ÂDEM’İN DİLİ
İnsan dilinin oluşmasına bir yaklaşım.
14.05.2020, İzmir, bir Korona gecesi
(Arkadaşlarımın ret, kabul, kritik gibi katkılarını, ekleme, düzeltme ve şerhlerini bekliyorum.)
1.Giriş
Bu yazımızda genel olarak ses, harf ve dil üzerinde bazı hatırlatmalar yaptıktan sonra, özel olarak Âdem’in, yani ilk insanın dili ve onun ilk kelimeleri üzerine bir inceleme yapacağız.
“3” ile başlayan bölümlerde anlatılanlar kısa tutulmuştur. Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler, “erginlik teorisi” kitabımıza baş vurabilirler. Orada özellikle İnsanların kullandığı alfabeler ve bunlarla oluşturdukları dil gruplarının temel özellikleri detaylı olarak incelenmiştir.
2. Etimoloji
Etimoloji kelimesi Grekçedir ve kökenbilim, köken bilimi demektir. Etimoloji bir dildeki sözcüklerin kökenlerini, o dilin diğer dillerle ve o dili konuşanların geçmişten günümüze kadar diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştırır.
Bu incelemede daha önce yapılmış etimolojilerden de yararlanıldığı gibi, yeni varsayımlarla yeni yaklaşımlar ortaya konulacaktır.
3.Dil nedir?
Varlıkların birbirleri ile yaptıkları iletişimler ve çevrelerinden bilgi toplamalarını sağlayan vasıtalara dil diyoruz.
Diller çıkarılan sesler, etrafa yayılan kokular, havada yapılan şekiller, radyo ve sonar dalgaları, elektrik sinyalleri, mekanik titreşimler, vb. pek çok yöntemle oluşabilir. Farklı varlıklar farklı yöntemlerle iletişim kurarlar, konuşurlar.
3.1.Alfabeler
Her dilin bir alfabesi vardır. Alfabelerdeki harf sayıları çok farklıdır. İkili sisteme göre oluşmuşlardır. Dillerdeki harf sayısı olarak kabul ettiğimiz sayılar “nominal değerlerdir”.
Nominal değer, proje safhasında öngörülen değerdir, ortalama değerden farklıdır. Her toplulukta aynı değer olmayabilir.
3.2.Cansızların Dili (2^1)
Cansızlar (elementler ve moleküller) 2 harfli bir alfabe kullanırlar. Elementler için artı (+) ve eksi (-) harfleri vardır. Artıklı olan fazlalığını haber verir, eksikli olan da ihtiyacını bildirmiş olur. Birleşmeleri ile barış tesis edilir ve moleküller böylece oluşur.
Bilgisayarlar da sıfır (0) ve bir (1) harflerini kullanırlar. Bu iki harfin defalarca tekrarı ile her şey ifade edilir.
Henüz kendileri ile tanışmamış olsak da melekler ve cinler de 2 harfli bir alfabe kullanıyor olsa gerektir.
3.3.Canlıların Dili (2^2)
Canlılar (hücreler) ise 4 harfli bir alfabe kullanırlar. Tüm canlıların oluşumu, hayatının devamı ve ölümü, DNA’larına 4 harfle yazılmış yazılarla gerçekleşir.
3.4.Bitkilerin Dili (2^3)
Makro canlılardan olan bitkiler ise 8 harfli bir alfabe kullanırlar. Bu alfabe hormonlardan, kokulardan oluşur. Bitkilerin sinir sistemi olmadığı için elektrik sinyalleri kullanamazlar. Meşelerin yapraklarını yiyen bir hayvanın varlığını bir koku hormonu ile diğerlerine bildirdikleri biliniyor. Bitkilerin kaç çeşit hormon ürettikleri tam olarak belirlenmemiştir.
3.5.Hayvanların Dili (2^4)
Makro canlılardan olan hayvanlar 16 harfli bir alfabe kullanırlar. Hayvanlar ses dalgalarını, radyo ve radar dalgalarını, elektrik sinyallerini, görsel şekilleri ve benzeri yöntemleri alfabe olarak kullanırlar. Alfabelerinde nominal olarak 16 harf, sembol vardır. Bazı topluluklarda bundan daha az ve veya daha çok harf olabilir.
Papağanların insan seslerini tekrar ettiği bilinmesine karşın, kendi aralarında bunları kullanmazlar. Bu bir ezber gibidir. İnsanın çıkarabildiği seslerin hemen hepsini taklit de olsa çıkarabilmektedir. Filler, foklar, balinalar da insan seslerini taklit edebilirler.
Sınıflandırma bilimi Taksonomide insanın da içinde olduğu primatlar ailesi gerekli ses anatomisine sahip oldukları halde, senkronize halde bunu kullanacak bir beyin gücüne sahip olmadıklarından az ses üretirler. Maymunlar p, b, k, g, m ve w ünsüzlerini çıkarabilirler. Bu seslerin dördü dudaktan çıkan seslerdir.
Kuşkusuz sesler çıkarabilmek başka; bu seslerle hece, kelime ve cümle kurmak başka bir olaydır. Ses veya benzeri bir yetenek yoksa diğer bireylerle iletişim kurulamaz. Sesi, ışığı, hormonu, kokuyu, resmi değiştire, değiştire anlamlı mesajlar oluşturmak konuşmaktır.
Memeli hayvanlar daha çok dudak harflerini (dudaktan çıkan sesleri) daha çok kullanıyorlar. Kuzular “mee”, oğlaklar “bee”, danalar “möö”, develer “mııı” gibi dudak harflerini kullanırlar. Kuşlar “cık, cik, gak, guk” seslerini; tavuklar “g, t, d”, horozlar tavuklardan daha çok ses üretirler. Kuşların çıkardığı sesler bizim dişten çıkardığımız seslerdir. Yırtıcılarda ünlü sesleri daha çok görüyoruz. Yunusların diğer yunuslara bir isim verdiği biliniyor.
İnsanın dışındaki canlılar, sesleri kullanırken anlamlı ses dizinleri oluşturabilirler. Burada kullandıkları kavramlar hep somut/müşahhas nesnelerdir. Sadece insan soyut kelimeler ve kavramlar üretir. Bir arı, besinin bulunduğu yeri anlatırken güneşi, besinin onunla yaptığı açıyı ve uzaklığını anlatır. “Dün gittiğimiz yer” diyemez. Dün kelimesi soyut bir kavramdır. “Aynı yer” de diyemez. Aynı kelimesi soyut bir kavram ve hafızayla ilgili bir terimdir. Ertesi gün yeniden ve en baştan tekrar anlatması gerekir.
(*)Bitkilerin ve hayvanların kullandığı alfabelerdeki harf sayısı, matematikte kullanılan “enterpolasyon” metodu ile tespit edilmiş olup, doğadaki mevcut sesler ve hormonlar incelenerek test edilmelidir.
