SECDE SÛRESİ - 5. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
ذَلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (6) الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ (7) ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ (8) ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ (9)
O, gayb ve şehadeti bilen, aziz, rahîm, yarattığı her şeyi iyi yapan ve insanı yaratmaya tîn’den başlayan sonra onun neslini şekillendirilen bir sıvıdan sülaleden kılan sonra onu tesviye eden ve onun içine ruhundan üfleyen ve sizin için işitme ve görmeler ve fuadlar kılandır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz. (6-9)
ذَلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ
O, gayb ve şehadeti bilen, aziz, rahîm, yarattığı her şeyi iyi yapan ve insanı yaratmaya tîn’den başlayan sonra onun neslini şekillendirilen bir sıvıdan sülaleden kılan sonra onu tesviye eden ve onun içine ruhundan üfleyen ve sizin için işitme ve görmeler ve fuadlar kılandır.
İsim cümlesi |
Haber | Haber | Haber | Haber | Mübteda |
Sıla cümlesi | İsm-i mevsûl |
أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ | الَّذِي | الرَّحِيمُ | الْعَزِيزُ | عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ | ذَلِكَ |
ذَلِكَ: “Sana söylüyorum, O” demektir. Uzak ism-i işarettir. Asıl ism-i işaret olan ذَا ve uzaklık lâmı olan لِ ve kâfu-l hitbe olan كَ den meydana gelmiştir. Muhatap كَ yani “sen”dir. İşaret edilen “O”dur. Burada uzak ism-i işaretle işaret edilen Allah’tır. Muhatap olan كَ (sen) Kuran’ın bu ayetini okuyan kimsedir. Allah’a Kuran’da uzak ism-i işaretle işaret edilir. Yakın ism-i işaret olan هَذَا kullanılmaz. Bu durum O’nun yüceliğinden kaynaklıdır.
عَالِمُ: “Bilen” demektir. علم kökünden dördüncü bâbdan eril tekil ism-i fâildir.
الْغَيْبِ: “Kayıp, gayb” demektir. غيب kökünden ikinci bâbdan mastar olarak birisinin veya bir şeyin başka birisinin görme, işitme veya başka türlü bütün hislerle onu idrak etmesinin dışında olması manasındadır. Bu mastar manasından hislerle idrak edilmenin dışında olan manasında “gayb” anlamında isimdir. الشَّهَادَةِ nin zıttıdır. Çoğulu غُيُوب dur.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. الْغَيْبِ ye الشَّهَادَةِ yi atfetmiştir.
الشَّهَادَةِ: “Kesin bilgiyle karara varmak, şehadet” demektir. شهد kökünden dördüncü bâbdan mastardır. الْغَيْبِ nin zıttıdır. Görgü tanıklığı değildir. Türkçede şahit kelimesi de şehit kelimesi de yanlış anlamda kullanılmaktadır. Şahit “kesin bilgiyle karar veren” demektir. Görgü tanığı demek değildir. Şehit “kesin bilgiyle karar verici” demektir. Allah yolunda öldürülen demek değildir.
قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَا إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنَ الْكَاذِبِينَ (26) وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنَ الصَّادِقِينَ (27) فَلَمَّا رَأَى قَمِيصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ قَالَ إِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ إِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظِيمٌ (28)
(Yusuf) “O benim nefsimden murad etti” dedi ve onun (kadının) ehlinden bir şahit şahitlik etti. Eğer onun (Yusuf’un) gömleği önden yırtılmışsa o (kadın) doğru söyledi ve o (Yusuf) yalancılardandır. Eğer onun (Yusuf’un) gömleği arkadan yırtılmışsa o (kadın) yalan söyledi ve o (Yusuf) doğrulardandır. Gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce “Kesinlikle o siz kadınların kurgusudur. Kesinlikle siz kadınların kurgusu büyüktür.” dedi. (Yusuf 26-28)
Bu ayetlerde Yusuf ile kadının arasında meydana gelen olayda şahitlik eden olayı görmemiştir. Gömleğin önden veya arkadan yırtılmasına göre karar verecektir. Bunu açıkladıktan sonra gömleğe bakmış ve Yusuf’un doğru, kadının yalan söylediği ortaya çıkmıştır. Şahidin görgü tanığı olmadığı, bilirkişi olduğu bu ayetlerde açıkça görülmektedir.
وَمَا شَهِدْنَا إِلَّا بِمَا عَلِمْنَا
Biz yalnızca bildiğimizle şehadet ederiz. (Yusuf 81)
Bu ayette şahitliğin yalnızca ilimle yani kesin bilgiyle olacağı söylenmektedir.
Şehîd ise şahidin mübalağalısıdır. Şahitlik yapmanın artık o kimsenin vasfı haline geldiğini gösterir.
Bir konuda bilimsel görüşe dayanarak verdiği karar doğru kabul edilen kimse şehiddir. Allah yolunda öldürülenlere şehîd denmesi Kuran’a uygun olmayan bir adlandırmadır.
الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ: “Gayb ve şehadet” demektir.
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ: “Gayb ve şehadeti bilen” demektir.
الْعَزِيزُ: “Aziz” (üst, üstün, etkin) demektir. Sıfat-ı müşebbehedir. Kökü عزز dir. İkinci bâbdan gelmektedir. Lazım fiildir. Üst olan, üstün olan, etkin olan manasındadır. Sübut ve devam özelliği olan bir sıfattır. Çoğulu أَفْعِلَة kalıbından أَعِزَّة dir.
الرَّحِيمُ: “Rahim” (merhamet edici) demektir. Kökü رحم dir. Dördüncü bâbdan müteaddi fiilden türeyen mübalağalı ism-i fâildir. Birisine fayda etmek, ondaki zararı gidermek için yardım etmek manasındaki fiilden gelmiştir. Düzensiz çoğulu رُحَمَاءُ dur.
الَّذِي: “Kimse” demektir. Has ism-i mevsuldür.
