Enfal Sûresi-16
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَا لَهُمْ أَلَّا يُعَذِّبَهُمُ اللَّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُوا أَوْلِيَاءَهُ إِنْ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (34) وَمَا كَانَ صَلَاتُهُمْ عِنْدَ الْبَيْتِ إِلَّا مُكَاءً وَتَصْدِيَةً فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (35)
وَمَا لَهُمْ أَلَّا يُعَذِّبَهُمُ اللَّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ
(Va MAv LaHuM EnLAv YuGaüÜiBaHuM elLAHu Va HuM YaÖudDUvNa GaNı eL MasCiDi eLXaRAvMı)
“Ve onlar Mescid-i Haram’dan sad edip dururken Allah’ın azab etmemesi olamaz.”
“Sen onların içinde iken Allah onlara azab edecek değildir. Onlar istiğfar edip dururken Allah onlara azab edecek değildir.” beyanlarından sonra “Onlar Mescid-i Haram’dan saddederken de Allah onlara azab edecektir.”
Yeryüzü insanların imtihan olmaları için yaratılmıştır. Bunun için yapıcılar vardır, yıkıcılar vardır. Yapıcılar insanlığı ileri götürmek için çalışırlar, yeryüzünü imar ederler, nüfuslarını artırırlar. Yıkıcılar ise yaşlanmış ve artık görevi kalmamış olan toplulukları ortadan kaldırmaya çalışırlar. Bu durum Hakkı üstün tutanlarla kuvveti üstün tutanlar arasında ezeli mücadeledir. Bu mücadele Hazreti Âdem’den itibaren başlamıştır ve kıyamete kadar sürecektir. Daima Hakkı üstün tutanlar galip geleceklerdir. Yaşlanmış olan topluluklar ortadan kalkacak ve uygarlıkları sona erecektir ama onların yerine daima daha iyi olanları gelecek, daha ileri olanları gelecektir.
Kuvvetli olmak galip gelmek için yeterli değildir. Haklı olanlar, Hakk’ı tutanlar daima hükümferma olacaklardır. Bundan 50-60 sene evvel yıkıcılar galip görünüyor, yeryüzünde artık inanmış olanların yani yapıcıların yok olacakları sanılıyordu. İnanmayanlar zafer kazandıklarını sanmışlar, inananlar da mağlup olduklarını kabul etmişlerdi. Her şeye rağmen inanan bir zümre de vardı. Bediüzzaman ve onun şakirtleri inanmış olarak Risale-i Nur yazıyor ve okuyorlardı. Süleyman Tunahan’ın mensupları hakkın galip geleceğine inanmış olarak Kur’an’ı anlamak ve anlatmak için Arapça tedris ediyorlardı. 1970’lerde Akevler ve Millî Görüş ortaya çıktı, Fethullah Gülenciler ortaya çıktı ve giriştikleri cihadı kazandılar. Bugün yeryüzünde Hakk’a inananlar gittikçe çoğalmaktadır.
İspanya’da polis yürüdü haberi vardı bugün, İspanya bugün bu hallere düştü. Evet, İspanya Endülüs’ün etkisiyle bir zamanlar o asırların en güçlü uygar devleti idi. İspanyollar o devleti kuran Müslümanları yok ettiler ama şimdi Avrupa’nın en geri ülkesi durumundalar.
Evet, insanlık Tevrat ve Kur’an ile İncil ve Furkan ile ilâhi nura kavuşacaktır.
Asrın başlarında sosyalizm ve ateizm dünyaya hâkim olmuş, yeryüzünde dinlerin yok olacağı sanılmıştı. Aile yok olacak, mülkiyet yok olacak, devlet yok olacak; komünizm cenneti dünyayı saracak; perde arkasında sömürü sermayesi dünyayı yönetecekti.
Bugün bu teorilerin hepsi çökmüştür.
İnsan aile içinde yaşayacak şekilde yaratıldı, kıyamete kadar -hattâ âhirette de- aile içinde yaşayacaktır. İnsan irade sahibi yapılmış ve iradesini inançları için kullanmaktadır. Dünyada din daima hâkimiyetini sürdürecektir. Âhirette herkes Allah’a teslim olacaktır. Mülkiyet yalnız dünyada değil âhirette de olacak; firdevs (ferdi) cennetler olacaktır. Devlet düzeni, ulusal devlet düzeni kıyamete kadar sürüp gidecektir.
Marx’ın varsayımlarının bâtıl oldukları bugün sosyoloji ve psikoloji ilimleri ile iptal edilmiştir. Mülkiyet melekesi insanla var olmuştur ve insanla varlığını sürdürecektir.
