RÛM SÛRESİ - 36. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اللَّهُ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَيَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ فَإِذَا أَصَابَ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ (48) وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ (49)
Allah rüzgârları gönderip de bulutu sürüp de onu gökte nasıl isterse öyle yayıp ve onu arasından çıkan yağmuru gördüğün yayvan yoğun parçalar kılandır. Kullarından istediğine onu isabet ettirdiğinde onlar üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde kesinlikle ümidi kesenler halinde iken hemen müjde istiyor oldular. (48-49)
اللَّهُ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَيَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ
Allah rüzgârları gönderip de bulutu sürüp de onu gökte nasıl isterse öyle yayıp ve onu arasından çıkan yağmuru gördüğün yayvan yoğun parçalar kılandır.
İsim cümlesi |
Haber | Mübteda |
Sıla cümlesi | İsm-i mevsûl |
Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh |
Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh |
Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh |
تَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ | فَ | يَجْعَلُهُ كِسَفًا | وَ | يَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ | فَ | تُثِيرُ سَحَابًا | فَ | يُرْسِلُ الرِّيَاحَ | الَّذِي | اللَّهُ |
اللَّهُ: “Allah” demektir. Alemlerin rabbinin özel ismidir.
الَّذِي: “Kimse” demektir. Eril tekil has ism-i mevsuldür.
يُرْسِلُ: “Gönderir” demektir. رسل kökünden if’âl bâbından üçüncü şahıs eril tekil merfu muzari malum fiildir. Fâili müstetir هُوَ dir. Allah’a racidir. İrsal sıradan bir gönderme değildir. Bir görev için gönderme demektir. Resul ve mürsel kelimeleri de aynı kökten gelen ve bir görev için gönderilmeyi ifade eden kelimelerdir.
الرِّيَاحَ: “Rüzgârlar” demektir. روح kökünden gelmiştir. نفخ kökünün (üflemek) zıttıdır. Üçüncü bâbdan mastar olarak hava ve benzeri şeyleri içine çekerek bir yerden başka bir yere hareket ettirmek manasındadır. Bu mastar manasından bir yerden başka bir yere içine çekilerek hareket ettirilen manasında “rüzgâr” anlamında isimdir. Tekili الرِّيحَ dir.
يُرْسِلُ الرِّيَاحَ: “Rüzgârları gönderir” demektir.
فَ: Atıf harfidir. يُرْسِلُ الرِّيَاحَ cümlesine تُثِيرُ سَحَابًا cümlesini atfetmektedir.
تُثِيرُ: “Sürer” demektir. Üçüncü şahıs dişil tekil merfu muzari malum fiildir. Fâili müstetir هِيَ dir. الرِّيَاحَ ye (rüzgârlara) racidir. Rüzgârlar gayr-i akil cem olduğu için zamir dişil tekil olarak gelmiştir. Birinci babdan ثَارَ - يَثُورُ şeklinde hareketsiz, sabit bir halde iken sıçramak, fırlamak, hareketlenmek, heyecanlanmak manasındadır. Birinci bâb if’âl bâbına (يُثِيرُ – أَثَارَ) tadiye etkisi ile gelir. Sabit bir halde iken kendi kendine hareketlenmek anlamından sabit bir halde iken başka birini, bir şeyi sıçratmak, fırlatmak, hareketlendirmek, sürmek anlamına gelir. Bu nedenle rüzgârın bulutları hareketlendirmesi için de tarlanın sürülmesi için de bu fiil kullanılır. Bulutlar hareketsiz halde iken rüzgâr onları hareketlendirerek sürer. Tarla da sabit dururken sürüldüğünde hareketlenmeye, bitki çıkarmaya başlar ve bu nedenle o durumda da bu fiil kullanılır.
إِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا ذَلُولٌ تُثِيرُ الْأَرْضَ وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لَا شِيَةَ فِيهَا
Kesinlikle o inektir, ne yeri sürerek ne de ekin sulayarak zelil değildir, müsellemdir, onda alaca yoktur. (Bakara 71)
Bu ayette ineğin yeri sürmesi özelliği gösterilmiş olmaktadır.
أَرْسَلَ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَسُقْنَاهُ إِلَى بَلَدٍ مَيِّتٍ فَأَحْيَيْنَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
Rüzgarları gönderdi de (rüzgarlar) bulutu sürdü de onunla (bulutla) ölü beldeyi suladık da onunla ölümünden sonra yere hayat verdik. (Fatır 9)
Bu ayette bulutun hareketsiz halden hareketli hale getirilmesi ifade edilmektedir.