Fiil cümlesi |
Fâil | Mefûlun bih | Fâil | Fiil |
Muzâfun ileyh | Muzâf |
Sıfat Fiil cümlesi | Mevsûf |
Fâil | Mefûlun bih | Fiil |
هُوَ | هُوَ | هُ | خَلَقَ | شَيْءٍ | كُلَّ | هُوَ | أَحْسَنَ |
أَحْسَنَ: “İyi yaptı” demektir. حسن kökünden if’âl bâbından üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Beşinci bâbdan حَسُنَ - يَحْسُنُ “iyi olmak” demektir. “İyi, faydalı ve olumlu özelliklerin baskın olması” demektir. Lazım fiildir. Beşinci bâb if’âl bâbına (أَحْسَنَ – يُحْسِنُ) tadiye etkisi ile gelir. “İyilik yaptı, iyi kıldı” anlamına gelir. “Bir fiilde veya bir şeyde iyi, faydalı ve olumlu özelliklerin (yapı, işlev gibi) baskın olmasını sağlamak” demektir.
كُلَّ: “Her” demektir. Buradaki gibi kendisinden sonra nekre bir kelime gelirse o kelimenin işaret ettiği her varlığı ifade eder.
شَيْءٍ: “Şey” demektir. شيء kökünden gelmiştir. Üçüncü bâbdan mastar olarak bir durumu, bir varlığı, bir işi dilemek, istemek manasındadır. Bu mastar manasından istenilen, dilenen manasında شَيْءٌ “şey” anlamında isimdir. Çoğulu أَشْيَاءُ dur.
كُلَّ شَيْءٍ: “Her şey” demektir. Allah bütün seçenekleri yaratmıştır. Bunlar geçmişten zamanın duracağı ana kadar olan bütün seçeneklerdir. Bu seçeneklerden her biri bir şeydir. Hepsini Allah yaratmıştır. Hepsi Allah’ın meşietidir. Bu nedenle Allah meşiet etmeden biz hiçbir şeyi meşiet edemeyiz. İşte bütün bu seçenekler şeylerdir.
خَلَقَ: “Yarattı” demektir. خلق kökünden birinci bâbdan üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Var olan başka bir şeyden yeni bir şey üretmek manasındadır. Fâili müstetir هُوَ dir ve Allah’a racidir.
هُ: “O” demektir. Mensub muttasıl eril tekil zamirdir. شَيْءٍ e racidir.
خَلَقَهُ: “Onu yarattı” demektir. شَيْءٍ in sıfatıdır.
شَيْءٍ خَلَقَهُ: “Yarattığı şey” demektir.
كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ: “Yarattığı her şey” demektir.
أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ: “Yarattığı her şeyi iyi yaptı” demektir. Yarattığı her şeyin iyi, faydalı ve olumlu özelliklerinin (yapı, işlev gibi) baskın olmasını sağladı demektir.
وَلَأُضِلَّنَّهُمْ وَلَأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الْأَنْعَامِ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللَّهِ وَمَنْ يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللَّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُبِينًا
Onları saptıracağım ve onları kuruntulandıracağım ve onlara emredeceğim de en’amın (çiftlik hayvanlarının) kulaklarını koparttıracağım ve onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler ve kim Allah’ın dununda şeytanı veli edinirse açık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa 119)
Allah’ın yarattığı her şeyin iyi, faydalı ve olumlu yönlerini baskın kılınmışken İblis Allah’ın yarattığını tağyir ettirmeyi emredecektir. Allah’ın yarattığını değiştirdiğinizde faydalı yönleri değil zararlı yönleri, olumlu değil, olumsuz yönleri, iyi değil, kötü yönleri baskın olmaya başlar. Tüm doğanın dengesi bozulur. Yediğimiz bitkiler ve hayvanlar vücudumuza fayda değil zarar vermeye başlar.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ cümlesine بَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ cümlesini atfetmektedir.
Fiil cümlesi |
Mefûlün bih GS | Mefûlun bih | Fâil | Fiil |
Mecrur | Cârr | Mefûlun bih Muzâfun ileyh | Şibh-i fiil Muzâf |
طِينٍ | مِنْ | الْإِنْسَانِ | خَلْقَ | هُوَ | بَدَأَ |
بَدَأَ: “Başlattı” demektir. بدء kökünden üçüncü bâbdan üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Faili müstetir هُوَ zamiridir. Allah’a racidir. Bu fiilde mutlaka bir mastar mef’ûl vardır. Bazen mahzuf olur (söylenmez), bazen zahir olur (söylenir) ama her zaman vardır. O mastarla olan fiile başlamak anlamındadır. Ancak ilk defa başlamayı ifade etmez, daha önce yapılmış bir fiilin tekrar başlatılmasını ifade eder. Halk’a başlamak demek yaratmaya başlamak demektir. Ancak ilk defa halk’a başlamak değildir. İade ile kullanılırsa başlatılan fiilin bittikten sonra tekrar yeniden başlatılacağını ifade eder. Bir fiilin daha önce hiç yapılmadan ilk defa başlatılmasını ifade eden بدع köküyle yakın akrabalığı vardır.
بدع ilk başlangıçken بدء sonraki başlangıçlardır.
خَلْقَ: “Yaratmak” demektir. خلق kökünden birinci bâbdan mastardır.
الْإِنْسَانِ: “İnsan” demektir. الْإِنْسَانَ kelimesinin kökü ءنس‘dir. أَنَس mastarı birisini sosyal, yakın, arkadaşça hissetmek, tanıdık ve alışık olmak manasındadır. Bu mastar manasından sosyal, yakın, arkadaş olarak hissedilen, tanıdık olan manasında إِنْس ıstılahi olarak “insan” anlamında camid isimdir.
Kur’an’da ءنس kökü ile geçen ve ‘insan’ olarak çevrilen kelimelerin aralarında farklar vardır.
