ANKEBÛT SÛRESİ - 4. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
مَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ اللَّهِ فَإِنَّ أَجَلَ اللَّهِ لَآتٍ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (5)
Kim Allah’la karşılaşıyor olmayı umarsa Allah’ın eceli gelendir. O işiticidir, bilicidir. (5)
مَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ اللَّهِ فَإِنَّ أَجَلَ اللَّهِ لَآتٍ
Kim Allah’la karşılaşıyor olmayı umarsa Allah’ın eceli gelendir.
Cevap cümlesi | Şart cümlesi |
فَإِنَّ أَجَلَ اللَّهِ لَآتٍ | مَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ اللَّهِ |
مَنْ: “Her kim” demektir. Şart edatıdır. Akıllı varlıklar için kullanılır. Kendisinden sonra şart cümlesi gelir ve sonrasında cevap cümlesi gelir. Kendisinden sonra muzari fiil gelirse onu cezm eder. Mazi fiil gelirse mazi fiiller mebni olduğu için değişmez. Burada kendisinden sonra gelen mazi fiil olan كَانَ olduğu için bir değişiklik olmamıştır. Eğer muzari fiil olan يَكُونُ olsaydı cezm olacak ve مَنْ يَكُنْ şeklinde olacaktı.
كَانَ: Nakıs fiillerdendir. Burada mazi fiil olarak gelmiştir. Bu fiilin mastarının asıl anlamı “olmak” iken nakıs fiil olduğunda kendisinden sonra bir isim ve haber gelir. Asıl anlamıyla kullanıldığında tam fiil, bir isim ve haberden önce kullanıldığında nakıs (eksik) fiil denir. كَانَ üçüncü şahıs eril tekil fiil olduğu için bu nakıs fiilin ismi zamirse cümlede söylenmez. Bunlara müstetir (gizli) zamir denir. Burada kânenin ismi “o” anlamındaki müstetir هُوَ dir.
يَرْجُو لِقَاءَ اللَّهِ: Kânenin haberidir.
يَرْجُو: “Umar, ümit eder” demektir. Muzari fiil üçüncü şahıs tekil çekimdir. “Bir işin, fiilin gerçekleşmesini beklemek, ummak, ümit etmek” manasındadır. يءس kökünün (ümitsizlik) zıttıdır.
لِقَاءَ: “Karşılaşmak” demektir. لقي kökünden dördüncü babdan mastardır. فِعَال vezninden gelmiştir ve birisiyle, bir kimseyle, bir şeyle karşılaşmak, buluşmak manasındadır.
اللَّهِ: “Allah” alemlerin rabbinin özel ismidir.
لِقَاءَ اللَّهِ: “Allah’la karşılaşmak, buluşmak” demektir. Allah’la karşılaşmak ne demektir? Allah’ın bizim gibi bedeni olmaz. Yaratan olduğu için bedeni yoktur. Bedeni olsaydı yaratılmış olurdu. Bu nedenle hiçbir zaman Allah’ı göremeyiz. Ahirette de göremeyeceğiz. O zaman Allah’la karşılaşmak nasıl olacaktır? Allah’la doğrudan muhatap olmakla olacaktır. Allah’la karşılıklı konuşmak şeklinde olacaktır. Allah’ın yargılaması şeklinde olacaktır. Yine de Allah’la doğrudan konuşamayacağız, bir ses duyacağız ama o ses bizim kafamızın içinde oluşturulacaktır. Allah’ın fiziksel varlığı olmadığı için duyduğumuz ses ya beynimizde olacak ya da başka bir fiziksel varlıktan çıkarak fizik kuralları içinde bize gelecek ama sözler Allah’a ait olacaktır.
يَرْجُو لِقَاءَ اللَّهِ: “Allah’la karşılaşmayı umuyor/umar” demektir. Allah’la karşılaşmayı ummak ne demektir? Allah’la karşılaşma beklentisi içinde olmak demektir. Burada bir kesinlik yoktur. Bir beklenti vardır. Ama ümit içinde bir beklenti vardır. Ummak pozitif bir duygudur. Allah’la karşılaşmak için bir istek vardır.
كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ اللَّهِ: “Allah’la karşılaşmayı umuyordu” demektir. Mazi kâneden sonra muzari fiil geliyorsa şimdiki zamanın hikâyesi olur. Geçmişte bir süre devam edip tamamlanmış ya da halen devam eden durumlar için kullanılır. -yordu ekiyle ifade edilir.
مَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ اللَّهِ: “Her kim Allah’la karşılaşmayı umuyorsa” demektir. Burada şart edatını takiben mazi kâne (كَانَ) ve onu da muzari fiil (يَرْجُو) takip etmektedir. Eğer burada şart edatı olan مَنْ den sonra muzari fiil gelseydi, şart gelecek zamanı ilgilendirecekti. Yani söylendikten sonrasını ilgilendirecekti. مَنْ يَرْجُ لِقَاءَ اللَّهِ şeklinde gelecekti ve “her kim Allah’la karşılaşmayı umarsa” anlamına gelecekti. Burada araya mazi kâne girmesiyle şartın konusu olan umma fiili geçmişte başlamış ve devam etmiş, şimdiki zamana kadar gelmiştir.
مَنْ يَفْعَلْ | Kim yaparsa | Gelecekte kim yaparsa |
مَنْ كَانَ يَفْعَلُ | Kim yapıyorsa | Şu anda kim yapıyorsa |
فَ: Cevap fâ’sıdır. Şart cümlesinden sonra cevap cümlesinin başına gelir. Bazı durumlarda cevap cümlesinden önce fâ (فَ) gelir, bazı durumlarda gelmez. Bu fâ’ya fâ-ı cevabiyye denir.
Cevâp cümlesinin başına fâ-ı cevabiyye (فَ) gelmesi:
- Cevap cümlesinin başında سَ , سَوْفَ , قَدْ bulununca. Cevap fiili mazi ise ve başında قَدْ olmadan فَ varsa قَدْ var ve hazf edilmiş kabul edilir.
- Cevap fiili مَا veya لَنْ ile olumsuz olursa
- Cevap isim cümlesi olunca
- Cevap cümlesi harflerle başlayan mensuh isim cümlesi ise (İnne ve benzerleri, cinsini nefyeden Lâ gibi)
- Cevap fiili emir, nehiy, istifham gibi talep bildirirse
- Cevap fiili câmid fiilse (عَسَى, لَيْسَ, نِعْمَ, بِئْسَ, سَاءَ gibi)
- Cevap cümlesinin başında إِنَّمَا varsa
- Cevap cümlesi yeni bir şart-cevap cümlesi ise
Cevâp cümlesinin başına fâ-ı cevabiyye (فَ) gelmemesi:
- Cevap fiili olumlu muzari ise
- Cevap fiili لَا ile olumsuz muzari ise: Muzari fiilin başına gelen لَا muzari fiilin cezm edilmesini engellemez. Bu nedenle şart edatı muzariyi cezm ettiyse başına fâ-u cevabiyye gelmez.
- Cevap fiili başında قَدْ bulunmayan mazi fiilse
- Cevap fiili لَمْ ile olumsuz ise
Burada cevap cümlesi إِنَّ cümlesidir. Bu nedenle başına fâ-ı cevabiyye gelmiştir.
إِنَّ: İnne ve benzerlerindendir. Te’kid yani pekiştirme harfidir. İsim cümlesinin anlamını te’kid eder.
İnne ve benzerleri isim cümlesinin önüne gelen harflerdir, mübtedayı mensub yaparlar, haberi ise merfu olarak bırakırlar.
Bundan sonra artık mübteda innenin ismi, haber innenin haberi olur.
İsmi ve haberi isim cümlesindeki mübteda ve haber olma kurallarına uyar.