3.6.İnsanların Dili (2^5)
Harf alfabesi kullanan insan toplulukları nominal olarak 32 harfli bir alfabe kullanırlar. Bazı dillerde bu harf sayısı yarıya kadar, bazı dillerde de iki katına kadar çıkabilir. Otuz iki ses ile her şey ifade edilebilir. Arapçada 28, İbranicede 21, Türkçede ise 29 harf vardır.
Harflerin bir kısmı, genelde dörtte biri (1/4) kadarı sesli/ünlü harflerdir. Ünlü veya sesli harf; ses yolu görece açık durumda iken ses tellerinin titreşmesi ile bir engele takılmadan oluşan; hecenin en küçük birimini oluşturan konuşma sesidir.
Sessiz harfler ise ön veya arkalarında bir sesli harf varmış gibi çıkarılır. Bunun için boğazdan gelen ses titreşimleri dudak, diş, dil ve gırtlak hareketleri ile değiştirilir ve ünsüz sesler oluşturulur. Arapçadaki harekeler sesli harf işlevi görür.
Hece alfabesi kullanan topluluklarda ise (2^10) 1028 nominal ses vardır. Çin dili böyle bir dildir.
4. Âdem
Âdem ilk insandır. Antropologlar Âdem ve onun soyu için Homo Sapiens (hatta bazıları Homo Sapiens Sapiens) diyorlar. Homo kelimesini de “insansı” olarak çeviriyorlar. Homo Sapiens, hominidlerin alt soyu, hominidler de primatların alt soyudur.
Homo Habilis “kabiliyetli homo”, homo Erectus ise “dik yürüyen homo”dur. Homo Erectus, Homo Habilisin devamıdır.
4.1 Tür
Hayvanlar (ve hatta bitkiler) eşeyli olarak ürerler. Yani bir erkek ve bir dişinin birlikteliği ile döllenme olur ve yeni canlı böylece oluşur. Mikro canlılar ise (mitoz) bölünme ile ürerler.
Aynı türden olan bireylerin birleşmesi ile aynı tür meydana gelir ve ondan da nesil devam eder. Doğan nesil ebeveyninin tüm özelliklerini aynen taşır.
Farklı türlerin birleşmesi ile (melez) yeni türler meydana gelir ama bu melez (hibrit) türler kısırdırlar. Onlardan yeni nesil türemez. En bildiğimiz örnek katırlardır. Katır, at ile eşeğin birlikteliğinden oluşur ama katırdan katır doğmaz. Yeni bir katır için yeniden at ile eşek çiftleştirilir. Bugün yediğimiz pek çok meyve ve sebze de hibrit tohumlardan elde edilir. Hibrit bir tohumun pek çok ekonomik faydası vardır ama onu yiyen canlıların akıbetlerinin ne olacağı henüz meçhuldür.
4.2.Yeni Tür
Üreme yeteneğine sahip yeni bir tür meydana getirebilmek için o türün dişisinin o türün erkeği ile çiftleştirmemek gerekir. Dişi aynı türün erkeği ile birleşince yeni bir tür ortaya çıkmaz ve aynı tür devam eder. Dişi farklı bir türün erkeği ile birleşirse yeni bir tür meydana gelir ama bu yeni tür kısır olur ve ondan yeni tür devam etmez.
Kendi içinde üreyebilen yeni bir tür ancak sadece ona hiçbir erkek dokunmadan, dişisinin kendi kendisine doğurması ile mümkündür. Bunun için o dişinin üreme hücrelerindeki kromozomlarda değişiklik meydan gelmelidir. Evrimciler bunun “rastgele mutasyonlarla” meydana geldiğini söylüyorlar. Kutsal kitaplar ise bu mutasyonun planlanarak yapıldığını söylüyorlar. Planlanmış bir müdahaleden sonra dişi kendi kendine gebe kalır ve yepyeni bir tür doğurur. En ilkel tek hücreli canlıdan en gelişmiş insana kadar yeni türler benzer yöntemle meydan gelmişlerdir. Tüm dişilerin kromozomlarında bu potansiyel mevcuttur. Belki de bu, otomatik bir zaman sayacı ile programlanmıştır. Henüz bu mekanizma aydınlatılmış değildir.
Kuran’da bu işlem İsa peygamberin doğumunda anlatılır. Annenin kromozomlarını melekler uygun hale getirmiş ve aktive etmişlerdir. “Melekler”, bugün çok kullandığımız “antivirüs” programları gibi onarıcı, düzeltici, iyileştirici, açıkları yamayan ve daha iyi hale getiren (programlardır) yazılımlardır. “İblis” ise bugünkü virüs programları gibi yıkıcı, bozucu, tahrip edici yazılımlardır. İblis bozar, melekler onarırlar. İsa peygamberin doğumunun, Âdem’in doğumu gibi olduğu açıkça belirtilir. Başka türlüsü de olamaz ki… Aynı tür birleşse aynı tür, farklı tür birleşse kısır/hibrit tür ortaya çıkmaktadır. Aynı türden, üreyebilen farklı tür çıkarmak ancak o türün sadece dişinin kullanılması ile mümkündür.
4.3.Âdem’in annesi ve babası
Âdem, bugün bildiğimiz insanın atasıdır. Âdem’in annesi ise insan değil, insansı, yani bir hominidtir. Annesinin ses donanımı Âdem’e çok yakındı ama beyni o donanıma senkron olmadığı için bütün sesleri çıkaramıyor ve o seslerle kelime ve cümleler oluşturamıyordu.
Âdem annesinden ve çevresindeki diğer hayvanlardan bazı sesleri duyabilir ve bunları taklit edebilirdi, ettiği de kesindir. Pek çok hayvan bizim çıkardığımız seslerle iletişim kurmaktadır.
Âdemin beyni sahip olduğu ses donanımı ile uyumlu idi. Bugün yeni doğan bir bebeği düşünün. O gün âdem de öyleydi. Çocuk hangi çevrede büyürse o çevrenin dilini öğrenmekte, o dilde kullanılan sesleri çıkarmaktadır. Bir yaşına doğru başlayan dili öğrenme yeteneği birkaç yıl içinde nerdeyse tamamlanmakta, günlük konuşmalar yapılabilir hale gelmektedir. “bu ne?, bu ne? Bu ne?” şeklinde bitmek tükenmek bilmeyen sayıda sorular sorarak etrafındaki nesnelerin isimlerini ezberlemeye çalışır. Bugün dâhi günlük konuşmalar 300 kelime (2^8) ile yapılabilmektedir.
Âdem’e annesi öğretemezdi, o bir hominid idi. Kısıtlı seslerle az sayıda kavramı söylüyordu. Âdem öğrenme işini eşi Havva ile yürütmüş olmalıdır. Karşılıklı denemeler, vurgulamalar, tekrarlar ile giderek isimler ortaya çıkmıştır. Çocuklar işin içine girince, işte o zaman gerçek öğrenme başladı. Ondan önce rasgele söylediği sesleri, kalıcı isimler haline getirmesi gerekti. Varlıklar, nesneler onun uygun gördüğü sesle isim aldılar. Çocuk her sorduğunda hep aynı sesi/ismi söylemesi gerekiyordu ki çocuklar öğrenebilsinler.
