekonomilerde fiyatlarda büyük oranlarda değişim beklenmez. Çünkü üretim, var olan talebi karşılayacak düzeydedir. Para da piyasada bu miktarı karşılayacak kadar mevcuttur. Dolayısıyla fiyatlar, emeğe dayalı gelişerek dengeyi sağlamış olacaktır. Çünkü fiyatı belirleyen emektir ve toplam fiyat kadar para vardır.

İslam iktisadı, gerek Keynesyen gerekse rasyonel tüm endişeleri ortadan kaldırmaktadır. Bireyin varoluş haklarını tanımak ve “yaşam” standartlarının düzelmesine olmasa bile gelecek endişelerine çözüm olacak doğal kaynaklardan yararlanma hakkı ile kişilerin geleceğe dair endişelerini ortadan kaldırmaktadır.[31] Yani yaşam hakkı, bireyin temel ihtiyaçlarını karşılayacak düzeydedir.

Toplam gelirin homojen dağılımı, bireylerin satın alma gücünün önemli oranda artmasına neden olmaktadır. Bu da, tüketim tercihlerini ve toplumsal statü/imaj beklentilerini karşılayacak olanakları beraberinde getirmektedir. Yeterli gelir elde eden bireyler, günlük ihtiyaçlarını da kolaylıkla giderebilecek ve hatta tasarruf edebileceklerdir. Ne faiz oranlarına ne de fiyatlar üzerinde herhangi bir müdahaleye gerek kalmaksızın sürecin doğal seyri içerisinde kendiliğinden denge oluşmaktadır.

Para Teorisi :

Para, esasında bir kâğıt parçasından ibarettir. Geçmişte banknotlar, değerli maden stokuna göre tedavüle sürülmekte idi. Ancak ABD’nin, doları artık serbest bıraktığını ilan etmesi ve bir karşılık belirlemeyeceğini beyan etmesinden sonra ciddi tartışmalar olmuş; buna bağlı olarak başlangıçta paranın bir değerinin olmadığı iddia edilmiş idi. Geçen süre içerisinde bu durumun olumsuz etkileri görülse bile, sonuç açısından önemli bir değişik olmamıştır. Demek ki “kâğıt para”da önemli olan şey, o paraya atfedilmiş olan işlevdir. İktisadi açıdan bu tartışılabilir. Ancak İslam iktisadı açısından bakıldığında paranın değer ifade etmesi ile ilgili olarak bazı problemlerle karşılaşırız. Örneğin:

·      Eğer para veya değer ifade eden herhangi bir değişim aracı, pratikte bir karşılığa göre basılacak ve kullanılacak ise, karşılık olarak ayrılan şeyin stoklanması gerekecektir. Yani eğer “para” altın karşılığı tedavüle çıkarılmış ise, tedavüldeki para miktarı kadar altın stokunun bulunması gerekir. Burada paranın altın veya gümüşe endeksli olabileceği, bu altın ve gümüşün zaten piyasada var olduğu varsayılabilir. Ancak bu rasyonel değildir. Pratikte paranın karşılığı olan şeyin belli ölçekte stoklanmış olması gerekir.

·      Eğer “kenz” yani biriktirme, stoklama mümkün değilse, bu durumda “altının para karşılığında stoklanmış olması” da tartışılması gereken önemli bir konudur. Her ne kadar “Banknot altını ifade eder, dolayısıyla stok sayılmaz” dense bile, reel olarak stoklanmıştır ve banknot da zımni olarak kendi değerine sahiptir. Bu da ciddi bir problem teşkil eder. Kaldı ki itibari paranın, altın gibi hem para hem biriktirme aracı olan bir şeyle değiştirilmesi imkânsızdır.

Öte yandan yakın gelecekte, kâğıt paranın yerini “dijital rakamlar” alacaktır. Bu durumda değer ölçüsünün nasıl belirleneceği ve neye göre rakamlara “değer” atfedileceği de tartışma konusu olacaktır. Günümüz dünyasında pek çok uygulamada para, banka hesabındaki rakamlardan ibarettir. Dijital para, ekonominin kayıtlı hâle gelmesini de gerekli kılar; ancak “değer” algısını belirlemek için bu yeterli değildir.

Asıl mesele, Kur’an açısından bu konunun netleştirilememiş olmasından kaynaklanır. Ne var ki bu tedirginlik, tamamen algıya dayanmaktadır. Çünkü Kur’an açısından asıl olan para veya değer ifade eden bir belgenin ölçülebilir standardının olması gereğidir. Bu bir karşılık değildir. Böylece paraya atfedilen değer, spekülasyonlardan uzaklaştırılmış; şeffaf ve ölçülebilir bir hâle getirilmiş olur. Paranın temel işlevi ise emek miktarını ölçmektir.

Kitapta altın, gümüş, demir gibi madenler zikredilse de, bu kavramlar “değiştirme” aracı olarak kullanılmamaktadır. Değişim aracı olarak açıkça ifade edilen tek kelime ise “veriq” (ورق)[32] yani “belge” yani “kâğıt para”dır.

İster kâğıttan olsun, ister dijital olsun, paranın işlevsel olabilmesi için, referansının bir değer ifade ediyor olması gerekli midir? Bu soru önemlidir. Elbette bu, tartışılabilir; ancak bize göre paranın iki ayrı sabit referansı olması gerekir:

a.    Ölçme Referansı: Para, mal ve hizmetlerin değiştirilebilmesi için kullanılan pratik bir ölçme aracı olduğuna göre, “ölçme” referansının standart kriterlere bağlı olması gereklidir. Yani, her ihtiyaca uygun ve standart olarak bölünebilir/ölçülebilir bir referans üzerinden paranın “ölçme” özelliği tanımlanmalıdır:

·      Ölçmeye esas olan referans, zamanla değişmemeli, sabit olmalıdır.

·      Ölçme referansı herhangi bir değer ifade etmemelidir.

·      Ölçme referansı, her ihtiyaca uygun olacak şekilde bölünebilmelidir (0.1, 0.2, 0.5, 1, 2, 5, 10, 20, 50, 100, 200, 500, 1000 gibi).

Paranın kendisi bir değer ifade etmediğine göre, ölçme referansı olarak belirlenebilecek en pratik yol matematiksel yöntem olur. Rakamlar istenildiği gibi bölünebilir. Bunun için ayrıca bir referansa ihtiyaç yoktur. Para sadece emeği ölçen bir araç olduğuna göre var olan miktarı tescil etmekten başka bir anlam taşımayacaktır. Dolayısıyla paranın tek karşılığı emek olacaktır.

b.    Değer Referansı: Gerçekte paranın veya “ölçme” referansının bir değeri yoktur. Çünkü para, metre gibidir. Yani sadece ölçmek içindir. Üretilmiş olan mal veya hizmetlere değer kazandıran şey ise “emek”tir. Daha doğrusu insana ait enerjinin zamana göre miktarıdır. Dolayısıyla para “emeğin ölçülmesi” için kullanılan pratik bir araçtır. İfade ettiği değer ise harcanmış emeğin miktarından başka bir şey değildir.