سَحَابًا: “Bulut” demektir. سحب kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan سَحْب mastarı bir şeyi yayarak sürüklemek, çekmek manasındadır. Bu mastar manasından yayılarak sürüklenen manasında سَحَاب ıstılahi olarak rüzgâr tarafından gökte sürüklenen manasında “bulut” anlamında ism-i cem-i cinstir. Fertleştirilmiş hali سَحَابَة dir. سَحَابًا bütün ism-i cem-i cinsler gibi cins manasında iken eril tekil, çoğul manasında iken dişil tekil zamir veya ism-i işaretle ifade edilir.
تُثِيرُ سَحَابًا: “Bulutu sürer” demektir.
فَ: Atıf harfidir. تُثِيرُ سَحَابًا cümlesine يَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ cümlesini atfetmektedir.
يَبْسُطُ: “Yayar” demektir. Üçüncü şahıs eril tekil merfu muzari malum fiildir. Faili müstetir هُوَ dir. Allah’a racidir. بَسْط “açmak, sermek, yaymak” demektir. قَبْض ın zıttıdır.
هُ: “O” demektir. سَحَابًا e racidir. Bu durumda ism-i cem-i cinse eril tekil zamir dönmüş olduğundan cins anlamındadır.
فِي: “İçinde” demektir. Harf-i cerdir.
السَّمَاءِ: “Gök” demektir. سمو kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan سُمُوٌّ mastarı bütün seviyelerin üstüne çıkmak, en üst seviyeye yükselmek manasındadır. Bu mastar manasından bütün seviyelerin üstüne çıkan manasında سَمَاءٌ her şeyin en üstü olarak “gök” anlamında camid isimdir. İsm-i cem-i cinstir. Yani hem cinsi ifade eder hem de topluluğu ifade eder. Yani gök cinsi veya gök topluluğu demektir. Cins ifade ettiği zaman eril, cem ifade ettiği zaman dişildir. İsm-i cemi cinsler sonuna ة alarak müfredleşirler. Yani tekili سَمَاوَةٌ veya سَمَاءَةٌ dür. İsm-i cemi cins bu şekilde ة alarak müfredleştikten sonra çoğulu سَمَوَاتٌ dür. Ancak Kuran’da سَمَاوَةٌ veya سَمَاءَةٌ şeklinde kullanımı yoktur. Kuran tekil olarak da yine سَمَاء yı kullanmaktadır.
فِي السَّمَاءِ: “Gökte” demektir.
كَيْفَ: “Nasıl” demektir. Soru ismidir. Aslında يَشَاءُ nun mef’ûlünün hâlidir. Soru edatlarının sadaratu-l kelâm (sözün başında olma) hakkı nedeniyle başa alınıp fiilin de önüne geçmiştir.
يَشَاءُ: “İster” demektir. Bir durumu, bir varlığı, bir işi dilemek, istemek manasındadır. Talep etmek demek değildir. Birisinden bir şeyi istemek demek değildir. Kendi içinden istemek, olmasını istemek demektir. Fâili müstetir هُوَ dir. Allah’a racidir. Mef’ûlü hazf olmuş هُ zamiridir ve سَحَابًا e racidir.
كَيْفَ يَشَاءُ: “Nasıl isterse” demektir. يَبْسُطُ fiilinin fâili olan müstetir هُوَ nin raci olduğu Allah’ın hâlidir.
يَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ: “Onu gökte nasıl isterse öyle yayar” demektir.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. يَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ cümlesine يَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ cümlesini atfetmektedir.
يَجْعَلُ: “Kılar” demektir. جعل kökünden üçüncü bâbdan üçüncü tekil şahıs merfu muzari malum fiildir. Bu fiil iki mef’ûl alır. İlk mef’ûle ikinci mef’ûl vasfını kazandırmaktadır. Birinde/bir şeyde bir özelliği kılmak anlamına gelir. Fâili müstetir هُوَ dir. Allah’a racidir.
هُ: “O” demektir. Mensub muttasıl zamirdir. سَحَابًا e racidir.