Dudak harfleri ile dişten çıkan harfleri ve söylenmesi çok kolay olduğu için boğazdan çıkan sesli/ünlü sesleri kullanarak başlamış olsa gerektir. Gördüğü, duyduğu, kokladığı yani 5 duyu ile algıladığı şeylere birer isim koydu. Bu isimler ancak “tek heceli” isimlerdi. Kolaydan zora, basitten mürekkebe doğru olması gereken dildeki evrim böyle başladı.
Önce tek sesli isimler koydu. Dört ünlü ve 12 ünsüz olarak 16 ses kullandı. Ortamda bu sayıya yakın sayıda ses o zaman da vardı, şimdi de vardır. En kolay çıkarılan ünlüler kalın ünlülerdi. Onları en az kas hareketi ile çıkarabiliyordu. Nerdeyse hiç kas kullanmadan, ses yolu tamamen açık şekilde çıkabilen ses “a” sesidir. Dudaklar açık, dil boşta, damak, gırtlak ve yutak doğal halinde iken çıkan ses “a” sesidir. Tarzan da “Aaaaa” diye bağırır. Düz ünlülerden e, ı, i için az da olsa dil ve çene hareketi gerekir. Yuvarlak ünlüler için ise dudak hareketi gerekir. İnce ünlülerde dil alt dişe dokunur.
Ünsüzlere gelince, hayvanların da kullandığı dudakla şekillendirilen seslerden başlayarak, önce dili ve daha sonra da damağı ve yutağı kullanarak çıkarılan sesler oluştu. Zamanla bunların sayıları arttı ve bugünkü kullandığımız 32 sesli diller oluştu.
Sesli harfler yani ünlüler tek olarak çıkarılabiliyordu ama sessiz yani ünsüzler önlerine veya arkalarına ünlü bir ses eklenmeden ağızdan çıkmıyordu. “M” sesi ya “m+a=ma” şeklinde, ya da “ü+m=üm” şeklinde çıkıyordu. Bugün buna hece diyoruz. Sesli harfler en kısa hecelerdir.
Yirmi bir buçuk saniye ile en uzun ötüş rekorunu elinde bulunduran Denizli horozu, uzatılmış tek hece mi söyler, yoksa tonlamalarla çok heceli bir kelime, hatta cümle mi söyler? Eşeğin anırması da böyledir. “aiaiaiai” şeklinde duyduğumuz sesler tek hece midir?
Allah Kabil’e bir karga göndererek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini öğretmiştir. Demek ki insan doğada var olan şeylerden ders çıkarır ve onlardan faydalanır. Âdem de sesleri doğadaki canlılardan öğrenmiş, bu sesleri taklit etmiştir. Âdem’in yaşadığı dönemde henüz hayvanlar evcilleştirilmemiş, el yapımı evler yapılmamış, elbise bilinmiyordu. Meyvecil idiler, toplayıcılıkla geçimlerini sağlıyorlardı. Onun annesi ancak taş aletler yapabilen bir dişi idi. Kuzenleri ve varsa üvey kardeşleri de öyleydi. İki Milyon yıldan beri yaşayan Erectusların son üyeleriydiler. Âdem ile beraber Homo Sapiens sapiens (bilen/bilge insan) dönemi başlamıştı. Bugün hiçbir hominid türü kalmamıştır.
Evrimin, tekamülün, gelişmenin bir gereği ve “rabvet” sıfatının bir tecellisi olarak ilk önce tek sesler, zamanla birleştirilmiş ikili sesler, daha sonra üçlü, dörtlü, beşli vb. seslerden oluşan isimler ortaya çıktı. “a/e” ben, “o” o; “u/ö” uzak, öte ve benzeri ifadeler; sessiz harflere eklenen sesli harflerle tek heceli “üm/em/ma” anne, “maa”gibi uzatarak göl/su/ırmak, gibi sürekli göz önünde olan ve çok belirgin nesneler için ifadeler üretildi.
Görünen eşyanın adlandırılması kolaydı. Bazı eşyaların adları zamanla sıfat olarak diğer nesnelerin önüne veya arkasına eklendi. Böylece sıfat tamlaması ve isim tamlaması gelişti.
Fiiller en son gelişti. Fiil (eylem) isimden daha soyuttur. Bugün bile Japoncayı şöyle konuşabilirsiniz.
Ben gelmek dün (isim cümlesi) = ben dün geldim. (Fiil cümlesi)
Ben gelmek yarın (isim cümlesi) = ben yarın geleceğim. (Fiil cümlesi)
Ben gelmek bugün (isim cümlesi) =ben geliyorum/gelirim. (Fiil cümlesi)
Erginlik teorisinde, “var olmayı” ve “varlığı” şöyle tarif ettik. Adı olan şey vardır. Yani bir şeyin var olduğunu söyleyebilmemiz için onun bir adı olması lazımdır. Varlık, adı olandır.
Adları kim koyar?
5.On ayet
Bakara (2/30-39)
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ (30) وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاءِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (31) قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ (32) قَالَ يَاآدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ (33) وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ (34) وَقُلْنَا يَاآدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمِينَ (35) فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ (36) فَتَلَقَّى آدَمُ مِنْ رَبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (37) قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَمِيعًا فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنِّي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (38) وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (39)
Ve düşün ki rabbin melâikeye «Ben Yerde muhakkak bir halife yapacağım» dediği vakıt «Â!.. Orada fesat edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın?. biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken» dediler. «Her halde ben sizin bilemiyeceğiniz şeyler bilirim» buyurdu[30] Ve Âdeme bütün esmayı ta’lim eyledi, sonra o âlemîni melâikeye gösterip «Haydin davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin» buyurdu[31] Subhânsın Yarab! Bizim için senin bize bildirdiğinden başka ilim ne mümkin, o alîm, hakîm sen, şüphesiz sensin» dediler[32] Ey Âdem bunlara onları isimleriyle haber ver buyurdu Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber veriverince de buyurdu ki demedim mi size Ben her halde Semavüt-ü Arzın gaybini bilirim, ve biliyorum ne izhar ediyorsunuz da ne ketmeyliyordunuz[33] Ve o vakit melâikeye «Âdem için secde edin» dedik, derhal secde ettiler, ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten kâfirlerden idi[34] ve dedik ki «ya Âdem sen ve zevcen Cenneti mesken edin, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın ki haddi aşan zalimlerden olmıyasınız[35] Bunun üzerine Şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları naz-ü naimden çıkardı, biz de haydi dedik bâzınız bâzınıza düşman olarak inin ve size yerde bir zamana kadar bir karar ve bir nasıp alma var[36] derken Âdem rabbından bir takım kelimeler telâkkı etti yalvardı, o da tevbesini kabul buyurup ona yine baktı, Filhakika odur ancak öyle tevvab öyle rahîm[37] Dedik: İnin oradan hepiniz, sonra benden size ne zaman bir hidayetci gelir de kim o hidayetcimin izince giderse onlara bir korku yoktur ve mahzun olacaklar onlar değildir[38] Küfre saplananlar ve ayetlerimize yalan diyenler ise işte bunlar ateş arkadaşlarıdır, onlar orda muhalled kalacaklardır[39]
Kuran’da (2/31) “ve alleme Âdeme el esmâe küllehâ / Âdem’e (onun) külüyle İsimleri ta’lîm etti, / وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاءِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ” denilmektedir. Burada;
“V / وَ" atıftır. Yer, zaman ve konu değişmiştir. Melekler ile olan görüşme devam etseydi, vav’sız başlaması gerekirdi. Meleklere yapacağı şeyi haber verdi, onlar itiraz etti, onlara gereken cevabı verdi ve o oturum dağıldı.
