Enfal Sûresi-22
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا لَقِيتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُوا وَاذْكُرُوا اللَّهَ كَثِيرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (45) وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ (46)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا لَقِيتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُوا
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv EiÜAV LaQIyTuM FiEaTan)
“Ey iman etmiş olanlar, fiete lıka ettiğinizde sebat edin.”
Bu sûre “Enfalden sual ederler” diye başlamıştı. Yani bu sûre savaşı değil devlet yapısını anlatmaktadır. Ne var ki devlet demek askeri güç demektir. Askeri güce dayanmayan devlet de devlet olmaz. Devlet kendi sınırlarını savunacak kadar askeri güce sahip olmalıdır, hakem kararlarına uymalıdır. Diğer devletler ona yardım etmekle yükümlü değildirler, isterlerse yardım ederler. Hakem kararları varsa o devlete savaş yardımı yapmak meşru hâle gelir, o da ganimete başkasını ortak etme demektir.
O halde her devlet kendi sınırlarını kendisi koruma durumundadır.
Buna iki sebeple mecburdur.
Biri; kendisi sınırlarını koruyacak güce sahip değilse kimse ona yardım etmeyebilir, o zaman haritadan silinir.
Diğeri ise; ona yardım edip komşu devletin topraklarını aldıkları zaman o ganimeti başka devletlerle bölüşmek zorunda kalır. Oysa teke tek savaşır ve galip gelirse komşu topraklarını kendisine katmış olur.
Bu sûrede “Ey iman edenler” diyerek hitaba başladığı âyette düşmanlarla karşılaştığınızda onlara sırtlarınızı çevirmeyin şeklinde idi. Ondan sonra “Ey iman edenler” hitabı ile mü’minlerin iç düzenini, emir komuta sistemini anlatmıştır. Şimdi tekrar düşmanla karşılaşma durumunu anlatmaya başlamıştır.
Savaş düello gibidir. İki ordu savaşa girer, biri galip gelir ve o topluluğu yok eder. Yahut mağlup olur, kendisi yok olur. Galibiyet veya mağlubiyet ve yok olma esastır.
Anadolu’da Rum ve Ermeniler 1500 seneden beri veya daha fazla zamandır vardı. Birbirleriyle savaşmıyorlardı. Asıl savaş Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra başladı. Rum ve Ermenileri Batılıların kışkırtması ile Müslümanları katletmeye ve soykırımına başladılar. Müslümanlar da bir olup savaşa giriştiler. Sonra biz kazandık. Şimdi Anadolu nüfusunun yüzde 99’u bizimdir. Eğer İstiklâl Savaşı’nı biz değil de onlar kazansaydı şimdi yüzde 99 nüfus onların olurdu. Beş asır önceki İspanya (Endülüs) bunun örneğidir, orada onlar kazandı, şimdi yüzde 99 onlarındır.
Birinci ve İkinci Cihan Savaşları tabii savaşlar değildir, sermaye tarafından tertiplenmiş sûni savaşlardır. Bu sebepledir ki savaşta mağlup olan Almanya ve Japonya bugün en güçlü devletler olarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Kur’an bu tür suni savaşları meşru görmemektedir. Bloklar hâlinde savaşma yerine haksız devleti ortadan kaldırma savaşı vardır. Sermaye her şeyin düzenini bozduğu için savaşların düzenini de bozmuştur. Avrupa’daki yüz yıl, otuz yıl, yedi yıl savaşları böyle suni savaşlardır. Birinci ve İkinci Cihan Savaşları da böyledir.
Daha önceki âyette “düşmanla karşılaştığınızda sırtlarınızı çevirmeyiniz” diye nehiyde bulunmuştur. Burada ise “sebat edin” emri verilmiştir.
Emir ile nehiy arasında hüküm farkları vardır. Emir mutlaksa bir defa yapılır ve biter. Eğer bir şartla mukayyet ise her şartın gerçekleştiği zaman emir de yeniden verilmiş olur. Nehiyde ise süreklilik vardır. Her zaman nehy edilmiş olur. Nehy edilen işlendiği zaman günah işlenmiş olur, işlenmediği zaman bir sevabı yoktur. Oysa emredilen yapılmayınca günah işlenmiş olur, yapıldığı zaman da sevabı vardır.
Bu sebepledir ki eğer emir ve nehiy hükümlerinin ikisi uygulanacaksa hem emredilir hem nehy edilir. Kur’an’da kimi yerde ikisi birden söylenir. “Yarın gel, gelmemezlik yapma”da hem emir hem de nehiy vardır. Bu sûrede de önce sırtların çevrilmesi nehy edilmiş, şimdi sebat emredilmiştir.
Orada “kâfirlere zahafan lika ettiğinizde” denmiş, burada “fiet ile lika ettiğinizde” denmiştir. Orada kâfirlerden bahsedilmektedir. Zahaf çatışma anlamındadır. Orada sırtlarınızı dönmeyin nehyi vardır. Burada fiet ordu demektir. Size saldıran kâfir olmasa da savunmak zorundasınız. Ordu ile lika savaş anlamında olduğu için zahafan kelimesi zikredilmemiştir.
Ne önceki âyette ne de burada saldırın demektedir. Orada “sırtınızı çevirip kaçmayın” denmekte, burada da “sebat edin” denmektedir. Çünkü meşru kılınan savaş savunma savaşıdır, saldırı savaşı değildir. Saldırırlarsa saldırma hakkı doğar, “Fertedu bi misli ma tedev” denmektedir. Saldırıda verilen emir misli ile saldırmadır, daha ileri aşırı gitmemektir. Gerçi burada buna mefhumu muhalefetle manâ vermiş gibi görünüyorsa da
وَقَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ
“Allah yolunda sizinle mukatele edenlerle mukatele ediniz, i’tida etmeyiniz, Allah mu’tedileri sevmez.” denmektedir. Bu âyetle mislinden fazlasıyla saldırılamayacağı açıkça ifade edilmiştir.
Düşman kimyasal silah kullanıyorsa siz de kullanabilirsiniz, düşman atom bombası kullanıyorsa siz de kullanabilirsiniz ama barış kurallarından neye uyuyorsa siz de o kurallara uymak zorundasınız.
Savaş dışında devlet ortadan kalkar mı diye bir soru aklımıza gelebilir. Evet, hakemlerin kararı ile her şey mümkündür. Devlet demek hakem kararları demektir.
يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Devlet nedir, nasıl oluşur?
Devlet savunma ortaklığıdır. Ailede işbölümü vardır. Kadınlar çocuk doğurur ve büyütürler, erkekler ise savunur ve nafaka temin ederler. Erkeklerin kendi görevlerini yapabilmeleri için dayanışma içine girmeleri gerekir yani birlikte savunma yapmak, birlikte üretim yapmak zorundadırlar. Bu birliktelik dayanışma içinde doğar.
Dayanışma ne demektir?
Birimize yapılan bir saldırı hepimize yapılan saldırıdır. Birimizin aç kalması hepimizin aç kalması demektir. Çünkü biz işbölümü içinde çalışmaktayız. Hepimiz ayrı ayrı işler yapıyoruz, sonunda ortak üretim doğmaktadır. Birilerinin kendilerine düşen görevi yapmaması demek ortak üretim olmaması demektir. O halde aramızdan biri bir işi yapmazsa hepimiz onu destekleyip o işin yapılmasını sağlamalıyız. İşte bu destek dayanışma içinde doğar.
Savaşmayan müslimler de cizye vermek suretiyle savunmaya mâlen katılırlar. Üretimdeki hakları ise mü’minler gibidir.
“Ya Eyyühellezîne Âmenû” Kur’an’da 90 civarında geçmekte, altısı bu sûrede geçmektedir. Burada son defa geçmektedir. Sûre 75 âyettir. Demek ki sûrenin üçte ikisi “Ey iman edenler”e hitap etmektedir. Diğerlerinde ise “Ey nebi” diye hitap etmekte, o da üç defa geçmektedir. Sûre dayanışma ortaklıklarını ve başkanları anlatmaktadır.
Bunun anlamı şudur; birine biat edenler ona biat edenlerle dayanışma ortaklıkları oluşturur. Topluluk içinde dayanışma ortaklığını kuranlara halk biat eder; istediğine biat eder. Eğer bir dayanışma ortaklığı kuran kişi oradakilerin yüzde 5’ini ortak ederse dayanışması kurulmuş olur. Asgari sınırı belirledikten sonra azamisini de tekel oluşmaması için belirleriz, o da beşte bir eder. Dayanışma ortaklıkları da bir başkana biat edince devletin halk kısmı oluşur. Toprak da edinirlerse devletlerini kurmuş olurlar. En az 30 milyon kişi olmaları gerekir. Kur’an’da mü’minlere yaptığı hitapta ya “Ey iman edenler” denmekte veya “Ey iman etmiş olan kimseler” denmektedir. Biri teşkilatı ifade eder, diğeri ise yönetimi ifade eder.
Tarihte değişik şekillerde devlet yönetim şekilleri gelmiştir.
a) İlk devlet şekli asabe devlet şeklidir. Bugünkü Suudi Arabistan Krallığı böyle bir devlettir. Suud ailesi yönetimi ele geçirmiştir. Askerlik yoktur. Dış güvenliğini Amerika Birleşik Devleti sağlamaktadır. İç güvenliği Suud ailesini destekleyen halk yapmaktadır.
b) İkinci yönetim şekli köleler yönetimidir. Bir grup insan birleşir, esirler elde eder, onları eğitir ve kendisine bağlar. Devleti kölelerle yönetir. Osmanlı döneminde devlet memurlarına “kul” denmektedir. Görevliler köle olmamakla beraber görevleri kölelerin yaptığı iş olduğu için onlara “kul” denmektedir.
c) Bugünkü yönetim şekli ise devlet memurluğudur. Yönetim kadrosuna alınan bürokratlar imtiyazlı sınıf olarak devleti yönetmektedirler. Halk zorla askere alınmakta ve bürokratların emrinde ordular teşkil edilmektedir. Dört senede bir yapılan seçimle güya halk hâkimiyeti sağlanmaktadır.
d) Kur’an’ın önerdiği devlet sistemi bundan tamamen farklıdır.
1) Halk iki sınıfa ayrılmaktadır; bedelliler ve nöbetliler. Nöbetliler bedenleri ile devlet yönetiminde yer alırlar. Bedelliler ise verdikleri cizye ile devleti mâlen desteklerler. Bedelliler her zaman nöbetli olabilirler, nöbetliler ise o ülkeyi terk etmedikçe bedelli olamazlar.
2) Nöbetliler ilmî dereceleri ile altı sınıf oluştururlar; başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün dereceler alırlar. Askerlikte bunlara ast ve üst denmektedir. Nöbetliler kendilerine üst seçerler. Böylece örgütlenme olur. Onlu sisteme göre manga, bölük, alay, tümen ve ordular oluşur.
İşte, İslâm’da devlet halk tarafından biat usulü ile oluşur. “Ey iman edenler” dendiği zaman “nöbetliler” demektir. “Ey nebi” dendiği zaman da birliklerin komutanları muhatap alınmış olur. Mü’minler askeri disiplin içinde ast-üst ilişkileri içindedirler. Bugünkü orduya bu bakımdan benzemektedir. Sivil hayat ve müslimlerin hayatı ise tamamen hukuk düzeni içindedir. Mü’minler de nöbette iken askeri düzene tâbidirler, diğer zamanlarda onlar da hukuk düzeni içindedirler.
إِذَا لَقِيتُمْ فِئَةً
(EiÜAV LaQIyTuM FiEaTan)
“Bir fiete lıka ettiğinizde”
“Lika” buluşma demektir, karşı karşıya gelme demektir.
Bundan önce “zahfen” denmişti.
“Fiet” kelimesi Kur’an’da savaşan gruplar olarak geçmektedir. “Birlik” demekteyiz, savaşma grubu demektir.
Kur’an’da savaşan grupların sayısı olarak 20 ve 200, 100 ve 200 1000 ve 2000 ve 100000 olarak geçmektedir. Onlu sistem esas alınmıştır. Bununla beraber her birlik üç alt gruba ayrılmaktadır. 3 er bir timi oluşturur. 3 tim ile bir onbaşı mangayı oluşturur, sayıları 10 eder. 3 manga bir takımı oluşturur. 3 takım bir bölüğü oluşturur. Bir de komuta kadrosu bulunur, 10 bölük 10 mangadan oluşmuş olur. Başlarında yüzbaşı vardır.
