ASLAN OĞLUM ve METOD
“Oğlum geldi.” Cümlesi, herkes için anlaşılır bir cümledir. Yine de tam anlaşılmaz. Yalnızca bir oğlum var da, o mu geldi; tam belli değildir. Onunla beraber başkalarının da gelp gelmediği belli değildir.
“Benim oğlum geldi.” Dersem, aslında “m” iyelik zamiri olduğu için, “benim” kelimesine gerek yoktu. Öyleyse buradan, başkaları gelmedi, yalnız benim oğlum geldi diye düşünme mümkündür. Ama yerini değiştirsem; Oğlum benim, geldi.” Desem o mana anlaşılmaz, tamamen başkalaşır iş.
“Uçtu, aslan oğlum benim.” Desem, iş tamamen müşkül hale gelir. Yüklem başa geldiği için farklı bir vurgu aramamız gerekir. Hadi bu kolay ama ya “aslan” kelimesine ne diyeceğiz? Eğer anlatan ben insansam, oğlum aslan olamaz, yok eğer bir aslanın hikayesi anlatılıyorsa, kendi cinsinden bir sıfatla niye anlatsın? Vurguda esas olan, kendi dışındakilerde bulunan vasıflarla anlatmaktır. Aslanın hangi vasfından dolayı bu sıfatı kullanmıştır diye düşünmeye başlarız. Cesareti mi, kuvveti mi, cüssesi mi, sesi mi, hızı mı, sıçraması mı, vs,? Utçuya da bir şey uydururuz elbette. İnsan da, aslan da kuş değildir ki uçsun… İşte bu gibi hallerde –aslında hemen bütün hallerde- hakiki mana verilemez ve mecaza kaymak gerekir. Sizler zaten bunları bilirsiniz de başka okuyanlar olursa onlar için bir girizgah olsun dedim.
“…yedullahe feka eydiküm…”, Allah’ın ELİ sizin ELLERİNİZİN fevkindedir” ibaresiyle karşılaşan insan ne yapacaktır? El, canlılar içinde sadece insana mahsus bir uzuvdur. Bitkilerin (dallarını el, köklerini ayak saymazsanız…), hayvanların (bazılarının ön ayaklarını saymazsanız) el, sadece insanda vardır ve nasıl bir şey olduğunu (sınırlarında ihtilaf etsek de) biliyoruz. Peki Allah’ın eli nasıl olacak? Ya burada kast edilen Allah, bizim bildiğimiz Allah değildir, ya da EL, bizim bildiğimiz EL değildir. Eskiler Allah’ı hakiki manasında bırakmışlar ve EL'i tevil etmişler.
“… Akridullahe karden hasenen…” ibaresinde de hakiki manayı verememişler. Allah neredeki ona karz/kredi verelim? Hem de hasen bir kredi vermemiz emir kipi ile ifade edilmiş. Burada ise karzı hakiki mana da bırakmışlar ama Allah kelimesini tevil etmişler, DEVLET'tir, KAMU'dur, TOPLULUK'ur demişlerdir. Hakiki manadan çıkmak için HAKİKİ MANANIN VERİLEMEMESİ GEREKİR. Hakiki mana verdiğiniz zaman akılla, ilimle, hayatla ve kurduğunuz tüm sistemle çelişen bir mana çıkıyorsa onu tevil etmek zorunda kalırsınız. Yoksa durduk yerde hakiki mana terk edilemez.