Gerçekte ne toprak, ne altın, ne gümüş, ne de başka bir şey, tek başına değerli değildir. Her şey, “emek” ile birleştiğinde değer ifade eder. Altını veya başka bir şeyi ağırlık/üretim dışı değer olarak referans almak demek, paranın değerini sürekli değiştirmek anlamına gelir. Bu da üretilmiş olan emeği sömürmek demektir. Yani, insanların sahip oldukları yegâne sermayeyi ellerinden haksız bir şekilde almak anlamına gelir ki, bu durum, emeğin gerçek karşılığını ödemeyerek onun üretmiş olduğu değerin başkalarının cebine girmesi sonucunu doğurur.

Şu hâlde paranın fiziki/miktar referansı matematiksel, değer referansı da insan tarafından harcanan emeğin zamana göre miktarı olmalıdır. Öte yandan altın veya başka değerli madenler de “emek” ile üretilmiştir. Yani onların değerini belirleyen şeyin de emek olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Çünkü bir emek miktarı, bugün ne kadarsa yarın da o kadardır. Emek miktarı değişmez. Bunu ölçen ölçeğin niteliği değiştiği zaman, bugün 1 birim olan emek miktarına ödenen karşılık, yarın 2 birim emek miktarına ödenmiş olur. Yani emek sömürülmüş olur.

Sonuç olarak fiyatı belirleyen şey, emek ve emeğin marjinal ürünüdür. Yani toplam fiyat, toplam emek kadardır. Dolayısıyla para da bu kadar üretilmiş olduğuna göre, piyasada bulunan toplam satın alma gücü ile üretilmiş olan mal ve hizmetlerin miktarı eşittir. İşletmelerin fazla para talebi, kaynak endişelerinden kaynaklanır ancak sistemde işletmelerin böyle bir endişesi yoktur. Çünkü ihtiyaçları olacak kaynak zaten mevcuttur ve bunun için ilave bir çaba sarf etmeleri gerekmez. İşletmenin sermaye yapısı iştirak ile oluşmuş olması nedeniyle zaten güçlüdür. Dolayısıyla para ve para üzerideki manipülasyon olasılıkları da ortadan kalkmış olacaktır.

Sisteminde piyasaların fonlanması veya kredi ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla borçlanma ihtiyacı da yoktur. Kamu sermayesi –zekât sistemi- nakit ihtiyacını karşılayacak yeterliliktedir. Bu nedenle yatırımların gerçekleşmesi ve istihdamın oluşması için kaydi para üretmeye de gerek kalmaz, reel değerler vardır. Emek kadar, yani üretilmiş mal ve hizmetler kadar (fiyat) paranın piyasada dolaşımda olması yeterli olacaktır.

Para                   = Emek

Toplam Para   = Emek Yoluyla Üretilmiş Mal ve Hizmetler toplamı

Para Miktarı   = “Fiyat * Mal Miktarı”dır.

Yaygın istihdam, refahı tesis eder. Refah, insan sayısındaki artışı beraberinde getirir; bu da, yeni üretim alanlarına ve yeni istihdam olanaklarına neden olacaktır. Böylece gelir çoğalacak, refah artacak ve istikrar oluşacaktır. Bunun için emeğin değerini ölçen şeyin, yani paranın ölçme niteliğinin sabit olması gerekir. Var olan para (emek) zaten dolaşımda olacaktır. Marjinal ürün, yani gelirden doğan fazla ise tasarrufa aktarılmakta ve yeniden üretken hâle gelmektedir.  

Para Politikası ve Döviz Kuru Yönetimi:

Günümüz dünyasında, iktisadı problemlerin temelinde para ve paraya dayalı işlemler vardır. Bir toplumun sahip olduğu paranın, diğer para birimleri karşısındaki değeri, ekonomik olaylar sonucu ortaya çıkan enflasyon ve buna bağlı olarak gelişen değer sorunu, borçlanmanın getirdiği sorunlar hep para ile ilgilidir. Elbette dolaşımdaki para miktarı ile bankaların borç karşılığı ürettikleri para miktarı arasındaki uçurumlar da dikkate alınması gereken bir diğer faktördür.

Konvansiyonel açıdan bir ülkede fiyat istikrarının sağlanması, ulusal paranın yabancı paralar karşısında dengeli bir değere sahip olabilmesi ve paranın temel ekonomik dinamiklere etkilerinin kontrolü için uygulanan politikaların bütünü, para politikası olarak anılmaktadır. Merkez bankası, para politikasının uygulayıcısı durumundadır. Para politikası araçlarını kullanarak belirlediği nihai hedeflere ulaşmaya çalışır. Para politikası araçları, merkez bankasının para ve kredi hacmini değiştirmek için kullandığı yöntemleri ifade eder. Bu yöntemlerin bazıları şöyle sıralanabilir:

  1.      Açık Piyasa İşlemleri[33]
  2.      Reeskont Politikası[34]
  3.      Mevduat Munzam Karşılığı Politikası[35]

Merkez bankası, bu araçları kullanarak parasal tabanı ya da para çarpanının büyüklüğünü etkilemeye çalışmaktadır. Para politikaları vasıtasıyla ortaya çıkan bu etkileme çabasının amacı, hükümetin merkez bankası ya da para otoritesi üzerinden (para arzı yönetimi ya da döviz piyasası işlemlerini kullanmak yoluyla) ekonomiye yön vermektir. Para teorisinin, ekonomi için en uygun (optimal) para politikasının belirlenmesini sağlayacağı varsayılır. Genel hedefler şöyledir:

  • Tam istihdamın sağlanması,
  • İktisadi büyüme hızının artırılması,
  • Fiyat istikrarının sağlanması,
  • Döviz kuru istikrarının sağlanması,
  • Faiz oranı istikrarının sağlanması,
  • Mali sistemin istikrarının sağlanması 

Genel olarak para politikasının hedeflerinden biri, enflasyon hedeflemesidir. Enflasyon hedeflemesi, ekonominin genel değişkenlerinin ve verilerinin dikkate alınarak belirli bir dönem için kabul edilebilir bir enflasyon oranının belirlenmesi ve para politikalarının belirlenen orana ulaşacak şekilde yürütülmesidir.