3 bölük bir taburu oluşturur. 3 tabur bir alayı oluşturur. Bir de komuta bölüğü vardır. Buna alay denmektedir. Alay on bölükten yani 1000 kişiden oluşur.
Üç alay bir tümendir ve bir de komuta alayı vardır. On alay bir tümeni oluşturur. Üç tümen bir kolorduyu ve üç kolordu bir de komuta tümeni ile on tümen bir orduyu oluşturur.
Alay 1000, tümen 10 000, ordu ise 100 000 kişiden oluşur.
İşte Kur’an bunlardan “miete elf” diye bahseder (37/47), bu sayı geçmektedir.
Hazreti Yunus peygamberin gönderildiği rical yani mü’minlerden söz etmektedir.
Ne var ki Kur’an’da bir kelime geçtiği zaman onun özel bir yeri vardır. Bu âyete dayanarak ordunun 100 000 kişiden oluşması gerekir. Ama onlu sistemin sentezi ile 100 000 elde ediyoruz. Ülkede on - on iki bölge olacaktır. Her bölgeye bir ordu yerleştirilecektir. Bugün de durum farklı değildir. Dört kara ordumuz vardır. Kara ve hava kuvvetleri ile on civarında ordumuz vardır. Asker sayımız da barışta 500 000 civarındadır.
فَاثْبُتُوا
(FaÇBuTUv)
“Sebat ediniz.”
Kur’an’da 20 kişi olursanız 200 kişiyi yenebilirsiniz denmektedir. Böylece en küçük askeri birlik en az iki mangadan oluşur. Takım 3 mangadan oluşmaktadır. Demek ki savaş birliği 30 kişiden oluşmaktadır. Bunlar günde 8’er saat siperde nöbet tutarlar, günde 16 saat serbest olurlar; savaşta ise 16 saat savaşırlar, 8 saat serbest olur yani uyurlar.
En büyük savaş fieti ise kolordudur. Üç kolordu barışta yılda dört ay nöbette olur, sekiz ay serbest olurlar. Savaşta ise sekiz ay nöbette olur, dört ay da serbest olurlar. Böylece savaş galip gelinceye kadar devam eder.
Mü’min kadınlar savaşa katılmazlar ama onlar da erkeklerin yapacağı işleri evlerinde yaparlar. Savaşın ikmalini yaparlar. Buradaki “sebat edin emri” bize savaş uzasa da teslim olmamayı emretmektedir. Bunu sağlayabilmemiz için de savaşın ikmali iç kaynaklar olmalıdır ve savaş esnasında da devam etmelidir.
Eskiden kaleler muhasara edilir, kimin erzakı erken biterse o mağlup olurdu. Bugünkü savaşlar da böyle olacaktır. Stoklar savaşında stoku biten teslim olur. Ama üretimle birlikte savaşanın stoku bitmez.
Eskiden sultanlar askerlerin kazançlı işler yapmasını yasaklarlardı. Halktan zorla aldıkları vergilerle başka iş yapamayan askerleri beslerlerdi. Bu kötü alışkanlık bugün de devam etmektedir. Oysa bugünkü ordular millî ordulardır. Başka iş yapan askerlerden oluşurlar. Bunun için ordu aynı zamanda üretici olmalıdır. Askeri mıntıkaları ekmeli, tarım yapabilmeli, hayvancılık yapabilmeli, kendi kullanacağı sanayi tesislerini oluşturmalıdır. Bu sayede askerler yani halk teknikte de eğitilmiş olur. Ayrıca savaş zamanında “stok ikmalli” değil de “üretim ikmalli ordu” oluşmuş olur.
Adil Düzen Anayasasında orduların gelirlerini sayarken;
a) Devlet bütçesinin beşte biri (ganimete kıyasla),
b) Gümrüklerin tamamı (dış ilişkiler orduca düzenlenir),
c) Askerlik bedeli ordulara aittir (onun bedelidir),
d) Askerlerin emeği ile ve askeri mıntıkalarda kendi ürettikleri imkânlar.
diye yazmışızdır.
İşte bu son maddeye Kur’an’da delil aradığımız zaman “fesbütû” âyetinin delâlet ettiğini buluruz. İktiza ile delalet etmektedir.
وَاذْكُرُوا اللَّهَ كَثِيرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (45)
(Va uÜKuRulLAHa KaÇIRan LaGalLaKuM TuFLıXUvNa)
“Ve felaha eresiniz diye Allah’ı kesiren zikrediniz.”
“Felah” demek refah demektir. Kur’an’da “refah” kelimesi yoktur, onun yerine “felah” kelimesi geçmektedir.
“Fellah” çiftçi demektir. Tarım yapanlar iflah olurlar, refaha kavuşurlar. Refahın kaynağı tarımdır. Sanayi ve inşaatın kendisi iflah getirmez, ancak tarım iflah eder.
Yer yuvarlak ve sınırlıdır. Yeryüzünü genişletme imkânına sahip değiliz. Biz yeryüzünde mekân tutarız, onun madenlerinden ve cisimlerinden yararlanırız, sanayimizi ve inşaatımızı o mallarla yaparız. Onlar kullanılıp bitmez. Bina yaparız, yıkılır, tekrar toprağa döner. Asıl tükenen enerjidir.
İnsanlık enerji olarak Güneş enerjisini kullanmaktadır. Hidrojen helyuma dönüşerek çevreye ışık enerjisini yaymaktadır. Dünyadaki bitkiler bu enerjiyi alır ve kimyasal enerjiye çevirirler. Hayvanlar ve bitkiler bu enerjiyi harcayarak yaşarlar. Benim şimdi yazdığım bilgisayar Güneş enerjisi ile yapılmıştır, onun verdiği enerji ile çalışmaktadır. Ben parmaklarımı basarken onun enerjisi ile basıyorum, onun enerjisi ile düşünüyorum ve yaşıyorum. Bu enerji yeryüzüne sınırlı olarak gelmektedir. İşte bu da tarımdır. Demek ki tarım refahın temel kaynağıdır. Tarımda yaptığımız her eksiklik insanlığın zararıdır. O halde askeri mıntıkalar da boş yerler de tarım bakımından değerlendirilmelidir. Ormanların da dal ve yapraklarından yararlanmalıyız. Refahın tek kaynağı odur.