Arapçada “ism-i cem-i cins” denen bir isim çeşidi vardır. Kelime hem topluluğu hem de cinsi bildirir. Eğer bu kelime ile ilgili zamir, işaret ismi ya da fiil müzekker ise cinsi, müennes ise topluluğu bildirir. Bu kelimenin sonuna يّ veya ة getirilirse kelimenin müfredi (tekili) elde edilir. Bu tekil kelime tekrar çoğullaştırılabilir.
Öncelikle إِنْس kelimesini incelersek:
وَأَنَّا ظَنَنَّا أَنْ لَنْ تَقُولَ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا
“İnsan ve cin topluluğunun Allah üzerine yalan söylemeyeceğini zannettik.” (Cin, 72/5)
الْإِنْسُ وَالْجِنُّ fâilken cümlenin fiili تَقُولَ şeklinde müennes (dişil) gelmiştir. Bu ayette bu nedenle insan ve cin cinsini değil, topluluklarını ifade etmektedir.
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ إِنَّـهُمْ كَانُوا خَاسِرِينَ
“Onlardan önce cin ve insan topluluğundan geçenler oldu. Onlar kaybedenler oldular.” (Fussilet, 41/25)
Bu ayette de fiil خَلَتْ şeklinde müennes gelmiş ve cins değil, topluluk olduğunu göstermiştir. Buna ilaveten sonrasında إِنَّـهُمْ şeklinde gelen هُمْ ise bu kuralın topluluğu gösterdiğinin delilidir.
لَمْ يَطْمِثْهُنَّ إِنْسٌ قَبْلَهُمْ وَلَا جَانٌّ
“Onlardan önce onlara (kadınlara) ne bir insan ne de cin türü temas etmiştir.” (Rahman, 55/74)
Bu ayette ise يَطْمِثْ müzekker fiili getirilerek bunların topluluk değil tür olduğunu göstermiştir.
Bu şekliyle bu kelimenin ism-i cem-i cins olduğu anlaşılmaktadır.
Bu kelime sonuna يّ gelerek müfredleşir. Bu şekliyle إِنْسِيّ ins cinsinden bir varlığın adı olur ve nekre çoğulu da أُنَاس dır. Marife çoğulu aslında الْأُنَاس dır ancak çok kullanılınca hemze düşmüş ve النَّاس şekline dönüşmüştür.
| Camid isim müfred | Camid isim cem | İsm-i cem-i cins | İsm-i cem-i cinsten müfred | İsm-i cem-i cins müfredden cem |
Nekre | إِنْسَان | أَنَاسِيّ | إِنْس | إِنْسِيّ | أُنَاس |
Marife | الْإِنْسَان | - | الْإِنْس | - | النَّاس |
إِنْس kelimesi وَحْش kelimesinin zıttı olarak kullanılır. Okun okçuya yakın olan ucuna إِنْس, sivri ucuna ise وَحْش denir. إِنْس insana yakınlıkla ilişkilendirildiği için sosyal insanı ifade eder.
إِنْسَان kelimesi ise insanın türsel özellikleri, yaratılışsal özellikleriyle ilgilidir. Biyolojik insanı ifade eder. Eğer kastedilen Homo Sapiens ise الْإِنْسَان şeklinde gelir. Eğer kastedilen başka bir insan türü ise nekre olarak إِنْسَان şeklinde gelir. Nekre gelişin çoğulu olan أَنَاسِيّ ise biyolojik insan türlerini ifade eder.
İnsan türünün davranışları türsel özelliği, yaratılışı gereği ise Kuran’da الْإِنْسَان şeklinde gelir.
خَلْقَ الْإِنْسَانِ: “İnsanı yarattı” demektir. “İnsan türünü yarattı” demektir. “Homo sapiensi yarattı” demektir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
طِينٍ: “Çamur, çamursu karışım” demektir. طين kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan طَيْن mastarı bir şeyin içine başka bir şeyin karışmasıyla, onunla yoğrulmasıyla kıvamının değişmesi manasındadır. Bu mastar manasından içine bir şey karışarak, onunla yoğrularak kıvamı değişen manasında طِين toprak için kullanıldığında “çamur” (Arapçada çamur = وَحَل), diğer maddeler için kullanıldığında “çamur kıvamında karışım”, ıstılahi olarak yumurtanın spermle döllenmesiyle “döllenmiş yumurta, zigot” anlamında isimdir. Fertleştirilmiş hali طِينَة dir.
مِنْ طِينٍ: “Tîn’den” demektir. “Zigottan” demektir.
بَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ: “İnsanı yaratmaya tîn’den başladı” demektir. “İnsanı yaratmaya zigottan başladı” demektir.
Burada insanı yaratmaya Tîn’den başladı demektedir. Tîn nekredir. Bu da bildiğimiz çamur türü olmadığını, bilemediğimiz bir çamur türü veya bildiğimiz türden herhangi bir çamur olduğunu ifade etmektedir. Bildiğimiz çamur türünden teb’iz olması için marife olmalıdır. Nekre olduğundan dolayı ibtidau-l gaye için uygundur. Yani tîn adı verilen bir yapıdan insan yaratılmaya başlanmıştır.
Âdem’in yaratılışını düşündüğümüz zaman Turâb’dan yaratıldı demektedir. Ama bu ayette insanı Tîn’den yaratmaya başladı demektedir. Bu durumda çelişki olmaması gerekir. Önce Tîn, sonra Turâb olursa bu durum olabilir. Ama İsa ve Âdem benzetilirken Tîn değil, Turâb kullanılmıştır. Burada insan türü kullanılmıştır. Bu nedenle insan türünü Tîn’den başlatmalı, Âdem’i ise Turâb’dan yaratmaya başlamalıdır.
Aynı durum İsa için de geçerlidir. Tîn’in kelime manası üzerinden gidersek Yumurta içine yani Turâb içine başka bir şeyin karışması ile Tîn ortaya çıkmaktadır. Bu sperm olabilir veya İsa’daki gibi polar cisimcik olabilir. Bu durumda Âdem’in yaratıldığı Turâb insan Turâb’ı değildir. Âdem’in yaratıldığı Turâb bir Neanderthal Turâb’ıdır. Yani Âdem de İsa gibi babasız yaratılmış ama annesi insan türünden değil, başka türdendir.