Buna bağlı olarak “fiyat seviyesi hedeflemesi” için de sabit veya dalgalı kur politikaları ile müdahale edilmektedir. Sabit kur, yerel para biriminin değerinin, başka para birim veya birimlerine yahut da altın gibi başka bir değere bağlandığı kur düzenidir. Ölçü alınan bu değerler, yükselip düştükçe bunlara bağlanmış olan yerel para biriminin de değeri değişir. Kur değeri, alt ya da üst limit çizgisini geçerse kura müdahale edilir. Sabit kur uygulaması için ülke döviz rezervlerinin yeterli düzeyde ve sürekli dış finans kaynaklı olması gerekir. Dalgalı kur, resmi bir kur hedefi olmaksızın döviz kurlarının serbest olarak piyasada belirlendiği, ancak otoritelerin piyasaya döviz satmak ya da piyasadan döviz almak suretiyle kurlara müdahale edebildiği kur rejimidir. Döviz kurunun artış hızı ile enflasyon arasında doğrudan bir ilişki olduğu varsayılır. Döviz kuru artışları kontrol edilebilirse, enflasyon da kontrol edilmiş olur ve fiyat istikrarının sağlanacağı varsayılır.

Ancak para teorisi ve politikaları, borca dayalı fiyat rejimi uygulayan ekonomilerde geçerli olduğu varsayılan bir politika türüdür. Bu tür ekonomilerde para, borç karşılığı bankalar tarafından üretilen bir emtia kabul edilerek kendi değeri belirlenmekte ve herhangi bir mala bağlı olmaksızın alınıp satılabilmektedir. Keynesyen iktisat açısından para politikası, tam istihdamın gerçekleştirilmesi için para yoluyla enflasyon araçlarından ve hedeflerinden yararlanarak kendiliğinden oluşacaktır.

Gerçekte para, emek miktarının tescilinden başka bir şey değildir ve kendisine ait herhangi bir satın alma gücü veya değeri yoktur. Bu nedenle para, enflasyon oluşum süreçlerine herhangi bir katkı yapmaz. Fiyatların emek birimine göre belirlendiği bir ekonomide, piyasa araçları veya para politikalarının fiyatlar üzerinde herhangi bir etkisi olmayacaktır. Dolayısıyla enflasyonist baskı da söz konusu değildir. İslam iktisat teorisi açısından para, yalnızca üretilmiş olan mal ve hizmetler karşılığında ters yönde akan bir ölçme birimini ifade eder. İşletmenin ihraç ettiği mal veya hizmetlerin toplam emek miktarı kadar (fiyat) para içeri girecektir. Yani emek miktarı tescil edilmiş olacak ve başka mal veya hizmetler ile para değişimi mümkün olacaktır.

Para emek karşılığı üretildiğinden döviz kurlarının da piyasalarda belirleniyor oluşu düşünülemez. Çünkü paranın bir değeri yoktur. Emek miktarının tescil edilmiş hâli olması nedeniyle döviz kurları, satın alma gücü paritesine göre belirlenmiş olacaktır. Yani, A para biriminin A bölgesinde satın alabildiği mal miktarı ile B para biriminin B bölgesinde aynı malı satın alabildiği miktar oranına göre kurlar belirlenir. Buna göre emek miktarında bir değişiklik olmayacağına göre, bir para biriminin, başka para birimleri karşısında değerinin artması veya eksilmesi de söz konusu olmayacaktır. Çünkü ekonomi, tamamen reel dengeler üzerine kurulmuştur ve spekülatif enstrümanlar yer almamaktadır. Bu nedenle enflasyon baskısı da söz konusu değildir. Fiyatlar ise emek birimine göre belirlenmekte ve müdahale olmaksızın işlemektedir. Müdahale edilemeyen iktisadi bir süreçte, fiyatların veya değerlerin kendiliğinden değişmesi veya dalgalanması da beklenmez.

İstihdam, yatırımların sürekliliği ve kaynakların verimli kullanımı sebebiyle zaten gerçekleşmiş ve yaygınlaşmış olacaktır. Devletin veya bankaların parasal politikalar ile istihdama etkileri söz konusu değildir. Sermaye para ile değil, emek ile ölçülür. Dolayısıyla yatırım ve istihdam halkın tercihine bağlıdır ve kendiliğinden gelişir. Devletin iktisadi alanda yer almaması, parasal değerlerin reel oluşu, mali sistemde de istikrarsızlığa neden olmayacaktır. Yani paradan para kazanmak, mümkün değildir. Reel uygulamalar sonucu kazanç söz konusu olabilir ki bu da ancak miktarlar döngüsü içerisinde mümkündür. Hiç bir araç, kendi cinsinden bir değeri belirleyemez veya ölçemez.

Devlet Müdahalesi ve İktisat :

Devlet temelde bir hizmet organizasyonu olmakla birlikte, toplumda dengenin oluşması için de varlık gösterir. Konvansiyonel anlamda yasama ve yargı faaliyetleri, sosyal hizmetler ve altyapı hizmetlerinin yerine getirilmesinin yanında ekonomik istikrar için gerekli olan analizleri ve düzenlemeleri de hayata geçirme sorumluluğu devlete ait olduğundan devlet, iktisadi faaliyetler üzerinde etkili olmaktadır.

İktisadi faaliyetlere devlet müdahalesinin gerektiği varsayımı, üretim, para ve faiz üçgeninde dengelerin bozulmasına dayanır. Gerçekte, temel mülkiyet hakkının (toprak ve doğal kaynaklar) bireyselleştirilmesi ve faiz sebebiyle üretime dayanmayan bir ekonominin gelişmesi ile birlikte, rant[36] ortaya çıkmış, bu da paranın doğası gereği daha fazla kazanma eğilimini güçlendirmiştir. Bir yandan sahip olunan para büyürken diğer yandan toplumun yaygın kesimlerine ulaşan gelir, azalma göstermiş ve fakirlik ortaya çıkmıştır.

Ekonomide her zaman, tam istihdam dengesinin oluşacağını söyleyen klasikler, ekonomide uzun vadede bir işsizliğin (eksik istihdamın) olmayacağını savunuyorlardı. Onlara göre esnek fiyat ve ücret mekanizması, ekonomiyi her halükarda tam istihdam dengesine yöneltecekti. Örneğin klasiklere göre ekonomide ortaya çıkan bir işsizlik durumunda, işsizler arası rekabet nedeniyle ücretler düşecek, ücretlerin azalması girdi maliyetlerinde bir azalma meydana getirecek ve firmaların artan üretimiyle beraber istihdam artacak yani işsizlik azalarak iradi işsizlik[37] düzeyine inecektir. Benzer şekilde fiyatı yüksek olan bir malın arz kanununa göre arzı artacak ardından bolluk nedeniyle fiyatı düşecektir. Bu iki mekanizma ekonomiyi her zaman uzun dönemde eksik istihdam ya da aşırı istihdam dengesinden tam istihdam dengesine yönelteceği öngörülmüştü.

