Enfal Sûresi-37
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
**
وَالَّذِينَ آمَنُوا مِنْ بَعْدُ وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا مَعَكُمْ فَأُولَئِكَ مِنْكُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (75)
وَالَّذِينَ آمَنُوا مِنْ بَعْدُ وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا مَعَكُمْ فَأُولَئِكَ مِنْكُمْ
(Va elLaÜIyNa EAvMaNUv Min BaGDu Va HaCaRUv Va CAvHaDUv MaGaKuM FaEuLAvEiKa MiNKuM Min Badu)
“İman etmiş, hicret etmiş ve sizinle beraber cihat etmiş kimseler, onlar sizdendir.”
Son âyetlerde dört çeşit mü’minden bahsetmektedir.
1) İman etmiş, hicret etmiş ve cihat etmişlere yardım eden ve barındıranlar. Bunlar mü’minlerdir.
2) İman edip hicret etmeyenler.
3) İman edip hicret edip cihad edenler ve yardım eden ve nusret edenler. Bunlar muvazzaf askerlerdir demiştik. Bu yorumun iki eksik yanı vardır. Biri hangileri yedek asker hangileri muvazzaf asker, bunun belirlenmesi üzerinde durulmamıştır. Diğeri de muvazzaf askerlerin yanında müslimlerden bahsetmektedir. Bunlar kimlerdir? Bunlar muvazzaf askerlerin yanında yer alan kadınlar ve çocuklardır. O zaman “âvev ve nasarû”daki kimseler mü’min kadınlarla askerlik yapmayan yaşlı veya sakat kimselerdir.
4) Şimdi de “sonra iman edenlerden” bahsetmektedir. Bu tasnifte kesinlik vardır. “Ellezîne” “Ve” harfi ile birlikte iade edilmiştir. Bizim tasnifimiz yukarıda olduğu gibidir. Siz daha çok üzerinde durarak bu tasnifte bazı değişiklikler yapabilirsiniz. Biz size düşünme kapısını açtık, içerisinde siz dolaşacaksınız.
Buradaki anahtar kelime “Min Ba’du” kelimesidir. Burada “Ba’du”dan sonra mahzuf olan tarih ne zamandır? Önce bunu iki şekilde inceleyebiliriz. Biri Kur’an nâzil olduğu zamanki dönemdir, “Birinci Kur’an Uygarlığı” dönemidir.
İslâmiyet’in yayılmasının dönemleri olmuştur.
a) İlk Müslümanlar; 1) Rahip Varaka bin Nevfel birinci mü’mindir. 2) İkinci mü’min Hazreti Hatice’dir. 3) Üçüncü mü’min Hazreti Muhammed’dir. 4) Dördüncü mü’min 10 yaşlarındaki Hazreti Ali’dir. 5) Beşinci mü’min Hazreti Ebubekir’dir. Bu ilk devir mü’minleri ilk aşireti oluşturmuşlardır. Hazreti Ebubekir’in yanında Mekke’deki ileri gelen birkaç kişi de iman etmiştir. Bu dönem 6 yıl sürmüş, bunlar 40 kişiye yakın mü’min olmuşlardır. Bunlar cihat yapmıyorlardı.
b) İkinci dönem Hazreti Ömer’in Müslümanlığı ile başlar. Artık mescide geldiler ve orada ibadet ederek cihada başladılar. Bu devre de 7 sene kadar sürmüştür. Cihat ediyorlar ama savaşa mezun değildiler. Bu dönemde mü’min olanların sayısı 150’si kadar Mekkeli, onun yarısı kadar da Medineli olmak üzere hicretten önce mü’min olan kimselerdir.
c) Hicretten sonra ilk savaş olan Bedir Savaşı verilince Medine Müslümanları gittikçe artmıştır. Medineliler Müslüman olmaya başlamışlar, Mekke’den de hicret edip Müslüman olanlar olmuştur. Çevreden kitleler hâlinde İslâmiyet’i kabul edenler henüz yoktur. Hendek Savaşı’ndan sonra son ümitlerini de kesen direnişçiler fethi beklemişlerdir.
d) Fetihten (Mekke Fethi) sonra Araplar fevç fevç İslâmiyet’e gelmişlerdir. Hazreti Muhammed’in ölümünden önce Arabistan Yemen dâhil fethedilmişti.
Buradaki “Min Ba’du” kelimesiyle Mekke’den Medine’ye hicret edildikten sonra mü’min olanlar kastedilmiş olur. Yani hicretten sonra mü’min olanlar da hicretten önce mü’min olanlar aynı yerdedirler manâsı çıkar.
Hazreti Muhammed’den sonra da İslâmiyet’in yayılması safhalar göstermiştir.
a) Dört Halife dönemi birinci dönemdir. Hazreti Muhammed’in yolunda onun usulü üzerinde devam etmiştir. Halifeler seçimle gelmiş ve vahyin yerini istişare almıştır. Buradaki “Min Ba’du”ya Hazreti Resul’ün vefatından sonra anlamı verilebilir. Yani tabiin ile sahabeler arasında fark yoktur hükmü getirilmiş demektir.
b) Emeviler devri saltanat devridir, keyfi yönetim dönemidir. Müslümanların Araplaştırıldığı dönemdir. Araplaştırılan Müslümanların da Arap Müslümanlarla eşit haklara sahip olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
c) Abbasiler döneminde Araplaştırma yoktur. Arap olmayanların da Araplar gibi Müslüman sayıldıkları dönemdir. Arap olmayanların da Araplar gibi mü’min olduklarını ifade etmiştir.
d) Bundan sonra hâkimiyet Türklere intikal etmiştir. Önce Orta Asya’da hakanlardan Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın resmen İslâmiyet’i kabul etmesiyle Türkler kitleler hâlinde Müslüman oldular. Sonra Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar ortaya çıktı, İslâm devletlerinin yönetimi Türklerin eline geçmiş oldu. Kur’an onların da Araplar gibi İslâmiyet’in vârisleri olduğunu belirtmektedir.
Bu âyet tarihî gelişmeyi onaylamaktadır.
Bu tarihî anlatımın içinde bizi ilgilendiren kısım, bizim de ilk Müslümanların devamı olduğumuzdur, bizimle diğer Müslüman kavimler arasında fark olmadığıdır; Cumhuriyet dönemine geçilirken ilk görünüşte İslâmiyet bırakılmış gibi görünse de...