Âdem’in Turâb ve Tîn’den yaratılışı
إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِنْ طِينٍ
Rabbin meleklere “kesinlikle ben Tîn’den bir beşer yaratanım” demişti. (Sad 71)
Burada Allah meleklere Tîn’den bir beşer yaratacağını söylemektedir.
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ قَالَ أَأَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طِينًا
Meleklere “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışındakiler secde ettiler. “Tîn halinde yarattığına secde eder miyim?” dedi. (İsra 61)
Burada İblis Âdem için onu Tîn halinde yarattın demektedir. Bu da Tîn halinde iken de onun insan olduğunu, Tîn’in bir malzeme değil, yaratılmada bir dönem olduğunu göstermektedir.
هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ طِينٍ ثُمَّ قَضَى أَجَلًا وَأَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ
O sizi Tîn’den yaratan sonra bir ecel kaza edendir ve isimlendirilmiş bir ecel O’nun indindedir. (Enam 2)
Burada mevcut insanların Tîn’den yaratıldığı söylenmektedir.
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلَّا تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ
“Sana emrettiğim zaman secde etmen için sana mani olan nedir” dedi. “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni Nâr’dan yarattın ve onu Tîn’den yarattın.” dedi. (Araf 12)
قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ
“Ben ondan daha hayırlıyım. Beni Nâr’dan yarattın ve onu Tîn’den yarattın.” dedi. (Sad 76)
Bu ayetlerde İblis İnsanın Tîn’den yaratıldığını gerekçe göstererek kendisinin hayırlı olduğunu iddia etmektedir.
فَاسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَمْ مَنْ خَلَقْنَا إِنَّا خَلَقْنَاهُمْ مِنْ طِينٍ لَازِبٍ
Onlara fikrini sor. Onlar mı yaratılışça daha şiddetli yoksa bizim yarattığımız mı? Kesinlikle biz onları lâzib Tîn’den yarattık. (Saffat 11)
Burada Tîn’in sıfatı olarak lazib getirilmiştir. لزب kökü kendi içindeki parçaların birbirine yapışıp sertleşmesi anlamındadır. Kuraklıktan dolayı sertleşen çamura لَازِب sıfatı verilir.
Yumurtanın döllenmesi (fertilizasyon) ve dış tabakanın sertleşmesi
Yumurta içine sperm girdikten sonra dış kabuğu olan Zona Pellucida tabakası içeriye başka nesnenin (başka bir spermin) girmesini önleyecek kadar sertleşir ve artık kendi içinde tek parçadır. İşte bu nedenle طِينٍ لَازِبٍ ismini almaktadır.
Âdem ve İsa arasındaki benzerlik
Âdem ve İsa yaratılışça benzemektedirler. İsa’nın yaratıldığı Turâb insan yumurtası iken Âdem’in yaratıldığı Turâb insan yumurtası değildir. Âdem’in yaratıldığı Tîn önce insan Tîn’i değilken insan Tîn’ine dönüştürülmüştür. İkisi de XX kromozomuna sahip olan Tîn’in XY kromozomlu Tîn’e dönüştürülmesi ile erkek haline getirilmiştir. İsa tek başına yaratılmışken Âdem zevci olan ikizi ile beraber yaratılmıştır.
Burada بَدَأَ denmiştir. Bu ilk başlatma değildir. İlk başlatma olsaydı بَدَعَ şeklinde gelirdi. Buna göre insanın yani homo sapiensin yaratılışı ilk değildir. Daha önceden başka insan türleri yaratılmış demektir. Bu yeryüzündeki bizden önceki insan türleri olabileceği gibi uzayda yaratılmış başka insan türleri de olabilir.
ثُمَّ: “Sonra” demektir. Atıf harfidir. Cümleleri birbirine atfeder. بَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ cümlesine جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ cümlesini atfetmiştir. ثُمَّ ma’tûfun aleyhle ma’tûf arasında oluşun sırasını gösterir, buna “tertip” denir. Önce ma’tufun aleyh, sonra ma’tûf gelir. Bu nedenle sümme ile yapılan atıfta ma’tûf ile ma’tûfun aleyh yer değiştiremez. Zamansal olarak peşi sıra oluşu göstermez, arada belirli bir zaman geçmiştir. Bu nedenle “takip etkisi yoktur”. Bu arada boşluk olmasına “terahi” (تَرَاخِي) denir. İş yapmada ma’tûfun aleyh ile ma’tûf arasındaki boşluğun belirli bir süresi yoktur, duruma göre bu süre değişir. Kısa bir süre olabileceği gibi uzun bir süre de olabilir.
Atıf fâsı (فَ) da zamansal ilişki için gelir. Atıf fâsına tertip ve takip fâsı da denir. ثُمَّ gibi ma’tûfun aleyhle ma’tûf arasında oluşun sırasını gösterir (tertip) ve ma’tûf ile ma’tûfun aleyh yer değiştiremez. ثُمَّ den farklı olarak zamansal olarak peşi sıra oluşu gösterir. Buna “takip” denir. İş yapmada ma’tûfun aleyh ile ma’tûf arasında bir boşluk yoktur, ma’tûf ma’tûfun aleyhten hemen sonra aynı işi yapmıştır.
Mensuh fiil cümlesi |
Mef'ûlun bih sâni | Mef'ûlun bih evvel | Fâil | Nâsih Fiil |
Mecrur | Cârr | Muzâfun ileyh | Muzâf |
Sıfat | Mevsûf |
Mecrur | Cârr |
Sıfat | Mevsûf |
مَهِينٍ | مَاءٍ | مِنْ | سُلَالَةٍ | مِنْ | هُ | نَسْلَ | هُوَ | جَعَلَ |
جَعَلَ: “Kıldı” demektir. جعل kökünden üçüncü bâbdan eril üçüncü tekil şahıs mazi malum fiildir. Bu fiil iki mef’ûl alır. İlk mef’ûle ikinci mef’ûl vasfını kazandırmaktadır. Birinde/bir şeyde bir özelliği kılmak anlamına gelir. Fâili müstetir هُوَ dir. Allah’a racidir.
