National kollektivizm….
Benim komşularım var, bunlar Hıristiyan, Hindu, Budist veya ateist ler. Ben ise Kur’an ın öngördüğü şekilde iman etmeye çalışıyorum. Ancak dışarı çıkıp bisikletime bindiğim zaman herkes selam verir. Birkaç gün ortalıkta görünmesem hemen aramaya başlarlar. Ortak bir ideolojimiz yok. Aynı dinin mensupları değiliz. Dünyadaki hedeflerimiz aynı değil. İnançlarımız aynı değil. Peki biz neyi paylaşıyoruz?
“Adil Düzen’in Çağrıştırdıkları” başlıklı yazıda Marx’ın ortaya koyduğu sistemin bir özetini yapmıştık. Özellikle bazı noktalarının altını çizerek. Neydi bunlar?
- Ali şeriati’nin “Ben eğer cömert isem, ya da çok gayretli ve kahraman isem, feodalite (derebeylik) düzeni içinde büyüyüp olgunlaştığım içindir. Paragözün biri isem, burjuvazi (kentsoylu düzeni) içinde doğduğum içindir. Ata binip pala sallayan biri isem aşiret (boy) düzeni içinde yaşadığımdan dolayıdır “ Demek ki, suçlu olan insan değil, topluluktur. Insanın kişiliğini belirleyen de topluluktur. Ona göre insan seçebilen bir varlık değildir. (Ali Şeriati’ye göre)
- Marxizmin hedeflerini de ortaya koyan Proudhon’un görüşlerine yer vermiştik. Neydi bunlar? " Halk bankasının kurulması, karşılıklı kredi örgütlenmesi, böylece kapitalistlere ödenen faizin kalkması, nakit paraya değil mala çevrilen bonolar çıkartılması özgür ve bağımsız üretici dernekleri olan işçi şirketleri kurulması vb.” Proudhon, küçük üreticilerin kendi dernekleri tarafından oluşturulan bir özerk komünler federasyonu aracılığıyla bireylerin hak ve isteklerinin birbirini dengeleyeceğini, böylelikle bireyin korunacağını ileri sürmüştür. Buna Marx’ın “köylü bilinci, proleter bilinci, burjuva bilinci” gibi bireyleri mensup oldukları topluluğa göre değerlendiren anlayışı da eklemek gerekir. Marx da bireyi seçebilen bir varlık olarak kabul etmez.
- Adil Düzen ne öneriyor? “Kredileşme sisteminin kurulması ve böylece faizin ortadan kaldırılması, Para yerine mal senedinin kullanılması, Emeğin sermayeye katılması/sermayeden pay alması, aynı idealleri paylaşan gurupların bir arada olması (ocak, bucak, vs.), Komün’ü oluşturan bireylerin tercihine göre değil, yönetenlerin tercihine göre insanların seçilmesi” gibi homojen olmayan sınıflara ayrılmış küçük toplulukların oluşturacağı komünlerde ideal birlikteliği ile çözüm önermektedir.
Gerek Ali Şeriati ve gerekse Proudhon’un ortaya koyduğu perspektif hemen hemen aynıdır. Ali Şeriati’nin referansı Islam, Proudhon’unki ise Marx’tır. Aralarındaki tek fark budur. Ali şeriati’nin önerileri denenmeye çalışıldı ancak başarılı olmadı. Marx’ın önerilerinin sonuçlarını ise hepimiz biliyoruz. Bu manada “Adil Düzen”in de önerdiği şey, Ali Şeriati ve Marx’dan farklı değildir.
Marx’ın “tek tip toplum” anlayışı, Heidegger ile birlikte Nazi Almanyası’nı ve Mussolini’nin İtalyası’nı doğurmuştur. Başlangıçta bu “Sermaye’ye karşı girişilen bir hareket”ten başka bir şey değildi. Fakat ayrıştırılmış toplumların Nation’ları sebebiyle, başka guruplarla çatışma doğurabileceğini de hesaba katmış idiler. Sermayeye karşı girişilen bu hareket, bilinçli bir ayrıştırma operasyonu ile, tek tip topluluk yaratmak, ve temelde Marx’ın önerdiği hedefleri gerçekleştirmeyi amaçlıyordu.
