KURAN’I TANIMAK-2, MUCİZELER
14.08.2012, İZMİR
- Selam, Alabaş Koca.
- Aleyküm Selam evlat; hoş geldin.
- Geldim gelmesine de Alabaş Koca; kafam da alt-üst oldu, dostlar da sağa sola savruldu. “Sana Allah’ı tanıtayım” dedin, bir Allah anlattın ki, ben ne diyeyim sana... Alabaş Koca, bu Allah/Tanrı kavramı bize çok zor geldi. Tamamen SOYUT/SANAL bir varlık. Ne olarak tasavvur edersen et, o değildir. Peki nasıl anlayacağız?
- Evlat, ta başında ben sana “sen benimle olmaya dayamazsın, sana anlattıklarıma tahammül edemezsin, sabredemezsin” dememiş miydim?
- Tamam, bir daha anlattıklarını sorgulamayacağım, beni sabredenlerden bulacaksın, inşallah.
-“Meğer ibarelerin evveli, her şeyin ilki Allah’tan önce, sana başka bir şeyi tanıtmam lazımmış. Bunu şimdi fark ettim.”
- Alabaş Koca, sabretmeye çalışıyorum ama sen beni, her karşılaştığımızda şaşırtmaya devam edeceksen, bu sabır zor olacağa benziyor…
- Evlat, ben Allah’ı ne duydum, ne de gördüm. Ne beş duyum ile, ne de 5+1, 5+2 gibi duyularımla da algılayamadım. Bana bir şey söylemedi ve ben de onu, bu kitabı yazarken ve yazdırırken de görmedim. Kendisi soyut olmasına soyut ama bu kitap var ya, bu kitap, işte bu somut mu, somut. Elimle tutuyorum, gözümle görüyorum. Bütün bunlar bu kitabın başının altından çıkıyor. Kendinin bir mislinin olamayacağını, kendisinin ne demek, bir suresinin bile mislinin olmayacağını iddia ediyor. “Bi lisanen Arabiyyen/Arap dili ile” olduğunu söylüyor, “Musa mikate varınca”, “Musa asasını ilka etti” gibi son derece sıradan görünen cümleleri var ama o, nasıl bir özgüvenle bu kadar iddialı olarak “bir suresinin bile mislinin olamayacağını” söylüyor? “Cümleler sıradan ama misli olamaz”, bu sana da müşkül gelmiyor mu evlat?
- Bu kitabın bazı şeyleri öylesine söylemediğini, hikâye olsun diye aktarmadığını, bu söyleminin ardında ciddi ve bizim, bırak benzerini söylemeyi, neyi kastettiğini bile anlamadığımız sonuçları olduğunu nasıl bileceğiz, ne zaman anlayacağız?
-Eskiler, “her devirde onun bir mucizesi ortaya çıkar.” demişler ve her yeni icatta, her yeni keşifte; “işte bak biz demedik mi, bu zaten Kuran’da vardı” şeklinde tesellilerle idare etmişler. Kendi bilgi seviyelerinde ve kendi yaşadıkları hayata yetecek kadar çözümleri ondan çıkarmışlar, anladıklarına “muhkem/hükümlü” anlayamadıklarına ise “müteşabih/şüpheli” demişler. Bu terim zaten kitabın kendisi için kullandığı iki terimdir. Böylece, ciddi bir uygarlık oluşturmuşlar, önce kendilerini değiştirmişler, sonra da bütün dünyaya tesir ederek, onları dönüştürmüşler. Kendi içinde tutarlı bir yapbozu oluşturup, onunla yaşamışlar.
Şimdi aradan 1400 yıl geçti. Hayat değişti, ihtiyaçlar değişti, imkânlar değişti, kavramlar bize yetmez oldu. Geçen sana anlattığım doğal olay gerçekleşti ve ahir zaman alametleri (yaşamakta olan medeniyetin yaşlanıp, ölüme yaklaştığının işaretleri) tezahür etti, o medeniyete ait ne varsa zamanın püskürttüğü küllerin altında kaldı. Fakat kitap ortada duruyor ve meydan okumaya devam ediyor.
- Alabaş Koca, biraz daha somut anlatabilir misin?
- Evlat, şimdi ben çok somut, eskilerin deyimiyle müşahhas, elle tutulur, gözle görülür olan bu KİTABI anlatayım. Zaten biz Allah’ı; yazarken, yazdırırken, söylerken vs, görmedik ki... Beş duyu ile algılanamayan, sadece kendisine ait olduğunu söylediği kitap ve bizlere vermiş olduğu aklı kullanarak, bizim için hazırladığını söylediği evreni gözlemleyerek kavrayabildiğimiz bir varlık hakkında, elbette her çeşit spekülasyon yapılacaktır. Geçmişte de yapıldı, gelecekte de yapılacaktır.
