MUSA, FETASI ve BULUŞMA YERİ
1- Mete kardeş, aklıma yatmadı “biraz daha kurcalayayım”. Kusura bakma emi…
2- Sayın Sam’da alınmasın lütfen. Yazarak ona işittirmek istiyorum. Biz hem bugünün sorunlarını, hem de geçmişte ne olmuş araştırıyoruz. Bugün şöyle bir şey var: “Bu, bağımsız kaynaklarca doğrulandı mı? Üçüncü kişiler bu konuda ne diyor?” diye sorulur. Bir tarafın iddia ettiği, o olaya taraf olmayanlarca da sabitlenirse; o zaman o olay kesinleşmiş oluyor. Kuran, Tevrat gibi kutsal metinler bize geçmişle ilgili bir sürü olay anlatmaktadır. Eğer anlatılanlar başka kaynaklarca da doğrulanıra o zaman onu söyleyen doğru söylemiş demektir. Sadece; Allah, peygamber yalan söyleyecek değil ya…” diyerek geçiştiremeyiz. İnanan için elbette öyledir, ama henüz inanmamış olan için (başlangıçta henüz kafir de değil) öyle değildir. İlmi konularda Kuranın söyledikleri bir bir ispatlanıyor, ama geçmişle ilgili anlatılar (benim bildiğim kadarıyla) böyle değil.
Mesela siyerde anlatılan Hz. Muhammed’in doğumu esnasında meydana geldiği anlatılan, bir gölün kuruması, bir sarayın yıkılması gibi olayların doğru olmadığın düşünüyorum. Eğer olsaydı, bu kadar büyük olaylar, (hem de oldukça yakın bir tarihte olan bu olaylar) onların tarihçileri, saray kayıtçıları tarafından da nakledilirdi.
Kurandaki, İbrahim, Musa, İsa gibi şahıslar, Ad, Semud ve benzerleri gibi kavimler hakkında anlatılanlar sadece Kuranda varsa, bu bir roman gibi olmaz mı? Romanın kahramanının başından bazı olaylar geçiyor... Yeryüzünde bunlara ait deliller bulmamız gerekmiyor mu? Hem de “siru fil ardı, fenzur…..” diye emrettiği halde.
Yusuf kıssasında meydana gelen “yedi yıl bolluk, sonra yedi yıl kıtlık” olayı; bakın bir arkeologun kitabında, bir dikili taştan nasıl alıntılanmış. O bunu usuf kıssasını bilmeden anlatıyor. Açlık ve tarımla ilgili konuları anlatırken alıntılamış:
(DÜNDEN BUGÜNE İNSAN-METİN ÖZBEK-İMGE KİTABEVİ-2000)
Açlık insanoğlunu çok eski çağlardan beri tehdit etmektedir; Nil nehrinin ilk çağlayanına yakın bir yerde bulunan, firavunlar dönemine ait dikili taş üzerinde rastlanan bilgiler bu durumu en çarpıcı biçimde yansıtan elimizdeki en eski yazılı kaynaktır. Firavun, ülkenin karşı karşıya bulunduğu kıtlık felaketini bakınız ne güzel dile getirmekte: “… Tahtımda, oturduğum yerde bu büyük felaket için gözyaşı döküyorum. Egemenliğim sırasında, tam YEDİ YIL BOYUNCA Nil’in seviyesinde hiç yükselme olmadı; buğday üretimi düştü. Yiyecek sıkıntısı had safhaya geldi. Ortalıkta hırsızlar türedi ve bunlar evleri yağma etmeye başladı. İnsanların, bırakın koşmayı, yürümeye bile dermanları kalmadı. Çocuklar ağlıyor. Gençler, tıpkı yaşlılar gibi yürürken sallanıyorlar. Bacakları bükülüyor ve acınacak durumda, yerlerde adeta sürünüyorlar. Meclis binası bomboş; erzak sandıkları tamtakır; içlerinde rüzgardan başka bir şey yok. Artık her şey bitti” (Brisset, 1983). S-235
Bir dikili taş bunu söylüyor, Kuran da bunu söylüyor. Peygamber o taşı hiç görmemişti ve Araplar da herhalde hiyeroglif okumayı bilmezlerdi. Şimdi kim diyebilir ki, bu uydurmadır, böyle bir olay olmamıştır. Bize düşen, Kuranda anlatılan her olayın yeryüzündeki tanıklarını, izlerini bulmaktır. Hiçbir zaman bulamayacaksak sadece didaktik olsun diye mi hikaye anlatmaktadır. Allah sadece sanat, güzellik, edebiyat olsun diye bir şey yapmaz…
Musa fetasına, “iki bahrın mecmaına iblag etmedikçe veya hakibelerimiz imdat etmedikce berh etmeyeceğim” demişti. (60) O ikisinin beyninin mecmaına balig olduklarında Hutlarını nesyettiler. O da Bahrde sebilini seraben ittihaz etti. (61) İkisi cevz edice, Musa fetasına ıdamızı bize getir, nasbımız olan bu seferimizden lakyettik” dedi. (62) “Gördün mü/bak sen, Sahraya evyettiğimizde Hutu unutuverdim, onu zikretmemi unutturan Şeytandan başkası değildir” dedi . Sebilini Bahr’da aceben ittihaz etti. (63) “İbga ettiğimiz o” dedi. Kasasen eserleri üzerinde irtidad ettiler. (64)
Musa yanındaki kişiye iki şartlı bir cümle söylüyor. İkisini “veya” ile bağlıyor. “Bu veya bu olmadıkça berh etmeyeceğim” diyor. Bu ikisinden biri oluncaya kadar devam edeceğim. Bu şartlardan biri, İki Bahrın mecmaına balig olmak; diğeri ise hakibelerinin imda(t) etmesi. İki Bahr konusunda Mete beyin tesbiti çok isabetli. Mısırda iki bahr olarak, Mavi Nil ve Beyaz Nil mantıklıdır. Gerçi, Nilin Akdeniz ile kavuşmasını da mecma’ olarak alabilirsiniz. O zaman Musa aşağı Mısırda yaşamış olmalıdır. Klasik anlamda iki tuzlu denizin kavuşması olarak alırsanız; o zaman Sina yarımadasının güney ucundaki Akabe körfezi ile Süveyş kanalının devamı olan kolun birleştiği yere veya Kızıl Denizle Aden Körfezinin birleştiği yere gitmeniz lazım. Bunlar oldukça uzak yerler. Bunu Mete Beyin dediği şekilde kabul edelim.