Üç veya daha fazla harfli olmalarından dolayı fiile benzetilerek Hurufu-l müşebbehe bi-l fiil (الْحُرُوفُ الْمُشَبَّهَةُ بِلْفِعْلِ) denir.
Yaptığı etki şöyle ifade edilir: İnne ve benzerleri isimlerini nasb, haberlerini ref ederler.
İnne ve Benzerleri |
إِنَّ |
أَنَّ |
كَأَنَّ |
لَكِنَّ |
لَيْتَ |
لَعَلَّ |
Haber (Merfu) | Mübteda (Merfu) | |
سَمِيعٌ عَلِيمٌ | اللَّهُ | |
| | |
Haberi (Merfu) | İsmi (Mensub) | İnne |
سَمِيعٌ عَلِيمٌ | اللَّهَ | إِنَّ |
أَجَلَ: “Son, ecel” demektir. ءجل kökünden gelmiştir. Bu kök عجل kökünün zıttıdır. Mastar olarak bir işin sonu belirlenmiş olan gelecekteki bir vakit içinde olması manasındadır. Bu mastar manasından أَجَل “yapılan bir fiilin yapılabileceği son tarih” veya “yapılmayan bir fiilin yapılabilmesi için ilk tarih” demektir. Bir değişim noktasıdır. Bir durumun bitip yeni durumun başladığı noktadır. عجل bir işin kısa bir zaman içinde gerçekleşmesi, sonlanması için hızlı olmak, ecelinden önce gerçekleştirmek manasındadır.
اللَّهِ: Alemlerin rabbinin özel ismidir.
أَجَلَ اللَّهِ: “Allah’ın eceli” demektir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bu iki kelimenin izafetle yani isim tamlamasıyla gelmesidir. İzafet temel olarak manevi ve lafzi izafet olarak ikiye ayrılır. İzafet denince manevi izafet anlaşılır. Muzafun ileyh marife ise muzaf marifedir, nekre ise hususilik kazanmış nekredir. Burada dikkat edilmesi gereken muzafın muzafun ileyhten dolayı marifelik kazanmadığı, zaten marife olduğu ve izafete girdiğinde muzafun ileyhi marife olduğu için marifelik alametini göstermediğidir. Yoksa muzafun ileyh muzafa marifelik kazandırmamıştır. Bu nedenle muzaf hiç bir zaman harf-i tarif ve tenvin almaz. Muzaf tesniye ise veya cem-i müzekkeri sâlim ise sondaki nûn düşer. Muzaf merfu, mensub, mecrur şeklinde i’râblanabilirken muzafun ileyh daima mecrurdur. Manevi izafet temelde üç şekilde olur:
Muzaf ile muzafun ileyh arasında لِ , مِنْ , فِي harf-i cerlerinden biri var kabul edilir.
1. İzafet-i lâmiye (الإِضَافَةُ بِمَعْنَى اللاَّمِ): Muzaf ile muzafun ileyhin arasında sanki لِ harf-i ceri var da hazf edilmiş kabul edilir. İkiye ayrılır:
- Mülkiyet için izafet (الإِضَافَةُ لِلتَّمْلِيكِ): Muzaf, muzafun ileyhin mülkü, özelliği ya da fiilidir.
فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ Onların kalplerinde hastalık vardır. | Buradaki قُلُوبِهِمْ manevi izafettir, izafeti lamiyyedir. Mülkiyet için izafettir. القُلُوبِ لَهُمْ (Onlara ait olan kalpler) anlamındadır. |
- Tahsis için izafet (الإِضَافَةُ لِلتَّخْصِيصِ): Muzaf, muzafun ileyhe bir yönüyle tahsis edilmiştir.
اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ Rabbinizden mağfiret isteyin. | Buradaki رَبَّكُمْ manevi izafettir, izafeti lamiyyedir. Tahsis için izafettir. الرَّبَّ لَكُمْ (Sizin için rab) anlamındadır. |
2. İzafeti beyâniyye (الإِضَافَةُ لِلْبَيَانِيَّةِ): Muzafun ileyh, muzafın cinsindense veya onun hangi maddeden yapıldığını belirtiyorsa veya bulunduğu topluluğu gösteriyorsa buna izafet-i beyâniyye denir. Muzaf ile muzafun ileyhin arasında sanki مِنْ harf-i ceri var da hazf edilmiş kabul edilir.
اسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ Adamlarınızdan iki şahit şahit getirin. | Buradaki رِجَالِكُمْ manevi izafettir, izafeti beyaniyyedir. الرِّجَالِ مِنْكُمْ (Sizden olan adamlar) anlamındadır. |
3. İzafeti zarfiyye (الإِضَافَةُ لِلظَّرْفِيَّةِ): Muzafun ileyh, muzafın zarfını, yani muzafın yerini veya zamanını bildiriyorsa, buna izafet-i zarfiyye denir. Muzaf ile muzafun ileyhin arasında sanki فِي harf-i ceri var da hazf edilmiş kabul edilir.
جَعَلَكُمْ خَلَائِفَ الْأَرْضِ Sizi yerin halifeleri kıldı. | Buradaki خَلَائِفَ الْأَرْضِ manevi izafettir, izafeti zarfiyyedir. الْخَلَائِفَ فِي الْأَرْضِ (Yerdeki halifeler) anlamındadır. |
أَجَلَ اللَّهِ izafeti mülkiyet için olan izafettir. الْأَجَلَ لِلَّهِ (Allah’ın mülkünde olan ecel) anlamındadır. Allah’ın yönetiminde olan ecel demektir. Allah’ın belirlediği geçiş noktasıdır.
لَ: Başlama lâmıdır. İsim cümlesinde mübtedanın başına gelen fethalı te’kid lâmı (başlama lâmı=lâmu-l ibtidaiyye) inne cümlesinin hem isminin hem de haberinin başına gelebilir. Burada da innenin haberinin başına gelmiştir. Te’kîd amacıyla gelir.
آتٍ: “Gelip etkileşen” demektir. İsm-i fâildir. Birisine veya bir şeye gelmek, ona ulaşmak ve onun yakınında olup onunla muamele, etkileşim içinde olmak manasındadır. جَاءَ “geldi” anlamında iken أَتَى “gelip etkileşti” anlamındadır. آتٍ ise ism-i fâildir. Aslında merfudur, yani sonu zammelidir ama bazı harf ve hareke değişiklikleri ile sonu kesreli olmuştur.
آتٍ = آتِـن آتِيـن آتِيُـن = آتِيٌ
إِنَّ أَجَلَ اللَّهِ لَآتٍ: “Allah’ın eceli gelip etkileşendir” demektir.
Allah’ın eceli nasıl gelmektedir? Allah’a ait olan belirlenmiş son gelmektedir. Aslında biz ona gitmekteyiz ama ifade onun gelmesi şeklindedir. Sadece gelme ifade edilmemiş, gelip etkileşim içine girme şeklinde ifade edilmiştir. Bunun sebebi ecelin gelmesi sadece vadenin gelmesi değildir. Ecelin gelmesi birçok olayla beraber olacaktır.
Pek çok ayette ecelin gelmesi جَاءَ fiili ile gelirken bu ayette آتٍ şeklinde ism-i fâil olarak gelmiştir. Bunun anlamı istimrardır. Bir anlık gelme değil, sürekli olarak gelen olması ve etkileşim içinde olmanın sürekli olmasıdır. Her an Güneş’in yakıtı azalmakta ve Güneş’in eceli gelmektedir. Bu azalma sürekli bir değişim ve etkileşim yaratmaktadır. Bu etki uzun zaman içine yayıldığı için bizim zaman dilimimiz içinde çok küçük olmakta biz fark etmemekteyiz ama Güneş’in ecelinin gelmesi sürekli bir etkileşim oluşturmaktadır. Bizim de ecelimiz sürekli gelmektedir. Hücrelerimiz yaşlanmaktadır. Ecel sürekli gelendir ama çok kısa zaman dilimlerinde, bir gün içinde vücudumuzdaki değişimi fark edememekteyiz. Bu nedenle إِنَّ kullanılmıştır. İnsanlar ecelin gelen ve etkileşen olmasını fark edememektedirler. Te’kîdle gelerek bizi bir nevi uyandırmaktadır. Hatta burada üç te’kîd vardır. İkisi şeddeli nun, üçüncüsü de ibtida lâmıdır.