1) Lozan’da iki taraf vardı, müslimler ve gayrimüslimler. Biz ABD ile savaşmamıştık ama karşımızda idi, Japonya ile savaşmamıştık ama karşımızda idi, Yahudiler savaşta bizi desteklediler ama karşımızda idiler. Beri masada Türkler değil tüm Müslümanların temsilcisi oturuyordu. Osmanlı halifesi yerine Anadolu halifesi gelmişti.
2) Tüm gayrimüslimler azınlık sayılmış, tüm Müslimler Sünni ve Şiisi ile vatandaş statüsü içinde yer almıştır. 1924 Anayasası’nda azınlıklar vatandaşlık bakımından Türk’türler denerek azınlıklara farklı statü verilmiştir.
3) Muhaceret ırk üzerinde değil din üzerinde olmuştur. Türkçe konuşan Karamanlılar zorla Yunanistan’a tehcir edilmiştir. Türkçe bilmeyen Müslüman birçok kavimler Anadolu’ya muhacir olarak alınmıştır.
4) Batılıların baskısı ile hilafet kaldırılmıştır ama hilafetten vazgeçilmemiştir. Hilafeti kaldıran yasada, hilafet Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde mündemiçtir denmiş ve böylece hilafet etme hakkımız re’sen korunmuştur. Mustafa Kemal, ileride İslâm devletlerinin birleşip ortak halife seçebileceklerini uzun uzun anlatmış, şimdi 12 milyonluk Türkiye bir milyarın üstündeki Müslümanların hukukunu koruyamaz demiştir.
Bu âyet bize eşitlik içinde tüm İslâm âleminin içinde ilk sahabelerden bu yana gelen İslâm zincirinin bir halkası olarak var olduğumuzu ifade etmekte, Fatiha’daki “ihdinassırata’l-mustakîm”de geçen sıratın üzerinde olduğumuzu bildirmektedir.
Özel olarak Türk milletine olan işareti de şöyle açıklayabiliriz.
Tarihte her bin yılda bir hak uygarlıkları yenilenmiştir. Bu uygarlıkların başlangıç yılı Hazreti İsa’nın doğum günüdür. Bugün de ikinci Kur’an uygarlığı kurulmaktadır. Son kitaba dayanarak peygambersiz ilk medeniyetimizi kuruyoruz. Bir medeniyetin kurulması için iki üç asır önceden hazırlık yapılır. Hz. Nuh 300 sene önce, Hz. Musa 400 sene önce, Hz. Muhammed 400 sene önce gelmiş ve gelecek uygarlık için kavmini organize etmiştir.
Medeniyetler iki medeniyetin sentezinden doğar. Hz. Musa bu sentezi yapmıştır. Araplar bu sentezi yapmışlardır. III. binyıl uygarlığı da İslâm medeniyeti ile Batı medeniyetinin sentezinden doğacaktır. Doğunun şeriatı Batı’nın müsbet ilmi ile sentez edilmektedir. Kur’an buna “onu ilimle tafsil ettik” âyetiyle işaret etmektedir.
Türkiye Müslümanları iki asırdan fazladır Batı’yı öğrenmeye çalışmaktadırlar, bu arada İslâmiyet’i de bırakmamışlardır. Harf inkılâbı bunu sağlamıştır. Bugün yeryüzünde Türkiye’den başka bu iki medeniyeti sentez edecek ve yeni bir medeniyet kurabilecek ülke yoktur. Buradan biliyoruz ki “Adil Düzen”i getirecek Türkiye’dir. Kur’an’da Hz. Musa’nın yetişmesine işaret ederek “vestana’tuke li nefsî” denmektedir. Allah aynı şekilde Türkiye’yi kendisi için istina’ etmiştir.
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketi Sultan Abdülhamit döneminde bilinçli ilmi aktarma hareketine dönüşmüştür. Cumhuriyet yönetimi ömrünü doldurmuş olan saltanatı kaldırmıştır. Sonraki gelişmeler de İslâmiyet’i yeniden ele almaya sebep olmuştur.
a) Bediüzzaman ilm-i kelamı bugünkü ilimlere göre yeniden tedvin etmiş ve halka indirmiştir.
b) Süleyman Tunahan, klasik Arapçayı basitleştirerek yeniden halkın öğrenimine sunmuş, resmî yorumdan kurtarmıştır.
c) Akevler, İslâm anlayışına uygun bir hayatın oluşması denemelerini yapmıştır, buna dayalı ilmî çalışmalarını hâlen sürdürmektedir.
d) Necmettin Erbakan, Akevler’in denemelerini “Adil Düzen” adı altında dünyaya duyurmuştur, Türkiye’ye siyaseti ve sanayileşmeyi öğretmiştir.
Bütün bu gelişmeler hep takdir-i İlâhi ile olmuştur ve olmaktadır.
Demek ki biz “Min Ba’du”daki “Ba’du”ya birinci uygarlıktan sonra ikinci uygarlığı kuracaklar kastedilmektedir diyoruz. “Min Ba’du”daki muzafın ileyh biziz, ikinci Kur’an uygarlığını kuracak olanlardır.
Burada iki kelime daha vardır; “Meaküm” ve “Minküm”.
Biz onlarla savaştık mı ki diyebilirsiniz.
Evet, savaştık.
Biz hiçbir zaman Araplara cephe almadık. Selçuklular, Gazneliler, Karahanlılar Abbasi halifelerini hep tanımış ve onları korumuşlardır. Selçuk hükümdarları hiçbir zaman halifelik iddialarında bulunmamışlardır. Osmanlılar halifeliği aldıklarında ona sahip çıkmak için almışlardır. Yukarıda söylediğimiz gibi biz hilafeti hâlâ meclisimizde koruyoruz.
Bu hükmetme hilafeti değildir, sırat-ı müstakimi sürdürme hilafetidir. Bir gün gelecek tüm dünya üniversiteleri birer ilim adamı gönderecek ve Mekke’de İslâm üniversitesi kurulacaktır. Yalnız Kur’an ehli olanlar ile kendilerine kitap verilen Hıristiyanlar, Hindular ve Budistler âlimlerini göndereceklerdir. Mekke’de bir insanlık ili oluşturulacaktır. Burası Vatikan benzeri ama bütün insanlığın merkezi olacaktır. İşte onlar kendilerine bir başkan seçeceklerdir. Bu başkan Mekke bucağının başkanı olacaktır. İşte biz bu tarihi emaneti devredeceğiz. Meclisimizdeki mündemiç olan hilafet emanetini devredeceğiz. Mısır’daki Kölemenlerden aldık, insanlığın meşru halifesine devredeceğiz. O halde tüm insanlığın biat ettiği bir halife olacak, Hazreti Ali’den sonra beşinci halife olacaktır.