كِسَفًا: “Yayvan yoğun parçalar” demektir. Gökteki cisimlerin parçası için kullanılır. كسف kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan كَسْف mastarı bir şeyi yayvan ve yoğun (kesif) parçalar (tabakalar ve levhalar) şeklinde kesmek manasındadır. Bu mastar manasından kesilen manasında كِسْف “yayvan yoğun parça” anlamında ism-i cem-i cinstir. Fertleştirilmiş hali كِسْفَةٌ dür. Fertleştirilmiş halinin çoğulu كِسَف dir.
يَجْعَلُهُ كِسَفًا: “Onu yayvan yoğun parçalar kılar” demektir.
فَ: Atıf harfidir. يَجْعَلُهُ كِسَفًا cümlesine تَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ cümlesini atfetmektedir.
تَرَى: “Görürsün” demektir. رءي kökünden üçüncü bâbdan ikinci şahıs eril tekil merfu muzari malum fiildir. Aslı تَرْأَى dır. İbdal olmuş ve تَرَى şekline dönüşmüştür.
تَرْأَى تَرَى
Suretin şekil, renk ve hareketini gözle veya beyinle idrak etmek ve bilmek demektir (يدرك ويعلم شكل ولون وحركة الصورة بعينه التي في رأسه أو بعين قلبه وفؤاده التي في نفسه). Reyde gözle görmek şart değildir. Bu nedenle görüş anlamına da gelmektedir. Bunun göstergesi olarak göz kapalıyken uykuda görülen رُؤْيَا (rüya) kelimesi de bu kökten gelmiştir. Görme duyusunu ifade eden kelime ise بَصَر dır. Bir varlığın kendisini değil o varlığın şeklini kâğıda çizsen, özelliklerini orada ifade etsen o varlığı rey etmiş olursun. Bizzat o varlığı görmen gerekmez.
الْوَدْقَ: “Yağmur” demektir. ودق kökünden gelmiştir. İkinci babdan وَدْقٌ mastarı bir şeyin içinden taşarak altına sızmak, damlamak, akmak manasındadır. Bu mastar manasından bir şeyin içinden çıkan ve aşağı akan sıvı manasında وَدْقٌ “yağmur” anlamında isimdir.
يَخْرُجُ: “Çıkar” demektir. خرج kökünden birinci bâbdan eril üçüncü tekil şahıs merfu muzari malum fiildir. Fâili müstetir هُوَ dir ve الْوَدْقَ ye racidir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
خِلَالِ: “Aralık, boşluk” demektir. خلل kökünden birinci bâbdan خَلّ mastarı bir şeyin içine veya bazı şeylerin arasına girerek arada boşluklar oluşturmak manasındadır. Bu mastar manasından bir şeyin aralarında oluşan veya birden fazla şeyin aralarında oluşan boşluklar, aralıklara خِلَال denir. Birisinin içine girmekten kinaye onunla çok yakın olmak manasından ona dost olmak, onunla samimi arkadaş olmak manasından خَلِيل dost demektir.
هِ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. سَحَابًا e racidir.
خِلَالِهِ: “Onun arası” demektir.
مِنْ خِلَالِهِ: “Onun arasından” demektir.
يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ: “Onun arasından çıkar” demektir. الْوَدْقَ nin halidir.
الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ: “Onun arasından çıkan yağmur” demektir.
تَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ: “Onun arasından çıkan yağmuru görürsün” demektir.
يَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ: “Onu yayvan yoğun parçalar kılar da onun arasından çıkan yağmuru görürsün” demektir.
يَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ: “Onu gökte nasıl isterse öyle yayar ve onu yayvan yoğun parçalar kılar da onun arasından çıkan yağmuru görürsün” demektir. Burada iki durum وَ ile atfedilmiştir. Birinci durumda bulutlar yayılmakta ve yağmur oluşturmamakta, ikinci durumda yoğunlaşan parçalar haline dönüşerek yağmur oluşturmaktadırlar.
يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَيَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ: “Rüzgârları gönderir de bulutu sürer de onu gökte nasıl isterse öyle yayar ve onu yayvan yoğun parçalar kılar da onun arasından çıkan yağmuru görürsün” demektir.
الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَيَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ: “Rüzgârları gönderip de bulutu sürüp de onu gökte nasıl isterse öyle yayıp ve onu arasından çıkan yağmuru gördüğün yayvan yoğun parçalar kılan” demektir.
اللَّهُ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَيَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ: “Allah rüzgârları gönderip de bulutu sürüp de onu gökte nasıl isterse öyle yayıp ve onu arasından çıkan yağmuru gördüğün yayvan yoğun parçalar kılandır” demektir.