Ancak 1929’da ortaya çıkan büyük bunalım, klasik anlayışın geçerli olmadığını göstermeye yetmiştir. Keynes’e göre ücretler ve fiyatların sendikaların toplu iş sözleşmeleri ile pazarlığa dayalı ücret sözleşmeleri nedeniyle aşağıya doğru baskılanan bir görünümü vardır. Bu nedenle ekonomi kendiliğinden dengeye gelemez ve devlet bu noktada özellikle maliye politikası ile ekonomiye müdahale etmelidir. Bu müdahale, daha ziyade kamu harcamalarını arttırıcı nitelikte ya da vergi oranlarını düşürmek suretiyle toplam talep yetersizliği içerisinde olan ekonominin canlandırılması şeklinde olmalıdır. Ekonominin klasiklerin iddia ettiği gibi her zaman tam istihdamda dengede olmayacağını, tam istihdamın özel bir durum olabileceği savunulmuştu.

Bu durum, 1970 yılında baş gösteren “stagflasyon” krizine kadar bir devrim olarak algılanmış; ancak kriz, tahminlerin gerçekle ilgisi olmadığının anlaşılmasına yol açmıştır. Çünkü hem klasik hem de Keynesçi iktisat açısından normalde enflasyon ve işsizlik oranı arasında ters orantı olmalıydı. Keynesçi teoriye göre biri düşerken diğerinin yükselmesi gerekirken; stagflasyon ortamında her ikisi birden yükselmişti. Yani işsizlik oranı hızla artarken, fiyatlar da hızla yükselmişti.

Yeterli finansman arzının sağlanamadığı ve zaten istihdamın yaratılamadığı gelişmemiş toplumlarda, talep olmasına rağmen yeterli arz yoktur. Buralarda zaten satın alma gücü düşük olduğundan fiyat artışları ile talep ters orantılı gelişir. Çünkü malı satın alabilecek güce sahip olan çok azdır. Buna karşılık gelişmiş ülkelerde, toplam talep artışı, istihdam artışını, dolayısıyla arz artışını getirir. Dolayısıyla fiyat da dengelenir. Bu da normaldir; çünkü zaten satın alma gücü vardır. İşsizlik oranında meydana gelebilecek küçük değişiklikler, toplam talebi önemli ölçüde etkileyecek durumda değildir. Eğer tam istihdam varsa, talep artışı sağlanamayacağı için arz artışı enflasyonist baskı yaratır. Yani gelişmiş ülkeler, hem standart varsayım olan tepkiyi gösterirken aynı zamanda gelişmemiş ülkelerin refleksine de sahip olmaktadır.

Günümüz dünyasında da etkili olan pek çok problem, klasik veya modern iktisat anlayışları içerisinde çözüm bulabilmiş değildir. Piyasalardaki dinamik değişimler, piyasa analizlerinin zamanında yapılabilmesini ve doğru sonuçlar çıkarılmasını önlemektedir.

İslam iktisadı, daha doğru bir ifade ile “Düzen –Natürel- İktisat” açısından durum, oldukça farklıdır. Devlet, iktisadi faaliyetlerin içinde ilkesel düzenlemeler yapmak ve iktisadın doğal seyrini etkilemeyecek temel prensipleri gözetmekten sorumludur.[38] Bu düzenlemeler, iktisadi faaliyetlerin niteliğine yönelik değil, prensiplerin uygulamasına yöneliktir. Yani devlet, asgari ücret belirleyemez,[39] finans veya para arz politikalarında etken değildir. Üretim ve işsizlik, devletin meselesi değildir. Devlet, sadece iktisadi faaliyetlerin doğal seyri içerisinde yürütülebilmesi için güvenlik koşullarını geliştirmek ve altyapı çalışmalarını yürütmekle yükümlüdür.

Çünkü “asgari ücret” çalışan üzerinde bir baskılama yaparken işverene bir tercih hakkı sunmakta ve ücretlerin artmasına olanak tanımamaktadır. Yasal düzenleme ile işverene tanınmış olan bir yetki varken daha yüksek ücretle işçi çalıştırmanın beklenemeyeceği açıktır. Bu durum, hem istihdam açısından olumsuz etki yaratmakta, hem de sosyal barışı olumsuz şekilde etkilemektedir. Bu kabul edilemez. Bunun yerine sistem, “ücret kriterleri” belirlemek zorundadır. Yani sistem, asgari ücret değil, bir malın üretilebilmesi için gerekli olan emek/zaman ölçüsünü, doğal kriterler çerçevesinde belirlemek ve kademelendirmek durumundadır.

Devletin yapması gereken ilkel pazarlık yöntemleri ile “asgari ücret” belirlemek değil, uzun vadede müdahale gerektirmeyen standart kriterler ve ilkelerin uygulanmasını sağlamak olmalıdır. Böylece çalışan, gelişen ekonomi ile birlikte yaşam standardını da yükseltebilecek ve toplam gelirden dengeli olarak pay alabilecektir. Bu durum, ekonomi üzerinde bir baskı oluşturmaz. Çünkü piyasadaki para miktarı, arz kadardır. Yani para, üretilmiş olan toplam ürün ve hizmetler kadardır. Ücretler, arz edilmiş olan ürün içerisinde olduğuna göre, hem ücret dengesi sağlanmış olacak hem de fiyat dengelenmiş olacaktır.

Devletin fiyat belirlemede de herhangi bir etkisi olmayacaktır. Çünkü fiyat, emeğe göre kendiliğinden oluşmaktadır. Üretim olan her alanda çalışan kimse, aynı ücreti alma olanağına kavuşacak, mal ve hizmetlerin değeri de buna göre belirlenebilecektir. Toplam arz, toplam satın alma gücü kadardır. Para da bu miktarda olacağına göre, para arzı sebebiyle oluşan istikrarsızlık da ortadan kaldırılmış olacak ve çalışan kesimin toplam gelirden dengeli olarak yararlanması sağlanarak genel denge oluşturulacaktır. Burada devletin müdahalesine gerek yoktur.

Öte yandan devletin istihdama yönelik yatırım sorumluluğu olmayacağı için, vergilerden elde ettiği geliri yaygın ve etkin bir şekilde kullanabilecek, sosyal hizmetleri ücretsiz sağlayabilecektir. Çünkü yatırımlar, toplanan vergilerden değil; toplumun tasarruflarından yapılır. Yani toplumun her kademesi tasarrufları ile üretime doğrudan katılmış olacaktır. Böylece tasarruflarından da gelir elde edebilecek ve yaşam konforuna kavuşabilecektir. Çalışan, emeği ile katıldığı üretim sebebiyle devlete zaten vergi vermektedir. Bunun karşılığı olarak sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi temel hizmetlerden ücretsiz olarak yararlanma hakkına sahiptir.