وَالَّذِينَ آمَنُوا
(Va elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ve iman edenler.”
İslâm düzeni tüm insanlar içindir. İslâm düzeni barış düzenidir.
Onar aileler hâlinde ocaklar kuracaklar ve oralarda istedikleri gibi yaşayacaklardır.
Yüze yakın ocak bir araya gelecek, bucak kuracaklar, orada çalışacaklar ve hukuk düzeni içinde hayatlarını sürdürecekler.
Yüze yakın bucak bir olup il oluşturacak ve iç güvenliği orada sağlayacaklardır.
Yüze yakın il kendi devletini kuracak ve savunmalarını yapacaklardır.
Nihayet insanlık uygarlaşma cihadına devam edecektir.
Mü’minlerin görevi bu düzeni yeryüzüne getirmektir. İnsanların veya toplulukların arasında çıkacak nizaları hakemler çözecektir. Hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uyar hâle getirmek mü’minlerin görevidir. Mü’minler asla hükmetmezler, insanları kendi istedikleri düzene zorla getirmezler. Dinde zorlama yoktur. Buradaki “Ellezîne Âmenû”dan kastın biz olduğumuzu belirttik, o halde burada görevimizi öğreneceğiz. Önce “Adil Düzen”e katılan ve onun için çalışan kimseler iman etmiş olanlar içinde olurlar.
مِنْ بَعْدُ
(Min BaGDu)
“Bundan sonra.”
“Câe ba’de’l-hicreti” desek hicretten sonra geldi olur. Hicreti hazf edersek “Câe Ba’du” deriz. “Câe Min Ba’di’l-Hicreti” deriz. Burada da hazf eder. “Câe Min Ba’du” denir. Yani “Ba’du” kelimesi “Min”li de kullanılabilir, “Min”siz de kullanılabilir. “Min”siz dediğimiz zaman “Ba’du” zarf olur, geleceğin herhangi zamanında veya bütününde gelmiş olanlar anlamı çıkar. “Min” ile söylerseniz hicretten sonra hicretin arkasından anlamı çıkar.
Burada birinci Kur’an uygarlığının arkasından anlamındadır. Yani birinci Kur’an uygarlığı ömür olarak tarih olduktan sonra onun arkasından gelenler denmiş olur. Bediüzzaman ve Süleyman Tunahan için “Min Ba’du” Cumhuriyet’in ilanından sonra anlamını taşır, Millî Görüş ve Akevler için 1960 müdahalesinden sonra anlamını taşımaktadır. Bugün ise sizin için 2000 yılından sonra anlamını taşımaktadır. Çünkü asıl dönüm noktası 2000 yılıdır. 2001’de AK Parti kurulmuştur. “Adil Düzen İstanbul Çalışmaları” daha önce başlamıştır, İstanbul kooperatiflerimizi 2000 yılında resmen kurduk, Yenibosna’ya taşınma tarihimiz/yılımız 2001’dir. Yani ikinci bin yıldan sonra kurulanlar denmiş olur.
Evet, Kur’an herkese her gün, her yıl, her asır ve her binyıl yeniden nâzil olur, yeni manâları ile ortaya çıkar. Herkes Kur’an’ın kendisine nâzil olduğunu kabul edecek ve ona göre manâ verecektir. Her çağda yaşayanlar Kur’an’ın yeniden kendilerine nâzil olduğunu kabul ederek ona göre manâ vereceklerdir.
Birinci Kur’an uygarlığını kuranlar bunu böyle anladılar.
Mesela “Gök” kelimesi Araplara göre gökte kandiller asılmış bir kubbe idi. Kur’an’da bunu anlatan âyet vardır, dünyanın semasını yıldızlarla ziynetlendirdik şeklindeki âyet onların gök anlayışını belirtiyordu. Sonra fakihler devrinde bu ifadedeki yanlış anlama dünya kelimesinin yanlış anlaşılmasından ileri gelmektedir. Mekânda yakınlık anlamı yerine dünyanın zamanda yakınlık anlamı vardır. Birbirine yakın olan, birbirini çeken cisimlerin bulunduğu sema şeklinde anlaşılmıştır. Şimdi biz biliyoruz ki galaksiler birbirinden uzaklaştıkları halde yıldızlar durumlarını koruyor, hattâ sürtünmeden dolayı birbirlerine yaklaşmaktadırlar. Âyetin anlattığı kâinatı Allah’ın var ettiğidir. Her devirdeki insanlara başka türlü anlatmış ama ibaresi aynı kalmıştır.
İşte, “Min Ba’du” kelimesine de her çağda ayrı manâ verilecektir.
وَهَاجَرُوا
(Va HaCaRUv)
“Ve hicret ettiler.”
Bir ev yaparsınız. Evin katları ve odaları vardır. Gün gelir ev eskimiş olur. Bu evi onu yıkmadan yenileyemezsiniz. Yahut yeni projenizi başka arsada kurmanız gerekmektedir. Bu sebepledir ki yaşlanmış ve artık ölüme gitmekte olan bir topluluğu gençleştiremezsiniz, yenileyemezsiniz. Benzer şekilde ekilen arpa ise onu ne yaparsanız yapın buğday yapamazsınız. Mutlaka tohumu değiştirmeniz gerekir.
Topluluklar da böyledir. Eski topluluklar ıslah edilerek yeni topluluk oluşturulamaz. Eskisini yıkıp yenisini yapmak demek evsiz kalmak demektir. Eski evi ayakta tutacaksınız. Allah bunu da bizden istemektedir. Eski düzene yeni düzen gelinceye kadar devam edeceksiniz. Ona dokunmayacaksınız.
Tanzimat’tan beri yapılan eskisini yıkıp yenisini getirme şeklindedir ama başarılamadı. Erbakan da denedi ama olmadı.
O halde ne yapılacaktır?
Hicret edilecek. On aile bir araya gelmek üzere hicret edilecektir.