نَسْلَ: “Nesil” demektir. نسل kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan mastar olarak birisinden veya bir şeyden onunla ilişkisi devam eden bir parçanın çıkması ve ondan ayrılması manasındadır. Bu mastar manasından ayrılan manasında نَسْل “nesil” anlamında isimdir.
هُ: “O” demektir. Eril tekil mecrur muttasıl zamirdir. الْإِنْسَانِ ye racidir.
نَسْلَهُ: “Onun nesli” demektir. İnsanın neslidir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
سُلَالَةٍ: “Sülale” demektir. سُلَالَة “sıvıştırılan” demektir. سلل kökünden gelmiştir. Birinci bâbdan سَلّ mastarı bir şeyi bulunduğu yerden kolaylıkla, nazikçe çekip çıkarmak veya bulunduğu şeyden kolaylıkla, nazikçe dışarı itmek (kılıcı kınından çekmek veya tereyağından kıl çekmek gibi) manasındadır. Bu mastar manasından bulunduğu yerden kolaylıkla dışarı çekilen veya kolaylıkla dışarı itilen manasında سُلَالَة “sıvıştırılan” anlamında isimdir.
Sülale tüpün (tuba uterina) içinden rahime doğru hareket edişinden dolayı Kuran’da bu şekilde isimlendirilmiştir.
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طِينٍ
İnsanı Tîn’den Sülale’den yaratmıştık. (Müminun 12)
Tîn’den (zigottan) sonraki aşamadır. Zigot’un bölünmeye başladığı ve bölünürken de rahime doğru hareket ettiği dönemdir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
مَاءٍ: “Su, sıvı” demektir. موه kökünden isimdir.
مَهِينٍ: “Şekillendirilen” demektir. مهن kökünden beşinci bâbdan sıfat-ı müşebbehedir. Lazım fiildir. Bir kimse veya bir şeyin yumuşak, esnek, kolayca şekillendirilebilir, işlenebilir ve yönlendirilebilir olması anlamındadır.
مَاءٍ مَهِينٍ: “Şekillendirilen bir sıvı” demektir.
مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ: “Şekillendirilen bir sıvıdan” demektir.
سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ: “Şekillendirilen bir sıvıdan sülale” demektir.
مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ: “Şekillendirilen bir sıvıdan sülaleden” demektir.
جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ: “Neslini şekillendirilen bir sıvıdan sülaleden kıldı” demektir. Bu مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ deki مِنْ ibtidau-l gaye için değil, teb’iz içindir. Sülalenin şekillendirilmiş bir sıvının bir parçası olduğu ifade edilmektedir. Sülale tuba uterina içinde bir sıvının içinde kayarak ilerler. Buradaki مَاءٍ مَهِينٍ bu sıvı ve içindeki sülaledir.
ثُمَّ: “Sonra” demektir. Atıf harfidir. جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ cümlesine سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ cümlelerini atfetmektedir.
Ma'tûf Fiil cümlesi | Atıf harfi | Ma'tûf Fiil cümlesi |
Mefûlün bih GS | Mefûlun fih | Fâil | Fiil | Fâil | Mefûlun bih | Fiil |
Mecrur | Cârr | Mecrur | Cârr |
Muzâfun ileyh | Muzâf |
هُ | رُوحِ | مِنْ | هُ | فِي | هُوَ | نَفَخَ | وَ | هُوَ | هُ | سَوَّى |
سَوَّى: “Tesviye etti” demektir. سوي kökünden dördüncü bâbdan سِوًى mastarı fazlalıklardan, eksikliklerden, istisna olmaktan, aşırı olmaktan uzak olmak yani normal olmak manasındadır. Tesviye etmek olması gerektiği gibi olmasını sağlamak demektir. سوي kökünün zıttı ءمت köküdür. أَمْت “pürüz” demektir. Tesviye edilende pürüz olmaz. Gereksiz çıkıntı ve girinti olmaz.
هُ: “O” demektir. Eril tekil mensub muttasıl zamirdir. الْإِنْسَانِ ye racidir.
سَوَّاهُ: “Onu tesviye etti” demektir.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. سَوَّاهُ cümlesini نَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ cümlesine atfetmektedir.
نَفَخَ: “Üfledi” demektir. نفخ kökünden birinci bâbdan üçüncü şahıs eril tekil mazi malum fiildir. Fâili müstetir هُوَ dir ve Allah’a racidir. روح kökünün zıttıdır. رِيح “rüzgâr” demektir. Hava ve benzeri şeyleri içine çekerek bir yerden başka bir yere hareket ettirmek manasındadır. نفخ kökü ise içine çekme değil dışarı itme şeklindedir.
فِي: “İçinde” demektir. Harf-i cerdir.
هِ: “O” demektir. Eril tekil mecrur muttasıl zamirdir. الْإِنْسَانِ ye racidir.
فِيهِ: “Onun içine” demektir. “İnsanın içine” demektir.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
رُوحِ: “Ruh” demektir. روح kökünden gelmiştir. نفخ kökünün zıttıdır. Üçüncü bâbdan رِيح mastarı hava ve benzeri şeyleri içine çekerek bir yerden başka bir yere hareket ettirmek manasındadır. Bu mastar manasından رُوح “bir varlığın içine çektiği ve onunla dolup şiştiği şeydir”. Istılahi olarak Allah’ın canlı varlıkların bedenlerine üflediği ve onların içini dolduran, aynı zamanda onlara yön verme işlevi olan yaratılmış bir varlıktır.
هِ: “O” demektir. Eril tekil mecrur muttasıl zamirdir. Allah’a racidir.