“alleme / عَلَّمَ ” fiili tef’il kalıbındandır. Çok yapmak, devamlı yapmak manasındadır. İlim kelimesinin fiilidir. “Âdem’e ilmi ilmetti” demektir. Âdem doğmadan önce başlayıp, ömür boyu devam eden bir ta’lim sürecini ifade eder. Bizler de Âdem gibi, bu talim sürecini doğuşumuzdan ölünceye kadar yaşamaktayız. Bu “ta’lim” işi Âdem ile başladı ve kıyamete kadar devam etmektedir. “ta’lîm” uzun bir öğretme sürecini gösterir. Hiçbir canlı bir şeyi bir anda öğrenemez. Öğrenme bir süreçtir. Âdemle başlayan öğrenme süreci kıyamete kadar, hatta öte dünyada devam edecektir. Nitekim talimin uzun bir süreç olduğu, ardından gelen “sümme/ uzun bir süre” kelimesinden de anlaşılmaktadır.
“Eşyanın isimlerini ona öğretti” demiyor, “isimleri ilmettirdi” deniyor. Ona isim üretmeyi talim etti. Bunu nasıl yaptığını henüz bilmiyoruz. “Ruh” programının içinde olan bir yazılım olsa gerektir. Bu talim işi, Âdem doğduktan sonra uygulanmaya başladı. Kendi çocuğunuzun konuşmaya başlamasını düşününüz. Önce hangi sesleri çıkarmaya çalışır? Belki her gün yüzlerce, binlerce kere aynı sesi, aynı çığlığı çıkarır, sesi kullanmayı öğrenir. Sesi kullanırken elbette etraftan duyduğu sesleri de yavaş yavaş taklit etmeye başlar. Âdem de öyle yaptı. Âdem etrafında gördüklerine isimler koydu. Bu isimlerin neler olabileceğini daha sonra tartışacağız. Âdem, meleklere de isim verdi ve kendilerine isimlerini haber verdi. “İsimlerini onlara söyle” denmiyor da “isimlerini onlara haber ver” deniyor. Bu meleklerin ne veya kimler olduğunu yine tartışacağız. Yukarıda bir parça işaret etmiştik.
Herkes kabul eder ki, Âdem doğar doğmaz, yürümedi, koşmadı, konuşmadı vb. Bugün bizler nasıl büyüyorsak o gün o da böyle büyüdü ve gelişti. Başka yerlerde “ben üfledim, biz indirdik” gibi kalıplarla söylendiği halde, burada “esmayı ben öğrettim, esmayı biz öğrettik” şeklinde söylenmez, “Âdem’e esmayı öğretti” denilmektedir. Öğretenin kim olduğu ancak karine ile bilinmektedir.
“El-esmâe / الْأَسْمَاءَ” isimler demektir, çoğuldur ve marifedir. Çoğul en az üçtür, demek ki, bu öğretilen isimlerin adedi üçten fazla olmalıdır. “Eşyaların isimlerini öğretti” demiyor, “İsimleri” öğretti diyor. Nesnelerden bağımsız isimler öğretti.
“Küllehâ / كُلَّهَا“. Küll, bir kavramın bütün cüzleri demektir. “ha” zamiri ile belirli hale getirilmiştir. Buradaki “ha” esmaya gitmektir. İsmin bütün cüzlerini ona talim etti demektir. Küllehayı kullanmasaydı, aralarında bir ilişki olmayan başka başka isimler de anlaşılırdı. Onu önlemek için külleha ibaresini kullandı.
Dil bilgisinde; isimler, sıfatlar, zamirler, harfler (ki bunlar dumura uğramış isimlerdir, çok kullanılmaktan, aşınıp, küçülüp harfe dönüşmüşlerdir) ve fiillerin mastarları hep isimdirler. Her şey isimle başlar ve isimlerin dönüşmesi ve değişmesi ile diğer dil unsurları oluşur. Marife ve çoğul olan “El Esmâe” kelimesi dilin/cümlenin unsurlarından/rükünlerinden olan isimlerdir ve üçten de çokturlar. Allah Âdem’e cümlenin, dilin mantığını, onu oluşturan öğeleri öğretmeye başladı. İsimlerden sıfatlar, zamirler, mastarlar ve harfler oluştu ve dilin öğeleri ortaya çıktı.
Nasıl ki kainat bir yerden başladı ve çeşit çeşit nesneler oluştu, nasıl ki tek hücreden başlayan bedenimiz çeşit çeşit hücrelere ve organlara dönüştü, dil de isimle başladı ve onun değişmesi ve dönüşmesi ile isimler, sıfatlar, zamirler, fiiller, harfler oluştu. Allah her yerde aynı oluşturma metodunu uygulamaktadır.
“sümme / ثُمَّ"; sonra, çok sonra demektir. Âdem büyüdü, eşi büyüdü, çocukları oldu ve dili aralarında karşılıklı denemelerle geliştirmeye başladılar ve dilin mantığı ve yapısı şekillendi. Ancak bundan sonra meleklere arz edildiler.
“’Aradahüm ala el melâiketi / عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ” Burada “hüm” zamiri kullanılmaktadır. Meallerde “hüm” eşyalar olarak tercüme edilmektedir. Oysa “hüm” akıllı varlıklar için kullanılır. Burada “hüm”den kasıt, Âdem, eşi, çocukları ve torunları silsilesidir. Çünkü insandan önce arzda, dolayısıyla evrende “akıllı/zi şuur” başka varlık yoktu ki, onları meleklere sunsun. Âdemgilleri meleklere arz etti.
Melekler, bu kainatı sevk ve idare eden varlıklardır. Mahiyetleri (maddeden, dalgadan, kodlardan, vs.) ne olursa olsun bu böyledir. Nitekim bizde dilde; “melik” kelimesini yönetici manasında kullanırız. Yöneticilerin tamamına da “mülk-î erkan” deriz.
“Al’a / عَلَى" kullanmadan da cümleyi söyleyebilirdi. İnsanı meleklerden de üstün yaptığının delillerinden biri de bu harf-i cerdir. Meleklere sunmadı, meleklerin üzerine sundu, melekelerin üzerine koydu manasındadır.