Hicret Yenibosna’ya başlamıştır. Özket Ailesi gelmiştir. Hakan Kandal gelmiştir. Süleyman Karagülle taşınmıştır. Sonunda Hocaoğlu Ailesi gelmiştir. Şimdi de Zeki Altuboğa ailesi ile birlikte taşınmaktadır. Hicret bir yere değil birbirine hicrettir. İlk hicret böyle başlar. Bunlar sadece mesken olarak taşınmışlardır.
Bundan sonra “Yüz Dairelik Lojmanlı İşyeri Apartman” kurulacak, o apartmana hicret edilecek ve birlikte iş yapmaya ve birlikte yaşanmaya başlanacaktır. Şimdi Yenibosna’da bakkal ve portmanto üretimi denemeleri yapacağız. Hedefimiz yüz dairelik apartmanları oluşturup oraya taşınmak olacaktır. Sonraki hedefimiz bunları çoğaltarak insanların kendi arzuları içinde çalışmalarını ve yaşamalarını sağlamaktır.
Demek ki yenilik daima yeni topluluklar tarafından yapılabilir. Yeni topluluk da hicretle ortaya çıkar. Hicretin kolay olduğunu sanmayınız. Hicret edebilmek için iman etmek gerekir. Hattâ hicret ederler, Yenibosna’ya gelirler ama sonra toplantılara katılamazlar. Oysa asıl olan toplantılardır. İlk muhacir olan Hakan Kandal ile Özket Ailesi’nin yeniden toplantılarımıza katılmalarını bekliyoruz. Derslere başlamalıdırlar.
İnsanlar öldükleri zaman iki şey bırakırlar; biri çocukları, diğeri ise yazılı bir eser bırakmadır. Herkesin okuması için değil, özellikle kendi çocuklarının ve torunlarının okuması için bırakmak hedefimiz olmalıdır. Çocuklar okumazsa, ileride torunlardan biri çıkar, dedemizin mirasını devam ettirelim derler, okurlar ve eklerler. Uygarlık böyle gelişir. Bir çocukta anadan gelen dedeler ile babadan gelen dedeler birleşerek sürekli sentezler oluşur. İlimde de böyle olacaktır.
وَجَاهَدُوا مَعَكُمْ
(Va CAvHaDUv MaGaKuM)
“Sizinle beraber cihat ederler.”
Müstakim sırat tektir. Hazreti Âdem’den başlamış, son nebi ile olgunlaşmış ve kemale ermiştir. Bundan sonra da kıyamete kadar devam edip gidecektir. Herkes bir merkezde toplanacaktır. Ayrılık yoktur. Biz Akevler olarak…
a) Devletimize sadık olduk, ayrı devlet kurma yerine meseleyi devletimizi yüceltme olarak ele aldık. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal’i dışlamadık. Günahları olabilir. O mesele Allah ile kendisi arasında olan iştir. Ama devletimizi samimiyet içinde kurmuştur.
1) Millî devlet ilkesini benimsemiştir.
2) Millî ülke ilkesini benimsemiştir.
3) Yurtta sulh cihanda sulh ilkesini benimsemiştir.
4) Müsbet ilmi benimsemiştir. Bunun içinde demokrasi vardır, Kur’an vardır.
b) Akevler İslâmiyet’i özellikle “düzen” açısından yalnız Kur’an ehli olarak anlamamış, tüm dünyada hakkı benimseyen ve barışçı olan, hakem kararlarına uymayı kabul eden din/düzen mensupları olarak anlamıştır.
c) Ülkemizde de siyasi parti olarak karşı partileri değil komşu partileri anlamış, rakip değil refik gibi anlamış, CHP dâhil herkesle koalisyon yapmışızdır.
d) Nihayet Risale-i Nur şakirtlerini, Süleyman Tunahan müritlerini, Diyanet İşleri Teşkilatı mensuplarını ve bütün tarikatları bizden kabul etmişizdir. Onların bize muhalefeti onları dışlamayı gerektirmez, biz onları kabul ettik.
İşte buradaki “Câhedû Meaküm”ü böyle anladık.
Biz ehli hak olan herkesle beraberiz. Kur’an; “siz onları seversiniz, onlar sizi sevmez” diyor. Herkesi sevgiyle kucaklayamayan kimseler mü’min olamazlar. Mü’minler “kötülerle” değil “kötülükle” mücadele ederler. Bizim mücadelemiz sigara içenlerle değil “sigara” iledir.
“Meaküm” kelimesi ile ifade edilen tarihî gelişmede geçmişteki hak ehlini dışlayanlar onlarla beraber olamayacakları için sırat-ı müstakimde olamazlar.
a) Hazreti Nuh’un uygarlığı,
b) Hazreti İbrahim’in uygarlığı,
c) Hazreti Musa’nın uygarlığı,
d) Hazreti İsa’nın uygarlığı bizim uygarlığımızdır, biz onların vârisiyiz.
Onlardan sonra da;
1) Sahabeler,
2) Emeviler,
3) Abbasiler,
4) Selçuklular ve Osmanlıların kurdukları uygarlıklar bizim uygarlıklarımızdır. Biz onların devamıyız. Biz onlarla beraber olanlarız.
Buradaki “Meaküm” kelimesi iki anlamdadır. Bize katılıp bizim ordularımızda yer almayan ve cihat yapmayan kimseler elbette bizden olmayacaklardır. Bir de her devletin ayrı mü’minleri olacaktır. Dolayısıyla bize katılanlar bizimle beraberdirler. Her dayanışma ortaklığı ayrı velayet içindedir. Bunu söylüyor ama bundan önce delil gösteremiyorduk. Şimdi “Meaküm” kelimesi bizim varsayımımızı doğrulamıştır. Gerçi bu husustaki hüküm Hazreti Muhammed’in Medine’de devlet kurduğunda uyguladığı usuldür, Hazreti Ömer’in uyguladığı usuldür. Kur’an’dan delilimiz yoktu. Buradaki “Meaküm” kelimesi velayet için birlikte savaş illetine bağlıdır demektir.
Kural şudur; birlikte savaşanlar bir dayanışma ortaklığı içindedirler.
Bu kurala göre bucakta nöbet tutanlar birlikte nöbet tutuyorlar, ilde nöbet tutanlar ilde nöbet tutuyorlar, ülkede nöbet tutanlar ülkede birbirlerinin dayanışmasıdır. Sonra bucakta, ilde ve ülkede aynı dayanışma içinde olanlar birbirlerinin velisidirler. Siyasette böyle olduğu gibi ilimde, dinde ve meslekte de aynı şekilde velayet ortaya çıkıyor. Birlikte çalışanlar birbirlerinin dayanışması içindedirler.