رُوحِهِ: “O’nun ruhu” demektir. Allah’ın ruhudur.
مِنْ رُوحِهِ: “O’nun ruhundan” demektir.
نَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ: “Onun içine ruhundan üfledi” demektir. İnsanın içine Allah kendi ruhundan üflemiştir.
سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ: “Onu tesviye etti ve onun içine ruhundan üfledi” demektir. Kuran’ın hiçbir yerinde insana ruh üfledi denmez. İnsana Allah’ın ruhundan ruh üflendi der. Ruhumuzdan ruh üflendi der. Kuran’da ruh olarak ifade edilen iki ruh vardır. Birisi Cebrail’dir. Ona Kuran Ruhu-l Emin der. Diğeri Mikail’dir. Kuran ona Ruhu-l Kudüs der. Her ikisi de tüm evrende, evrenlerde her şeyden haberdardırlar. Her varlığı bilirler ve her şey hakkında bilgiye sahiptirler. Bir de onların dışında insanların ve cinlerin ruhu vardır. Bunlar Allah’ın ruhundandır. Hayvanların da ruhu vardır. O ruh Allah’ın ruhundan değildir. Allah’ın ruhundan kime üflendiyse o artık bilinçli varlıktır. Öleceğini bilen varlıktır. İnsanların ve cinlerin bilinçli varlık olmasını sağlayan işte bu ruhtur. Herkes kendisine üflenen ruhun parçasına bağlanmıştır. Ortak bir ruhun içindedirler. Bir istisna vardır. O da bağlandığı ruh insanların ruhu olmayıp Ruhu-l Kudüs olan insanlardır. O insanların ruhu Ruhu-l Kudüstür. Ruhu-l Kudüs emrindeki melekler ile birlikte bu insanların ruhu olmuştur. Onlar herkes hakkında bilgi alabilirler. Onlar Allah tarafından seçilmiş insanlardır.
رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ لِيُنْذِرَ يَوْمَ التَّلَاقِ يَوْمَ هُمْ بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ
(O) dereceleri yükseltendir, arşın sahibidir. Buluşma gününü, onlardan hiçbir şeyin Allah’a gizli olmadığı, açıkta oldukları günü uyarması için emrinden Ruhu kullarından istediğinin/isteyenin üzerine ilka eder. (Mümin 15-16)
Bu ayette nebiler veya resuller ifadesi yoktur. Ruh ilka edilen مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ şeklinde umumi ism-i mevsulle ifade edilen kimselerdir. Kullarından olması önemlidir. Allah’ın kulu demek O’nun için çalışan kimse demektir. O’nun kurallarının geçerli kurallar olması için çalışan kimse demektir. Herkes Allah’ın kulu değildir. Buradaki مَنْ يَشَاءُ ifadesi hem isteyen hem de istediği anlamına gelir. Bu nedenle Ruhu-l Kudüs’ün kendisine ilka edilmesini isteyene de Allah’ın kulu olması şartı ile Allah Ruhu-l Kudüs’ü ilka edebilir.
يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنْذِرُوا أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاتَّقُونِ
Melekleri emrinden olan Ruh ile kullarından istediği/isteyen kimse üzerine “Ben’den başka ilah yoktur, öyleyse bana ittika edin” diye uyarın diye indirir. (Nahl 2)
Bu ayette de ruhla beraber meleklerin indirilmesi yine umumi ism-i mevsulle kullarından istediği/isteyene şeklinde ifade edilmiştir. Bu kullarının tek bir kişi değil, çok kişi olduğu أَنْذِرُوا (uyarın) çoğul fiili ile anlaşılmaktadır.
لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءَهُمْ أَوْ أَبْنَاءَهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُولَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُولَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Allah’a ve ahir yevme iman eden bir kavmi Allah ve resulünün sınırlarına karşı sınırlar koyan kimselerle birbirini arzular şekilde bulamazsın, onlar babaları veya oğulları veya kardeşleri veya aşiretleri olsa bile. Onlar, kalplerine imanı yazdı ve onları O’ndan bir ruh ile teyit etti. Onları içinde kalıcılar halinde altından nehirler akan cennetlere girdirir. Allah onlardan razı oldu ve onlar da O’ndan razı oldu. Onlar Allah’ın hizbidir. Dikkat edin kesinlikle Allah’ın hizbi, onlar, iflah olanlardır. (Mücadele 22)
Bu ayette de Allah’a ve ahir yevme iman eden bir topluluktan bahsedilmektedir ki bu topluluğun arzulamadıkları Allah’ın sınırlarını tanımayanlardır. Kalplerinde iman duygusu vardır. Onları da ruh desteklemektedir. Burada görülmektedir ki Ruhu-l Kudüs bu topluluklarda Allah’ın istediği kullarının ruhu olmakta ve bu sayede doğru kararlar vermektedirler. Allah’ın sınırlarını tanımayan çok oy peşinde koşan vesenleri, Allah’ın sınırlarını tanımayan çok para peşinde koşan kendilerine iş adamları diyenleri, Allah’ın sınırlarını tanımayan çok mürid vasıtasıyla çok mal elde etmek peşinde olanları yakınları bile olsa arzulayanlar için bu durum söz konusu değildir. Bu ayette geçen يُوَادُّونَ yi “sevmek” olarak çevirmektedirler. Oysa sevme olsaydı يُحِبُّونَ olurdu. Bu onları arzulamak, onlarla beraber olmak, onlarla aynı hedefler içinde olmak demektir. Müfâele bâbı olduğu için karşılıklılık vardır. Onlar da onları arzularlar. Çünkü kendi vesenleri içinde olması gerekenler vardır. Çok insan gereklidir. Bu nedenle arzulamak karşılıklıdır. Ne kadar çok üyeniz varsa o kadar iyidir. Onlardan uzak duranların Allah kalbine imanı yazmıştır. Ruh ile teyit etmektedir.
