Hata Payı / 2
Bilinenin aksine insanlık, doğru bildiğinden ziyade hata yollu ilerliyor. Doğrunun bir çok tanımı var; “zaman, mekan, durum üçlüsünden, talibin (‘iş’ görecek özne) amaçladığı ‘hasat’ ya da pay miktarı,” desek yanıltıcı olmaz. Tabi ‘talip’, görecelik esaretinde olduğunu bildiği halde, hesabını kendi dünyasına göre, ‘mutlağa yakın’ yapıyor. Böylece zihnindeki soyutlamayı olgulara ‘dayatıyor’; fakat bu mümkün değil. Görecelikten soyutlanma, neredeyse olanaksız. Buna rağmen çabalar sürüyor, sürecek.
*
Doğrular, bir kez belirlendiğinde hemen ortaya burçlar, kaleler, yerleşkeler çıkıyor. Artık bu belirleme bizim güvenlik (emin diyar) alanımız oluyor. Bundan sonra tüm ilerleme planlarımızı bu ‘güvenli yerde’ yapıp; bulgularımızı, dışarıda kullanacağımız yol ve yöntemlerin denemelerini orada uyguluyoruz. Bu yaklaşım insanlık için ‘şimdilik’ genel tutum.
Doğrular için yaygın tanım, onların güvenliğe, esenliğe götüren en kestirme yol olduğu; kaynağının ise olgular olduğudur. Lakin olguların bilinen “doğrulara” aykırı olarak ortaya çıkma özellikleri var. Bu tür belirtiler ya da arazlar; insanlığın doğruyu arayışında en bilinen ip uçlarıdır. Yani olgular, beklenenin dışında belirtiler veriyorsa veya beklenen belirtilere rağmen, beklenmeyen şekilde ortaya çıkıyorsa; burada insanlık, “hata patikalarından” geçmek zorunda kalacak demektir.
İşte zamanın, mekânın, yapıp işlediklerimizin ‘müfredatı’ önümüzde böyle beliriyor. Çünkü hata payı ilerlemenin rutin olmayan kapısıdır. Ayrıca ilerlemenin başka kapısı da yok.
Diğer işleyişe, yani ‘doğru’ bilinenlerle işleyişe ne diyeceğiz; diyeceğimiz şu: bu ilerleme değil; irileşme, devamında muhtemel hatalar için hedef, kayıp, keder büyütmedir. Doğruda ilerleme, hata belirlemeleriyle, hatalara düşerek gerçekleşiyor. Mantığa ters geliyor değil mi; fakat ‘sistem’ böyle işliyor.
*
Olguların insana düşen payı, hatalardır. ‘Doğru’ bilinenler ise mirastır; bu yüzden toplumsal veraset aldatıcıdır; bu yüzden, aldatıcılığa hamaset müsekkini elzemdir; bu yüzden, tüm iyi niyetli çabalar geçici başarıları tuzağına düşer; bu yüzden, açmazlar beraberinde kalıcı, özgeci birliktelik (karşılıksız, sevgi) oluşmaz. Çünkü hataları kimse miras almaz; miras alınan doğrular varisleri için ezberlenmiş biçimler, tutumlar ikonlardır; ikonlar, insanın en esaslı maddi değeri olan aklın düşmanıdır. Hataların veraset konusu olduğu durumlar ise ilerlemenin yollarıdır.
Peki hataların kaynağı nedir?
Hemen, “aklı kullanmamak, liyakatsizlik, tecrübe eksikliği, tedbirsizlik, ihmal,”… cevapları ortaya çıkar. Bu bilgiçliğe rağmen bireysel, toplumsal yaşamımızda hatalar peşimizi neden bırakmıyor.?
Yani “bildiğimiz” yerden yapılan sınavlarda hep çakıyoruz.
Oysa “sular seller” gibi çalışmıştık.
Çaktığımız yer, bildiğimiz yer mi gerçekten!?
Bildiğimizi sandığımız yer, tekrar içeriklidir. Fakat tekrar, yaşamın aldatıcı yönü değil mi; tekraren gördüğümüz, bildiğimiz şeyleri kanıksıyoruz; onlara farklı bakış açısı ile bakamıyoruz; böylece değişim hata yönünden kendini bize dayatıyor. Böylelikle çalışarak yerimizde sayıyor, belirgin hataları büyütüp üzücü sonuçlar yaşıyoruz.
*
“Kimse yoğurdum ekşi demez.”
Doğru bildiklerimizle doğru olanları geliştirebilir miyiz? Evrensel insan haklarının kodunu oluşturan “On Emir”, hala bilinir ve okunurken; neden bunca askeri harcamalar, savaşlar; neden içine gömüleceğimiz toprağı ve değerleri hoyratça talanlar; neden bitmeyen istila ve çökmeler.
Bunları çoğunluk mu yapıyor?
Hayır; bunları çoğunluğa yaptırıyorlar.
Çünkü azınlıklar, çoğunluğu tüm değerlerinden sahte değerlerle saptırıp yoldan çıkarıyor. Sahte değer; daraltılmış , boynuna pranga vurulmuş, evrenselliği ketlenmiş öznel değerlerimizden başka şey değil.
Dediğim şu: M.Ö. 2200 yıllarında Çok Kıymetli Musa’ya Mısır’da sömürüden yılıp Kenan diyarına ulaşmak için yollara düşmüş İsrail kavmi; çıkış ararken, Musa’nın buyur edildiği Sina dağında kendisine kendisi ve kavmi için teslim edilen buyruklardan “ Komşunu seveceksin,” ilkesi; onların ve insanlığın çektiği acılara ilac olarak sunulmuştu. Fakat onlar ve insanlık şifa bulmadı. Tıpkı zihnimizdeki ‘gerçeklik’ gibi. Zihnimizde tasarladığımız ‘doğruları’, dışımızda hakim kılmaya çalışarak, evrenselliğe ters düştüğümüz bilmiyoruz. Kutsadığımız sınırladıklarımız (ideoloji, tanımlar vb) evrensel olana ulaşmamızı engelliyor. Barışı kendi çevremiz için isterken, savaşı çağırıyoruz. Zihnimizdeki sınırlamalar; dış dünyada sınırlar, semboller, etiketlenmiş topraklar, menfaat eleklerine dönüyor. Sonuç olarak, ‘önerilen’ sevgi, genetiği değiştirilmiş yiyeceklere dönüyor; düşmanlığın sebebi oluyor.
*
Şimdilerde meyvenin kurtlusu, yoğurdun ekşisi zehirlenmemiş gıda olarak gözde; yani ‘hatadan’ beslenmek daha güvenli.