Burada azabın sebebinin Mescid-i Haram’da sadd etmeleri gösterilmiştir. Dünyevi azap dünyevi düzenle ilgilidir. İster yapıcı cephesinde ister yıkıcı cephesinde olsun, topluluğun zaferi ile kişinin kazancı aynı değildir.
Kişi kendi amellerinden sorumludur. Hesabını âhirette Allah’a verecektir. İyi insansa cennete, kötü insansa cehenneme gidecektir. Bu dünyadaki şahsi başarısı onun haklı olup olmamasına bağlı değildir. Kişi hesabını âhirette verecektir.
Topluluklar ise yaptıklarının hesabını bu dünyada verirler. Kendileri ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, yaptıkları yanlışın cezasını bu dünyada çekerler. Topluluklar âhirette muhakeme edilmezler.
وَمَا لَهُمْ
(Va MAv LaHuM)
“Ve onlar için değildir.”
Buradaki “Ve” harfi bundan öncekine atıftır; “O, sen onların içinde iken azab edecek değildir. Onlar istiğfar ederken azab edecek değildir.” cümlelerine atıf yapmaktadır. Azap edecek değildir cümlelerine de şimdi azap edecek cümlesini getirmiştir. Hâl cümleleri yaptığı için isim cümleleri yapmıştır.
İnsan mantığı aynıdır. Matematikte iki menfinin çarpımı müsbet olur. (-5)*(-6)=30 eder; yani (+6)*(+6) gibidir. Dilde de iki menfi bir araya gelince müsbet olur. “Hasan Ahmet’ten daha kısa boylu değildir” dediğimizde, daha uzun boyludur anlamı çıkar.
Burada da “Allah azap etmeyecek değildir” diyerek azap edecek manâsı çıkar.
Neden “azab edecektir” denmemiş de “azab etmeyecek değildir” denmiştir?
Ne zaman böyle çift menfili cümle getirilir?
Usulcüler bunların üzerinde dururlar, bunların arasındaki farktan hükümler çıkartırlar. Usul ilmi budur. Farklı deyişlerle farklı sonuçlara varmak fıkıh usulüdür.
“Onlara azab edecektir” sözü sadece haberdir. İsterse azab eder, istemezse etmez demektir. Oysa “azab etmeyecek değildir” dendiği zaman azap zorunludur.
Onlar insanları Mescid-i Haram’dan kovarken, Allah’ın onların bu yaptıklarını cezalandırmaması demek, zulme izin vermesi demektir, insanlığın gelecek uygarlıklarının doğmaması demektir. Oysa Mekke insanlığın ilk merkezidir, kıyamete kadar da öyle kalacaktır. Kim oraya dâhil olursa emin olacaktır. Mekke’ye sahip çıkıp başkalarının girmesine izin vermeyenlere Allah azap edecektir.
Bugün de Suudiler insanlardan vize istiyorlar, vizesi yoksa bırakmıyorlar. Bu Mescid-i Haram’dan insanları saddederler yani engellerler.
O halde ne olacaktır?
Mekke bir saddetme yani sudud yani engelleme ülkesi olmayacaktır, Vatikan gibi insanlığın kenti olacaktır. Mekke’den çıkan Hac yolları Kudüs’ten geçerek tüm dünyaya yayılacaktır. Bu yolun geçtiği şerit insanlığın olacak, orada tüm insanlar bir yerden izin almadan yerleşebileceklerdir. Mekke merkezine bağlı kıta merkezleri olacak, oralar da insanlığın olacaktır.
Mescid-i Haram’ı önce hac yapanlar ziyaret edecektir. İhramlı olanlar varken diğerleri Kâbe’nin etrafında dolanmazlar. Hac ziyaretinin vakti belirli değildir. Arifeden sonra, hattâ daha evvel de her zaman ziyaret edilebilir. Sıraya girerler ve tavaflarını yaparlar. Hac tavafı umre tavafından öncedir. Umre ile haccı birleştirenler umre tavafını da yaparlar ama kurban keserler.
Demek ki, Allah, eğer Mescid-i Haram’dan alıkoyanları cezalandırmazsa, insanlığa ve uygarlığa zulmetmiş olur. Allah, Suudi Arabistan Krallığını bu hükümranlığında bırakmayacaktır, Mekke müşriklerine yaptığı gibi onlara da azap edecektir.
Ne zaman azap edecektir?
“Adil Düzen” yeryüzünde hâkim olunca onlara da azap edecek ve onları Mekke’den yani Mekke yönetiminden uzaklaştıracaktır.