Eğer “sarik” kelimesini hırsız olarak, yani insan olarak anlıyorsak; her insanın nasıl ki iki eli ve iki ayağı varsa, hırsızın da iki eli ve iki ayağı var demektir. Allah’ın eli olamayacağı için, gerçek manada eli olan bir varlık Allah olamayacağı için, orada “EL” kelimesini mecburen tevil ederiz. Allah’a el izafe etmek imkansızdır. O zaman o varlık bizim bildiğimiz Allah olmaz. Zorunlu olarak tevil ederiz. Ama hırsızın iki eli de var olduğuna göre neden hakiki manayı bırakmamız gerekir ki? Çünkü bir defa “kat’a/kesmek” kelimesini mecaza cevirdik mi işin sonu gelmez de ondan. Önce Kat’a/kesmek, ardından yed/el, ardından ricl/ayak, yetmez ardından “bi”, ardından “hilaf/çapraz, aykırı”, ve böylece cümlenin tamamını mecazla çözmek zorunda kalırsınız. Artık iş çığırından çıkmıştır. Gerçek manayı vermeye bir mani olmadığı halde, gerekçesini bilemediğim bir sebeple bir kelimeyle oynadınız mı, artık diğerleri de orada tutunamazlar. Bu ayet yetmez arkasından diğerleri de sıraya girer. Firavunun sihirbazlarına, iki yerde söylediği; “ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama ile kat’ edeceğim, sonra da sizi asacağım…” cümlelerini de tevil edersiniz. Sihirbazların cevaplarını da tevil edersiniz. Birinci de hangi argümanları bulduysanız diğerlerinde de -tutarlılık adına- aynısını söylersiniz; uysa da, uymasa da… Sümerlilerin 3-4-5 bin yıllık yazılı tabletlerinde biradan, dolayısıyla içkiden bahsedilirken, 4 bin yıllık Firavunların hiyerogliflerinde içki betimlemeleri varken, her iki uygarlık arasında kervanlarla seferler yapıp, mal alıp, mal satan Arapların, kendileri bilmiyor olsalar bile –ki bana göre mümkün görünmüyor-, onlardan bunu satın almış olmamaları, bir isim koymamış olmaları, içmiyor olmaları muhaldir. Lügatte “hamr” karşılığı olarak; şarapta vardır, maya da vardır, filan da vardır ama ben “mayayı tercih ediyorum demek, yine bir nebze anlaşılır bir şeydir. Başkası da hamrı tercih edebilir, ama sadece budur, demek bence doğru değildir.
Kuran yabancı kelimeler de kullanır. Mesela,üstadın bulduğu bir kelime benim çok hoşuma gider. Mısırdan çıktıktan sonra Ben-i İsrail’e hitaben “…kulü hıttatün…” ibaresi vardır. İsrail Oğulları Mısır’ı terk etmişler, Hatti veya Hitit ülkesinin sınırına gelmişlerdir. Onların kurallarını, kanunlarını kabul ettiklerinin bir işareti ve ikrarı olmak üzere, onlara böyle demelerini söylüyor. Yani, biz de Hatti’yiz, Hattili’yiz, Hitit’iz veya Hititli’yiz, Hatti veya Hitit kanunlarını kabul ediyoruz ve kapınızdan içeriye böyle giriyoruz” deyin demektedir. Bu giriş; misafir, mülteci veya vatandaşlık şeklinde olabilir. Esas olan; sizin yönetiminizi, kanunlarınızı, kurallarınızı kabul ediyoruz, demektedirler. Onların dilinde bu kelime “barış” manasında da olabilir. Hatti ile Hititlerin tarihlerine bakarak, Mete bey Musa’nın bu ülkeye girişini detaylandırabilir.
Şahsım adına, Üstad Karagülle’nin de dediği gibi, şunu söylemek istiyorum: Eğer bir meod/usul üzerinde uzlaşamıyorsak, tartışmak boşunadır, demogoji yapmış oluruz. Dilin bilinen, yani üzerinde icma ve ittifak edilmiş kurallarını uygulayacaksak, tartışmalara devam edelim. Kuran Allah’ın kitabıdır, bir dili vardır, o dilin kuralları henüz yozlaşmamışken tespit edilmiştir. Sübjektif değil, objektiftir. Lügatçiler ve gramerciler kuralları tamamen objektif olarak koymuşlardır.
Başta üstad Karagülle olmak üzere, önce uygulayacağımız usulü deklare edelim. Bu konuda anlaşamıyorsak, yine tartışırız ama aynı şeyleri tartışmış olmayız.
Saygılarımla.
H.Kayahan