"Veya"ile getirilen ikinci şart ise, bana göre, hep yanlış tercüme edilmiş. Baştan, Arapçamın yetersiz olduğunu hemen belirteyim. Daha iyi bilenlerin dikkatini çekmek için yazıyorum. Bir yola çıkarken, azığınızı, eğer gideceğiniz yer çok uzak değilse, bir çıkının içine bağlar, varsa değneğinizin ucuna tutturur ve omzunuza alırsınız. Bu sizi yormaz. Ama yol uzak ise ve hayvanınız da varsa, heybenizin içine koyarsınız. Heybe iki gözlü, genellikle kıldan veya yünden dokunmuş bir torbadır. Türkçeye hakibe kelimesinden geçmedir. Hayvanın semerinin ortasına atılır, iki tarafta iki kesesi vardır ve üstüne tekrar insan oturabilir. Omuza da atılabilir ama insana biraz ağır olur, zira eni geniştir. İkinci şart için “heybelerimiz imda(t) edinceye kadar” diyor. Buradaki heybeden kasıt “azıktır”. Cümleyi biraz Türkçeleştirelim: “İki suyun birleşmesine yetinceye veya heybelerimiz imdat edinceye / azıklarımız tükeninceye kadar vazgeçmeyeceğim” demiş olur. Bu iki gayeden hangisi önce gerçekleşirse Musa orada berh edecektir. Oraya ne için gidiyor bilmiyoruz.
Yapılan tercümelerde iki suyun mecmaına geldiği, yani şartlardan biri gerçekleştiği halde; orada kalmak ve o aradığı orada aramak yerine, yolculuğa devam ettiriyorlar. Devam ettiklerine göre, “nasb” ettikleri gayeye varmış değillerdir. Zaten ayette “mecmeal bahreyni” demiyor “belaga mecmea beynihima” diyor. Beynine vardılar. Henüz oraya varmış değiller ama burada bir hata yapıyorlar ve Hutlarını ikisi de unutuyorlar. Zira “nesiya” diyor. Hut’un unutulduğunu Musa da biliyor ama hakibelerin, gıdalarının da onunla beraber orada unutulduğunu Musa bilmiyor. Muhtemelen, fetası yanlarına almıştır, diye düşünmüştür. Halbuki fetası Musa’nın en başta söylediği şartlardan birisinin, hutla beraber hakibelerin, gıdaların da gitmiş, yani tükenmiş olmasının gerçekleştiğini o zaman söylemesi gerekirdi. Şeytanın unutturduğu heybelerin imdat ettiğinin söylenmesidir. Hutun orada unutulduğunu ikisi de biliyor ama hutla beraber gıdanın da unutulduğunu sadece fetası biliyor ve Musa’ya söylemiyor. Musa’nın aradığı, iki suyun birleştiği yere kadar varmak, varamazlarsa da gıdalarının yettiği kadar gitmektir.
Hut, onların taşıtlarıdır, balık değildir. Yunus kıssasında da sanırım aynı kelime vardır. Bu bir deniz taşıtı da olabilir, kara taşıtı da olabilir. Mısırda deniz vasıtaları vardır. Atlı arabalar da vardır. Onlar da aynı bugün bizlerin yaptığı gibi taşıtlarına kuş isimleri, balık isimleri, kara hayvanlarının isimlerini veriyor olabilirler. Bu ya o vasıtanın ona benzemesinden ya da bir vasfından dolayı olabilir. Bizdeki örneklerini çok iyi hatırlarsınız. Doğan, şahin, Kartal ve vb. Mustang da Amerikan atının adıdır, impala bir geyik adıdır, vs. Her ne ise, suda giden ya da suda gitmemesi gerekirken bir acayiplik olarak suda giden bir şeydir.
Musa ilk şarta varmamıştı ama azıkları yok olunca, “aradığımız şey, aradığımız yer orası idi” dedi ve gıdanın yok olduğu yere doğru hemen yola koyuldu. Zira sefere çıkarken öyle demişti. Ya suyun birleştiği yere kadar varacağım, ya da azığımız tükenene kadar gideceğim.
Orada buldukları kimse ile ilgili sonra yazacağım inşallah.
Devamı yarın dostlar. Hatırladınız mı eski radyo gecelerini. Sanırım her Perşembe idi “devamı yarın”. Ya da kimse hatırlamadı mı? Sizlerin o günleri hatırlamayacak genç olduğunuz unutmamalıyım.
Saygılarımla.
H.Kayahan