Bu sûre Bedir Savaşı’nı anlatmaktadır; demek ki aynı zamanda Mekke’nin fethini de müjdelemektedir.
أَلَّا يُعَذِّبَهُمُ اللَّهُ
(EnLAv YuGaüÜiBaHuM elLAHu)
“Allah’ın onlara azab etmemesi”
“Azab” tatlı demektir. Tatlı suya azab, tuzlu suya ücac denmektedir. İlerisi iyi olacak acıya azab denir. Yaralı yer şimdi acır, siz o acıyı dindirmek için yarayı sararsınız, bir yere dokunmaktan korursunuz ve o yara iyileşir. İyileşmesi de uzbedir. Acıktığınız zaman yemek yerseniz sizin için zevk olur. İşte acıkma ve doymadan zevk alma azabdır.
Demek ki azab öyle bir cezadır ki o cezadan sonra kendinizi arındırmış ve iyi hâle dönüşmüş olursunuz. Cehennem azabı da böyledir, acıyan yara gibidir. Tedavi olması için acı duyulmakta, gereği yapıldığı zaman da rahat edilmektedir.
Mekke müşrikleri Bedir’de mağlup olmuşlar, çok büyük acı duymuşlardır. Mekke binlerce yıldır Arabistan’ın rakipsiz kentidir. Hiçbir Arap kenti onunla boy ölçüşmemiştir. Habeşiler istilaya geldiği zaman bile korunmuş ve Mekke’ye girememişlerdir. Şimdi Mekke’nin karşısına dikilen bir kent var; Medine. Onu tanımıyor, onunla barışık değil, Mekkelilerin kervanını Medine’den geçirmiyor. Bunun hesabını sormak için Medine’ye gidiyorlar ve Bedir’de mağlup oluyorlar. Bu büyük bir azabdır.
Ne var ki bu azab sayesinde Mekke putlardan arınarak kıyamete kadar insanlığın merkezi olacaktır. Bugün milyonlarca insan sıraya girmiş orasını ziyaret etmektedir. Yanıp sönen bir kent değil, hep parlayan bir kent. İşte bu sebepledir ki onlara azap edilmiştir.
Bu azab devam edecek ve Mekke’nin yeniden fethi ile sonuçlanacaktır.
“Tazib” kelimesi tefil babındadır, tekrarı gerektirir. Bu âyet onların devamlı tazip edileceğini bildirmiş olmaktadır.
Bugün dünya nerdedir, hangi karanlıkların içindedir?
Fuhuş ve eşcinsellik, tekel ve faiz, rüşvet ve yolsuzluk, terör ve anarşi insanlığı sarmıştır. Köyler boşalmakta, nüfus azalmakta, âdil olmayan bir bölüşüm kanser gibi tekelleri üretmektedir.
Bunu kim yapıyor?
Tekel sömürü sermayesi yapıyor. Kendi tekelini sürdürmesi için zinayı yaygınlaştırmaktadır, karşılıksız para ile ekonomiyi ifsat etmektedir, merkezi işletmelerle tarımı çökertmektedir.
Eğer Allah bunlara izin verse, insanlık bir-iki asır sonra intihar etmiş olacaktır.
Bu “zalim düzen” değişecektir. Sermaye tekeli yok olacaktır. Sömürü sermayesi sahipleri Mekkeliler gibi “Adil Düzen”e teslim olursa kurtulacaklardır. Teslim olmaz da “Adil Düzen İşletmeleri”nin gelmesini engellemeye devam ederlerse, Allah tarafından onlara azab edilecektir. Hak düzen mutlaka gelecektir.
“Allah onlara azab edecektir” dendiğinde, buradaki “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi Allah manâsındadır. Sünnetullah onların mağlup olacaklarını takdir etmiştir.
Bir bakkal işletmesi olarak başlayacak olan “Adil Düzen İşletmesi” daha sonra “Yüz Dairelik Apartmanlar” hâlinde yayılacaktır. “Karşılıklı Faizsiz Para” ile yeni ekonomik düzen kurulacaktır. Bugünkü faizli sömürü sermayesi bundan rahatsız olacak ve direnmeye başlayacak, o zaman da onlara azab gelecektir. Krizler olacak, kıtlıklar olacak, anarşi olacak... “Adil Düzen İşletmeleri” ise bu azabın müstahakkı değil azabın galibi olacaktır.