Bugün, “Adil Düzen” de benzer önerilerle komünal bir yapı içerisinde kolektif yaşam öneriyor. Aynı idealleri paylaşan gurupların bir arada olacağı, ayrıştırılmış topluluklar ile sermayeye karşı bir hareket oluşacağı düşünülüyor. Bu durum, Heidegger’in Sermayenin baskısı karşısında duyduğu “nefret” algısıyla ortaya koyduğu “tepki”den farklı bir şey değil.
Resulullah Medine’ye hicret ettiği zaman homojen bir yapı vardı. Hicretten önce Yesrib'de (Medine) Kurayza, Kaynukâ' ve Nadîr kabilelerinden oluşan Yahudiler, Güney Arabistan kökenli Evs ve Hazrec Arap kabileleri, Kudâa kabilelerinin ve hatta Amâlika'nın bakiyyelerinden oluşan kabileler ve bunların yanında sayıları az da olsa, daha ziyade köle olan, başka etnik kökenli, meselâ İranlı insanlar bulunuyordu.
Medine halkı hadarî, yani yerleşik hayat sürmekle birlikte, yönetimde, sosyal, kültürel ve ahlâkî alanlarda kabile gelenekleri hâkimdi. Kabilelerin başkanları vardı. Kan davaları yaygındı. Merkezî bir otorite mevcut değildi. Bir başka ifade ile şehrin ortak bir yöneticisi yoktu. Arap ve Yahudi kabileleri birbirinden bağımsız bir şekilde ayrı ayrı mahallelerde yaşıyorlardı. Her topluluk, biri diğerinden birkaç kilometre uzaklıkta bir köy oluşturuyordu. Arap ve Yahudi kabileleri arasında zaman zaman ciddî anlaşmazlıklar çıkıyordu. Bununla birlikte çeşitli siyasal nedenlerle birbiriyle ittifak kurdukları da oluyordu; Arap kabileleri zaman zaman birbirlerine karşı Yahudi kabileleriyle işbirliğine gidiyorlardı. Evs kabilesi, Kurayza ve Nadîr ile, Hazrec kabilesi de Benî Kaynukâ' ile ittifak kurmuştu. Evs ve Hazrec reisleri ortak bir kral etrafında birleşmek için çaba sarfettilerse de bunu başaramamışlardı. Reislik konusunda şiddetli rekabet bu projenin uygulama alanına konulmasını imkansız hâle getirmişti. Ortak bir yol bularak Evs ve Hazrec'den birer başkan seçmeyi ve bunların müştereken, sırayla veya birer yıl dönüşümlü olarak görev yapmasını düşündülerse de bu planlarını da uygulama alanına geçirememişlerdi.
Resulullah, Medine'ye hicret ettiği sırada burada bütün şehir halkını kapsayan bir idârî yapı mevcut değildi. Her kabile kendi içinde birlik oluşturuyordu. Hz. Peygamber, kardeşleştirme müessesesi ile Müslümanlar arasında birliği sağlamlaştırdıktan sonra şehre, Müslümanları, gayrı müslim Arapları ve Yahudileri içine alan ve daha önce Medine tarihinde hiç rastlanmayan bir siyâsî-sosyal yapı getirdi. Bu yapı, etnik kökenleri ve dinleri farklı çeşitli gruplardan, federasyonlardan oluşan bir konfederasyon idi. Bu teşebbüs her şeyden evvel şehir halkının barış ve güven içinde yaşamasını sağlamak gayesini taşıyordu. Müslümanların yanısıra Medine toplumunu oluşturan Yahudileri ve diğer grupları bir şehir devleti halinde teşkilatlanmaya ikna etti. Durumu müzakere etmek üzere Enes b. Mâlik'in evinde bir toplantı yaptı. Bu toplantıya katılanlar Medine toplumunu yeniden düzenleyen bir sistem oluşturmaya karar verdiler; birbirleriyle ve yabancılarla ilişkilerini, idârî ve adlî yapılarını, fertlerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini, haklarını ve sorumluluklarını belirli esaslara bağlayan bir metin hazırladılar.
Bu vesikanın imzalanmasından sonra Resulullah “Başkan” olmuş, topluluğu oluşturanlar arasında da bir “vatandaşlık” bilinci yerleştirilmiş oldu. Homojen bir toplum olmakla birlikte, üzerinde yaşadıkları toprakları paylaşmış olmaktan kaynaklanan hakların korunduğu, bireylerin veya gurupların tercihlerine saygılı bir sosyal devlet ortaya çıkmış oldu. Yani, Muhammed devletin başkanı olmuştu ancak bu başkanlık topluluğun seçimi ile gerçekleşmişti. Üstelik Müslüman guruplar azınlıkta olmalarına rağmen, diğerleri de ikna edilerek bir devlet haline dönüşmüştü. Bu anlaşma aynı zamanda “Sosyal Devlet”in de temellerini atmış oldu.