“…… (meleklere) onlara, bunların (ben-i Âdem’in) isimlerinden haber veriniz…… / أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاءِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ” ifadesi meleklere söylenmiş bir sözdür. “Hani siz daha önce, biz seni tesbih ve takdis ediyoruz” demiştiniz ya, işte bu sözünüzde sadık iseniz, şimdi bunlara birer isim koyunuz ve bana o isimlerden haber veriniz” dedi.
“Dediler ki, sen aşkısın; bize talim ettiğinin dışında bize bir ilim yoktur; sen El Hakîm (hükmedici) olan El Alîmsin (bilicisin) / قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ “. İnsanın dışındaki tüm varlıklar kendilerine baştan ne yüklenmişse sadece onu bilirler ve yeni bir ilim geliştiremezler. Sadece insan Allah’ın ona lütfettiği ilim sıfatı ile sürekli yeni şeyler öğrenir ve bilgisini arttırır ve geliştirir ve kendilerinden sonra gelen nesillerine bu birikmiş olanı aktarırlar. Böylece insanlığın bilgisi sürekli büyür.
Melekler bunları isimlendiremediler ve onları isimleriyle Rablerine haber veremediler. Şimdi Allah Âdem’e görev veriyor.
“Ey Âdem; onlara, onların isimlerini haber ver dedi / قَالَ يَاآدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ” Âdem zaten talimli idi ve dili geliştirmişti. Her gördüğüne bir isim koyabilecek ve o ismi sesle ifade edebilecek düzeyde idi.
“Onlara isimlerini haber verince / فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ” Âdem onlara isimlerini haber verdiğinde”. Âdem öğrendiği ve geliştirdiği dil mantığı içerisinde onlara birer isim verdi ve o isimleri onlara söyledi. Bugün da aynı usulle yeni isimler üretiyoruz. Yöneticilerimiz için “başkan, cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, genel müdür, vali, albay, yarbay, yüzbaşı, vb” türlü türlü yeni isimler ve kavramlar üretiyoruz. Bunu ilk yapan ilk atamız olan Âdem peygamberdir.
6.1.Evrim ve Rabvet
Evrimcilerle yaradılışa inanların aralarında fazla bir fark yoktur. Her ikisi de basitten, ilkelden başlayıp, mükemmele doğru giden bir gelişmede hem fikirdirler. Evrimciler bunun rastgele olduğunu, yaradılışçılar ise planlı olduğunu söylerler. Evrimcilerin yanıldığını “erginlik teorisinde” açıkladığımız için burada bu konuya girmeyeceğiz.
Madem ki basitten mürekkebe doğru bir gelişme vardır, öyleyse dilde de böyle bir gelişme olmuştur. Nasıl ki cansızlardan insana kadar kullanılan alfabelerin eleman sayıları katlanarak artmışsa dilin yapısı ve onunla ifade edilen kavramlar ve söylemler de süreç içinde artmış ve kompleks hale gelmiştir. Akıl, hiçbir varlığın birdenbire mükemmel olmasını kabul etmez. Değişme kaçınılmazdır. Cansızlar bozulurlar, yani entropileri artar, cansızlar gelişirler yani entropileri azalır.
6.2.İlk Canlı, ilk mikro organizma (Tasarımda mükemmeliyet, oluşumda basitlik)
Bugün bildiğimiz kadarıyla ilk canlı denizler oluşan tek hücreli bir canlı idi. Onun nasıl oluşmuş olduğunu burada irdelemeyeceğiz. Bu ilk ve ilkel tek hücreli canlıdan on milyon (10.000.000) tür başka canlı türedi. İnsan son türdür. Bu ilk hücre bütün basitliğine, ilkel görünüşüne rağmen öyle üstün özellikte bir tasarımı vardı ki, halen yaşayan veya türü yok olmuş milyonlarca canlı onun dönüşmesi ve değişmesi ile meydana gelmişti. İşte bu ilk canlı tasarımı mükemmel ama oluşumu basit bir canlı idi. Bigbang de öyleydi. Bu basit bir patlama idi ama görünen ve henüz göremediğimiz bütün evren o patlamayla oluştu.
6.3.Son canlı, İnsan (Tasarımda basitlik, oluşumda mükemmeliyet)
Evrimin son halkası insandır. Bunda herkes hem fikirdir. İnsan diğer canlılara kıyasla vasat bir oluşumdur ama mükemmel bir tasarımdır. İnsan diğer hayvanlar kadar güçlü, hızlı, uzun ömürlü vs. değildir ama onlarda olmayan ve sadece kendisinde olan çok üstün yetenekleri vardır. Şuurlu, bilinçli tek tür odur. Önce yeryüzünü, sonra da evreni değiştirmektedir.
6.4.İnsanın dili
İnsan dili açık ara diğer canlıların dilinden farklıdır. Hayvanlarda da sesler olmasına karşılık ürettikleri dil ve konuşma, insan dili ile kıyaslanamaz bile. Hiçbir hayvanın zaman kipleriyle, iyelik ekleri kullanılarak, cümlecik yan cümlecik, sıfat tamlaması, isim tamlaması vb. unsurlarla zenginleştirilmiş bir cümle kurabilmesi mümkün değildir. Somut kavramların yanında soyut kavramlar üretmesi ise hiç düşünülemez.
6.5.İlkelden mükemmele
İnsan sürekli yeni kavram, kelime, anlatım şekli, yazım şekli üreten bir varlıktır. Elli sene önce olmayan bilgisayar dilleri bugün onlarca olmuştur. Ekranlarımızdaki ikon ve emojilerle adeta ilk insanın başladığı noktaya dönülmüştür. Dildeki bu gelişme hiç bitmeyecektir.
7. Âdem’in Dili
7.1.İlk insan sesleri
Âdem babasız olarak bir “turabtan/memeliden” doğdu. Annesi bir homonid (o da bir memeli) idi. Homonidler de diğer hayvanlar gibi kısıtlı sayıda ses üretebiliyor ve onunla kendilerini ifade ediyor ve iletişim kurabiliyordu. Âdem ve aynı anneden doğan eşi Havva ise yeni bir türdü. Biz buna insan diyoruz. Kendisine yemeği, içmeyi, korunmayı vb. ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını annesi öğretebilirdi ama konuşmayı o öğretemezdi. Âdemin dışındaki canlılar az sayıda ses ile çok az kavram üreterek iletişim kuruyorlar ve kendilerini ifade ediyorlardı. Bu yetenekleri milyonlarca yıldan beri, aynı şekilde, azalma ve çoğalma olmaksızın devam ediyor ve dillerinde bir gelişme de olmuyordu. Âdem’in zürriyeti olan biz insanlar ise ortaya çıkımızdan bu yana geçen binlerce senede halen yaşamakta olan 3000 konuşma dili, yüzlerce yazı dili, onlarca terminolojik dil ve bilgisayar dilleri geliştirdik ve geliştirmeye de devam ediyoruz.
İnsanın ses telleri, ses yolları ve değişik sesleri kolayca üretebileceği onlarca minik kasları ve daha önemlisi bütün bunları senkronize edebilecek bir beyni vardı. Primatların ses yolları da bize benzerdir ama onlar bizimki gibi bir beyne sahip olmadıklarından dolayı konuşamazlar ve dillerini geliştiremezler.