Müellif görünmüyor ama ortada bir kitap var. Bildiğimiz kitaplara benzeyen bir kitap. Orta hacimde; sayfaları, cümleleri, harfleri olan bir kitap. Bu kitap; boyuna bosuna bakmadan bir de meydan okuyor. “Bunun benzerini, hatta bir suresinin benzerini getiremezsiniz”, diyor. Edebiyat (dil), Matematik (fen ve teknoloji) ve benzerleri bu kadar gelişmesine rağmen, üç cümlelik kısa bir surenin benzeri neden getirilemez, insanlar düşünmezler mi? Görünüşte onu yazanın yeni şeyler söylemesi, ilaveler yapması, değiştirme, çıkarma yapması mümkün de görünmemektedir. Bütün bunlara rağmen, insan aklı ve dehası, ona eşdeğer bir sureyi (3 cümleyi) niçin getiremez? Kitabın bu özgüveni neye dayanmaktadır?
- Sıradan görünen bu kitap, olağanüstü süreçlerden sonra mı oluşmuş Alabaş Koca?
- Diğer yazarların yazdığı gibi olmamış bu kitabın oluşması. Yıllarca sürmüş ilk yazılımı. Bir sürü insan hem ezberlemişler hem de ellerinde ne varsa, kemikler, deriler üzerine duyduklarını yazmışlar. Yine yıllarca öyle kalmış bunlar. Sonra hepsini toplamışlar, bu cümleleri ezberleyenlerin de katılımı ile bir kitap haline getirip, geride kalanları yok etmişler. Hepsi hep beraber, “bu bizim Muhammed’den duyduğumuz, ezberlediğimiz ve yazdığımızdır. Bunda, duyduklarımızdan ne bir şeyi eksik bıraktık, ne de kendimizden bir fazlalık yazdık” demişler, ittifak etmişler. Bir kitap için oldukça sıra dışı bir oluşum süreci değil mi?
Önce, edebiyattan anlayanlar, bu kitabın ifadelerinin, insan betimlemelerinin ötesinde olduğunu, söylemişler. En üstün şiirlerin asıldığı Kabe duvarına onun ayetlerini asmışlar, bu kitaba karşı olanlardan dahi buna itiraz eden kimse çıkmamış. Böylece bu yetkin insanların tanıklıkları ile ilk mucizesi ortaya çıkmış. Edebiyat açısından bir kusur bulan da çıkmamış şimdiye kadar.
Sonra ilim ve fen ilerlemiş bazı keşifler ve icatlar yapılmaya başlamış. Tıp gelişmiş, ilim adamları; mesela, ceninin gelişimini tanımlamaya başlamışlar, bakmışlar ki bu kitapta da aynı şekilde anlatılıyor. Kepler çıkmış, gezegenlerin bir görüngesinin olduğunu söylemiş, Kitapta da “...KÜLLÜN FİFELEKİN YESBEHUN/hepsi bir felek/yörüngede yüzeler” diye yazan ifadenin bunu anlattığını fark etmişler. Kaptan Cousteau, Cebelitarık’ta bir su perdesi bulmuş ve Akdeniz ile Atlas okyanusu sularının birbirine karışamadığını bulmuş, bizimkiler de “meracel Bahreyni yeltakiyani, beynehüma berhazün la yebgiyan” ibaresini fark etmişler. İki su yan yana beraberdir ama aralarında berzah/perde vardır, karışmazlar. Hasılı; Astronomiden, Tıptan, Biyolojiden, Arkeolojiden ve diğerlerinden örnekler hep böyle gitmiş ve “bu kitabı o günün insanlarından biri yazsaydı, elbette bunları bilmesine imkan yoktu; öyleyse bu kitap insan eseri olamaz”, sonucuna varmışlar.
- Bu kitabın ilginçlikleri bu kadar mı, Alabaş Koca?
- Bu farkında olmalar devam edecek. O gün için müteşabih olanlar (şüpheli, bir şeye benzetilemeyenler) zaman içinde ilmin gelişmesiyle anlaşılır olacaktır. Bu usul, ilk İKİNCİ BİN YIL (MS 1000-2000 arası) için doğrudur, gelecekte de bu yöntem devam edecektir. Geriden geldiği için, biraz pasif bir yöntemdir ama Kitabın insan sözü olmadığını iyice pekiştirmektedir.
- Alabaş Koca, bu yöntem yeterli değil mi? Kitaptan 1000 yıl, 2000 yıl sonra ilim adamlarının muazzam çalışmalarından sonra bilinebilen şeylerin bu kitapta önceden yazılı olması, insan sözü olmadığına yeterli delil sayılmaz mı?