“Sebat edin” âyetinden sonra “iflah olmaktan” bahsetmesi buna işarettir. “Allah’ı çokça zikredin ki zengin olasınız” denmektedir. Bundan sonra Allah ve resulünden bahsetmektedir. Yargıdan bahsetmektedir. Ondan sonra âlemlerin Rabbi Allah’ın sabredenlerle beraber olduğunu beyan etmektedir. Buradaki “Allah” kelimesi ile Allah’ın halifesi olan topluluk kastedilmektedir. O’nun çokça zikredilmesi demek O’nun refahı ve varlığı için çokça düşünmemiz gerekmektedir. “Sebat edin” âyetini iyi anlamamız gerekmektedir. Bu da sürekli olarak topluluğu düşünmekle olur.
Biz şimdi geçmişteki insanların ürettiklerini tüketiyoruz. Geçmişteki insanlar içinde biz de varız. Hiçbir zaman şimdi ürettiğimizi şimdi tüketmiyoruz. İlkel topluluklarda öyleydi, meyve toplar ve tüketirlerdi. Oysa şimdi meyve üretip toplayan kendisi tüketmemekte, satmakta, yerine başkalarının ürettiğini tüketmektedir. O halde bizim işimiz geleceğe yani topluluğa üretim yapmadır, geçmişte ürettiklerini topluluktan almak ve yaşamaktır.
İşte, topluluğu düşünmek demek, gelecekteki insanların tüketeceklerini düşünüp üretmemiz demektir. Savaşta sebat etmek demek, neslimizi korumak ve çocuklarımıza müreffeh bir ülke bırakmak demektir.
Demek ki mü’minler ne yapıyorlar?
İnsanlığın 60 000 yıllık birikiminin bekçiliğini yapıyorlar. Onları koruyup gelecek nesle aktarıyorlar. Müslimlerden şimdi ürettiklerini alıyorlar, gelecek nesil için saklıyorlar. İnsanların şimdi muhtaç oldukları şeyleri de onlara satıyor, böylece onların yaşamalarına ve çalışmalarına imkân veriyorlar.
Topluluğu düşünmek demek bu demektir. Bunu da arz ve talep kanunlarına göre yapıyorlar.
Sosyalistler bunu devlet yapsın diyorlar ve halkın iradesini yok ediyor, halkın neler üreteceklerini neler tüketeceklerini devletin memurları tesbit ediyorlar.
Kapitalistler ise bu işi sermayeye veriyorlar. Sermayeler arasındaki rekabetle bunu yaptıklarını sanıyorlar. Geçici olarak bu yapılan doğrudur ama zamanla ve en sonunda bu uygulama sonuç vermez, krizler doğurur.
Kur’an yani “Adil Düzen” ne yapıyor?
Çalışana ücretini ödemektedir. Ücret de serbest arz ve talep kanunları ile belirlenmektedir. Sonra çalışanlara malları satıyor, verdiği ücretleri fiyatlarla geri alıyorlar. Fiyatlar da serbest arz ve talep kanunlarıyla oluşmaktadır. Böylece stoklar serbest fiyat ve ücretlerle dengede kalmaktadır. Yani bu düzen insanların özgürlüğüne dokunmadan serbest iradeleri ile yaşamalarına ve çalışmalarına imkân vererek, makroda ise azami üretimi ve dengeli stoklamayı sağlama düzenidir. “Adil Düzen” budur.
وَاذْكُرُوا اللَّهَ
(Va uÜKuRulLAHa)
“Ve Allah’ı zikrediniz.”
Kâinatın rabbi olan Allah’ı zikretmek demek, O’nun kanunlarını ve emirlerini öğrenip ona göre amel etmek ve yaşamak demektir.
“Zikir” kelimesi Türkçede olduğu gibi anmak ve anlamak anlamlarını birlikte taşır. Tefekkür sadece fikrî anlama olduğu halde zikr fikir ve fiil birlikte yapılır.
“Sabahleyin şemsiyeyi almayı unutma” dediğimiz zaman, şemsiye al demektir.
“Zikir” kelimesi unutmamayı içerdiği gibi terk etmemeyi ve onu yapmayı da içerir.
Allah’ın halifesi olan topluluğu zikretmek de sözleşmelere uyarak üretim yapmak ve üretimi topluluğa yani mü’minlere verip karşılığında ihtiyacın olanları değiştirme ilkesiyle alıp vermedir. Buradaki manâsı budur. Serbest sözleşmelere uyarak hareket edip bu suretle oluşan denge fiyat ve ücretleri ile iş yapıp yaşamak demektir.
كَثِيرًا
(KaÇIyRan)
“Çokça”
“Kesir” “kalil” kelimesinin karşılığıdır. Sayısal çoklukta kullanılmaktadır. Emir çok kimseyedir. Zikredilen ise bir varlıktır. Çok kimsenin bir Allah’ı anması, birlikte anması anlamındadır. “Kesiran” kelimesi hâldir. “Zikrediniz”deki zamirin hâli olarak alınabilir. Eğer bir topluluksa tekil hâl olabilir. Yani burada kesireni mef’ûlü mutlak olarak değil de failin hâli olarak anlayabiliriz. O halde çok olarak zikredin yani birlikte düşünün anlamına gelir.
Namaz ve zekât birlikte yapılan zikirdir. “Cemian” denmeyip “Kesiran” denmiş olmasının hikmeti, birlikte zikredilecek ama kişiler iradelerini de kullanacaklardır.
Sosyalistler kişilere irade bırakmamaktadır, liberalistler birliğe imkân vermemektedirler. Oysa Kur’an düzeninde kişiler özgürlüklerini koruyarak birlik sağlamalıdırlar. Yani herkes kendi iradesi ile şeriat içinde hareket edecektir. Şeriat birliği sağlayacak, irade de özgürlüğü koruyacaktır. “Cemian” denmeyip “Kesiran” denmesinin sebebi budur. “Kesirun” denmeyip “Kesiran” denmiş olmasının sebebi de budur. Böylece Kur’an çok önemli kuralı bir kelimenin kullanılışı ile ifade etmektedir.
Bunları kavramak için rasih olmak ve ulu’l-elbab olmak gerekir.
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (45)
(LaGalLaKuM TuFLıXUvNa)
“İflah edesiniz diye.”