Ücret kriterlerinin belirlenmesi ile ücretlerde (ve dolaylı olarak fiyatlarda) artış görülecektir. Bu durumun enflasyona neden olacağı zannedilebilir. Gerçekte bu, beklenen bir durum değildir. Çünkü fiyatlarda ve ücretlerde meydana gelebilecek olası yükselişler veya değişimler, toplam satın alma gücünün üzerinde olamaz. Yani gelirin dengeli dağıtılmış olması, zaten var olan gelirin paylaştırılmasından başka bir şey değildir. Gelir arttıkça satın alma gücü de aynı oranda etkilenecek; bu da, üretim artışına neden olacaktır. Ancak üretim artışının fiyat üzerindeki etkisi, gelir artışı ile doğru orantılı değildir. Çünkü verimlilik artışı nedeniyle fiyatlardaki etkilenme oranı düşük olacaktır.

Toplam Para Arzı                 = Toplam Üretim (Fiyat * Mal Miktarı)

Toplam Arz             = Toplam Talep

Burada yapılan şey, dengesiz dağılımın giderilmesinden başka bir şey değildir. Yani ücret kriterlerini belirleyip yatırım yükünün devletten alınarak yaygınlaştırılması, serbest piyasa koşullarında faiz veya enflasyon baskılarına maruz kalmaksızın genel dengenin sağlanması için yeterli olacaktır. Buna karşılık, parası olan yine para kazanmaya devam edecektir.

Gelirin yaygınlaştırılmış olması, toplam tüketim oranını da artıracak, borçlanma olmaksızın tüketim gerçekleşecektir. Tasarruflar ve tasarruflardan elde edilen gelirin yaygınlaşmış olması nedeniyle, ekonominin üretim gücü artmaya devam edecek, hiçbir alanda herhangi bir kısıtlama olmaksızın işsizlik ortadan kaldırılmış, tüketim yaygınlaştırılmış ve gelir dağılımı sağlanmış bir toplum ortaya çıkacaktır.

Mülkiyet sınırlarının belirlenmesi ve yaşam hakkının garanti edilmiş olması, pek çok alanda zorunlu olan giderleri kendiliğinden ortadan kaldırmış, sosyal barışın tesis edilmesine olanak vermiş olacaktır. Kazanımlardan doğan kişisel mülkiyet hakkı, dokunulmazdır. Bu nedenle ekonomik refah gelişirken bireysel özgürlüklerde de önemli değişimler ve kazanımların ortaya çıkması, kaçınılmaz olacaktır. Gelişen refah, yaşam konforunu da beraberinde getirecek, bu da özgürlüklerin çoğalmasına rağmen insanların çalışmasını gerektirecektir. Çünkü insan doğası, her zaman daha iyisini istemeye programlıdır. Hiç kimse daha iyisi varken kötü koşullar ile yetinmek istemez.

Kaldı ki, devletin iktisadi süreçler içerisinde dolaylı da olsa yer alması veya müdahale edebiliyor olması, piyasaların fırsatçı tüccarların veya sermayenin sonsuz talepleri ile muhatap olacağı anlamına gelir. Bu da iktisadi süreçlerin bozulmasına ve dengenin ortadan kalkmasına neden olur. Devletin varlığı, fırsatçıların taleplerini karşılamak değildir.

Problem Çözme İradesi:

Her alanda olduğu gibi iktisatta da yeni buluşların veya yeni fikirlerin ortaya çıkması ve bunların denenmesi gerekir. Örneğin John Maynard Keynes’in 1936 yılında yayınlamış olduğu, “İstihdamın, Paranın ve Faizin Genel Teorisi” (The General Theory of Employment, Interest and Money) olmasaydı, yani günümüzden yaklaşık 80 yıl önce radikal bir çıkış yapıp mevcut teorileri aşan bir fikir üretmemiş olsaydı, bugün bile belli oranda geçerliliğini sürdüren “Keynesyen İktisat”tan da söz edilemezdi.

Ne var ki Keynes, ekonominin daima tam istihdam ile denge düzeyinde bulunduğunu varsayarak önermelerde bulunmuştur. Keynes’in teorisine göre eksik istihdam ve âtıl kapasite vardır; ancak ekonomideki işsizlik, gayri iradi işsizlik olarak adlandırılmaktadır. Yani bir bakıma eksik istihdam ve işsizlik yok sayılmaktadır. Oysa bugün biliyoruz ki, hiç bir zaman tam istihdam gerçekleşmemiş ve işsizlik sorunu çözülememiştir.

Aynı şekilde, John Locke, 1600’lü yılların sonuna doğru “Mülkiyet Hakkı” fikrini ortaya atmış olmasaydı, bugün ekonomik liberalizmden de söz edemezdik. Locke’a göre insanlar, eğer iyi çalışırsa, sisteme ve düzene yaptıkları katkılarla orantılı olarak ne kadar maddiyat ve mülkiyet kazanacaklarını belirleyeceklerdir. Locke, “Sisteme katkı yapmayanlar ve çalışmayanlar, mülkiyet sahibi olamaz.”[40] diyerek toprak –dolayısıyla doğal kaynaklar- üzerinde bireysel egemenliğin yolunu açmıştır.

Ancak bu görüşün uygulanması, toplumda dengesizliğe neden olmuş ve toplumun bir kısmı sürekli güçlenirken, bir kısmının hiç bir zaman refah koşullarına ulaşamaz hâle gelmesine neden olmuştur. Bugün, mülkiyet kullanımından kaynaklanan sorunları ve bunun ekonomi üzerindeki etkilerini biliyoruz. Kabul etmek gerekir ki bunlar ve diğerleri, bilim ve iktisat açısından önemli çıkışlardır. Ne var ki, günümüz koşullarından habersizce ortaya atılan bu fikirler, kendi dönemlerinde etkili ve yararlı olmuş olabilir. Hatta günümüz dünyasında da etkilerinin sürdüğünü kabul edebiliriz. Ancak, her şeyde olduğu gibi, iktisadi alanda da her gün her şey değişmektedir.

Hayatı boyunca çalıştığı hâlde barınmak için bir tek konut edinemeyen, çok çalışmasına ve kazanmasına rağmen geleceğinden endişe duyan, sahip olduklarını kaybetmekten korktuğu için başkalarının haklarına saygı duymayı reddeden insanların, iktisadi sistemler veya teorilerle ilgilenmeleri beklenemez. Onların ilgilenecekleri şey, yalnızca hayatlarını garanti altına almak ve insani şartlarda yaşama hedeflerini gerçekleştirmektir.