فَإِذَا أَصَابَ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ
Kullarından istediğine onu isabet ettirdiğinde onlar üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde kesinlikle ümidi kesenler halinde iken hemen müjde istiyor oldular.
Cevap cümlesi İsim cümlesi | Şart cümlesi Fiil cümlesi | Fâ-u isti’nâfiye |
Haber Fiil cümlesi | Mübteda | Müfâcee edatı | Mefûlun bih | Mefûlün bih GS | Fâil | Fiil | Şart edatı |
Fâil | Fiil |
Hâl Mensuh isim cümlesi | Sahibul hâl |
Haberi Mensuh isim cümlesi | İsmi İş zamiri | İnne | Vâv-u hâliyye |
كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ | هُ | إِنْ | وَ | و | يَسْتَبْشِرُونَ | هُمْ | إِذَا | مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ | بِهِ | هُوَ | أَصَابَ | إِذَا | فَ |
فَ: Fâ-u isti’nafiyyedir.
إِذَا: “İse” demektir. Şart edatıdır. Gelecek zamanı gösterir. Kendisinden sonra mazi fiil de gelse geçmiş zamanı göstermez. Gelecekte gerçekleşip tamamlanma zamanını gösterir. Bir kere gerçekleştiğine işaret eder. Muzari fiil gelirse gerçekleşmenin devam ettiğini, tekrarlamaların olduğunu gösterir.
أَصَابَ: “İsabet etti” demektir. İf’âl bâbından صوب kökünden üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Birinci bâbdan صَابَ - يَصُوبُ şeklinde yüksek bir yerden gelmek, dökülmek, yağmak manasındadır. Birinci bâb if’âl bâbına (أَصَابَ – يُصِيبُ) tadiye etkisi ile gelir. İsabet etti anlamına gelir. Bu kökten gelen صَيِّب “yağıcı” anlamında sıfat-ı müşebbehedir. Sağanak yağmur için kullanılır. Yine bu kökten gelen صَوَابٌ ise “doğru” demektir. Istılahi olarak bir işin veya bir şeyin, birisine veya bir şeye yönelerek onda gerektiği gibi gerçekleşmek manasından “doğru” anlamında isimdir. Bu fiil burada olduğu gibi بِ harf-i ceri ile kullanıldığında “isabet ettirdi” anlamına gelir. بِ harf-i cerinden sonra gelen isabet ettirilen şeydir.
بِ: “-u” demektir. Harf-i cerdir. أَصَابَ fiilinin manasını değiştirerek “isabet etti” anlamından “isabet ettirdi” anlamına dönüştürür.
هِ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. الْوَدْقَ ye racidir. İsabet ettirilendir.
بِهِ: “Onu” demektir.
مَنْ: “Kimse” anlamındadır. Umumi ism-i mevsuldür. Şuurlu varlıklar için kullanılır. Arkasından sıla cümlesi gelir. Sıla cümlesinde bu ism-i mevsule dönen bir aid zamiri vardır. Eril tekil zamir döner. هُوَ veya هُ zamiri döner. Eril zamir dönmesi sadece erkekleri ilgilendirdiği anlamında değildir. Hem erkek hem de kadınları kapsar. Tekil zamir dönmesi de tek bir kişiyi ilgilendirdiği anlamında değildir. Hem tek kişiyi hem iki kişiyi hem de çok kişiyi kapsar. Bu nedenle umumi ism-i mevsuldür. Eril tekil zamir dönmesi gramatik bir kuraldır. Bazen de eril çoğul zamir döner. مَا da مَنْ gibi umumi ism-i mevsuldür, şuursuz varlıklar için kullanılır. Hem şuursuz hem şuurlu varlıklar varsa مَا kullanılır.
يَشَاءُ: “İster” demektir. Bir durumu, bir varlığı, bir işi dilemek, istemek manasındadır. Talep etmek demek değildir. Birisinden bir şeyi istemek demek değildir. Kendi içinden istemek, olmasını istemek demektir. Fâili müstetir هُوَ dir. Allah’a racidir.
مَنْ يَشَاءُ: “İstediği kimse” veya “isteyen kimse” demektir. İki anlama da gelmektedir. Bunun sebebi “aid zamiri” kavramıdır. يَشَاءُ nun fâili müstetir هُوَ dir. Mef’ûlü ise mahzuf هُ dur.
