ANKEBÛT SÛRESİ - 36. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَعَادًا وَثَمُودَ وَقَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ (38)
Ve Âd ve Semûd’u ve onların meskenlerinden size açıkça anlaşılır olmuştur ve Şeytan onlara amellerini süsledi de görüş ve anlayış sahibi halindeyken onları yoldan alıkoydu. (38)
وَعَادًا وَثَمُودَ
Ve Âd ve Semûd’u.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir.
عَادًا: “Âd” demektir. Hûd Peygamberin gönderildiği kavmin adıdır. Yabancı dilden gelmiştir ama orta harfi illet harfi olduğu için munsariftir, sonunda tenvin ve kesre alır.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir. ثَمُودَ u عَادًا a atfetmektedir.
ثَمُودَ: “Semûd” demektir. Salih Peygamberin gönderildiği kavmin adıdır. Gayri munsariftir. Yabancı dilden geldiği için sonuna tenvin ve kesre almaz.
عَادًا وَثَمُودَ: “Âd ve Semûd” demektir.
وَعَادًا وَثَمُودَ: “Ve Âd ve Semûd” demektir. Mensûb (fethalı) Âd ve Semûd vardır. Bunlar cümlenin mef’ûlü olmalıdır ancak burada fiil olmadığı için cümle yoktur. Cümle olmadığı durumlarda ya buraya bir fiil takdir edilir ya da daha önceki bir fiil cümlesinin mef’ûlüne bu öğe atfedilir.
Durum | Geçiş | Anlam |
Fiil takdiri | وَأَهْلَكْنَا عَادًا وَثَمُودَ | Ve Âd ve Semûd’u helak ettik. |
Daha önceki bir fiilin mef’ûlüne atıf | أَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ وَعَادًا وَثَمُودَ | Onları (Medyen halkı) ve Âd’ı ve Semûd’u sarsıntı aldı. |
وَقَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْ
Ve onların meskenlerinden size açıkça anlaşılır olmuştur.
وَ: “Ve” demektir. Üç durum olabilir. Birincisinde atıf harfidir. عَادًا وَثَمُودَ un mef’ûlü olduğu cümleye قَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْ cümlesini atfetmektedir. İkincisinde bu vâv hâl vâvıdır. Âd ve Semûd’un helak edilmeleri veya alınmalarıyla ilgili hâlini ifade etmektedir. Üçüncüsünde bu vâv itiraziyye vâvıdır (parantez vâvı). Bu cümle de parantez cümlesidir. Öncesi ile sonrası arasına girmiş ve bir açıklama yapmaktadır.
قَدْ: Harftir. İsim cümlesinden önce gelmez. Her zaman olumlu fiillerden önce gelir, olumsuz fiillerden önce gelmez. Fiil ile arasında başka bir şey bulunmaz.
- Mazi fiilden önce gelince:
- Tahkîk (gerçekleştirme) edatı (حَرْفُ التَّحْقِيقِ) olur. “Muhakkak”, “gerçekten” anlamlarına gelir. Normalde “-di” li geçmiş zaman olan mazi fiil “-miş” li geçmiş zamanın kesinlik ifade eden şekline dönüşür. Bu durumda fiilin sonuna da “-mıştır”, “-miştir”, “-muştur”, “-müştür” eklerinin eklenmesi gerekir. Yeminin cevap lâmından sonra gelirse tahkîk edatı olur.
- Tevakku (beklenti) edatı (حَرْفُ التَّوَقُّعِ) olur. Beklenilen bir haberin cevabında mazi fiilin başına eklenir. Ölümü beklenmeyen bir kimsenin ölüm haberini verirken مَاتَ (öldü) şeklinde haber verilirken, ölmesi beklenen bir hastanın ölüm haberi verilirken قَدْ مَاتَ (ölmüş) şeklinde haber verilir. Bu durumda fiilin sonunda “-mıştır”, “-miştir”, “-muştur”, “-müştür” eklenmesi yeterlidir.
- Takrîb (yaklaştırma) edatı (حَرْفُ التَّقْرِيبِ) olur. Normalde mazi fiil hem uzak hem de yakın geçmiş zamanı ifade eder. Bu edatın başına gelmesi ile yakın geçmiş zamanı ifade ederse takrîb edatı olmuş olur. Bu durumda fiilin sonunda “-dı”, “-di”, “-du”, “-dü” eki kalır. Mişli geçmiş zaman şeklinde söylenmez.