Bugün bir bebek doğumdan itibaren hangi evrelerde konuşmaya başlıyorsa, ilk insan olan Âdem ve Havvâ da aynı şekilde başladılar. Onların insan olan ve konuşmayı bilen anne ve babaları yoktu. Bir bebek sürekli gözlem yapar. Beş duyusu ile çevreyi sürekli izler ve algıladığı etkileri beyninde tasnif eder. Bunu, beyindeki öğrenme ile ilgili bölümler otomatik olarak yapar. Âdem’in gözlemleyebileceği ve onları taklit edebileceği başka insan yoktu. Bundan dolayı onlar başlangıçta etraflarında var olan seslerle yetindiler.
İlk sesler bugünkü bebeklerin de çıkardığı ünlü seslerdi. Ünlü sesler en az kas hareketi gerektiren seslerdir. Bunlardan a, e, ı, i daha kolay; o, ö, u, ü ise dudak hareketi gerektirir. Zamanla ünlülere ünsüzler de eklenmektedir. Bebek duyduğunu taklit eder. Çevresindekiler ona sürekli seslenir ve yönlendirirler. Bugün çocuklarımızın etrafında gelişmiş dilleri bilen ebeveynler vardır. İlk insan olmak ise zordu. Etraflarında 32 sesi çıkarabilen, onlarla anlamlı cümleler kuran ve bunu da bıkmadan usanmadan sevgiyle tekrar tekrar yapan kimseler yoktu.
Âdem ve eşi doğadaki hayvanların, rüzgârın, yağmurun, şimşeğin vb. çıkardıkları seslerin taklidini öğrenebilirlerdi. Onlar da öyle yaptılar. Böylece ilk insan bugünkü alfabenin yarısı kadar olan yaklaşık 16 sesi taklit ederek çıkarmayı başardı. Bir hayvanda bu kadar çok ses yoktur. Tüm hayvanların üretebildiği ses sayısı -nominal olarak- 16 civarındadır.
Konu dışında gördüğüm ama değinmeden geçemeyeceğim bir konuda düşünmenizi isterim. Huruf-u Mukattaa da 14 değişik harf/ses vardır. Bununla ilgili olarak çok yorum yapılmıştır. Üstad Kaaragülle’nin matematiksel analizi eşsizdir. Benim de bu konuda bir makalem vardır. Burada dikkat çekmek istediğim husus, bunların Âdem’in kullanmaya başladığı harfler olup, olmadığıdır. İlk insan bu sesleri üretmiş ve yalnızca bu seslerle konuşmuş olabilir mi? Kuşkusuz 14 ses konuşmak için yeterlidir. Bugün bile bu sayıya yakın seslerle konuşulan diller vardır.
Bu sûreler den üç tanesi bir; on tanesi iki; onüç tanesi üç; iki tanesi dört ve bir tanesi de beş mukatta harfiyle başlamaktadır. Başında bu harfler olan 29 sure vardır. Arapçada 29 harf vardır. Şu çıkarımı da yapabiliriz sanırım:
Arap dili kullanılarak yapılan normal bir konuşmadaki kelimelerin oranları, 3/29’u tek heceli, 10/29’u iki heceli, 13/29’u üç heceli, 2/29’u dört heceli ve 1/29’u da beş heceli olur. Yazının en altında bu harflerin dökümünü göreceksiniz.
Ünlü/sesli harfler daha kolaydır. Sessiz harfler ancak sesli bir harfle/hareke ile beraberce sese dönüşebilirler. Bunu halen hayvanlar da yapıyor, o zamanda da yapıyorlardı.
İnsan, en kolay, en yalın ve en basit harf/ses ile kendini ifade etse gerektir. Boğazın en altından “e” ve “a” sesi çıkmaktadır. Bu ses kişinin kendini ifade ettiği ses olup, kendinin ismi bu ses oldu. Bugün bütün dünya dillerinde kişinin kendini ifade ettiği kelimenin içinde e, a, i, seslerinden biri vardır. O ses “ben” demektir. Önündeki ve arkasındaki diğer ünsüz sesler ise sonradan eklenmiştir. Bu eklenmelerin sebepleri psikolojik ve sosyolojiktir. Antropoloji ve iklimsel etkiler önemlidir ama esas önemli olan şudur. Farklı topluluklar, diğer toplulukların içinde asimile olmamak ve kültürlerini korumak için öncelikle dillerini, sonra da inanç esaslarını değiştirirler ve bu değişiklikle farklılıklarını sürdürürler. Bunun kuralları vardır, üzerinde çalışmamız gerekmektedir. Ayrıca seslerin birbirlerine dönüşme kuralları da vardır, ileri bölümlerde bunlara küçük örnekler vermeye çalışacağım.
Koyun gibi bir hayvandan “me”, keçi gibisinden “be”, öküz gibisinden “mö”, kedi gibisinden “mi”, köpek gibisinden “au/hav”, karga gibisinden “ga/gak”, serçe gibisinden “ci/cik”, vb. sesleri öğrendiler. Âdem’in zürriyeti zaman içinde, ünlü seslerden sonra görece onlardan biraz zor olan dudaktan çıkan sesleri, onlardan biraz daha zor olan dişlerden çıkan sesleri, en son olarak da damaktan çıkan sesleri çıkarmayı ve kullanmayı öğrendiler. Beyinleri bugünkü bebeklerimizinki gibi çalışıyordu. Zaten türden türe değişme vardı ama türün kendi içinde biyolojik değişme ve gelişme olmuyordu. Âdem’in beyni ile bizim beynimiz aynı yetenekte idi.
Dr. Lütfi Hocaoğlu’na göre Âdem ile Havva bir batında doğmuş ikizlerdi. Eğer bu doğru ise, konuşmayı daha kolay geliştirmişlerdir. Karşılıklı olarak sesleri kullanmaları, kullanamamaları, eğlence olsun diye sesleri çarpıtmaları gibi hallerle çok sese ve çok ses formuna kısa sürede ulaşmışlardır.
………
7.2.İlk heceler
Basitlik ilkesi gereği ilk heceler ünlülerdir. a, e, ı, ü gibi ünlüler birer hecedir. Daha sonra iki ses barındıran heceler oluşmalıydı. Dudak harfleri, damak harflerine göre daha kolaydı. Onun için dudaktan çıkan harfler hemen devreye girdi. “b”, “m”, “v” gibi harfler yanlarına bir ünlü harf alarak çıkmaya başladı. “em”, “ma”, “ba”, “be”, “ev”, “ve” şeklinde heceler oluşturdular. Zaten bunları hayvanlardan sürekli duyuyorlardı.
Üç sesli heceler de vardı doğada. “cik”, “gak”, “mav”, “gıt”, “hır” gibi pek çok sesler duydular. Tek hece olan bunlar aslında iki ünsüz, bir de ünlü olmak üzere 3 ses barındırıyorlardı.