Aid zamiri fâil olan müstetir هُوَ olursa anlam “isteyen” şeklinde olur, mef’ûl olan mahzuf هُ ise anlam “istediği” şeklinde olur. Bu nedenle iki anlamın da verilmesi uygundur. Ancak öncelik aid zamirinin mef’ûl olan mahzuf هُ olduğu anlamın tercih edilmesindedir.
Sıla cümlesi Fiil cümlesi | İsm-i mevsûl |
Fâil Aid zamiri | Mefûlun bih | Fiil |
هُوَ | هُ | يَشَاءُ | مَنْ |
İsteyen kimse |
Sıla cümlesi Fiil cümlesi | İsm-i mevsûl |
Fâil | Mefûlun bih Aid zamiri | Fiil |
هُوَ | هُ | يَشَاءُ | مَنْ |
İstediği kimse |
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
عِبَادِ: “Kullar” demektir. Tekili عَبْد dır. عبد kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan عِبَادَةٌ mastarı birisinin varlığını ve gücünü kabul edip onun için çalışmak manasındadır. Bu mastar manasından عَبْد “kul” anlamında isimdir.
هِ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. Allah’a racidir.
عِبَادِهِ: “O’nun kulları” demektir. Allah’ın kullarıdır.
مِنْ عِبَادِهِ: “O’nun kullarından” demektir.
مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ: “Kullarından istediği” demektir.
أَصَابَ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ: “Kullarından istediğine onu isabet ettirir” demektir.
إِذَا أَصَابَ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ: “Kullarından istediğine onu isabet ettirdiğinde” demektir.
إِذَا: “Hemen” demektir. Müfâcee edatıdır. إِذَا sadece şart edatı veya mef’ûlün fih olarak görev yapmaz. Cümle ortasında geldiği zaman ve onu isim cümlesi takip ettiği zaman müfâcee (ansızlık ve sürpriz) edatı (حَرْفُ الْمُفَاجَأَةُ) olur. Bir olayın aniden gerçekleştiğini ya da beklenmeyen bir şeyin sürpriz bir şekilde olduğunu ifade eder. “Aniden”, “ansızın”, “birdenbire”, “hemen”, “birden”, “bir de ne görelim”, “bir de ne görsün”, “beklenmeyen bir şekilde” anlamlarına gelir. Aniden ya da beklenilmeyen bir durumla karşılaşıldığını gösterir.
Üç şekilde gelir:
- Öncesindeki cümleyle إِذَا müfâcee edatı arasında فَ atıf harfi vardır.
أَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ
Musa’ya “Asanı bırak” diye vahyettik, hemen ardından aniden o algılattırdıklarını yutuyor.
Burada إِذَا müfâcee edatı فَ atıf harfinden sonra gelmiştir.
- Öncesindeki cümleyle إِذَا müfâcee edatı arasında ثُمَّ atıf harfi vardır.
مِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ إِذَا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ
Sizi topraktan yaratması onun ayetlerindendir sonra aniden siz yayılan beşer oldunuz.
Burada إِذَا müfâcee edatı ثُمَّ atıf harfinden sonra gelmiştir.
- Öncesinde şart cümlesi vardır, إِذَا müfâcee edatı cevap cümlesinin başında gelir. Bu durumda cevap cümlesinin başına فَ gelmez.
لَمَّا أَحَسُّوا بَأْسَنَا إِذَا هُمْ مِنْهَا يَرْكُضُونَ
Zorluğumuzu hissettiklerinde aniden onlar ondan kaçarlar.
Burada إِذَا müfâcee edatı لَمَّا şart cümlesinin cevap cümlesinin başında gelmiştir.
Rûm suresindeki bu ayette إِذَا şart edatı ile başlayan cümleden sonra geldiğinden ve öncesinde فَ veya ثُمَّ atıf harflerinden sonra gelmediğinden müfâcee edatıdır.
هُمْ: “Onlar” demektir. Merfu munfasıl zamirdir. مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ ye racidir.