- Evlat, ilimler çok gelişti. İlmi disiplinler oluştu. Her disiplin alt disiplinlere bile ayrıldı. En önemlisi 2000 yılın (20. yüzyılın) sonuna doğru bilgisayarlar icat edildi. Elle ve klasik aletlerle yıllarca yapamayacağımız hesapları, analizleri, incelemeleri kolaylıkla yapabilir hale geldik. Şimdi bu kitap bize yeni şeyler söyleyecek, hem de eski yöntemdeki gibi keşiflerden sonra değil, önce. Böylece, araştırmalarımıza ayetler yol gösterebilecek. Eğer gerekeni yapabilirsek tabii…
- Ne yapmamız lazım sence, Alabaş Koca?
- Kitapta; Kehf, 18/109 da “…İki bahr biter, Rabbinin kelimeleri bitmez…”; Lokman 31/27 de, “… bahr ve onun misli 7 bahr imdad etse, Allah’ın kelimeleri bitmez…” denmektedir. Kitabın kendisinde bir artma olmayacağına göre, bizim ondan anladığımız, bizim ona söylettiğimiz şeyler bitebilir ama onun sözleri (kelimeleri) bitmeyecektir. Bunun kıyamete kadar böyle sürüp gideceği belli de, kıyametten sonra da devam edip etmeyeceği açık değildir.
Bana göre bu kitap, yeniden haşr olunduğumuzda da geçerli olacaktır. Henüz bu kitabın çok azını biliyoruz. Çünkü kitapla ilgilenenler azdır. Onda yazılı olmayan bir şey yoktur.
Kendisi 600 sahife ve orada yazılı olmayan hiçbir şey yok. Peki bu nasıl mümkün olabilir ki..?
Şimdiye kadar onunla; teologlar (din/tasavvuf ekolleri), fıkıhçılar (hukuk/düzen ekolleri), astronomi, tıp, biyoloji vb alanlardan az sayıda alim meşgul olmuşlardır. Fıkıh ancak 2 yüzyıl meşgul olmuş, pozitif ilimlerdeki araştırmalar da en fazla Endülüs medeniyetinin sonuna kadar devam etmiş, bu tarihten sonra sadece eskilerin yazdıkları üzerine yorumlar yapıla gelmiş, özgün araştırmalar yapılmamıştır. İlahiyatçılar/teologlar bize kızsalar da biz onunla ilgilenmeye, onu anlamaya çalışacağız, anladıklarımızı da paylaşacağız.
Kitapta; “…fassalnahu ala ilmin…/onu bir ilim üzere fasıllandırdık(Araf,7/52)” diyor. Burada ilim kelimesini nekre olarak kullanıyor. Yani sadece belli, bilinen (marife) bir ilim üzere değil, her ilim üzerine, yani her disiplin üzerine tafsil ettik diyor.
Sahi, sen matematik biliyor musun evlat?
- Evet, biraz biliyorum.
- Matematikte kullandığımız ampirik formüller vardır. Matematikçi için işlem ve sonuç değişmez ama onu kullanan bizler için çok farklı anlamlar ifade eder. Mesela A=BxC şeklinde basit bir eşitlik olsun. Bu bir fizikci için F=m x a demektir ki; kuvvet, kütle ile ivmenin çarpımıdır. Bir haritacı için, S=a x b demektir ki, elindeki bir dikdörtgenin alanıdır
ve eni ile boyunun çarpımıdır. Bir tüccar için bu P=m x f olur ve para, miktar ile fiyatın çarpımıdır. Bir şoför için ortalama hızı ile araç kullandığı süreyi çarparsa kat ettiği yol olur. Burada formül aynı formül, yapılan işlem de aynı çarpma işlemidir. Herkes kendisine lazım olan neticeyi bulmuştur.
İşte evlat, Kuran’ın kelimeleri, cümleleri de böyledir, aynı matematikteki formüller gibidir. Kuran’da ayı manada iki kelime yoktur. Zira bu israf olur ve Allah müsrif değildir. Aksine Allah bereketlendirir. Bir kelime birden çok manada kullanılır.
- “Darabe”, “ceale” gibi kelimeleri birden çok manada kullanıyorlar mealciler, tefsirciler. Onu mu kast ediyorsun Alabaş Koca?
- Benim söylemeye çalıştığım daha farklıdır. Kelime kullanıldığı sahaya göre farklı bir nesneyi veya eylem ifade eder. Bu farklı şeyler sadece sistem olarak ve anolojik olarak birbirlerine denktirler. Mantıktaki denk kümeler gibi. Bunun dışında birbirleri ile alakası yoktur. O kelime her an o farklı manaları ihtiva eder, burada şu manada, şurada şu manada değildir.