- Muzari fiilden önce gelince: Tahkîk edatı olur. Gerçekleştirme olayını şimdiki zamana alır. “Muhakkak … -yor” anlamına gelir. لَقَدْ şeklinde geldiği durumlarda her zaman tahkîk edatıdır.
Burada mazi fiilden önce gelmiştir. Tahkik edatı ya da takrîb edatı olmaya uygundur.
تَبَيَّنَ: “Açıkça anlaşılır oldu” demektir. Tefe’ûl bâbından üçüncü şahıs eril tekil fiildir. Kökü بين dir. İkinci bâbdan gelmektedir. بَيْنٌ mastarı başkasının ayırması, fark etmesi için bir şeyin çevresinden ayrılacak ve çevresindekilerden farklılaşacak şekilde sınırlarının belli olması manasındadır. İkinci bâb (بَانَ - يَبِينُ) if’âl bâbına (أَبَانَ – يُبِينُ) tadiye etkisi ile gelir. Açıklamak, anlaşılır hale getirmek anlamına gelir. Açık ve anlaşılır olan, açıklanan, anlaşılır hale getirilen haline gelir. Tef’îl bâbına (بَيَّنَ – يُبَيِّنُ) tadiye etkisi ile beraber teksir ve mübalağa etkisi ile gelir. Açık ve anlaşılır hale getirme çoklukla birliktedir. Ya fiil çok kere işlenmekte ya fail çok sayıdadır ya da mef’ûl çok sayıdadır. Bu kökte mef’ûl çok sayıda özelliği ile çevresinden ayrılacak şekilde belli edilmiştir. Tefe’ûl bâbı (تَبَيَّنَ – يَتَبَيَّنُ) tef’îl bâbından mutavaat etkisi ile gelmiştir. Yani müteaddi (geçişli) fiil lazım (geçişsiz) fiil haline gelmiştir. Başkaları tarafından çok sayıda özelliği ile çevresinden ayrılan, kendi kendine çok sayıda özelliği ile çevresinden ayrılan haline gelir. Açıkça anlaşılır olmak anlamına gelir.
لِ: “İçin” demektir. Harf-i cerdir.
كُمْ: “Siz” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir.
لَكُمْ: “Sizin için” demektir. Buradaki لَ nin aslı لِ dir. Sonuna gelen كُمْ zamiri nedeniyle لَ şekline dönüşmüştür.
مِنْ: “-den” demektir. Harf-i cerdir.
مَسَاكِنِ: “Meskenler, dinlenme yerleri” demektir. Çoğul ism-i mekândır. Tekili مَسْكَن dir. سكن kökünden birinci bâbdan gelmiştir. Hareketsiz olmak manasındaki fiilden “dinlenme yeri” manasına gelmiş ism-i mekândır. Çekimi aşağıdadır.
Nekre | |
Çoğul | İkil | Tekil |
مَسَاكِنُ | مَسْكَنَانِ | مَسْكَنٌ | Merfu |
مَسَاكِنَ | مَسْكَنَيْنِ | مَسْكَنًا | Mensub |
مَسَاكِنَ | مَسْكَنَيْنِ | مَسْكَنٍ | Mecrur |
Marife | |
Çoğul | İkil | Tekil |
الْمَسَاكِنُ | الْمَسْكَنَانِ | الْمَسْكَنُ | Merfu |
الْمَسَاكِنَ | الْمَسْكَنَيْنِ | الْمَسْكَنَ | Mensub |
الْمَسَاكِنِ | الْمَسْكَنَيْنِ | الْمَسْكَنِ | Mecrur |
هِمْ: “Onlar” demektir. Mecrur muttasıl zamirdir. İsim tamlamasında muzafun ileyhtir. Muzafı kesre ile bittiği için هُمْ den هِمْ şekline dönüşmüştür. Âd ve Semûd’a racidir.
مَسَاكِنِهِمْ: “Onların meskenleri” demektir.
مِنْ مَسَاكِنِهِمْ: “Onların meskenlerinden” demektir.
قَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْ: “Onların meskenlerinden size açıkça anlaşılır olmuştur” demektir. Bu fiil cümlesinin fâili müstetir هُوَ dir. Bu zamir açıkça anlaşılır olana racidir. Açıkça anlaşılır olan alınmalarının ya da helak edilmelerinin şeklidir. Bu durumda bu iki topluluğun meskenlerini biliyor ya da bulabiliyor olmamız gerekir.