يَسْتَبْشِرُونَ: “Müjde istiyorlar” demektir. بشر kökünden istif’âl bâbından üçüncü şahıs eril çoğul merfu muzari malum fiildir. Birinci bâbdan بَشْر mastarı deriyi soymak manasındadır. Bu manadan gelerek ıstılahi olarak soyulan derinin altından iyi bir şeyin ortaya çıkması anlamıyla بُشْرَى ortaya çıkan iyi haber olarak “müjde” anlamında isimdir. Diğer bir görüşe göre derinin rengini değiştiren iyi haber anlamındadır. Aynı kökten gelen بَشَر “ölümlü” demektir. Deriyi soymak manasından gelerek بَشَر soyulan deri, gözenekli deri manasında “insan derisi” anlamında isimdir. Buradan ıstılahi olarak derisi olan manasında insan için “ölümlü” manasında kullanılan isimdir. İstif’âl bâbına gelince müjde istemek anlamına gelmektedir.
وَ: Hâl vâvıdır. Sonrasında gelen cümle ile beraber içinde bulunduğu cümlenin bir öğesinin hâlidir.
إِنْ: Muhaffef innedir. Şart edatı veya olumsuzluk edatı olan إِنْ ile karıştırılmamalıdır. Aslında إِنَّ dir. Sonundaki nun harflerinden biri kaldırılmıştır. İnne ve benzerlerinden إِنَّ , أَنَّ , كَأَنَّ ve لَكِنَّ nin ikinci nunları kaldırılıp tahfif edilebilir. Bu durumda önündeki isim cümlesine irab yönünden etkisi kalkar. İsmini nasb, haberini ref etmez.
Tahfif edildiklerinde (Muhaffef olduklarında) isimleri hazf edilmiş bir zamir olur (هُ, هَا) ve raci olduğu bir yer yoktur. Bunun eril olanına şan zamiri, dişil olanına kıssa zamiri denir. İkisine birden iş zamiri denir. 3. şahıs eril ve dişil tekil zamirdir (هُوَ, هُ, هِيَ, هَا). Böylece fiil cümlesinin de önüne gelebilir. Çünkü ismi mahzuf zamir olduğu için haberi fiil cümlesi olmuş olur. Bu zamirin anlamı “o” değildir. “Şöyle ki” anlamındadır.
Muhaffef inne ve ennede haberin içinde إِنْ şart edatı gibi benzeyen edatlardan ayırmak için fethalı bir lâm bulunur. Buna lâmu-l fârika denir. Hazfedilen nun harfinin yerine aynı mahreçten olan lâm harfi cümleye eklenmiş olur. Lâmul fârika haberin başında değil, içinde bulunur. Bu lâmul farika anlama hiçbir etki etmez. Sadece muhaffef innenin şart edatı veya olumsuzluk edatı olan إِنْ den ayrılmasını sağlar.
كَانُوا: “İdiler” demektir. Nakıs fiildir.
مِنْ: “-den, -dan” demektir. Harf-i cerdir. Zarfların önüne gelerek zarfiyeti müphemlikten çıkarır muayyen hale getirir.
قَبْلِ: “Önce” demektir. Zarftır. İzafe edildiği kelimeden öncesindeki zamanı ifade eder.
أَنْ: “-mek, -mak” demektir. Harf-i mevsuldür. Sıla cümlesi eğer muzari fiilse mensub hale gelir. Burada da muzaridir ve mensubdur (يُنَزَّلَ).
يُنَزَّلَ: “İndirilir” demektir. Tef’îl bâbından üçüncü şahıs eril tekil muzari meçhul fiildir. Nâib-i fâili müstetir هُوَ dir. الْوَدْقَ ye racidir.
عَلَى: “Üzerine” demektir. Harf-i cerdir.
هِمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ ye racidir.
عَلَيْهِمْ: “Onların üzerine” demektir.
يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ: “Üzerlerine indirilir” demektir.
أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ: “Üzerlerine indirilmesi” demektir.
قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ: “Üzerlerine indirilmesinden önce” demektir.
مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ: “Üzerlerine indirilmesinden öncesinde” demektir.
مِنْ: “-den, -dan” demektir. Harf-i cerdir. قَبْلِ zarfının önüne gelerek onu muayyen hale getirmiştir.
قَبْلِ: “Önce” demektir. Zarftır.
هِ: “O” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ e racidir.
مِنْ قَبْلِهِ: “Ondan öncesinde” demektir. Te’kîd için gelmiştir. مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ i te’kîd etmektedir.
مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ: “Üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde” demektir.
لَ: Lâmu-l fârikadır. Muhaffef innenin diğer إِنْ lerle karıştırılmamasını sağlar.