فَأُولَئِكَ مِنْكُمْ
(FaEuLAvEiKa MiNKuM)
“Onlar sizdendir.”
Buradaki “Minküm”den maksat sizin dayanışmanız içindedirler demektir.
Âyeti iki şekilde yorumlarız. Biri, tüm mü’minler sırat-ı müstakime götürmek için tek dayanışma içindedirler. İbare ile delalet budur. Ama sizinle cihad edenler sizdendirler dendiği zaman da kıyas yoluyla bir dayanışma içinde olanlar birlikte cihad edenlerdir.
Birlikte cihat edenler birlikte dayanışma içindedirler. Buradan şu sonuç çıkar. Bir bölgenin müslimleri bedellerini kendilerinin dayanışması olan o bölgenin ordusuna ödemiş olurlar.
Sûre ganimetlerin hükümleri ile başlamış, esaret hakkında hükümler koymuş, sonunda dayanışma ortaklıkları ile bu bahsi bitirmiştir; bu arada sûre de bitmektedir.
Devlet iki şekilde oluşur.
Biri; silahlı güç zorla insanlara itaat ettirir ve düzeni kurar.
Firavunun düzeni böyle kurulmuştur.
Diğeri ise; biri çıkar, insanları yeni düzene davet eder, kabul edenler oraya hicret ederler, kendi iç düzenlerini kurarlar, nefisleriyle mücadele ederler, yeni düzenlerini oluştururlar.
Siteler hâlinde oluşan bu düzene komşuları örnek alarak katılırlar. Böylece bucak, il, ülke ve sonunda da insanlık yeni düzene girmiş olur.
“Yeni Hak Düzen”in kurulmasının temeli dayanışmadır, hicrettir.
Bu satırları okuyanlar unutmasınlar ki mevcut düzeni asla değiştiremezsiniz, hak düzen yapamazsınız. Hicret etmeniz ve önce bir hücre kurmanız gerekmektedir. Çalışmada ve yaşamada birbirleri ile anlaşabilecek kimseler bir araya gelecekler (1967’de kurulan Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’nin gaye maddesi), önce bir yüz dairelik apartman yapacaklar ve orada III. binyıl İslâm düzenini kuracaklardır. Sonra komşu apartmanlar birleşecekler, bir bucak kooperatifi kuracaklar ve orada şeriatı oluşturup uygulayacaklardır. Mevcut olan kanunlar buna müsaittir. Sadece bedeni ceza uygulayamazsınız, onun yerine kooperatiften çıkarma yetkiniz olacaktır…
وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ
(Va EuLUv elEarXAMı BaGWuHuM EaVLAy Bi BAGWın FIy KiTAvBı elLAHi)
“Erham sahipleri Allah’ın kitabında birbirlerinden daha evladırlar.”
Diğer canlıların çoğu bir arada yaşarlar, sosyal yapıları vardır. Örnek olarak bedenimizdeki hücreler birlikte hareket ederler. Mesela ben şimdi “s” harfine vurduğumda binlerce hücre bir arada ahenkli ve uyumlu hareket etmekte, ben “s” harfini bu sayede ekranda yazabilmekteyim. Ne var ki bu uyumlu yaşama kurallarını hücreler kendileri elde etmediler, kromozomlardaki DNA’lar onlara öğretti. Onlar da o kurallara göre hareket ederek benim “s” harfi yazmamı sağladılar.
İnsan toplulukları böyle değildir. Kendi topluluk kurallarını kendileri koyarlar, kendi kendilerini olgunlaştırırlar ve uygarlaştırırlar. Bu kurallardan bazıları ırsidir, sonradan elde edilmemişlerdir, Allah’ın kitabında yaratılırken yazılıdır. Velayet müessesesi sözlüdür. Eşimizi biz seçeriz. Oysa annemizi, babamızı, kardeşimizi, çocuğumuzu biz seçmedik. Allah’ın bizlere vergisidir. Onlarla hukukumuz doğar. İşte o hukuku biz sözleşmelerimizde değiştiremeyiz. Bu sebepledir ki evlat edinme yoktur.
Hakların kaynağı nelerdir, nasıl doğar?
Hakların kaynağı dörttür.
Birincisi “erham”dır, “doğum”dur.
Madem ki ben o anne babadan doğdum o aileye bağlıyım, o halde benim hukukum da onlarla beraberdir. Bu erham içinde doğdum, onu değiştirmem mümkün değildir.
İkincisi “komşuluk”tur.
Komşuluğun da yeryüzünde olan komşuluğumuzdan dolayı değiştirilmesi mümkün değildir. Madem ki bu dünyada yaratıldık, biz bu insanlarla komşu kalmaya mahkûmuz. Bunun hukukunu gelişigüzel biz ayarlayamayız. Gerçi bir yerde komşu olanlar yerlerini değiştirebilirler, hicret edebilirler ama yeryüzünün dışına çıkamazlar.
Hukukun üçüncü kaynağı da “bizim emeğimiz”dir.
Herkesin emeği vardır, fiili vardır. Kazandığı da kendisine aittir. Kötülükler de kendisine aittir. Bu hakkı da biz yaratılışta elde ettik, bu hak kimseye devredilemez ve bu hak kimsenin elinden alınamaz.
Dördüncü hak ise “sözleşme hakkı”dır.
Yani herkes sözleşme yapma özgürlüğüne sahiptir. Ama yapılan sözleşmeye uymak herkesin görevidir. Dayanışma ortaklığı sözleşme ile oluşan hukuktur.
Bu konu anlatıldıktan sonra doğuştan ortaya çıkan ve sözleşmeye dayanmayan kuralla sûre sona ermektedir. Kıyas yoluyla komşuluk ve emekle ilgili hukuk belirlenecektir.
“Erham” kelimesi zaten üçünü de içermektedir.
İnsan dünyaya gelir. İnsanlık onu büyütür. İnsan topluluğa borçlanır. Borçlanan insanlar evlenirler, çocuklar yaparlar, onları büyütürler ve böylece borçlarını insanlığa öderler. Diğer taraftan olgunluk çağlarında iken anne babalarına bakarlar ve insanlıktan alacaklı olurlar, onlar yaşlanınca da bu sefer çocukları onlara bakarlar.