وَاذْكُرُوا إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ
Hatırlayın, sizi Nuh kavminden sonrasında halifler kıldı. (Araf 69)
Burada Hûd Âd’a Nuh kavminden sonra onlara halif kılındıklarını söylüyor. Buradan Âd’ın Nuh kavminin ardından gelip onların yerine geçtiğini anlıyoruz.
وَاذْكُرُوا إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاءَ مِنْ بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّأَكُمْ فِي الْأَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِنْ سُهُولِهَا قُصُورًا وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتًا
Hatırlayın, sizi Âd’dan sonrasında halifler kıldı ve sizi yerde yerleştirdi. Onun ovalarından kasrlar ediniyorsunuz ve dağlardan evler yontuyorsunuz. (Araf 74)
Burada da Salih Semûd’a Âd’dan sonra halif kılındıklarını söylüyor. Buradan da Semûd’un Âd’ın ardından gelip onların yerine geçtiğini anlıyoruz.
Nûh kavminin yerine Âd, Âd’ın yerine Semûd geçmiştir. Semûd’un meskenlerinin ovalarda kasrlar, dağlardan yontulmuş evler olduğunu anlıyoruz. Buna göre Nûh kavminin yerinden bu iki topluluğun da yerini bulabiliriz.
أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍ (6) إِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِ (7) الَّتِي لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا فِي الْبِلَادِ (8) وَثَمُودَ الَّذِينَ جَابُوا الصَّخْرَ بِالْوَادِ (9)
Rabbinin Âd, direkler sahibi, beldeler içinde onun misli hiç tasarlanmamış İrem’e ve vadide kayayı oyan Semûd’a nasıl yaptığını görmedin mi? (Fecr 6-9)
Âd’ın bedeli olarak direkler/sütunlar sahibi İrem gelmiştir. İrem Âd’ın yaşadığı beldenin adıdır. Beldenin tamamı planlanarak inşa edilmiştir. لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا ifadesinden bunu anlıyoruz. İrem’in içerisinde sütunlar önemli bir özellik olarak öne çıkmakta, belde bununla vasıflandırılmaktadır.
أَتُتْرَكُونَ فِي مَا هَاهُنَا آمِنِينَ (146) فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ (147) وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَضِيمٌ (148)
Burada güven içindekiler olarak bahçelerin ve pınarların ve ekinlerde ve iç içe geçmiş hurmaların içinde bırakılacak mısınız? (Şuara 146-148)
Salih Peygamber Semûd’a söylemektedir. Bahçeler, pınarlar, ekinler, hurmalar içindedirler. Buradan da Semûd’un mekânı bulunabilir.
وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ
Ve Şeytan onlara amellerini süsledi.
وَ: “Ve” demektir. Atıf harfidir.
زَيَّنَ: “Süsledi” demektir. زين kökünden gelmiştir. İkinci bâbdan زَيْنٌ mastarı birisinin, bir şeyin veya bir işin hoşluğunun, güzelliğinin, faydasının, değerinin artması manasındadır. İkinci bâb (زَانَ – يَزِينُ) tef’îl bâbına (زَيَّنَ – يُزَيِّنُ) geçince tadiye ile beraber teksir ve mübalağa etkisi oluşur. Bir şeyin veya bir işin hoşluğunu, güzelliğini, faydasını, değerini artırmak anlamına gelir.
لِ: “İçin” demektir. Harf-i cerdir.
هُمُ: “Onlar” demektir. Âd ve Semûd topluluklarına racidir.
لَهُمُ: “Onlar için” demektir.
الشَّيْطَانُ: “Şeytan” demektir. Kökü شطن dir. Birinci bâbdan فَيْعَال kalıbından mübalağalı ism-i fâildir. Hayırdan uzak olmak ya da birisini sağlam bir iple bağlamak manasındaki fiilden gelmiştir. İblis’in ve onunla aynı görevi yapanların sıfatıdır. Çoğulu شَيَاطِينُ dur. Haktan, hayırdan uzak tutan demektir. Sıfattır. Özel isim değildir. İblis de bir şeytandır ama en çok şeytan insanlar için insanlardan olur.