مُبْلِسِينَ: “Hayırdan ümidi kesenler” demektir. بلس kökünden if’âl bâbında (أَبْلَسَ – يُبْلِسُ) üçüncü şahıs çoğul nekre ism-i fâildir. Herhangi bir işten ümidi kesmek demek değildir. Kendisi için olacak olan iyi şeylerden, hayırlardan ümit kesmek demektir.
مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ: “Üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde ümidi kesenler” demektir. Kânenin haberidir.
كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ: “Üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde ümidi kesenler idiler” demektir. Muhaffef innenin haberidir.
إِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ: “Kesinlikle üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde ümidi kesenler idiler” demektir.
وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ: “Kesinlikle üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde ümidi kesenler halindeydiler” demektir.
يَسْتَبْشِرُونَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ: “Üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde kesinlikle ümidi kesenler halinde iken müjde istiyorlar” demektir.
هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ: “Onlar üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde kesinlikle ümidi kesenler halinde iken müjde istiyorlar” demektir.
إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ: “Onlar üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde kesinlikle ümidi kesenler halinde iken hemen müjde istiyor oldular” demektir.
إِذَا أَصَابَ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ: “Kullarından istediğine onu isabet ettirdiğinde onlar üzerlerine indirilmesinden öncesinde, ondan öncesinde kesinlikle ümidi kesenler halinde iken hemen müjde istiyor oldular” demektir.
46. ayette rüzgârları anlattıktan sonra 47. ayette resullerin kanıtlar getirmesi ve mücrimlerden bahsettikten sonra tekrar rüzgâra dönüş yapıldı. Sonrasında rüzgârın bulutlara olan etkisi ile bulutların yayılıp yağmur yağmaması ve yağmurun Allah’ın istediği kullarına yağdırılması anlatıldı. Burada dikkat edilmesi gereken nokta “kulları” ifadesidir. Genel görüş olarak herkes Allah’ın kulu kabul edilir. Oysa Allah’ın kulu Allah için çalışan kimsedir. Allah’ın kurallarını geçerli kurallar haline getirmeye çalışan kimsedir. Yağmur yağdığı zaman bütün herkesin üzerine yağar. Sadece Allah’ın kullarının üzerine yağmaz. Allah’ın kulları ifadesi olmasaydı ayette مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ değil, sadece مَنْ يَشَاءُ gelecekti. O zaman yağmur Allah’ın istediği kimseye isabet edecekti. Çok daha önemli bir nokta burada isabet etme noktasıdır. İsabet etme sadece çarpma değildir. Bir şeyin onda doğru şekilde gerçekleşmesi demektir. Yağmur yağacak ama o yerde sadece Allah için çalışanlara isabet edecektir. Eğer sadece meteorolojik bir olay anlatılsaydı kullarından istediğine isabet etme ifadesi kullanılmadan sadece indirilme kullanılırdı. Buna ilaveten rey fiili kullanılmış, basar kullanılmamıştır. Yağmurun gözle görülmesi gerekmez demektir. Bu nedenle bu ayetlerde bir metafor vardır.
الرِّيَاحَ (Rüzgârlar): imkânları toplayan itici güçler.
سَحَابًا (Bulut): imkânlar.
الْوَدْقَ (Yağmur): ürün, başarı.
عِبَادِهِ (Allah’ın kulları): Allah için çalışan, Allah’ın kurallarını geçerli kurallar haline getirmeye çalışan kimseler.