İşte bu sistem “ERHAM SİSTEMİ”dir.
Aile içinde Allah’ın Kitabı’nda yazılı hukuk vardır. Ev işleri kadına, dış işleri erkeğe aittir. Görevler bölünmüştür. Evlilikte kendileri belirleyemezler.
Hukukta iki çeşit velayet vardır; biri senin seçtiğin velayettir, diğeri ise yaratılışta Allah’ın seçtiği velayettir.
İnsanın diğer canlılardan en büyük farkı kişiliğini koruyarak topluluğun ferdi olmaktır. Kişi bir taraftan özgürdür, kendi iradesi ile yapar, diğer taraftan da fert olur, topluluğu oluşturur ve yaşatır.
Hiç kimse kendi kendisini var edemez. Kendi kendisini var etme mümkün olsaydı yoktan var olma da mümkün olurdu. Topluluk evrimleşen varlıktır. Kendi kendisini evrimleştiremez. Özgür kişiler topluluğu oluşturur ve evrimleştirirler. Bu sebepledir ki insan bir taraftan topluluktan ayrı varlıktır, topluluğun dışında özgürdür, diğer taraftan da topluluğun ferdidir.
İnsan üretirken topluluğun üyesidir. İnsanlar birlikte üretirler, ortak ürettiklerini bölüşürler ve evlerde ayrı ayrı tüketirler. Dolayısıyla insan üretirken topluluğun ferdidir, tüketirken ise ailenin ferdidir. Aile doğal topluluktur. Kuralları insanlar değil Allah Kitabı’nda koymuştur. Oysa topluluğun kanunlarını insanlar sözleşmeleri ile oluştururlar.
Üretim birlikte, tüketim ayrı ayrı ailede olmaktadır. Bunun için ürünlerin bölüşümü vardır. Hukuk ve ekonomi bu sebeple doğmuştur. Aile doğal topluluk olduğu için onun hukuku sözleşmelerle oluşmaz, İlâhi hükümleri içerir.
İnsanlar arasında çıkan ihtilaflar hakemler tarafından çözülür. Topluluğa ait hükümlerde sözleşme asıldır. Hakemler sözleşmelere göre hükmetmelidirler. Sözleşme dışında hükmederlerse sorumlu olurlar. Başka hakemler nezdinde sorumlu olurlar. Aile içi ihtilafları yine hakemler çözerler ama anlaşmalara göre değil doğal hukuka göre çözerler. Yani kendi içtihatlarına göre doğru ne ise ona göre çözerler.
Akitleri ifa edeceğiz. Ahitlere uyacağız. Sözleşmeye dayanan düzendir.
Aile düzeni ise sözleşmelere dayanmamaktadır. Aile düzeni bu sebeple evrimleşmemektedir. İlk insanla bugünkü insan arasında aile yapısı hep aynıdır. Biyolojik yapı olduğu için değişmemektedir. Sosyalistler değiştirmek istemişler ama başaramamışlardır. Kapitalistler de zinayı savunuyorlar ama başaramıyorlar. Aile dışı müesseseler inkıraz oluyor, aile yapısı sağlam olan topluluklar ise durmadan çoğalmaktadırlar.
Aile düşmanları kendileri çocuk yapmıyor ve azalıyorlar. Doğum kontrolü ile diğer insanların da çocuk yapmalarını önlemektedirler ama başaramıyorlar. Çünkü çocuk yapanlar çoğalıyor, yapmayanlar intihar ediyorlar.
وَأُولُو الْأَرْحَامِ
(Va EuLUv elEaRXAMi)
“Ulu’l-erham”
“Rahim” çocuğun doğup büyüdüğü anne karnındaki döl yatağıdır. Bitkilerde ve hayvanlarda hep rahim vardır. Bitkilerin rahmi çiçeklerdir. Memelilerin dışındakiler yumurtalarla ve yumurtaların olgunlaşması ile de ilgilenmezler. Yumurtalar kendi kendilerine canlanır.
Kuşlar da yumurtlarlar ama yumurtadan sonra civcivlerin çıkması için kuluçka yaparlar, oluşturduktan sonra onları büyütürler. Sütleri yoktur, yiyecek bulup yedirirler.
Memeliler ise yumurtlamaz, anne karnında canlı oluştururlar. Doğururlar ve onları süt vererek büyütürler. Belli bir yaşa gelince yavrular anne babalarından ayrılırlar.
Kuşlarda ve memelilerde evlilik vardır. Bir dişi iki erkekle eşleşmez. Bir doğurmayı bir erkekle yapar. Çoğu zaman yavruları beraber büyütürler.
Hayvanlarda eşleşme ancak doğurma dönemlerinde olur.
İnsanlar ise farklı yaratılmışlardır. Devamlı cinsi arzu duyarlar ve evlilik ömür boyu sürer. Olgunluk yaşında iken aile dışı yaşam çok zordur. Dolayısıyla çocuk yapmadıkları zaman da aile hayatı devam eder. Evlenmeyen erkek ve kızlar anne babalarının yanında kalırlar. Yaşlanan erkekler de çocuklarının yanında kalırlar. Bu düzenin dışında oluşan bir aile yapısı insanlığı çökertir. Bugünkü yaşlılık sigortası aile müessesesine konan bir dinamittir. Huzur evleri ve hastahaneler hep aile düşmanıdırlar.
İnsanlar aile içinde tedavi edilmelidir, insanlar aile içinde büyümelidirler, insanlar aile içinde yaşlanmalıdırlar.
İşte, velayet müessesesinden sonra aile müessesesinin getirilmesi bu farklılık hususuna işaret emek içindir. Rahmi taşıyanlar kadınlardır. “Ûlâtı’l-erham” denmesi gerekir. Erkeklerin rahimleri olmadığı halde rahim sahipleri ifadesi ile kastedilen mecazi manâdır. Yani aynı rahimden gelenler demektir. Kıyas yoluyla babanın yumurtaları da rahim hükmündedir.
Ulu’l-erham kimdir?
Usul ve füru ulu’l-erhamdır. Babanın babası, oğulun oğlu ulu’l-erhamdır.