Mesela, Allah kelimesi, önce yaratıcının zatını, sonra da topluluğu, kamuyu ifade eder.
Resul kelimesi önce peygamberleri, yürütmenin başını sonra her türlü elçiyi, Rab kelimesi keza Allah’ın zatını, yerel yönetimlerin başını ifade eder ve köle sahibi olan efendi manasına gelir. Zaten böyle manada kelimeler de kullanılmaktadır.
Bu yeni kabul, ilmin her disiplininde de kullanılacak. Mesela bir fizikçi; “… tealev tav’an ev kerhen…” ibaresine, teologların dediği gibi, “isteyerek veya istemeyerek gelin” demeyecek; örneğin “çekerek (çekme kuvveti) veya iterek (itme kuvveti) birleşin” diyecek ve evrendeki sabiteleri ve dengeleri Kuran ayetlerinden çıkarabilecektir. Duhan kelimesine duman demeyecek ve belki de maddenin 4. hali olan plazma halini bu kelime ile karşılayacak ve onun müştakları/türevlerini düşünüp fiziğini geliştirecek. Aynı ayeti herkes kedi sahasında delil olarak kullanacaktır. Kimse kimseye, “o kelime, o manaya gelmez” diyemeyecektir. Çünkü herkesin disiplini farklıdır ve Kuran herkese ayrı ayrı hitap eder.
Bana göre, bu çağdan sonra böyle gelişmeler olacaktır. Daha anlaşılır olması için bir örneği daha fazla açmaya çalışayım:
Bir teolog, bir mutasavvıf; Kuran’daki bütün Allah kelimelerini, kendi kendine yeterli olan Allah’ın zatını düşünerek anlayacak ve öyle yorumlayacaktır.
Bir sosyolog, hukukçu, siyaset bilimci, kamu yönetim uzmanı ise; Allah kelimelerini kendi kendine yeterli olan topluluk, kamu, devlet olarak anlayacak ve öyle yorumlayacaktır.
Bir biyolog, zoolog, anatomist (ve benzerleri)ise; bu kelimeyi kendi kendine yeterli olan, incelemekte olan bir canlı olarak düşünecek ve öyle yorumlayacaktır.
Bir fizikçi, astronom ve benzerleri ise; bu kelimeyi kendi kendine yeterli olan bir kâinat, evren, kozmos olarak anlayacak ve öyle yorumlayacaktır.
Kuran aynı, kelimeler cümleler aynı; ama hitap ettiği kişiler farklı ve onların anladığı mana farklı olacak, ama hepsi birbirine ANALOG olacaktır. Formül aynı, ama sonuçlar herkes için farklı ve yararlı olacaktır.
Kuran’da 1700 civarında kök kelime vardır. Kalıplara girmiş değişik haliyle 100.000 kelimeden fazladır. Tekrarları ile beraber 1700’ün 100 katı 170.000 civarındadır. Sadece Kuran’daki kelimeleri tüm kalıplara uygularsan 1.000.000 ‘un üzerinde, belki de 1.700.000 kelime elde edersin ki, bu dünyanın en zengin dili demektir.
Bugün fizik, kimya, biyoloji ve benzeri ilimler hep Latince ve İngilizce kelimelerle yazılmakta ve bu dillerden kelimeler türetilmektedir. Kuran’a inanan ve güvenen ilim adamları Kuran Arapçası öğrenecek ve kendi bildikleri ilmi disiplinin bütün literatürünü Kuran kelimeleri ile yazacaklardır. Nasıl ki ilimde branşlaşmalar olmuş ve artık hiç kimse bütün ilimleri bilememektedir, yarın Kuran ilimleri de benzer şekilde branşlaşacak ve o konudaki uzmanlarca bizlere aktarılacaktır. Kuran kelimeleri ile yazılmış fizik, Kuran kelimeleri ile yazılmış biyoloji kitapları ve benzerleri oluşacaktır. Böylece Kuranın daha önceki asırlarda ortaya çıkan mucizelerinden daha farklı yeni mucizeleri ortaya çıkacak ve bu yeni mucizeler hiç bitmeyecektir. İnsanlığın ilmi seviyesi arttıkça, Kuran onlara o seviye göre yeni şeyler söyleyecek ve bu mucize olacaktır. Allah’ın kelimelerinin bitmemesi bu demektir.
- Allah senden razı olsun da, yeni yükler yükledin üstümüze yine, Alabaş Koca.
Saygılarımla.
Hüseyin Kayahan