Allah için çalışan kimseler ümitlerini kesmiş haldedirler. Niçin başarılı olamıyoruz demektedirler. Mevcut sistem içinde Allah’ın istemediği çoğunluğu ele geçirme yöntemiyle de başarı aramıyorlardır. Kimse bize katılmıyor, kimse bizi anlamıyor demektedirler. En yakın arkadaşları bile vesenlerde çoğunluğu ele geçirme ile başarılı olunacağını düşünerek bir çaba içindedirler. Oralardan kopamamaktadırlar. Tüm dünya Kuran’ı mehcur edinmiş, cahiliyye döneminin zirvesindedir. Onlarla alay etmekte, onları küçük görmekteler. Ruhban sınıfı zirveye çıkmış, Allah’ın kitabının yorumunu beğenmediklerine yasaklar koyma yetkisini ellerine almışlar. Bu yetkiyi onlara Allah mı vermiş yoksa başkası mı? Veren hangi vasıfla vermiş? Allah’ın dini tamamen terk edilmiş ama insanlar kendilerini Allah’ın dininde sanıyorlar. Tüm kavramlar bozulmuş, başka şekillerde anlamlandırılıp dejenerasyon zirveye ulaşmış. Allah’ın dinini namaz kılan liderlerini iktidara taşımakla getireceklerini sanıyorlar. Ellerinde Kuran’ın rehberliği olmadan kendi akılları ile doğruyu bulacaklarını sanıyorlar. Küfür ve şirk en güçlü döneminde ve namaz kılanlar kendilerinin küfür ve şirkte olmadığını garanti ediyorlar ve Allah’ın kullarını küçümsüyorlar. Yapılan pek çok şey sadece Şeytan’ın istedikleri ama bunu Allah’ın istediğini iddia ediyorlar. Bozuk sistem içinde para kazanıp arada sadaka vererek Allah’ın dinini getirdiklerini sanıyorlar. Sistemi düzeltme ve örnek verme çabasında olan Allah’ın kulları ümitlerini kesmiş haldeler. İnsanların düzelmeyeceğini, başarının artık gelmeyeceğini düşünmeye başlamışlar. Bir anda Allah onlara bir itici güç gönderiyor (rüzgârlar). Rüzgârlar onlara doğru esiyor. O itici güç başkaları için imkânları dağıtıyor (yayılmış bulutlar). Allah’ın kullarından istedikleri için ise bir araya getirip yoğun parçalar haline getiriyor (yoğunlaşmış bulutlar). Yoğunlaşan bu imkânlardan ürünler, başarılar (yağmur) Allah’ın kullarının üzerine indiriliyor. İner inmez birbirlerinden müjde istemeye başlıyorlar. Oysa onlar üzerlerine bu ürünlerin indirilmeden öncesinde, ondan öncesinde ümit kesmiş haldeler. Müfacee edatı da bu durumun beklenmedik bir durum olduğunu gösteriyor. Ümit kesmiş halde oldukları muhaffef inne ile tek te’kîdle anlatılmaktadır. İndirilmeden önce ümit kesmiş oldukları da مِنْ قَبْلِ ifadesinin tekrarı ile te’kîdle anlatılmaktadır. Allah’ın kulları, Allah için çalışanlar hiç ümit keser mi şeklindeki düşünceyi kırmak için bu te’kîdler getirilmiştir. Evet, ümitlerini keserler, başarısız olacaklarını düşünmeye başlarlar. Bunun da bir amacı vardır. İçlerinde başarıya odaklanan, menfaat peşinde olanlar onlardan ayrılırlar ve bu da bir ayıklama mekanizmasıdır. Bu nedenle Allah bu metodu kullanır. Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta سَحَابًا cins isim olmasına rağmen nekre gelmiştir. Bir tür bulut anlamındadır. Bu nedenle imkânlar da nekredir. Her dönemde Allah’ın kullarına isabet ettirdiği imkânlar farklı farklı olacaktır. الرِّيَاحَ ise marifedir. Bilinen güçlerdir. Başka yöne esen mevcut güçler yönünü değiştirmiş, Allah’ın kullarına doğru esmeye başlamışlardır. Yepyeni güçler ortaya çıkmamıştır. الْوَدْقَ de sıradan bir yağmur değildir. Normal yağmur مَطَر dır. Kökü yaklaşma ifade eden bir köktür. Rüzgârları gönderen Allah yardımıyla onlara bir nevi yaklaşmaktadır.
Bu ayetler müthiş bir metaforla Allah yolunda çalışanların yani Allah’ın kullarının ümit kesmiş olsalar bile çalışmalarına devam etmeleri gerektiğini anlatıyor. Hiçbir zaman vazgeçmeden sayıları ve imkânları ne kadar az olursa olsun yollarından şaşmadan, Allah’ın istemediği yollara girmeden çabalarına devam etmeleri gerektiğini, sonunda Allah’ın bu kullarından istediklerine doğru esen rüzgârları göndereceğini, onlara imkânlar sağlayıp başarının geleceğini anlatmaktadır. Kullarından Allah’ın rüzgâr estirmeyi istemediklerine dahil olanlara ise bu imkânlar gelmeyecektir. Bu durumda bulundukları topluluğu çok büyük bir felaket yerle bir edecek, sadece bu kulları Allah tarafından kurtarılacaktır. Nuh’un gemisi bunun örneğidir.
Teşvikiye, Yalova
30 Eylül 2023
M. Lütfi Hocaoğlu