İktisatçıların ve bilim insanlarının bilgilerinden kimse kuşku duymuyor. Onların iktisat, bilim, felsefe gibi kendilerini ilgilendiren alanlarda söz sahibi oldukları, her ayrıntıyı bildiklerinden eminiz. Öyle ki, bundan yüzyıllar önce yaşamış olan bir filozofun hangi kitabının hangi satırında ne söylediğini bilecek kadar iyiler. Ancak bunlar, yeterli değil. Günümüz dünyasına dair çözümler üretmek de gereklidir. Yani bilim insanları, yalnızca bilgiyi takip etmekle kalmayıp aynı zamanda yeni çözümler de üretebilmeli, hatta radikal çıkışlar yapabilmelidirler.

Yaşamından ve geleceğinden kuşku duyan insanlara özgürlük vaat etmek ve sosyal barışa katkı sağlamalarını beklemek, büyük bir yanılgıdır.

 

 

 

 

[1] David Ricardo, (1772-1823), “On the Principles of Political Economy and Taxation”, 1817, London: John Murray, retrieved 2012-12-07.

[2] John Stuart Mill (1806-1873), “Principles of Political Economy”, 1848, England.

[3] Thomas Robert Malthus (1766-1834), “An Essay on the Principle of Population” , 1798, London.

[4] Karl Marx (1818-1883), “Value, Price and Profit”, 1865, Published 1898.

[5] Baqara: 205, İsra: 19, Necm: 39, Naziat: 35.

[6] Baqara: 188, Nisa: 29, Necm: 22, Zariyat: 4.

[7] Termodinamiğin birinci yasası, Bir sistemin iç enerjisindeki değişim: sisteme verilen ısı ile, sistemin çevresine uyguladığı iş toplamıdır. U2 – U1 = Q + W. Bu yasa "enerjinin korunumu" olarak da bilinir. Enerji, yoktan var edilemez; var olan enerji de yok edilemez; sadece bir şekilden diğerine dönüşür. Bir sistemin herhangi bir çevrimi için çevrim sırasında enerji alışverişi ile iş alışverişi aynı birim sisteminde birbirlerine eşit farklı birim sistemlerinde ise birbirlerine orantılı olmak zorundadır.

[8] Termodinamiğin ikinci yasası; Bir ısı kaynağından ısı çekip buna eşit miktarda iş yapan ve başka hiçbir sonucu olmayan bir döngü elde etmek imkânsızdır. (Kelvin-Planck Bildirisi), ya da “Soğuk bir cisimden sıcak bir cisme ısı akışı dışında bir etkisi olmayan bir işlem elde etmek imkânsızdır.” (Clausius Bildirisi). Öyleyse, Termal olarak izole edilmiş büyük bir sistemin entropisi hiçbir zaman azalmaz (bkz: Maxwell'in Cini). ermodinamiğin ikinci yasasına göre entropi; dS=dQ/T (Buradaki q döndürülebilir –reversible- sistemler içindir. Döndürülebilir olaylar için q'yu döndürülebilir q'ya dönüştürmek gerekir. Yani döndürülebilir durumlarda entropi 0'a eşitken geri döndürülemez –irreversible- durumlarda entropi 0'dan büyüktür. Ancak gerçek hayatta geri döndürülebilir sistem yoktur, gerçek olan geri döndürülemez işlemlerin ideallikten ne kadar uzak olduğunu refere etmek için oluşturulmuş hayali bir işlemdir.) Bundan başka S<0 olma durumu imkansızdır.

[9] Enam: 165, Leyl: 4, İsra: 84.

[10] Enam: 165, İsra: 21, 30,  Şura: 12,  Zuhruf: 32.

[11] Nahl: 75.

[12] Baqara: 134, 141, Al-i İmran: 195, Nisa: 51, Hud: 3, Zumer: 7.

[13] Nahl: 71, 75, Leyl: 4, Taha: 53, Kasas: 78, İsra: 84 Enam: 132.

[14] Enam: 158, 160, Cuma: 10.

[15] Enam: 132, Nahl: 71, Şura: 27, Zuhruf: 32.

[16] Ayet: 32, Yusuf: 20.

[17] Leyl: 4, Necm: 39, 40, 41,  Enbiya: 94, Kehf: 30, İsra: 84.

[18] Taha: 124.

[19] Zuhruf: 32.

[20] Mutaffifin: 2, 3.

[21] Baqara: 188, Nisa: 29.

[22] Hud: 87.

[23] Baqara: 274, Rad: 22, İbrahim: 31, Nahl: 75, Fatır: 2, Rahman: 52.

[24] Mutaffifin: 2, 3.

[25] Taha: 53.

[26] Nisa: 29.

[27] Nisa: 30.

[28] Nuh: 19, 20, Enbiya: 31, Taha: 53, Zuhruf: 10.

[29] Talep Yasası:  Talebi artan malın fiyatı artar; talebi azalan malın fiyatı azalır ve aynı zamanda fiyatı artan malın talebi azalır ve fiyatı azalan malın talebi artar. 

[30] Arz Yasası: Arzı artan malın fiyatı düşer, arzı azalan malın fiyatı artar ve aynı zamanda fiyatı artan malın arzı artar ve fiyatı azalan malın arzı azalır.

[31] Baqara: 29, Âraf: 10, Rad: 3, İbrahim: 32, 33, 34, Vakıa: 63, 64, Mülk: 15.

[32] Kefh : 19

[33] Açık Piyasa İşlemleri Merkez Bankası'nın dolaşımdaki para miktarını kontrol edebilmek amacıyla hazine bonosu, tahvil ve hisse senedi alım satımına gitmesidir. Merkez Bankası'nın amacı, banka rezervleri ile oynayarak para arzını etkilemektir

[34] Reeskont Politikası, (Rediscount) Fransızca "reescompte"den gelir. Kelime anlamı, ikinci kez iskontodur. Henüz vadesi dolmamış bir senedin, bir bankada kırdırılarak paraya çevrilmesi işlemi iskontodur. Bankaların hâlen iskonto ettikleri bir senedi, likidite sağlamak için merkez bankalannda yeniden kırdırmaları ise reeskont işlemi adını alır. Ticari senetlerin yeniden iskonto edilmesinde merkez bankasının uyguladığı faiz oranına reeskont oranı adı verilir. Merkez bankası, reeskont oranlarını değiştirerek para arzını etkileyebilir. Diğer bir deyişle “Reeskont Politikası”, “Para Politikası”nın önemli bir aracı durumundadır.