“İflah” burada if’al bâbındandır. Meçhul değil malum sigası ile gelmiştir.
“İflah etmek” demek imar etmek demektir. Yani Güneş’ten gelen ışıkların bitkiler tarafından depolanarak elde edilen enerji ile yeryüzünü imar edebilmelisiniz demektir. Yani “iflah”ı “imar” olarak anlıyoruz. Daha çok insanın mümkün olan en uzun ömür içinde yaşamasını sağlayan bir yeryüzünü ortaya çıkarmak ve orada o nüfusun yerleşmesini sağlamadır. Uygarlık bu demektir. Güneş enerjisinden daha çok yararlanarak daha çok insanı yaşatmak demektir.
Mü’minler yeryüzünde işveren vekilidirler. Müslimler de yeryüzü fabrikasında işçidirler. Ne var ki işveren ile işçi arasında çıkar çatışması yoktur, çıkar paralelliği vardır. İşverenler çalışanlar geçinsinler diye iş vermektedirler. Çalışanlar da yaşasınlar diye çalışmaktadırlar. Ne var ki kendileri değil, topluluk ve gelecek nesil yaşasın diye çalışmaktadırlar. Her gün güğümlerini doldurdukları havuzların suyu kurumasın ve kirlenmesin diye çaba göstermektedirler.
وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ
(Va EaOIyGUv elLAvHa Va RaSUvLaHUv)
“Ve Allah ve resulüne itaat ediniz.”
“Allah’a itaat ediniz” emri O’nun şeriatına uyunuz anlamındadır.
“Resule itaat ediniz” emri ise başkanlara itaat ediniz şeklindedir.
“Allah ve resule itaat ediniz” de başkanın geçici hakemlik kararlarına uyunuz anlamındadır.
“Allah ve resulüne itaat ediniz” dendiği zaman, toplulukla başkanın birleşmesi sonucu elde edilen bir güce itaat ediniz anlamı çıkar. Bu da hakemlerin kararlarıdır. Hakemleri taraflar seçmektedir. Başhakemi de hakemler seçmektedir. İlgililerin vekilleri olarak geldikleri için topluluğu yani hakkı temsil etmektedirler. İcra ise başkana aittir. Yani yargı kararları hakemler tarafından verilir, başkan tarafından icra edilir. Dolayısıyla hakemler topluluğu, başkanlar da yönetimi temsil etmektedirler. Bu sebeple yargı Allah ve resulüne itaat ile ifade edilmiştir.
Topluluğun dayanışma ortaklıkları tarafından oluşacağını “ey iman edenler” hitabı ile biliyoruz. Meclis ve meclisteki ilmî, ahlâkî, meslekî ve siyasî şuralar yasama organlarıdır. Sözleşme örneklerini bunlar yaparlar. İsteyenler istedikleri sözleşme örneklerine göre yaşarlar. İcma hâsıl olunca da karar kesinleşir, artık herkes icmalara uyar.
Böylece oluşan şeriatı tüm kişi ve kurumlar onlara uyarak yaşarlar. Kişilerin ve kurumların şeriat kurallarına uyup uymadıkları bağımsız yargı tarafından denetlenir. Mağdur olan bir hakemi seçer. Gadrettiği iddia edilen de bir hakem seçer. İkisi birleşir ve kişi veya kurumun şeriat sınırları içinde kalıp kalmadığını tesbit ederler. Bunların kararı tarafların kararıdır. Çünkü hakemleri onlar bizzat kendileri seçtiler.
Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi layüseldir. Çıkardığı kanunlardan ve aldığı kararlardan sorumlu değildir. Kanunların anayasaya aykırı olup olmadığını denetleme yetkisi yargıya verilmiştir ama anayasanın içeriğini denetleyemez. Hattâ usul bakımından da denetleyemez. Usul bakımından denetleme yetkisi de sadece cumhurbaşkanına ve millete verilmiştir. Referandumu Anayasa Mahkemesi yapmaz, Yüksek Seçim Kurulu yapar. Mazbata verdikten sonra da artık onu iptal etmek yetkisi yoktur. Milletvekili olur. Meclis onun dokunulmazlığını kaldırırsa yargı muhakeme eder.
Yani bugünkü Batı hukuku diktatörlükten ibarettir. Yargı bağımsızdır diyorlar. O zaman yargı yönetimi doğar, insanlar iş yapamaz. Bağımsız yapmazsanız bu sefer de yargı siyasi gücün denetiminde kalır. Dolayısıyla Batı düzeni dengesiz çelişkili düzendir.
Kur’an’a göre ise sorumsuz kimse yoktur. Meclis başkanı da sorumludur. Hakemlerden oluşan yargıya karşı sorumludur. Hakemler de yine hakemlere karşı sorumludurlar. Yani insan hiçbir zaman tanrı değildir. İnsan ise kişiler olarak da olsa kurumlar olarak da olsa kendi seçtikleri hakemlere karşı sorumludurlar.
Böylece “Adil Düzen”de tam denge kurulmuştur.
Bugün ise hükümran olanları nerden tutsanız dökülüyor.
Güneş merkezli astronomi kurulmadan önce batı daireler çizerek bir denge oluşturmaya çalışmıştır. Şimdi onların görüşlerine bakarak bu kadar ilkel düşünce olur mu diyoruz. Yarın kapitalizm ve sosyalizmi inceleyenler diyecekler ki; bunlar ne kadar akılsız imişler.
وَأَطِيعُوا
(Va EaOIyGUv)
“Ve itaat ediniz.”
Ey iman edenler, düşmanla karşılaştığınızda sebat ediniz, Allah’ı çokça zikrediniz ve Allah resulüne itaat ediniz. Buradaki “ve” zikre de atıf olabilir, sebat edinize de atıf olabilir.
İtaat emir ve nehye itaattir. Allah ve resule “tâbi olunuz” denmiyor, “itaat ediniz” deniyor. İtaat ancak yaşayan emir verene yapılabilir.
Şeriata itaat edilmez, şeriata tâbi olunur.
Ölülere itaat edilmez, yaşayanlara itaat edilir.