Kardeşler, usulün kardeşleri ve kardeşlerin füruu da ulu’l-erhamdır. Bunların birbirleri ile evlenmeleri haramdır. Mesele biyolojiktir. Tüm canlılar dıştan eşleşme yaparlar. Çiçekler aynı zamanda olgunlaşmaz, rüzgâr veya böcekler yardımı ile dölleme dışarıdan oluşur. Marksistler bu kuralları hep çiğnemek istemişler, bunun insanlar tarafından icat edildiğini iddia etmişlerdir. Ama ondan sonra gelişmiş ilimler hep şeriatı tasdik etmiştir. Bunun için evlilik dışı ilişkiler tüm zorlamalara rağmen insan neslinin sağlıklı gelişmesine yetmemiştir.
بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ
(BaGWuHuM EaVLAy Bi BAGWın)
“Birbirine evladır.”
“Evla” “veli” kelimesinin ism-i tafdilidir. Yani topluluktaki hukuk aile içi hukukun üstünde değildir. Anne, baba, kardeş birbirine daha yakındırlar. Onlar üzerindeki velayet hakları kamu velayetinden önce gelir. Dayanışma ortaklıkları aile içindeki velayetin önüne geçemez.
1) Çocuk yapıp yapmamak, çocuk büyütmek, onların eğitimini sağlamak, birilerine yardım etmek erham hukukuna tâbidir. Devlet aile içi hayata müdahale edemez.
2) Aile içinde kişilerin hukukunu yine erham hukuku korur. Bir baba çocuğuna haksızlık ediyorsa dedesi, amcası, kardeşi müdahale eder, ondan velayeti alır ve yine erham içinde korunur.
3) Bir akıl hastasının hastaneye alınmasına yine ulu’l-erham içinde karar verilir. Babası eğer çocuğunu suç işlemekten alıkoyamayacağını iddia ederek akıl hastanesine yatırırsa, çocuk hastanede yatar. Doktorun raporu ile akıl hastası hastaneye alınamaz. Hattâ babası hastaneye koyarsa erhamından biri onu gidip çıkarabilir ve velayetini üzerine alırlar.
Tevrat toplulukları oluşturur ve topluluğun düzeni ile ilgilenen hükümleri içerir.
İncil ise kişi ve kişinin ahlâkı ile ilgili hükümleri içerir.
Kur’an her iki hükmü birden düzenler.
Bu son âyet buna işaret etmektedir.
Aile müessesesi ve akrabalık şeriatın oluşmasında en başta yer alır.
فِي كِتَابِ اللَّهِ
(FIy KiTAvBı elLAHi)
“Allah’ın Kitabı’nda”
“Kitap” burada Kur’an olarak alınabilir.
Kur’an iki türlü hüküm getirmiştir. Biri kıyamete kadar değişmeyecek anayasal hukuktur. Miras böyledir. Aile ile ilgili olduğu için tesbit edilmiştir. Diğeri ise toplulukların kendi isteklerine ve durumlarına bıraktığı hükümlerdir. Kur’an aileyi devlete karşı korumuştur. Bugünkü anayasalar iki bölüme ayrılır, insan hakları ve sonra da anayasa teşkilatı. İnsan hakları demek erham hakları demektir. Fıkıh insan hakkıdır. Kadın hakkı, çocuk hakkı, sakat hakkı diye bir hak yoktur. İnsan hakkı vardır. Herkes insandır.
İnsanın da iki çeşit hakkı vardır. Biri topluluk içindeki hak ve görevlerdir. Diğeri ise topluluğun dışında kişi olarak hak ve görevleri vardır. Kişiliği ile ilgili haklar toplulukla ilgili haklardan öncedir. O sebeple “evla” denmektedir.
Bu hakların da Kur’an içinde belirtildiği ifade edilmektedir.
Bu kayıttan anlıyoruz ki şeriatlar iki türlü hükümler ihtiva ederler. Biri sözleşmelerden oluşan ve topluluktan topluluğa değişen hükümlerdir. Bu daha çok sözleşmelere dayanır. Aile müessesesi ise doğal hukuka dayanır. Bundan dolayıdır ki din ve ırk ayırımı olmaksızın evlilikler meşru görülmüştür. Hakemlik sistemini kabul eden herkes ile evlenilebilir.
Kur’an müşriklerle evlenmeyi haram ederken kadın ve erkek ayırmadan onlarla evlenilmemesini istemiştir. Evlilik doğal haktır. Böyle olmasaydı mü’minlerle evlenin der, diğerleriyle evlenilemeyeceğini ifade ederdi.
Buradan şunu öğreniyoruz ki yasaların değişmez maddeleri vardır ve bu maddeler tüm insanlık için benzerdir. Hakemler kararlarını verirken sözleşmelere ve mahalli mevzuata göre değil, anayasaların değişmez maddeleri ile hükmedeceklerdir.
إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
(EinNa elLAvHa Bi KulLi ŞaYEin GaLıYMun)
“Allah her şeyi alimdir.”
Sûre “Allah her şeyi bilmektedir” cümlesiyle bitmektedir.
Bu ifade günümüzde bilhassa Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Anayasa Komisyonu’nda yer alan 12 üyeye hitap etmektedir.
Kur’an nâzil olduğu zaman çok ilkel bir hayat vardı. Gerek ilmen gerek fiilen göçebe dönemi yaşıyorlardı. Bugün ise dünya bambaşka bir yaşayışa ulaşmıştır.
Dört büyük değişme olmuştur; tarihte bunlar akla bile gelmemiştir.
1) Daha önce insan gücü, rüzgâr, su ve hayvan güçlerinden yararlanılırken, bugün içten patlamalı motorlar icat edilmiş, elektrik jeneratörleri ve motorları bulunmuş ve işlerin tamamı doğa enerjisine yaptırılmaktadır, insan makinelere kumanda etmektedir.
2) Eskiden insanlar hız olarak en çok 30 kilometreye ulaşabilmiş iken, bugün saatte binlerce kilometrenin üzerinde hız yapmakta, uzaya gidebilmektedir.
3) Eskiden ancak birkaç yüz metreye kadar ses duyurabilirken, şimdi cep telefonlarıyla Ay’a bile ulaşabiliyor ve gecikmeden haberleşiyoruz.
4) Eskiden mum ışığında aydınlanırken şimdi elektrik ışığı ile gecemizi gündüz yapmışızdır.