[35] Mevduat Munzam Karşılığı Politikası: Zorunlu karşılık, zorunlu karşılık oranı ya da munzam karşılık; (Bank required reserve ratio) mevduat kabul eden bankaların bu mevduatlara karşılık olarak Merkez Bankası’nda bulundurmak zorunda oldukları mevduatların oranıdır ve bu oran Merkez Bankası tarafından kararlaştırılır. Önceleri iflas riskine karşı koruma sağlanması amacıyla çıkarılan bu kural, günümüzde daha çok bir piyasa likiditesi kontrol aracı olarak kullanılmaktadır.

[36] Bir malın, mülkün ya da paranın, belirli bir süre sonunda, hiç emek verilmeden sağladığı gelir. İktisatçılar tarafından ise "doğanın getirisi" olarak tanımlanmaktadır.

[37] Bir ülkede, cari ücret düzeyinden daha yüksek ve belli çalışma koşullarından daha iyisi arandığı için iş bulunamaması hâlidir.

[38] Teorik olarak “devlet” yasa koyucu bir organizasyon değildir. Bize göre yasalar, toplumsal mekanizmaların (kurumlar) kendi sorumluluk alanlarında ilkelere göre düzenleme yapmalarıyla ortaya çıkar ve sadece kurumu bağlar. Halk için bir bağlayıcılığı olmamakla birlikte, halktan biri bu kurumlar ile etkileşime girdiği zaman kurumun yasalarına göre hareket etmek zorundadır. Ancak bu durum iktisat teorisi çalışmasının konusu olmadığı için genel olarak “devlet” olarak ifade edilmiştir.

[39] Zuhruf: 32.

[40] David Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, Şule Yayınları, İstanbul 1997, s. 79-96.

 