Kur’an’da tek başına “Allah’a itaat ediniz” denmemektedir. Allah’a itaatin yanında resule de itaat edilmekte. Başka yerde, kim resule itaat ederse Allah’a itaat emiş olur denmektedir. O halde itaat ancak kişilere ve yaşayanlara yapılır. Biz Allah ve resulü dediğimiz zaman yargıyı anlarız. Yargıya itaat etmeyenin kanı heder olur, hukuk onu korumaz şeklinde anlarız. Yargıya itaat demek yargı kararlarına uymak demektir. Yargı kararlarına itaat edilir, ittiba edilmez. Çünkü yargı verdiği kararları kendisi yaptırma durumunda değildir. Amir de emrettiğini kendisi yapmaz, emrettiğine yaptırır. O halde hakem kararlarına ittiba edilmez, itaat edilir.
اللَّهَ وَرَسُولَهُ
(elLAvHa Va RaSUvLaHUv)
“Allah ve O’nun resulüne”
İçlerinde on kişiye yakın hakemler vardır. Taraflar bunlardan birer hakem seçerler. Muhakeme ilçede değil bucakta olur. Bucağın merkez mescidinde duruşma yapılarak karar alırlar. Sonra onu uygulamak bucak başkanına aittir. Mahkûmlar kararlara kendi istekleri ile uyarlar. Yargı kısasa karar verir. Başkan taraflara belli müddet tanır. Affetmezlerse kısas yapılır. Affedilirse diyete dönüşür. Bunlar başkanın kararları olur. Hakem kararları gerekmez.
Demek ki yargılamada başkanların rolü de hakemler kadardır. Başkanlar uygulama yaparken adil olmak zorundadırlar. Adil davranmayan başkan aleyhinde yargıya gidilir ve hakemler azledebilirler. Demek ki herkes şeriattan korkmaktadır.
Hakem kararlarının infazı için hakemin davetine herkes itaat eder. İtaat etmezse bucakların silahlı yaptırımı yoktur. Bu takdirde hakem kararı ile mürtetliğine karar verirler. Bu takdirde kanı heder olur, hukuk onu korumaz.
Safhaları tekrar edelim.
a) Yasama sözleşmelerle oluşur. Herkesin katıldığı sözleşmeler icma olmuş olur.
b) Uygulamada herkes yasaları kendisi okur yahut dayanışması okur, yorumlar ve yasaları anladığı şekilde uygular.
c) Uygulama yasalara uymayabilir. O takdirde yargıya gidilir, mağdurlar mağduriyetlerini giderirler.
d) Hakem kararlarına herkes kendi isteğiyle uyar. Böylece barış topluluğu oluşur. Hakem kararlarına uymayan olursa hukuku tanımamış, hukukla yani barışla savaşmaya başlamış olur. İşte o zaman silahlı kuvvet devreye girer.
Hakemler ile uygulama arasında ne farklar vardır?
a) Uygulamada kişi başkalarına danıştıktan sonra kararı kendisi verir ve uygular. Kimse hukuk içinde ona zorla bir şey yaptıramaz. Oysa yargıda kararları hakemler verir ve kişi o karara uymak zorundadır.
b) Yargılama geçmişte cereyan eden belli olaylar için yapılır. Kararı yalnız onun için verirler. Oysa uygulama kararında gelecek için karar verilir. Benzer olaylara benzer hükümler uygulanır.
c) Yargılamada taraflar vardır; davacı vardır, davalı vardır. Hakemler uygulama kararı almazlar. Sadece nizadaki sorunu çözerler. Davacısı ve davalısı belli olmayan ve dava konusu kesin olmayan talep edilen davalara bakılmaz.
d) Hüküm sadece dava konusu içinde kalmalıdır. İddia edilmeyen bir şeye karar verilmediği gibi taraflardan başkası hakkında da karar verilmez. Benzer olay aynı kimseler arasında cereyan etse bile yeniden muhakeme edilir, yeniden karar alınır. Emsal kararlar yargılamada yoktur.
وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ
(Va LAv TaNAvZaGUv Fa TaFŞaLUv Va TaÜHaBa RIyXuKuM)
“Ve nizalaşmayın, yoksa feşl edersiniz ve rihiniz zihab eder.”
Savaşta sebat edeceksiniz, Allah’ı zikredeceksiniz, Allah ve resulüne itaat edeceksiniz ve dördüncü olarak da tenazu’ etmeyeceksiniz. Yoksa dağılır gidersiniz.
Bundan önce üç emir getirilmiş, burada bir nehiy vardır.
Yargı nizaları ortadan kaldırma müessesesidir. Birlikte yaşamanın çok büyük yararı vardır. Vücudumuzun hücreleri vücut dışına çıkınca ölürler. Topluluğun fertleri de topluluğun dışına çıkınca ölürler. İnsan topluluklarının diğer topluluklardan bazı farkları vardır. Başlıca fark kişilerin topluluklarını değiştirebilmesidir. Oysa başka canlıların böyle şansları yoktur. Bir kovandan ayrılan bir arıyı başka hiçbir kovan kabul etmez, hemen öldürürler. Oysa insan toplulukları başka bucaklardan gelen kimseleri muhacir olarak kabul ederler. O halde tartışma olmaksızın yargı kararlarına kayıtsız şartsız uyulmalıdır. Yargı kararlarına uyulamıyorsa o bucak terk edilecektir.
Bu âyette tenazu’ feşelin sonucu olarak zikredilmektedir. Hâlbuki başka âyetlerde tenazu’ ile feşel birbirine “ve” ile atfedilmiştir.
Tenazu’, feşel ve rihin zihabı.
Bir şey hem diğerinin sebebidir hem de ayrı ayrı olaylardır, ayrı ayrı varlıklardır. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Tenazu’ varsa feşel de vardır. Ama her feşel olduğu zaman tenazu’ yoktur. Yani tenazu’ olmadan da feşel mümkündür.
“Faşl” kelimesi “Fasl” kelimesi ile akrabadır. Mafsallar birbirlerine eklidirler ama ayrı ayrı hareket ederler. “Fasl” düzenin bozulması değil düzenin korunması için gereklidir. “Faşl” de “fasl” gibidir. Birbirlerinden tamamen kopmazlar, dağılmazlar, sağlıklı topluluk da oluşturmamış olurlar. Kasları çalışmaz hâle gelmiş olur. Yünü veya pamuğu faşl ederler, birbirinden tamamen koparmazlar ama birbirine sıkı bağlanmaktan da kurtarırlar.