Sonraları anlaşmanın maddelerinden yola çıkarak Medine vesikası farklı yorumlara da neden oldu. Mü’minlerin kendi aralarında yardımlaşması, (aynı şekilde diğerlerinin de), mali sorumlulukların veya gereksinimlerin toplulukça (devletçe) üstlenilmesi, ama bunları yaparken, gurupların geleneklerinden vazgeçilmemesi önemli ayrıntılardır. Çünkü homojen topluluğun gerekleri de bu idi. Medine vesikası, kabile, aşiret algısına değil, sosyolojik gerçeklere dayanmaktadır.
Medine vesikası, bir anlamda “Demokrasi”yi de tesis ediyordu. Bir arada yaşama kültürü, bireysel özgürlüklerin korunması bunun en önemli göstergeleridir. “Ekseriyet Sistemi”ne karşı çıkabilmek için, Medine vesikasının “ekseriyet” üzerine oluştuğunu unutmuş olmak gerekir. Ancak bunu yaparken, ekseriyetin dışında kalanların haklarının da korunması kaçınılmazdır ve zaten Medine vesikasında bu yapılmıştır. Kimseyi dışlamadan, ortak bir paydada ekseriyetin buluşması ile ortaya çıkmıştır ve topluluğu oluşturanlar hukuk ile bağlanmıştır.
Hong Kong, Kapitalizmin gerçek manada uygulandığı bir yerdir. Kapitalizmin bütün argümanları en ince ayrıntılarına kadar vardır ve uygulanmaktadır.
Bankalar bireysel ihtiyaçlara değil, üretime veya projeye kredi verirler. Mevduat faizi yoktur. İşsiz olanın hayatını idame ettirme sorumluluğu topluma aittir (devlete) Herkesin insanca yaşama hakkı vardır, eğer burada bir eksiklik varsa, devlet bu eksikliği tamamlamak zorundadır. (eviniz yoksa devlet size ev vermek zorundadır, geliriniz yoksa size çek gönderir). Bütçe fazla verdiği zaman bir sonraki yıl harcamak üzere alıkonulmaz, dönem sonunda halkın parası halka geri dağıtılır.
Bütün sistem “Beyan Esasına” göredir. Kişi ne diyorsa o doğrudur (aksi ispat edilene kadar). Sokakta yürürken, gece veya gündüz kimsenin size dokunmayacağını bilirsiniz. Herkes inandığı gibi yaşama hakkına sahiptir. Kiliseler kadar, camiler, tapınaklar meşrudur ve kimse bunlara müdahale etmez. Devlet her inanç gurubuna eşit oranda destek verir. Inanç guruplarının yok olmasını değil, varlıklarını sürdürmeleri için gerekli imkanları oluşturmak devletin görevidir.
Bir parkta cüzdanınızı düşürdüğünüz zaman ya biri bulup polise teslim eder ya da siz döner kendiniz bulursunuz. Hangi gerekçeyle olursa olsun başkalarına zarar verilemez. Kısaca hiçbir şey kısıtlanmaz, hiçbir özgürlük reddedilmez. Buna rağmen insanlar barış içerisinde yaşarlar. Polis gücüyle değil, Refah gücüyle. Anlaşmazlıklarınızı önce kendi aranızda çözersiniz, çözemezseniz devlete/mahkemeye gidersiniz.
Elbette bunun da eksik olan, hatalı olan tarafları vardır. Ancak Marx’ın ekonomik önerilerinin bazıları nasıl Kur’an ın da önerisi ise, kapitalizmin önerilerinin büyük çoğunluğu da Kur’an ın önerileridir. Bu zannedildiği gibi silah zoruyla yerine getirilen bir şey değildir. Topluluğun asgari müşterekler üzerine inşa ettikleri “ortak hedefler” ile mümkün olmaktadır. Asgari müşterek ise, “insan olmak”tır. Bu temelde buluşulduğu zaman, bilerek veya bilmeyerek “Kur’an” anlayışında da buluşulmuş olur.
Resulullah, herkesi içine alan homojen bir devlet kurmuştu.
“siru fil arzi…….”
Saygılar.