Allah’ın ecelinin gelen ve etkileşen olması tüm olaylar için geçerlidir. Bir anda gelmemekte, sürekli gelir ve etkileşir halde olmaktadır. Tüm varlıklar bir sona doğru yaklaşmaktadır. Geçen her saniye o sona doğru yaklaşmadır ki bunu anlattığından dolayı buradaki ifade de geneldir. Bir insan öldüğünde aslında Allah’ın eceline gelmiştir. Çünkü öldükten sonra zamansızlık durumuna girecektir ve isterse aradan milyon yıl geçsin kendisi bunu bir uyku süresi gibi algılayacaktır. Yani ölen her insan aslında Allah’la karşılaşma durumuna girmiş demektir. İnsan ister ümit etsin, beklenti içinde olsun isterse bu beklentisi olmasın Allah’la karşılaşacaktır.
Allah’la karşılaşmayı ummak ile Allah’ın ecelinin gelmesi arasındaki ilişki nedir ki birisi şart, diğeri şartın gerçekleşmesi halindeki cevap olmuştur? Bu ayette مَنْ ile şart olduğu için şart kişidedir. Eğer إِنْ ya da إِذَا ile gelseydi şart fiilde olacaktı. “Kim Allah’la karşılaşmayı umuyorsa” demek şartın kişide olmasıdır ve şart umma fiilini gerçekleştiren kişi üzerindedir. Bu nedenle cevap kişiyi ilgilendirmektedir. Allah’ın ecelinin gelip etkileşmesi kişiyi ilgilendirmektedir. Ecel o kişiyle etkileşim halindedir.
Kötüleri amel edip de Allah’ı geçmeye çalışanlardan sonra bu ayetin gelmesi Allah’a kavuşma beklentisi içinde olmayla ameller arasında bir ilişki olduğundan dolayıdır. Bu ilişkiyi Kehf 110’da görüyoruz. Bu ayette مَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا şeklinde “kim rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel amel etsin ve rabbine ibadet etmede kimseyi ortak etmesin” denmektedir. Rabbine kavuşma beklentisi içinde olanlar salih amel yapacaklardır. Önceki ayette kötüleri amel edenler söylenmiş, bu ayette Allah’a kavuşmayı umanlar söylenmiştir.
Allah’a kavuşmayı ümit etmek kişide nasıl bir etki oluşturmaktadır? Kişi mutludur, dünya hayatının sıkıntılarından aşırı derecede etkilenmemektedir. Gelecek korkusu yoktur. Çünkü nihai gelecek Allah’ın ecelidir. Allah’la karşılaşmanın beklentisi içindedir. Ümit edenin zıttı olan يَئُوس ise ümitsizdir. Gelecek korkusu yaşamaktadır. Dünya hayatının sıkıntıları onu ümitsizliğe düşürmektedir.
أَجَلَهُ (O’nun eceli) denmemiş de أَجَلَ اللَّهِ (Allah’ın eceli) denmiştir. Söz uzatılmıştır. Bu şekilde gelseydi هُ zamirinin raciliği iki şekilde olabilirdi. مَنْ’e raci olabilirdi ki o zaman beklenti içinde olanın eceli olurdu. اللَّه’a da raci olabilirdi. İki durum karışacağı için bu şekilde zamir yerine اللَّه lafzı tekrar edilmiştir.
وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
O işiticidir, bilicidir.