Nadiren 4 sesli ve beş sesli heceler de işittiler. Bütün bu sesleri önce ikisi birbirlerine, sonra da doğan çocuklarına söyleyerek, tekrar ederek, değiştirerek, dönüştürerek bugün bildiğimiz tüm ses dizinleri oluştu. Ne yazık ki annelerinin dil konusunda onlara olan katkısı çok azdı.
……….
7.4.İlk sözcükler, ilk isimler
Hayvanlardan duydukları en baskın sesler o hayvanların isimleri oldu. Boğaya “mö”, koyuna “me”, keçiye “be”, kurda “uu”, köpeğe “hav” vb. dediler ve bu tek heceli isimler onların adları oldu. Sesi çıkanlara isim vermek kolaydı ama sesi olmayanlara ne isim verecekler, onlara hangi sesleri uygun bulacaklardı? Dağ, ağaç, güneş, ay, yıldız, su, toprak, vs. nasıl isim aldılar. Ağaçlar ve meyveleri çeşit çeşitti. Tür isimleri mi önce, özel isimler mi önce gelişti? Özel isimler önce dersek, çok fazla isim üretmiş olmaları gerekir ki, bu da basitlikten gelişmişliğe gidişi zorlar. Tür isimlerinin başlangıçta olması daha makuldür. Varlıkların aralarındaki farkları kavradıkça o isme (tek ses, tek hece olan bu isme) önce bir ek ses, sonra bir ek hece ve hatta sonra bir ek kelime eklediler ve tanımlama ve daha sonra da (sıfat ve isim tamlaması gibi) “tamlama mantığını” yakaladılar. Varlıkların baskın özellikleri diğer varlıklara sıfat olarak yansıdı ve sıfat tamlaması mantığı böylece gelişti. İsim tamlaması daha sonra gelişti.
Bugün kullandığımız alfabeyi Finikeliler icat ettiler. Varlığa ait ismi piktografik ve stilize olarak varlığın bir resmi ile gösterdiler. Bu sembol sonra o varlığın isminin ilk sesi yani ilk harfi oldu. Hiyerogliflerde de aynı mantık vardı.
Antik İbrani alfabesi üzerinde yapılan çalışmalarda harflerin hangi nesnelere ait olduğu açıklanır. Fakat Ademden binlerce yıl sonra kullanılmaya başlayan nesneler de harf isimleri olarak sunulmaktadır. Örneğin, “L/lam” harfi çobanın sopası olarak ifade edilir. Halbuki çobanlık dönemi Âdem’den binlerce yıl sonra yaşanmıştır. “B/be” çadır, “V/vav” çadır kancası, “Z/zel” kazma, “X/hı” harfi duvar olarak verilmektedir. Bu nesneler hep ademden binlerce yıl sonradır. İlk nesneler bunlar olamazlar. Anlam olarak da hemen fiiller söylenmektedir ki, bu da görece sonradır. İlk sesler, heceler, kelimeler isim olabilir. Mantık da bunu söyler, Kuran da bunu söylemektedir. O varlıkların sahip oldukları değişik vasıflar daha sonra dilde yerlerini almaya başlamıştır.
………
7.5.İlk cümleler
Başlangıçta işaret dili daha baskın olmalıydı. Her türlü fiili el hareketleri ile kolayca ifade etmiş olmalılar. Bugün yabancılarla karşılaştığımızda o dili bilmiyorsak bizler de yapıyoruz. Halk ağzında Tarzan’ca dediğimiz şey budur.
Fiil, isme göre daha soyut bir kavramdır. İsim her zaman karşımızda olan nesnenin ismidir, hareket ise yaptığınız anda vardır ve hareketin bitmesiyle görünür olmaktan çıkar. Hareket yokken onu gösteremezsiniz.
Önceleri sürekli aynı hareketi yapan varlığın adı hem sıfat hem de fiilin ismi, yani mastarı olmuştur. Nehir, dere sürekli akan bir şeydir. Akmayan su dere değildir. Ona bugün de “dere yatağı” diyoruz. Akma eyleminin adı dere, çay, nehir gibi bir varlığın adından gelmiş olmalıdır.
Yağış da öyledir. Mesela; Yamur’daki “r” sesi, matar’daki “r” sesi, rain’deki “r” sesi Âdem’in yağmura verdiği isimdir. Dağ’daki “D” sesi, “T”den dönüşmedir. Biz onu yumuşatmışız. Orta Asya toplulukları halen “Too” derler, İngilizler “mounTın”, Araplar ve İbraniler “Tûr” derler. Bütün bunlardaki ortak olan “T”sesi Âdem’in koyduğu isimden kalmadır. O da değişik dağ şekilleri gördükçe “T” sesini muhafaza ederek önüne ve arkasına sesler ekleyerek değişik dağları ifade etmiştir. Topluluklar da böyle yapmaya devam ediyorlar.
Diğer dillerde de, bu ses veya dönüşüm kurallarına uygun olarak “r” sesinin yerini, başka bir ses almıştır. Y-C dönüşümü, S-C dönüşümü, B-M dönüşümü, P-F dönüşümü, Y-İ dönüşümü, vb. dönüşümler bütün dillerde ve diler arasında vardır. İlk bakışta biz onu başka bir söz zannederiz ama dönüşme kuralları ile analiz ettiğimizde aynı kökeni bulabiliriz. Bugünkü bilgisayar teknolojisi ve programlama imkanları ile bu konular oldukça kolay incelenebilir.
8.Bir ayet
Lokman (31/19)
8.1.
وَاقْصِدْ فِي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ إِنَّ أَنْكَرَ الْأَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمِيرِ (19)
«Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir.»[19]
Bu ayet üzerinde çalışmamız lazım. Burada 3 kere “savt/ses” kelimesi geçiyor. “Hamîr” kelimesi “eşekler” olarak çevriliyor. “gadade”, ince tenli kadın, yumuşak, taze anlamlarını barındırıyor. “Savtını gaddet” denilince; “sesini incelt, sesini yumuşat” olarak anlaşılmaktadır. Hangi oktavdaki ses ince veya yumuşaktır? Hangi frekanstaki insan sesi kalın ve rahatsız edicidir?
Neden “savt-ul hımar/eşek sesi” demedi de, “savt-ul hamîr/eşeklerin sesi” dedi? Niçin çoğul kullandı?
“nekre” kelimesi belirsiz olan demektir. Hepimiz “marife ve nekre” karşılaştırmasını biliyoruz. “Nekre” kelimesi ne ara “çirkin” oldu da, “enkerel esvatü” “seslerin en çirkini oluverdi? Çirkin kelimesini karşılayacak bir sürü kelime var Arapçada. Kerih var, (hüsn karşılığı) kubh var.