“Faşl” kelimesi yün tarağının adıdır. “Faşil” çözülmüş yündür. Bünyanun mersus olmama dağılma anlamına gelmektedir. Nizanın olduğu yerde bağlar gevşer ve birbirinden kopmasalar da bir varlık gösteremezler.
“Ruh” ise reyhan denilen çiçeğin kokusudur. Sonra bütün kokulara ad olmuştur. Ağaçların kokusunu çevreye yayan rüzgârın adı olmuştur. Ruh nefsin rüzgârına benzetilmiş ve insanın beden dışı varlığının adı olmuştur.
“Rih” rüzgâr olduğu gibi mekanik güce de rih denir. Gemilerin enerjileri bitince yürüyemez olurlar.
“Rıhın zihab etmesi” demek güçsüz takatsiz kalması demektir.
Niza güçsüzlüğün sebebidir ama güçsüzlük sadece nizadan ileri gelmez. Bir olmak kuvvetli olmak için yeterli değildir. İhtilaf çıkarmamak güçlü olmak demek değildir. Niza olmamalıdır. Ama güçlü olmak için de üyelerin kendi içtihatları ile hareket etmeleri gerekir. Böylece güçlü olunacaktır. Bunun tek çözümü vardır, o da hakemlerin kararlarıdır.
Hakem kararlarının burada zikredilmesi ve niza ile faşlın hem sebep sonuç hem de beraber olarak kabul edilmesi derin bir sosyal dengeyi beyan etmektedir. Herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir ama sonunda hakem kararlarına da uyacaktır.
وَلَا تَنَازَعُوا
(Va LAv TaNAvZaGUv)
“Ve nizalaşmayın.
“Nezi’” sökülmüş, topraktan çıkarılmış fidan veya ottur. “Nez’ etmek” sökmek demektir. “Niza” iki tarafın nizalaşmasıdır. “Tenazu’” ise topluluğun birbirleri ile nizalaşması demektir. “Hasımlık” davalaşmak demektir yani hakemlere başvurup herkesin kendisini savunmasıdır. “Niza” ise hakemlere başvurmadan sorunları güçle çözmedir.
Topluluklar hakemlere gitmekten kaçınır. Sözlerle savaş olsa da nizalaşmayı severler. Mü’min olan kimse diğer insanlarla nizalaşmaz, haksızlığa uğramışsa hakemlere gider ve hakemlere gittikten sonra da hakemlerin kararlarına itirazsız uyar.
İnsanların barış içinde yaşaması, özgür yaşaması ancak böyle mümkündür. Savunmak için birlikte olmak gerekmektedir. Bu da iki şekilde olmaktadır. Bir başkanın etrafında kenetlenmek suretiyle güçlenirler. Herkes korku içinde başkanlarına itaat eder ve kendilerini korurlar. Bunlar niza içinde olmazlar ama bunlar zafiyet içinde, gerilik içinde olurlar. Geçici olarak güç olurlar, sonra çağın gerisinde kalırlar. Bunun tipik örneği Sovyetlerdir. 1960’larda Sovyetler ABD ile yarışıyordu, hattâ ABD’den önce uzaya araç gönderdi. Ama ben 1990’larda Kırgızistan’a gittim. Büyük büyük fabrikaları vardı, 1960’larda inşa edilmişti ama modası geçmiş olarak çağın gerisinde kaldıkları için Türkiye’den bile çok geride idiler.
فَتَفْشَلُوا
(Fa TaFŞaLUv)
“Yoksa faşl olacaksınız”
Emir veya nehiyden sonra gelen “Fa” yoksa anlamındadır. “La teci’ gaden fe tecu’” derseniz, yarın gelme yoksa aç kalırsın demektir. Buna “sebep fası” denmektedir.
Niza içinde olmamalıyız. Hakemlere gitme herkesin hakkıdır ama kendi kendine ben haklıyım deyip karşı tarafa saldırmak, baskı ile onun elinden hakkı olduğunu zannettiği şeyi almak haramdır. Niza münha anhdır. Sen kendini haklı görürsün ama acaba haklı mısın? Yapılacak iş hakemlere gitmektir.
Bugün yeryüzünde Allah’a iman ettiğini söyleyenler içinde hakemlere giden var mıdır, Türkiye’de hakemlere giden var mıdır? Hakemlere giderler, kazanırlarsa haklarını alırlar, kaybederlerse ona uymazlar. O halde bugün biz cahiliye döneminde yaşıyoruz. Hep birbirimize karşı niza hâlindeyiz ve hakemlere gitmiyoruz.
وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ
(Va TaÜHaBa RIyXuKuM)
“Ve rıhınız zihab eder.”
“Rıh” kelimesi güç demektir. Rıh doğurgandır, bu sebeple müennestir. İnsan uzuvlarından olup çift olanlar müennestir; ayn, üzn, yed, ricl müennestir. Bir de üretkense yani onda güç varsa müennestir. Şems müennes, kamer müzekkerdir, nâr müennestir. Rıh da müennestir. Onun için burada “yezhebu” değil “tezhebu” gelmiştir.
Yüz dairelik apartman kurduğumuz zaman bu şeriat hükümlerini koyacağız. Hakemlik müessesesini kuracağız. Hakem kararlarına uymayan, hakemlere gitmeyip aralarında niza edenleri kooperatifimizden çıkaracağız; hakemler kararı ile çıkaracağız. O halde yüz dairelik apartmanlar aynı zamanda iman etmek isteyenlere iman etme imkânını verecektir.
Biz şimdi cahiliye döneminde yaşıyoruz. Beş vakit namazı cemaatle kılamıyoruz. Niza hâlinde hakemlere gidemiyoruz. Mahkemelere de gitmiyoruz. Zulüm içinde oluyoruz. Kırk sene sonra kazanılacak bir dava için kırk sene stres mi yaşayacağız?
Yalnız bugünkü kırk sene süren davaların zulmünün çözülmesi için “Adil Düzen İşletmeleri”ni kurmamız gerekir. Müçtehitlerin yetişmesine imkân sağlamalıyız.
وَاصْبِرُوا إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ (46)
(VaÖBiRUv EinNa elLAVHa MaGa elÖAvBiRIyNa)
“Ve sabredin, Allah sabredenlerle beraberdir.”