İnsanlar ortak bir ruha sahip olduklarından bu ruh üzerinden birbirleriyle etkileşime girebilirler ve birbirlerini uzaktan bile etkileyebilirler.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ cümlelerine جَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ cümlesini atfetmektedir.
Mensuh fiil cümlesi |
Mef'ûlun bih evvel | Mef'ûlun bih sâni | Fâil | Nâsih Fiil |
Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûf | Atıf harfi | Ma'tûfun aleyh | Mecrur | Cârr |
الْأَفْئِدَةَ | وَ | الْأَبْصَارَ | وَ | السَّمْعَ | كُمْ | لِ | هُوَ | جَعَلَ |
جَعَلَ: “Kıldı” demektir. Fâili müstetir هُوَ dir. Allah’a racidir.
لِ: “İçin” demektir. Harf-i cerdir.
كُمْ: “Siz” demektir. İkinci şahıs eril çoğul mecrur muttasıl zamirdir.
لَكُمْ: “Sizin için” demektir.
السَّمْعَ: “İşitmek” demektir. سمع kökünden dördüncü bâbdan mastardır.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. السَّمْعَ ye الْأَبْصَارَ yi atfetmektedir.
الْأَبْصَارَ: “Görme hisleri, görme duyuları” demektir. بصر kökünden gelmiştir. Tekili بَصَر dır. Beşinci bâbdan (بَصُرَ – يَبْصُرُ) görme özelliğine sahip olmak anlamında iken if’âl bâbında (أَبْصَرَ – يُبْصِرُ) görmek manasındadır.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. الْأَبْصَارَ ye الْأَفْئِدَةَ yi atfetmektedir.
الْأَفْئِدَةَ: “Fuadlar” demektir. Tekili فُؤَاد dır. فءد kökünden gelmiştir. Üçüncü babdan فَأْد mastarı “bir şeyin alevlenmesi, parlaması ve hararetle yanması, ısınması, kızarması, pişmesi” manasındadır. Bu mastar manasından alevlenme yeri, yanma yeri, pişme yeri, pişme aleti, güçlü bir şekilde parlayan, yanan bir yer veya nesne manasında فُؤَاد ıstılahi olarak “içsel göz ve kulak” anlamında ism-i mekân veya ism-i alet manasında camid isimdir.
İnsan ruh, nefis ve bedenden oluşur. Nefis ruh ile bedeni birbirine bağlayan soyut bir varlıktır. Fuad nefisle ruh arasındadır. Basar ve sem’ (görme ve işitme) insanın zahiri alem ile bağlantısını sağlarken fuad insanın batıni alemle bağlantısını sağlar.
Fuad, hafızadan, vahiyden veya duyularımızın ötesindeki kaynaklardan gelen bilgileri anlamlandırma ve kavrama yetisine sahiptir. Fuad rüyalar, ilhamlar, telepati ve diğer duyular ötesi algılarla bağlantılıdır. Fuad insanın içsel bir gözü ve kulağı gibidir.
Fuad ruhla nefisi bağladığından dolayı iyi duyguların kaynağıdır. Kötü duygular ise nefis kaynaklıdır. Öfke, kin, nefret, hased gibi duygular nefisten kaynaklıyken, sevgi, mutluluk, güven gibi iyi duygular ruhtan kaynaklıdır. Kötü duygular şeytanların etkisine girmek için bir kapıdır. Bu kötü duyguları yaşadığı sırada insanlara şeytanların vesvese verme kapıları açılır ve şeytanlar etki edebilir duruma gelirler. İnsanlar aynı ruhu paylaştıkları için kötü duyguları yaşayan insanlara başka insanlar kötü duyguları ile etki edebilirler. Ruh üzerinden kötü duygulara sahip insandan bahsetmeleri bile o insanda psikolojik sıkıntılara neden olabilir. Halk arasında nazar olarak adlandırılan durum budur.
Fuadı kullanarak insanlar diğer insanlardan, olaylardan bu şekilde haber alabilirler. Ancak bunun için insanların kötü duygulardan arınmış olması ve en yüksek iman seviyesinde olması gereklidir. Halk arasında kalp gözü açık denilen insanların durumu budur.
Aldatıcının Allah’la aldatması da fuadı kullanarak olur. Onu iyi bir şey yaptığına inandırarak kandırır. Onu çoğunluk sistemi içinde çaba içine sokar. Onun iyi duygularını kullanır ve Allah yolunda olduğuna inandırır. Birisinin fuadı doğruya sabitlenmişse onun aldatılması zordur.
وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهِ فُؤَادَكَ
Hepsini, senin fuadını onunla sabitlediğimizi, resullerin haberlerinden sana anlatıyoruz. (Hud 120)
Kuran’da anlatılan resullerin haberleri bizim fuadımızı doğruya sabitler. Yanlış yönlere kaymamızı önler. Aldatıcının bizi Allah’la aldatmasını önler. Hiçbir resul gücü eline geçirmeyi istememiştir. Aldatıcı ise bizim gücü ele geçirmemizi, çoğunluğu ele alıp Allah’ın dinini getireceğimizi fuadlarımızı kullanarak bize iletir. Çünkü fuad iyi duyguların merkezidir. Biz de eğer gücü elde eder sonra Allah’ın dinini getiririz diye düşünürsek fuadımız sabitlenmemiş demektir. Aldatıcının oyununa gelmiş oluruz. Artık o sistem içinde çabalar dururuz, Allah’ın yolunca cihad ettiğimiz sanırken yanlış yollarda adım adım ilerlemiş oluruz. Amellerimiz de boşa gider, ahiretimiz de acı olur. Fuadı sağa sola dönenlerden değil, sabitlerden olmak bu nedenle çok önemlidir.
السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ: “İşitme ve görmeler ve fuadlar” demektir.
جَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ: “Sizin için işitme ve görmeler ve fuadlar kıldı” demektir. Burada işitme tekilken görmeler ve fuadlar çoğul olarak gelmiştir. Bunun sebebi işitme duyusunun standart olması ama görme duyusunun standart olmamasıdır. Her insanın görmesi farklı olabilir. Biz gördüğümüz bir şeyi nasıl gördüğümüzü anlatamayız. Rengi tarif edemeyiz. Bizim kırmızı gördüğümüzü bir renk körü yeşil görebilir ve onun için kırmızı odur. Işık ve gölgelere bağlı olarak aynı şeyi farklı görebildiğimiz gibi aynı cisme bakan iki kişi aynı noktadan bakmadıkları için o cismi aslında farklı şekilde görürler. İşitme için bu söylenemez. Sadece işitmesi zayıf olan sesi daha alçak hisseder. Bu nedenle işitme insanlar için tekil gelirken görme insanlar için çoğul gelmiştir. Fuad da her insan için farklıdır.
Fuad boş olduğunda artık iyi duygu hissedemez hale gelinmiş demektir. Kıyamet yevminde zalimlerin durumu bu olacaktır. Cehenneme gideceklerinin farkındadırlar ve artık fuadları havadır, boştur.
Burada جَعَلَ لَهُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ şeklinde insan için işitme, görmeler ve fuadlar kıldı şeklinde bir ifade gelmesi beklenirdi. Öncesinde hep insana dönen zamirler kullanılmışken burada “onun için” değil “sizin için” şeklinde bir ifade gelmiştir. Bunun sebebi insan anne karnında da insandır, ceninken de insandır. Henüz görmesinin, işitmesinin, fuadının anne karnında gelişmediği erken dönemler vardır. Bu nedenle ifade “sizin için” şeklinde bir değişime uğramıştır.
الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ: “Yarattığı her şeyi iyi yapan ve insanı yaratmaya tîn’den başlayan sonra onun neslini şekillendirilen bir sıvıdan olan sülaleden kılan sonra onu tesviye eden ve onun içine ruhundan üfleyen ve sizin için işitme ve görmeler ve fuadlar kılan” demektir.
ذَلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ: “O, gayb ve şehadeti bilen, aziz, rahîm, yarattığı her şeyi iyi yapan ve insanı yaratmaya tîn’den başlayan sonra onun neslini şekillendirilen bir sıvıdan olan sülaleden kılan sonra onu tesviye eden ve onun içine ruhundan üfleyen ve sizin için işitme ve görmeler ve fuadlar kılandır” demektir.
Öncesindeki ayette Allah’ın emri tedbir ettiği söylenmişti. Allah’ın dini yani düzeninin geleceğini, bunu da Allah’ın en ince ayrıntısına kadar tedbir ettiği ifade edilmişti. Sonrasında Allah’ın bu sıfatları ifade edilmiş ve Allah için bunun kolay olduğu anlatılmıştır.
قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ
Ne kadar da az şükrediyorsunuz.
Fiil cümlesi |
Fâil | Fiil | Mefûlun mutlak |
Sıfat Naib-i mef'ûlü mutlak | Mevsûf |
Müekkid | Müekked |
و | تَشْكُرُونَ | مَا | قَلِيلًا | شُكْرًا |
قَلِيلًا: “Az” demektir. كَثِيرًا (çok) in zıttıdır. قلل kökünden ikinci bâbdan sıfat-ı müşebbehedir. Burada nâib-i mef’ûlü mutlaktır. Hazfedilmiş شُكْرًا in (تَشْكُرُونَ nin mastarı) sıfatıdır.
مَا: Te’kîd ma’sıdır. قَلِيلًا i te’kîd ederek “ne kadar az” anlamını vermektedir.
قَلِيلًا مَا: “Ne kadar az” demektir.
تَشْكُرُونَ: “Şükredersiniz” demektir. شكر kökünden birinci bâbdan ikinci şahıs eril çoğul merfu muzari malum fiildir. Şükür “iyiliği tanımak ve ona fiili olarak karşılık vermek” demektir. Türkçedeki sözel olarak söylenen teşekkürdür. Oysa Allah da şükretmektedir. Yaptığımız iyiliklere karşılık vermektedir.
قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ: “Ne kadar da az şükrediyorsunuz” demektir.
Bilinen hiçbir yöntemle kendisi hakkında bilgi sahibi olmayacağımız olan gaybı Allah bilir. Şehadeti herkes bilebilir. Gaybı bilen için her şey kolaydır. Allah azizdir, üstündür, her şey O’na kolaydır. Allah rahimdir. Rahmet sahibidir. O’nun yolunda olanlara rahimdir. Yarattığı her şeyin iyi yönünü baskın kılmıştır. İnsanı yaratmış, ona ruhundan üflemiş ve bu sayede bilinç sahibi kılmıştır. Bedeniyle zahiri dünyayla ilişki kurmasını sağlayan işitme ve görmeler vermiştir. Batıni dünyayla ve diğer bilinç sahipleriyle ilişki kurmasını sağlayan fuadlar vermiştir. Bunların hepsi Allah’ın bize nimetleridir. Ne kadar şükretsek azdır. Ama ayet çok güzel açıklamaktadır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz. Şükür amelle olur, sözle olmaz. Ne kadar da az şükrediyorsunuz demek Allah yolunda ne kadar az çalışıyorsunuz demektir. Günümüzde durum daha da faciadır. Allah yolunda çalıştığını sanan ama tam tersi bir çaba içinde olanlarla doludur günümüz dünyası.
Allah bizden şükretmemizi istemektedir. Dünya hayatı geçicidir. Allah’ın bize ihtiyacı yoktur. Bizim O’na ihtiyacımız vardır. O’na şükretmeliyiz. O’nun kitabını anlamalı ve rehber edinmeliyiz ki O’na şükredebilelim. O’nun bize emrettiklerini yapabilelim. O’nun kitabını rehber edinmediğimiz zaman fuadımızı kullanan aldatıcı bizi Allah’la aldatacaktır.
Teşvikiye, Yalova
01 Şubat 2025
M. Lütfi Hocaoğlu