أَعْمَالَ: “Ameller” demektir. Tekili عَمَل dir. Amel hukuki sonuç doğuran fiildir. Amelle bir ürün üretebilirsiniz ve üründen pay alırsınız, bir iş yaparak ücret hak edebilirsiniz, birisine zarar vererek cezayı hak edebilirsiniz, birisine fayda ederek ödülü hak edebilirsiniz. Amel fiilin alt kümesidir. Tüm ameller fiildir ama tüm fiiller amel değildir.
هُمْ: “Onlar” demektir. Âd ve Semûd topluluklarına racidir.
أَعْمَالَهُمْ: “Onların amelleri” demektir.
زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ: “Şeytan onlara amellerini süsledi” demektir. Âd ve Semûd hangi amelleri yapıyorlardı da Şeytan bu amelleri onlara süslüyordu?
وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ
Âd’a kardeşleri Hûd’u… “Ey kavmim, sizin için ondan başka hiçbir ilahın olmadığı Allah’a ibadet edin” dedi. (Araf 65)
Âd’ın başka ilahlarla beraber olmadan Allah’a ibadet etmediği anlaşılmaktadır. Allah’a ibadet demek Allah’ın kurallarını geçerli kurallar haline getirmektir. Allah’la beraber başka ilahlara da ibadet etmek demek Allah’ın kuralları yanında başkalarının kurallarını da geçerli kurallar haline getirmek demektir.
قَالُوا أَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللَّهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا
“Allah’a tekliğiyle ibadet etmemiz ve atalarımızın ibadet ediyor olduğunu bırakmamız için geldin mi?” dediler. (Araf 70)
Âd kavminin ileri gelenleri atalarının ibadet ettiklerini bırakarak Allah’ın tekliğiyle ibadet etmelerini söyleyen Hûd’u küçük görmektedirler. Buradan Allah’a da aslında ibadet ettikleri ama vahdet halinde ibadet etmedikleri görülmektedir. Allah’ın kurallarının yanında başkalarının kurallarını geçerli kurallar haline getirmekte, Allah’ın kurallarını bozarak, değiştirerek uygulamaktadırlar.
أَتُجَادِلُونَنِي فِي أَسْمَاءٍ سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا نَزَّلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ
Allah’ın onlara hiçbir güç indirmediği sizin ve atalarınızın isimlendirdiği isimler hakkında benimle mücadele ediyor musunuz? (Araf 71)
Âd’ın ibadet ettiği isimler, Yusuf Peygamberin zindan arkadaşlarına söylediği isimler, Mekke dönemindeki isimler gibidir. Lât, Uzza, Menât gibi isimler bulurlar. O isimlerin sizden istediği var derler. Onların kuralları var derler. O kurallar uygulanacak ve geçerli olanlar onların kuralları olacak derler. İşte bu isimlere ibadettir. Bu isimler günümüzde değişmiş, put isimleri değil -izm’ler olmuştur, komünizm, kapitalizm gibi. Günümüzdeki en kötü -izm ise ekseriyet demokrasisidir. Herkes onun için çalışmaktadır. Herkes çoğunluk derdindedir. Çoğunluğu ele geçirince her şey düzelecek sanmaktadırlar ama aslında bu ayetin muhatabı olmaktadırlar.
قَالُوا يَاهُودُ مَا جِئْتَنَا بِبَيِّنَةٍ وَمَا نَحْنُ بِتَارِكِي آلِهَتِنَا عَنْ قَوْلِكَ وَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنِينَ
“Ey Hûd, bize bir kanıt getirmedin ve biz senin sözünden dolayı ilahlarımızı terk edenler değiliz ve biz sana güvenenler değiliz” dediler. (Hûd 53)
Âd kavminin ileri gelenleri ilahlarını terk etmek istemiyorlar.
أَتَبْنُونَ بِكُلِّ رِيعٍ آيَةً تَعْبَثُونَ (128) وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِعَ لَعَلَّكُمْ تَخْلُدُونَ (129)
Her yüksek yere (zirveye) abes işle uğraşanlar olarak bir gösterge bina ediyorsunuz ve belki de kalıcı olursunuz diye üretim yerleri ediniyorsunuz. (Şuara 128-129)
Âd halkı fonksiyon görmeyen, işe yaramayan göstergeler dikiyorlar. Bir olayı, bir durumu, önemli günleri sembolize eden, onu gösteren heykeller, anıtlar dikiyorlar. Sadece anıt olsun diye işe yaramayan yapılar yapmaya Kuran Hûd’un diliyle abes diyor. Günümüzde dünyanın her yeri anıt yapılarla doludur.
فَأَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَقَالُوا مَنْ أَشَدُّ مِنَّا قُوَّةً أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَهُمْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةً
Âd’a gelince, yerde haksız olarak büyüklendiler ve dediler ki bizden kuvvet olarak daha şiddetli kim var? Görmediler mi onları yaratan Allah’ın kuvvetçe onlardan daha şiddetli olduğunu? (Fussilet 15)
Âd kuvvetli bir topluluktur. Nûh kavminden sonra gelmiş ve planlı şehir inşası, anıtlar dikmesi, Allah’ın kurallarını bozarak uygulaması ve Allah’ın kuralları dışında kurallar koyması ve bu aykırı kuralları koymak için çalışmaları bu kuvveti sayesinde olmuştur. Artık o kadar kibirlenmişlerdir ki kendilerinden daha kuvvetli kimse olmadığını düşünmektedirler. Günümüzde kendilerini süper güç olarak tanımlayanların durumu da budur. Onlar da Allah’ın kurallarını değil, -izm’lerinin kurallarını uygulamakta, ekseriyet demokrasisine ibadet etmekte, güçleriyle istediklerini yapacaklarını sanmaktadırlar. Oysa Allah onlardan güçlüdür. Onları yerle bir edecektir.
هَذِهِ نَاقَةُ اللَّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللَّهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Bu, sizin için bir ayet olarak Allah’ın dişi devesidir. Onu bırakın, Allah’ın arzında yesin ve size elim bir azabın alacak olması sebebiyle ona kötülükle dokunmayın. (Araf 73)
Salih Peygamber dişi deveye kötülükle dokunmamaları, Allah’ın arzında yemesine ses çıkarmamalarını istemiştir. Oysa onlar bunu bir türlü kabullenememişlerdir.
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ
Semûd’a kardeşleri Salih’i… “Ey kavmim, sizin için ondan başka hiçbir ilahın olmadığı Allah’a ibadet edin” dedi. (Hûd 61)
Salih Peygamber de Hûd’un Âd’a söylediği şekilde Semûd’a Allah’a ibadet etmelerini söylemektedir. Onlardan Allah’ın kurallarını geçerli kurallar haline getirmelerini istemektedir.
وَكَانَ فِي الْمَدِينَةِ تِسْعَةُ رَهْطٍ يُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ
Şehirde yerde fesat çıkaran ve ıslah etmeyen dokuz silahlı birlik vardı. (Neml 48)
Semûd’un şehrinde dokuz silahlı grup vardır ve bunlar da sürekli fesat halindeydiler.
İşte Âd ve Semûd’un bu amellerini Şeytan onlara süslemiştir. Yaptıkları işler onlara doğru görünmekteydi. Bugün insanlar nasıl çoğunluk demokrasisinin havarisi haline gelmişse o gün de buralardaki insanlar Allah’ın istemediği amellerin havarisi halindeydiler. Allah’ın kurallarını değil, -izm’lerin kurallarını geçerli kurallar kılmak için çaba halindeydiler. Sorulması gereken soru şudur: Şeytan burada nasıl devrededir? Bu şeytan İblis midir yoksa insan şeytanlardan mıdır? Şeytan tekil gelmiştir. Çoğul gelmemiştir. Bu durumda tek şeytan düşünmemiz gerekir. Bu tek bir insan olup onun öğretileri ile amellerinin ne kadar iyi olduğunu kavramış olabilirler. Eğer bu şeytan İblis ise bunu vesveseler yoluyla yapmıştır. Buradan hangisi olduğunu anlamamız zordur ama hangisi olduğu önemli değildir. Önemli olan birisinin onlara yanlışlarını güzel göstermiş ve o yolda devam etmelerini sağlamış olmasıdır. Buradan çıkarılacak ders bizedir. Ekseriyet demokrasisi kötüdür ama biz onunla iktidara gelip Adil Düzeni getireceğiz düşüncesi de şeytanın süslemesidir. Ben cari sistem içinde para kazanayım, zengin olayım, bu beni güçlendirir, ben de Adil Düzene harcarım düşüncesi de şeytanın süslemesidir. Ne yapalım, düzen böyle, biz bu düzen içinde, bu kurallar içinde yaşayacağız, sadece iyi insan olacağız, daha fazlasına gücümüz yetmiyor, bu bize yeter diyerek zulümleri görmezden gelmek, hak üzerine çaba sarf etmemek de şeytanın süslemesidir.
فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ
Görüş ve anlayış sahibi halindeyken onları yoldan alıkoydu.
فَ: Atıf harfidir. زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ cümlesine صَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ cümlesini atfetmektedir.
صَدَّ: “Alıkoydu, engelledi” demektir. صدد kökünden birinci bâbdan iki mastar vardır. Bu mastarlardan biri lazım (geçişsiz) biri de müteaddidir (geçişli). Müteaddi olduğu zaman mastar صَدٌّ şeklindedir ve alıkoymak, engellemek manasındadır. Lazım olduğu zaman mastar صُدُودٌ şeklindedir ve geri durmak, uzak durmak manasındadır. Fâili müstetir هُوَ dir. Şeytan’a racidir.
هُمْ: “Onlar” demektir. Mensub muttasıl zamirdir. Âd ve Semûd topluluklarına racidir. صَدَّ nin mef’ûlüdür. Alıkonulanlardır.
عَنِ: “-den” demektir. Harf-i cerdir. Uzaklaşma etkisi için gelir. صَدَّ fiiliyle beraber kullanılır. Kendisinden sonra gelen kendisinden alıkonulandır.
السَّبِيلِ: “Yol” demektir. Kökü سبل dir. Bir kimseyi ya da kendisini başka bir kimseye veya bir mekâna veya bir işe, bir hedefe, bir amaca ulaştırmak manasındaki fiilden gelmiştir. Bir amaca ulaşmak için gidilen yöntemleri ifade eder. Fiziksel olarak yolu da ifade eder. Çoğulu سُبُل dur.
صَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ: “Onları yoldan alıkoydu” demektir.
وَ: Hâl vâvıdır. Kendisinden sonra hâl cümlesi gelir ve öncesindeki cümledeki bir öğeyle bu cümle arasındaki bağlantıyı sağlar.
كَانُوا: “Oldular, idiler” demektir. Nakıs fiildir. İsmi ve haberi vardır. İsmi içindeki cem vâvıdır (كَانُوا). Onlar demektir, Âd ve Semûd topluluklarına racidir.
مُسْتَبْصِرِينَ: “Görüş ve anlayış sahibi olanlar” demektir. بصر kökünden istif’âl bâbından cem-i müzekker salim (düzenli eril çoğul) ism-i fâildir. Bu kök beşinci bâbda (بَصُرَ – يَبْصُرُ) görme özelliğine sahip olmak anlamında iken if’âl bâbında (أَبْصَرَ – يُبْصِرُ) görmek manasındadır. İstif’âl bâbında ise hayır ve şerri birbirinden ayırabilecek görüşe sahip olmak anlamına gelir.
وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ: “Görüş ve anlayış sahibi halindeydiler” demektir.
صَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ: “Görüş ve anlayış sahibi halindeyken onları yoldan alıkoydu” demektir. Burada yol hakka giden yollar, yöntemler, uygulamalardır. Şeytan onlara amellerini süslemiş ve ardından da hak yoldan alıkoymuştur. Hem de daha ilginci görüş ve anlayış sahibi oldukları halde bunu yapmıştır. Nasıl da günümüze benziyor. Bakıyorsunuz, son derece bilinçli ama vaktini ekseriyet demokrasisi başarısı için harcıyor. Görüş ve anlayış son derece yüksek ama şeytan amelini süslemiş ve o yolda çırpınıp durur hale gelmiş. Bakıyorsunuz, son derece anlayış sahibi bir insan ama vaktini zengin olup çok para kazanmaya harcıyor. Amacı bu kazandıklarını hak yolda harcamak. Ancak cari sistem içinde o hale geliyor ki tüm hayatı, gecesi, gündüzü kazandıklarını artırmak ve kazandıklarını korumak şeklinde amellerle geçiyor. Bakıyorsunuz, son derece yüksek görüşe sahip ama benim gücüm yetmez, ben bireysel olarak iyi olacağım diyor ve zulümlere sessiz kalıyor, hak yoldan uzak duruyor. Biz çok akıllıyız, yanlışı doğrudan ayırıyoruz, şeytan bizi kandıramaz diye düşünmemeliyiz. Şeytan öyle bir noktadan gelir ki bizi amacımıza ulaştırmak içinmiş gibi bir yola sokar, o yolu bize süsler ama aslında bizi Allah’ın yolundan uzak tutmuş olur.
Yalova, Teşvikiye
07 Mayıs 2022
M. Lütfi Hocaoğlu