İşte bu büyük gelişme sonunda bundan 1400 sene önce söylenenler ve yazılanlar yetmiyor. Dolayısıyla eskimiş ve modası geçmiş bir şeriatın hükümlerini uygulayamayız. Tarihî hatıra olarak saygınlığını koruyalım. Sit alanlarına dokunmadığımız gibi ona da dokunmayalım. Biz çağımızın uygarlığını kuralım ve onun içinde sorunlarımızı çözelim.
Anayasa Komisyonu güya herkesi dinlemeye hazırdır. Alaton’un talimatları yastıklarının başındadır ama onlara göre modası geçmiş Kur’an’ın savunucuları olan Akevler bir kooperatiftir, onu dinlemek zül olur! Evet, böyle diyor bizim 12 kişilik Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki Anayasa Komisyonu Heyeti ve Meclis Başkanı Cemil Çiçek!
Unutuyorlar ki; eğer bugün motor, ulaşım, haberleşme ve aydınlanma varsa, bütün bunların üreticisi Kur’an’dır. Onun insanlığa sunduğu bilgiler sayesinde bugün dünya bu durumdadır. Yine unutulmaması gereken ikinci konu ise; Kur’an ölümlü insanlar kitabı değil, hayyum ve kayyum olan Allah’ın kelamıdır. Bizi ilgilendiren manâlarını bugün bize bildirmektedir. Biz O’nun kelamından başka tutunacak dal bulamayız.
Kur’an böyle diyor.
Kur’an’a böyle inanan ona gerçekten inanmış olur.
Kur’an’a böyle inanmayıp antik bir harabe gibi bakanlar gaflette veya küfürdedirler.
İşte sûrenin sonunda Allah’ın her şeyi alim olduğunu söylemesi bu düşünceye verilen cevaptır.
“Her şeyi alimdir” sözünün nekre olarak kullanılması da şunu göstermektedir ki, biz “Adil Düzen Çalışanları” da bizi ilgilendiren kısmın alimiyiz. Bu hususta Allah bize lazım olan her şeyi talim ediyor.
Yazdığımız “Adil Düzen Anayasası”nda çözümler üretilmiştir.
Hiç anlayan ve ilgilenen var mı?!.
إِنَّ اللَّهَ
(EinNa elLAvHa)
“Allah”
Kur’an’ın yorumunu yapmak demek, soru sormak sonra da cevabı beklemek demektir. Kur’an canlı bir varlık gibi sizin sorunuzu cevaplandırır. Allah size ilham eder. Benimle ve sizinle Hazreti Peygamber arasındaki fark, bize gelen ilhamlar yalnız bizi bağlar, başkalarını bağlamaz. Şimdi beni dinliyorsunuz, söylediklerim sizi bağlamaz, sizi Kur’an’dan sizin anladıklarınız bağlar.
Sorularımızı sıralayacağız, cevaplarını vereceğiz, sizin cevabınız farklı olabilir.
- Cümlenin başında neden “Ve İnnellahe” denmeyip fasleterek inne denmiştir?
- Çünkü cümle tüm sûrenin özelliğini anlatmaktadır. Yani bu sûredeki hükümler her şeyi bilen Allah tarafından konmuştur. Dolayısıyla hükümlerde eksiklik ve yanlışlık yoktur. Sıfat ile mevsuf veya hâl ile sahib-u hâl arasında harf-i atıf getirilmemiştir.
- “Allah” kelimesi neden izhar edilmiştir de izmar edilmemiştir? Neden “İnnehu” denmemiş de “İnnellahe” denmiştir?
- “Allah’ın Kitabı’nda” denmektedir. Burada uygun olan zamirin getirilmesidir. Çünkü Allah’ın Kitabı’nda olan ilim tarafından konmuş manâsında olmalıdır. Öyle değil tüm sûrenin hükümlerine cümlenin gidebilmesi için Allah kelimesinin iadesi gerekir. “Ahmet iyi araba sürer, dikkatlidir.” derseniz, Ahmet araba sürerken dikkatlidir anlamı çıkar. “Ahmet iyi araba sürer. Ahmet dikkatli biridir.” dediğimizde ise her konuda dikkatlidir demektir.
- “Bi Külli Şey’in” denmiş de “Külle Şey’in” denmemiştir.
- “Fî” manâsındadır. Marifedir. Her şeyin içinde bu konularla ilgili kısımları da bilir anlamındadır. Yani Enfal Sûresi’nde anlatılanların tamamını bilerek anlatmıştır. Nekreye izafe edilen “küllü” türleri istiğrak eder, fertleri istiğrak etmez. “Bi” gelmeseydi bütün türleri bilir anlamı çıkardı. “Bi” gelince o türlerden Enfal Sûresi’nde olanları bilir anlamındadır.
- “Alimün” kelimesi neden nekre gelmiştir?
- Başkaları da kısmen bilecekleri için nekre gelmiştir.
Bu hususu şöyle açıklayabiliriz.
- Kâinat bilen ve bilinenden ibarettir. Bilinen varlık, bilenle kâimdir. Hiç kimsenin bilmediği bir varlık var veya yok olmuş aynı manâdadır. O halde bir şey var edilmişse mutlaka onu bilen ve ondan yararlanan yaratandan başka biri vardır. “Alimün” kelimesinin nekre gelmesi cüzler diğer varlıklar tarafından bilinmektedir anlamındadır. Küllünü bilmek yalnız Allah’a aittir. Öyle olmasa o zaman “el-Alim” gelirdi.
بِكُلِّ شَيْءٍ
(Bi KulLi ŞaYEin)
“Her şeyi”
Bizim “Adil Düzen Çalışanları” olarak içtihatlarımızın illetlerini bilmemiz gerektiği gibi hikmetlerini de bilmemiz gerekmektedir. İlletler Kur’an ilimleriyle öğrenilir, hikmetler ise matematikle öğrenilir. Bu sebepledir ki araştırmacılara Matematik ve Arapça öğretmeliyiz.
عَلِيمٌ
(GaLıYMun)
“Alimdir.”
“Alim” feîl vezni üzeredir. Her zaman bilir, sonradan öğrenme değildir demektir. Bizim için öğrendikten sonra içtihat yapmalıyız. Bilmeden önce içtihat yapmamalıyız. Soracağız ve öğrenerek uygulayacağız. Sonra içtihat yapmayı öğreneceğiz. Ondan sonra içtihat yaparak uygulayacağız. İçtihat parça parça yapılmaz, küllü öğrendikten sonra yapılır. Öğrenmek için deneme içtihatları yapılır.