وَ: Vâv-u isti’nâfiyedir. (الْوَاوُ الاِسْتِئْنَافِيَّةُ) Cümle başında bulunur. Kendisinden önce inşa cümlesi (emir, nehiy, istifhâm), sonrasında haber cümlesi olursa veya öncesinde haber cümlesi sonrasında inşa cümlesi olursa bu durumlarda atıf harfi olamayan bu harf isti’nâfiye edatı olur. Kendisinden sonraki cümle yeni cümle olacağından bu edata isti’nâfiye (başlangıç) edatı denir. İsim cümlesi ve fiil cümlesi anlamsal yakınlık durumunda birbirine atfolunabilir. Eğer anlamsal yakınlık yoksa bu iki cümle arasındaki vâv harfi isti’nâfiye edatıdır. Fiil cümleleri hem zaman hem de anlam bakımından birbirine uymuyorsa yani mazi ile muzari veya muzari ile mazi fiil cümlesi arasında vâv harfi varsa ve anlamsal yakınlık yoksa bu durumda bu vâv harfi isti’nâfiye edatıdır. Zamansal olarak cümleler uysa bile konular arasında uyumsuzluk varsa, yani vâv harfinden sonraki cümle ile önceki cümle arasında anlamsal bakımdan irtibat yoksa yine bu durumda vâv harfi isti’nâfiye edatıdır.
Arkasından öncesindeki cümle ile i’râb yönünden ilişkisi olmayan yeni bir cümle başlatır. İ’râbsal ilişki olmamasına rağmen öncekisindeki cümle ile sonrasındaki cümle arasında ilk anda anlaşılmayan anlamsal bir irtibat vardır. “Bununla beraber”, “buna ilaveten” şeklinde anlamlandırılabilir.
Burada da öncesinde şart-cevap cümlesi vardır. Arkasında isim cümlesi vardır. Şart-cevap cümlesi inşa cümlesi iken isim cümlesi haber cümlesidir. Bu nedenle buradaki vâv isti’nâfiyedir.
هُوَ: “O” demektir. أَجَلَ اللَّهِ izafetindeki اللَّهِ lafzına racidir.
السَّمِيعُ: “İşitici” demektir. Mübalağalı ism-i fâildir. İşitmenin mübalağalı olduğunu gösterir. Mübalağasız olsaydı سَامِع (işiten) şeklinde ism-i fâil olurdu.
الْعَلِيمُ: “Bilici” demektir. Bu da mübalağalı ism-i fâildir. Bilmenin mübalağalı olduğunu gösterir. Mübalağasız olsaydı عَالِم (bilen) şeklinde ism-i fâil olurdu.
هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ: “O işiticidir, bilicidir” demektir. Kuran’da السَّمِيعُ الْعَلِيمُ yalnızca Allah için kullanılır. Sıra her zaman işitici, bilici şekildedir. Bilici, işitici (الْعَلِيمُ السَّمِيعُ) şeklinde gelmez. Bu nedenle Allah’a özel bir ifadedir. Bizim bildiğimiz işitme ve bizim bildiğimiz bilme değildir, ikisi bir arada Allah’a özel işitme ve bilme şeklindedir. Aslında ikisi bir arada tek anlam ifade etmektedir. Burada görme fiili yoktur. Kuran’da السَّمِيعُ الْبَصِيرُ (işitici, görücü) şeklinde de gelmektedir. Ancak görücü, bilici şeklinde gelmemektedir.
Önceki şart-cevap cümlesi ile bu cümle arasında vâv-u isti’nâfiye gelmiştir ve arada manasal bir bağ vardır. Allah’ın eceli gelir durumdayken her şeyi değişik bir biçimde bilmektedir. Yaptığımız her faaliyeti bilmektedir ve Allah’la karşılaşma beklentisi içinde olanların ne yaptığını bilmektedir. Burada işitici ile bilicinin beraber gelmesi öncesindeki cümledeki Allah’la karşılaşma beklentisi içinde olanların bu beklentilerini daha çok sözlerle ifade ediyor olduklarından dolayıdır.
Yalova, Teşvikiye; 11 Eylül 2021
M. Lütfi Hocaoğlu