Niza içine girmeyeceksin, sabredeceksin. Hakemlerin kararlarına dayanacaksın. Hakemler yanlış karar verirlerse bile hakemlere gitmekten vazgeçmeyeceksin. Böyle davrandığın için Allah âhirette büyük ecir verecektir. Çünkü hakemlerin kararları Allah’ın kararlarıdır. Bu dünyada da bu sayede mesut olursun.
İzmir’de 1960’lı yıllarda bir hızar yeri kiraladım. Adam alenen haksızlık yaptı. Makinelerime el koydu. Hakemlere gittim. Hakemim benim aleyhime karar verdi. Hakemimin kararına uydum. Sonra o bana 20 000 TL borç verdi. Onunla bir yer aldım. O yer sonra 600000 dolar etti. Ben onun haksız kararına uymasaydım böyle olmazdı. Niza ile uğraşacağınıza o mal gitsin yeni mal gelir. Borcu ben istemedim, o bana borç vereyim dedi. Şeriata uyarlanacak bir ortaklığı kurmak için kabul ettim. Evet, Akevler onun karzı ile kuruldu. Sonra babamdan kalan evi satıp ona borcumu ödedim. O mülkün bereketi devam ediyor. Oradaki paydan Camili’de (Artvin) atölye kurup ahşap evler inşa edeceğiz. Oradaki tarla olmayan topraklar arsalara dönüşecek. Tüm Karadeniz halkı bundan yararlanacak. Benim akrabalarım ve köylülerim de yararlanacak. “Adil Düzen İşletmesi” ve işletmeleri kurulacak.
Zarar etsem de verdiğim söze daima uymaya çalıştım. Bugün de en çok korktuğum sözümde duramamaktır. Adil Düzen Çalışanları eğer mü’min olmak istiyorlarsa;
a) Zarar da etseler sözlerinde dursunlar. Hattâ karşı taraf sözünde durmasa da onlar dursunlar. Çünkü o sözü Allah’a vermiştir. Karşı tarafın dönmesi onun günahıdır.
b) Hakemlik yaptıkları zaman adil karar versinler. İlkin hakemi olduğu kimse size kızar ama sonra sizin adaletinize inandıklarında senin kararına ben haksızmışım der, kararınızı benimser.
c) Zulme uğradığınızda hakemlere gidin, hakemler haksız karar vermişse de uyun.
d) Geçmiş üzerinde durmayın, alacağınız üzerinde durmayın. Geleceğinizi düzenleyin. Borçları tahsil yerine yeni kazançlar kazanmaya çalışın. Göreceksiniz ki çok rahat edeceksiniz. Zengin olmayacaksınız ama yoksul da olmayacaksınız.
وَاصْبِرُوا إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ (46)
(VaÖBiRUv EinNa elLAVHa MaGa elÖAvBiRIyNa)
“Ve sabredin, Allah sabredenlerle beraberdir.”
Sabır demek hakta ısrar etmek demektir. Şartlar ve sebepler ne kadar zorlarsa zorlasın şeriatın dışına çıkmayın. Makamınız olmayabilir. Paranız olmayabilir. Hattâ seveniniz de olmayabilir. Ama her yanınız huzur içinde olur. Siz saadet içinde olursunuz. Siz onları seversiniz. Onlar sizi sevmezler. Cephe de almazlar. Size saldıramazlar. Çünkü siz onlara bir şey yapmadınız. Siz onlara hep iyilik ettiniz. Borçlu değil alacaklısınız. Yardım istemiyorsunuz, siz onlara yardım ediyorsunuz. Size bir şey yapamazlar.
Allah size imkânlar verir ve huzur içinde olursunuz. Sizin sevdiğiniz insanlar sözlerinde durmaz, aleyhte beyanlarda bulunurken tarafsız konuşmazlar, bu durum sizi üzer; sevdiğiniz insanlar niçin öyle yapıyorlar dersiniz. Bundan dolayı da üzülmeyeceksiniz. O insan kendi içtihadı ile o fiilleri yapmış olabilir. Dolayısıyla âhirette sizden daha yüksek makamda olabilir.
Sabretmek iki şekilde olur.
a) Bir kötülük geldiği zaman kötülük karşısında çöküp gitmemektir. Kötülükten sonra iyilik gelecektir. Bu dünyada gelmezse âhirete makamınız yükselecektir.
b) Yaptığınız işte sebat edip ona göre çalışmaya devam etmedir.
Allah’ın sabredenlerle berber olması ne demektir?
Sabrederseniz galip gelirsiniz.
Sabretmek dayanmak demektir. Bir sosyal kurum oluştururken, bir işletmeyi kurarken o şekilde düzenlemeliyiz ki o işletme sıkıntılara girdiği zaman sabredebilmelidir, dayanmalıdır. Bugünkü “faizli işçilik sistemi”nde işletmeler sabit giderlere dayanmaktadır. İşletme sabit kira ödemektedir, işletme sabit ücret ödemektedir, işletme bankaya sabit faiz ödemektedir, işletme Gelir Vergisi Kanunu ile de sabit vergi ödemektedir.
İşletmenin bu giderleri karşılayabilmesi için belli miktardan fazla ciro yapması gerekmektedir. Ondan az kazandığı zaman işletme iflas eder. Bugünkü faizli işletme havada uçan uçağa benzer, uçmak zorundadır, durursa düşer. Bu sebepledir ki uçaklara mutlaka havaalanları gerekmektedir. Peki, işletmelerin havaalanları var mı?
“Adil Düzen”deki “faizsiz ortaklık sistemi”nde ise üretim azalsa da çoğalsa da ürün başına pay alınacağı için işletme çalışmasına devam eder. Yavaşlar, gerekirse durur ama işletme kapanmaz. İhtiyaç hâsıl olunca da yeniden faaliyete geçer ve hızlanır.
Demek ki her türlü işletmelerimizi öyle kurmalıyız ki küçükten başlayabilmeli, büyüyebilmeli ve gerektiğinde işletmemiz küçülebilmelidir. İhtiyaca göre iş yapabilmeliyiz. Gerektiğinde hızlanabilmeli, gerektiğinde yavaşlayabilmeli, hattâ durabilmeliyiz.
Bu durum ordu için de böyledir. Savaş zamanında ordu savaşmalıdır. Barış zamanında ise savaş kabiliyetini kaybetmeden ordu üretici olmalıdır.