Allah aşkına Müslümanların arasında bir fizikçi ve/veya güzel sanatlar okumuş, ses ve şan dersi almış bir sanatçısı yok mudur ki, çıksın da bize “eşeklerin sesi şu, şu, şu sebeplerden detonedir, bastır, tizdir, şu seslerden ve onların tekrarından oluşur ve onun için kulağa çirkin gelir desin. Bir biyolog da çıksın, eşeklerin gırtlak, dil ve yüzlerindeki kasların yapısı şöyle olduğu için sadece geniz harflerini çıkarabilirler, dil ve dudak harflerini çıkaramazlar desin. Siz, eşekler hangi harfleri/sesleri kullanarak anırırlar, düşündünüz mü?
Ben yanlış biliyorsam düzeltiniz. Eşekler yalnızca sesli/ünlü sesleri kullanarak anırırlar. Ben onların seslerinin arasında yalnızca “a” ve “i” seslerini yakalayabiliyorum. Buradan şunu çıkarabiliriz. Yalnızca “ünlü/sesli” harfleri/sesleri kullanarak yapılacak bir söylem çirkindir veya belirsizdir. Nekre kelimesine “çirkin” manası verirsek, sözü güzelleştiren seslerin ünsüz harfler olduğu, sadece ünlü seslerler yapılan sözcüklerin çirkin olduğu anlaşılacaktır. Bu kabulü doğada gözlemlemek gerekir. Başka hangi hayvanlar sessiz harf kullanmadan iletişim kuruyorlar?
9.Özet
Ey okuyucu, buraya kadar, oldukça karışık, sürekli tekrarlardan oluşan uzun yazıyı sabırla okuduysan demek ki bu konu senin ilgini çekmektedir. Bu uzun yazının amacı seni ve senin gibileri iş birliğine davet etmektir. Denemelerle Âdem’in kullanmış olabileceği ilk sesleri ve ilk isimleri bulup, seslerin dönüşüm kuralları ile dünya dillerindeki kullanılan sözcükleri karşılaştırırsak bütün dillerin akrabalıklarını ortaya çıkarabiliriz. Yukarıda lafı uzata uzata anlatmaya çalıştığım konunun özeti aşağıdaki birkaç satırdan ibarettir.
Madem ki buraya kadar okudun, demek ki senin de hoşlandığın bir konudur. Öyleyse elini taşın altına doğru uzat ki taşı beraber kaldıralım. Duadan unutma.
Dil, sanat, teknik ve örf bir topluluğun kültürünü oluşturur. İnsandaki fikir melekesi dili, hisler sanatı, irade ekonomiyi, ünsiyet ise hukuku/yönetimi oluşturur. Bunlar sürekli gelişme halindedir. Gelişme, basitten başlayarak mükemmele doğru evrilmedir. Hiçbir şey mükemmel başlamaz. Bu entropi kanunlarına göre böyledir.
- İlk insanın kullandığı sesler bugünki insanların kullandıklarından az olmalıdır.
- İlk heceler daha az sesli olmalıdır.
- Daha az sesle, daha az kavram üretmiş olmalıdırlar.
- Önce somut varlıklara isim koymuşlardır.
- Birbirine benzeyen varlıklara tek isim koymuşlardır. Zamanla aralarındaki farklar onlar için bir anlam ifade ettiğinde bu isme ilave sesler eklemişleridir. Ağaç ismi tür ismi olarak kalmış, binlerce ağaca zaman içinde değişik isimler vermişlerdir. Bunlar rastgele değil, seslerin dönüşüm kuralları, toplulukların sosyolojik yönsemeleri ile şekillenmiştir.
- İlk sözcükler sadece isimler olmalıdır. Cümlenin diğer unsurları zaman içinde ortaya çıkmıştır.
- İsimlerden sıfatlar, zamirler, sonra fiil mastarları, vb. türemiştir.
- Tamlama kalıpları zaman içinde oluşmuştur.
- İsim ve fiil çekimlerindeki ekler (ek harfler/ek sesler) başka isimlerden dönüşmüş, kullanım kolaylığı için kelimelere “ek” haline dönüşmüşlerdir.
- Çok fazla kullanılan kelimeler küçülür, kısalır, dumura uğrar ve tek sese dönüşür, bazen kullanılmaz olur. Arapçada bunlara harf, har-i cer şeklinde isimler veriliyor. Türkçede “ek” ismini kullanıyoruz. “Bu evdir”, cümlesindeki “dir” eki “durur/turur” sözünün kısalmışıdır. Ticaretin yoğun olduğu dillerde “yüz” ve “bin” sayılarını söylerken “bir” sayı sıfatını söylemeyiz. “Bir” kelimesini kullanmadan “yüz elli”, “bin yetmiş beş” deriz ama, sonrakilere sayı sıfatını koyarak “iki yüz elli” “iki bin iki yüz” deriz. Biz az kullandığımız için “bir” kelimesini “milyondan başlayarak kullanırız. “bir milyon”, “bir milyar”, vs.” Orta Asya halkları, hatta İngilizler bile “bir yüz yirmi”, “bir bin bir yüz on beş”; “one hundred ten”, “one thousand one hundered” şeklinde söylerler.
- Güneşin, ayın hareketlerinin döngüsel oluşu, gündüz ve gecenin art arda gelişi zaman kavramını oluşturmuştur. Dün ve yarın kavramı, geçen yıl ve gelecek yıl kavramı ilk nesillerden itibaren kavranmış olmalıdır ama isimlendirmeyi nasıl yapabildiler, şimdilik bilmiyorum. Mutlaka somut bir varlıktan dönüşmüş ve geçmiş ve geleceğin ismi olmuştur. 26.07.2020, İzmir
Saygılarımla.
Hüseyin Kayahan
HURUF-U MUKATTAA
3. Çeşitli sûrelerin başlarında yer alan bu harfler, on dört değişik şekle sahiptir ve bütün harflerin aslını teşkil eder. Kur’ân-ı Kerim bu harflerle te’lif olunmuştur.
Bu sûreler den üç tanesi bir; on tanesi iki; onüç tanesi üç; iki tanesi dört ve bir tanesi de beş mukatta harfiyle başlamaktadır.
Arapçada 29 harf vardır. 14 şemsi ve 14 kameri harf vardır. Arapça da kelimeler genellikle 3 harften oluşmuştur. Daha az olarak 2 harften, nadiren 4 harften, çok nadiren 5 harften oluşur.
Kuranda başında hurufu mukatta bulunan 29 sürenin başında bulunan harf gurupları şunlardır:
1. Nun
2. Kaf:
3. Sad:
4. Ya, sin.
5. Ta, sin.
6. Ta, ha.
7. Ha, mim
8. Ta, sin, mim.
9. Elif, lam, ra.
10. Elif, lam, mim.
11. Elif, lam. mim, ra.
12. Elif, lam, mim, sad.
13. Ha, mim 1.ayet. Ayn, sin, kaf 2.ayet.
14.Kef, ha, ya, ayn, sad.
Bu grupları oluşturan harfler ise şunlardır:
1. NUN
2. KAF
3. SAD
4. YA
5. SİN
6. TA
7. HA
8. MİM
9. ELİF
10. LAM
11. RA
12. AYN
13. KEF
14. HE
Bunlardan 6 tanesi şemsi ve 8 tanesi kameridir.