Son Eklenen Makaleler
Sam Adian
FUNCTIONAL CONCEPTS - 1
3.10.2020 2749 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KAYNAKCA - 30
15.06.2017 4145 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - DONUSUM VE YENI DUNYA DUZENI - 29
15.06.2017 2540 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISAT VE HUKUK - 28
14.06.2017 2913 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - UYGULAMA - 27
13.06.2017 2393 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI EVRIM - 26
12.06.2017 3921 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI DENGELER/REFAH TOPLUMU 25
11.06.2017 3464 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - BUYUME VE ETKILER - 24
10.06.2017 5466 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - YAPISAL ANALIZ - MAKRO/MIKRO - 23
9.06.2017 3899 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - SERBEST TICARET ve PIYASALAR - 22
8.06.2017 3388 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - TUKETIM - 21
7.06.2017 3438 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - FIYAT ANALIZI / Ucret, Fiyat, Para 20
6.06.2017 6556 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - URETIM VE ISHLETME - 19
5.06.2017 3888 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - TOPRAK VE DOĞAL KAYNAKLAR, 18
4.06.2017 5067 Okunma
1 Yorum 05.06.2017 09:35
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KAYNAK VE YATIRIM YONETIMI - 17
3.06.2017 2905 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI YONETIM SISTEMI - BANKA - 16
3.06.2017 3445 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI FAKTORLER - 15
2.06.2017 11964 Okunma
3 Yorum 03.06.2017 14:51
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - IKTISADI PARAMETRELER - 14
2.06.2017 4249 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KARZ-I HASEN / YATIRIM FONU - 13
31.05.2017 4063 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - INFAQ - TASARRUF MEVDUATI - 12
31.05.2017 3764 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - ZEKAT - IKTISADI YONETIM SISTEMI - 11
30.05.2017 6356 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KURUMSAL CERCEVE/C - MEKANIZMALAR 10
29.05.2017 6233 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KURUMSAL CERCEVE / B- KOORDINASYON 9
29.05.2017 4285 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - KURUMSAL CERCEVE / A - 8
29.05.2017 6044 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - SADAKA : KAMU MALIYESI - 7
27.05.2017 4389 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - TOPRAK VE MULKIYET - 6
27.05.2017 4066 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - RIBA - BIR OZGURLUK DOLANDIRICILIGI 5
27.05.2017 4229 Okunma
Sam Adian
IKTISAT TEORISI - TARIHSEL YANILGILAR - 4
27.05.2017 3841 Okunma
Sam Adian
THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM - 3
25.05.2017 4617 Okunma
1 Yorum 26.05.2017 00:55
Sam Adian
THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM - 2
24.05.2017 3289 Okunma
Sam Adian
THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM - 1
24.05.2017 3839 Okunma
Sam Adian
BIRKAÇ NOT
15.01.2014 7442 Okunma
4 Yorum 25.07.2014 16:22
Sam Adian
AKEVLER - 4
8.02.2013 5243 Okunma
Sam Adian
AKEVLER - 3
8.02.2013 6296 Okunma
Sam Adian
AKEVLER - 2
7.02.2013 4730 Okunma
Sam Adian
AKEVLER - 1
7.02.2013 5137 Okunma
Sam Adian
DÜZEN MESELESI ve AKEVLER
3.02.2013 6138 Okunma
1 Yorum 06.02.2013 22:28
Sam Adian
KIYAMET GÜNÜ.....
21.12.2012 6668 Okunma
1 Yorum 19.06.2019 00:43
Sam Adian
ARASAT'TAN BIR ARSA
18.12.2012 4555 Okunma
Sam Adian
YUNUS-NUH : Mitolojiden Vahye
13.12.2012 11641 Okunma
4 Yorum 14.12.2012 14:59
Sam Adian
El-Lehu, Lehu ve Mülkiyet
9.12.2012 7142 Okunma
1 Yorum 12.12.2012 11:42
Sam Adian
FINANSMAN MESELESI VE ZEKAT
8.11.2012 26570 Okunma
45 Yorum 18.11.2012 00:41
Sam Adian
MÜLKIYET MESELESI ve DÜZEN
6.11.2012 7427 Okunma
7 Yorum 21.11.2012 17:28
Sam Adian
SLT NEDIR?
3.11.2012 9145 Okunma
2 Yorum 04.11.2012 00:19
Sam Adian
Ve MUKADDERAT...
14.10.2012 6027 Okunma
Sam Adian
KARAGÜLLE FELSEFESİ.....
13.10.2012 7304 Okunma
8 Yorum 23.10.2012 03:34
Sam Adian
... VE NIHAYET RAB
12.10.2012 5189 Okunma
1 Yorum 19.06.2019 01:06
Sam Adian
IŞLEVSIZ TANRI...!
9.09.2012 14734 Okunma
42 Yorum 18.09.2012 01:06
Sam Adian
RUBUBIYET....
6.09.2012 6391 Okunma
2 Yorum 12.10.2012 11:34
Sam Adian
Varlığın Rabbi....
28.08.2012 11785 Okunma
24 Yorum 05.09.2012 10:43
Sam Adian
.... VE TANRI! - 3
15.08.2012 6127 Okunma
1 Yorum 15.08.2012 21:16
Sam Adian
.... VE TANRI! - 2
13.08.2012 6611 Okunma
6 Yorum 14.08.2012 03:44
Sam Adian
.... VE TANRI! - 1
12.08.2012 6610 Okunma
10 Yorum 14.08.2012 07:50
Sam Adian
RAMAZAN ve TARIH
11.08.2012 11736 Okunma
Sam Adian
ORUCUN FAZILETLERI....
9.08.2012 6765 Okunma
4 Yorum 13.08.2012 13:58
Sam Adian
TANRI'NIN BEDENI....
2.08.2012 7247 Okunma
13 Yorum 08.08.2012 18:26
Sam Adian
MATERYALIST NIKAH
22.07.2012 5259 Okunma
2 Yorum 24.07.2012 03:40
Sam Adian
CINSELLIK VE AKIT
19.07.2012 7735 Okunma
11 Yorum 30.07.2012 06:11
Sam Adian
BIR EYLEM OLARAK ZINA
14.07.2012 33704 Okunma
24 Yorum 24.07.2012 09:50
Sam Adian
UTANMAZLIK ZINA MIDIR?
13.07.2012 13752 Okunma
16 Yorum 14.07.2012 21:14
Sam Adian
HADIM'DAN ZINAYA
12.07.2012 10955 Okunma
18 Yorum 13.07.2012 10:00
Sam Adian
EN IYI ANAYASA YAZILI OLMAYANDIR.....
7.07.2012 12969 Okunma
34 Yorum 10.07.2012 22:30
Sam Adian
YARATILIŞ VE DÜZEN
3.06.2012 4641 Okunma
Sam Adian
ADEM VE TOPLUMU - 1
4.05.2012 6631 Okunma
3 Yorum 04.05.2012 15:03
Sam Adian
YARATILIŞ VE SÜREÇ
2.05.2012 5260 Okunma
1 Yorum 03.05.2012 07:38
Sam Adian
YARATILIŞ KURAMI VE EVRIM
1.05.2012 5384 Okunma
Sam Adian
YARATILIŞ - 2
30.04.2012 4010 Okunma
Sam Adian
BAZI ELEŞTIRILER
29.04.2012 5241 Okunma
2 Yorum 02.05.2012 20:51
Sam Adian
YARATILIŞ
29.04.2012 6780 Okunma
2 Yorum 02.05.2012 13:07
Sam Adian
KUR'AN'DA CEZA KAVRAMI
14.04.2012 16554 Okunma
3 Yorum 19.04.2012 20:21
Sam Adian
ANLAMADA YÖNTEM
12.04.2012 5698 Okunma
2 Yorum 14.04.2012 16:04
Sam Adian
ORTAK REFERANSLAR ve BIR ÖNERI
11.04.2012 8297 Okunma
9 Yorum 21.06.2012 16:27
Sam Adian
KAT'a ve NEFY - KAVRAMLAR
7.04.2012 12421 Okunma
32 Yorum 09.04.2012 18:02
Sam Adian
ŞURA
6.04.2012 8948 Okunma
7 Yorum 06.04.2012 20:27
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - DEVLET ve IKTIDAR
4.04.2012 9318 Okunma
7 Yorum 06.04.2012 09:59
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - DIN FAKTÖRÜ
1.04.2012 6543 Okunma
11 Yorum 09.04.2012 23:53
Sam Adian
KAT'A ve NEFY
31.03.2012 13558 Okunma
22 Yorum 11.04.2012 01:44
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - KARAR MEKANIZMALARI
29.03.2012 11124 Okunma
15 Yorum 31.03.2012 20:26
Sam Adian
CRITICS
27.03.2012 5270 Okunma
2 Yorum 28.03.2012 22:17
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - KURUMSALLIK
26.03.2012 6108 Okunma
3 Yorum 27.03.2012 20:01
Sam Adian
YAPISAL ILKELER - INSAN VE DEVLET
26.03.2012 9063 Okunma
9 Yorum 27.03.2012 16:28
Sam Adian
EKONOMIDEKI ENSTRUMANLAR - 2
25.03.2012 4159 Okunma
1 Yorum 25.03.2012 05:43
Sam Adian
EKONOMIDEKI ENSTRUMANLAR - 1
24.03.2012 4956 Okunma
2 Yorum 24.03.2012 23:10
Sam Adian
BAŞÖRTÜSÜ
23.03.2012 5244 Okunma
Sam Adian
SOSYAL KAPITALIZM.
21.03.2012 13926 Okunma
23 Yorum 23.03.2012 04:25
Sam Adian
"ADIL DÜZEN"IN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI
20.03.2012 5069 Okunma
7 Yorum 23.03.2012 18:49
Sam Adian
Metod ve uygulama
18.03.2012 5273 Okunma
9 Yorum 21.03.2012 10:01
Sam Adian
HMR ve SONUÇ
16.03.2012 11881 Okunma
18 Yorum 16.03.2012 18:08
Sam Adian
ANLAMAK.....
15.03.2012 6170 Okunma
5 Yorum 16.03.2012 18:21
Sam Adian
HMR HAKKINDA - 2
14.03.2012 6811 Okunma
7 Yorum 15.03.2012 08:14
Sam Adian
INSANLIK ANAYASASI HAKKINDA-1
12.03.2012 3777 Okunma
2 Yorum 12.03.2012 17:32
Sam Adian
RIBA'nın UNSURLARI
11.03.2012 12377 Okunma
12 Yorum 15.03.2012 16:14
Sam Adian
RIBA ve EKONOMI-1
9.03.2012 6642 Okunma
7 Yorum 10.03.2012 19:31
Sam Adian
DARB-I MESEL VE YETKI GASPI
8.03.2012 10090 Okunma
22 Yorum 11.03.2012 16:10
Sam Adian
RIBA VE EKONOMI
7.03.2012 12132 Okunma
15 Yorum 09.03.2012 06:04
Sam Adian
SÖYLEYECEKLERIMIZ VAR
1.03.2012 4405 Okunma
5 Yorum 10.03.2012 08:24
Sam Adian
INSAN VE DÜZEN
1.03.2012 4477 Okunma
6 Yorum 01.03.2012 19:11
Sam Adian
SLT ve MESCID
25.02.2012 4014 Okunma
Sam Adian
HAMR ve HUMR
25.02.2012 51248 Okunma
18 Yorum 10.01.2020 12:34
Sam Adian
DÖRT DELIL
22.02.2012 5050 Okunma
4 Yorum 02.03.2012 07:45