Allah öyle düzen kurmuştur ki, mutlaka zalimler mağlup olup mü’minler galip gelir. O’nun bu düzenini kimse değiştiremez. Bugün yeryüzünü idare eden kimse yoktur ki emretsin ve istediğini yapsın. Bugünkü zulüm düzeni bugünkü insanların eseri değildir. Tarihi gelişme insanlığı bu duruma getirmiştir. İnsanlardan istenen ömrünü doldurmuş bu düzende direnmemeleridir. Eceli gelen toplulukları hiç kimse bir saat bile yaşatamaz. Bizim işimiz yeni düzeni kurmamızdır, Kur’an ne söylüyorsa onu yapmamızdır.
Nur Sûresi’nin nur âyetlerini okuduğunuzda orada çağımız anlatılmakta ve yüz dairelik apartmanları tesis etmemiz emredilmektedir. Önerilerimiz Kur’an’a dayanmaktadır. Hatalarımız olabilir ve vardır ama yolumuz doğrudur, hedefimiz yerindedir.
وَهُمْ يَصُدُّونَ
(Va HuM YaÖudDUvNa)
“Ve onlar saddederler”
“Sadd” “sin” ile set yani baraj demektir, “sad” ile engel anlamındadır. Engel eşya ile olur, men ise geçişe izin vermemedir. Vize ve pasaport bir saddır.
“Saddederler” demek engellerler demektir. Geçişe mâni olurlar. İnsanların oraya girişini engellerler.
Sosyalistlere göre yeryüzünde mülkiyet yoktur, her şey herkesindir. Geçmişteki kötü uygulama sebebiyle bugün hemen kollektif mülkiyete geçilemeyeceği için şimdilik her şey devletin olmalı, sonra devleti de ortadan kaldırıp halka yeniden iade edilmelidir.
Bu anlayış esasta doğrudur. Yeryüzü tüm insanlığın malıdır. Ne var ki sorumluluk ve emek mallar üzerinde mülkiyeti zorunlu kılmaktadır. O halde mülkiyet olacak ama mutlak mülkiyet olmayacaktır. Şeriat içinde mülkiyet olacaktır. İnsanların haklarını korumak için devlete de her zaman ihtiyaç vardır. Çünkü her zaman insanların haklarına saldıran insanlar var olacaklardır. İnsanın fıtratında bu durum mevcuttur.
Mutlak mülkiyeti reddedenler Mescid-i Haram’dan saddedenlerdir. Mescid-i Haram bir örnektir. İnsanlığın malı olan şeylere herkes mâlik olacaktır.
“ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI”nda mülkiyet şöyle anlatılmıştır.
1- Yeryüzü tüm insanlığındır. Kim ilk işgal ederse, işgal ettiği müddetçe o kullanır. Boşalttığı zaman orada hiçbir hakkı kalmaz. Başkası gelip işgal edebilir. Asıl olan budur. Mekke kıta merkezleri, hac yolları ve o yolların şeritleri bu hukuka tâbidirler. Gümrükler ve vizeler yoktur. Parayı basmak sermayenin değil emeğin hakkıdır. Üreten malını ambara teslim eder. Bankaya gider ve ambardaki malı ipotek ederek parayı çeker. Şimdilik kullanır. Sonra malını istediği kimseye istediği fiyatla satar. Borcunu öder. Belgeyi müşteriye verir. Müşteri de ambara giderek malı çeker.
2- Denizler dışındaki karaların bir kısmı ülkelere yani devletlere temlik edilmiştir. Dış savunmasını yapmak üzere bu yer kendisine verilmiştir. Oranın vatandaşları vardır. O topraklar artık onların mülkiyetindedir. Çünkü savunma yapabilmeleri için imar edeceklerdir. İmar edince de emekleri geçmiştir, artık mülkiyet kazanılmalıdır.
3- Ülke toprakları bölgelere ayrılır. Her bölgede devletin bir merkez ili bulunur. Diğer yerler taşra illere temlik edilir. Karşılığı da iç güvenliği sağlamadır.
4- İl toprakları ilçelere ayrılmıştır. İlçelerde merkez bucaklar vardır. Bunlar illerin mülkündedir. Taşra bucaklar ise bağımsız olup halk o topraklarda çalışır ve yaşar, kendi hukuk düzenlerini kendileri kurarlar.
5- Bucaklar semtlere ayrılmıştır. Yüz dairelik apartmanlar yapılacak, insanlar burada çalışacaklar ve oturacaklardır.
6- Ocaklar: Yüz dairelik apartmandaki on dairelik her kat bir ocaktır. Birlikte yaşama burada gerçekleşmektedir. Ocaklar aileler hâlindedir, ailelerden oluşur.
7- Nihayet herkes kendi mülküne kendisi sahiptir. İki çeşit mülkiyet vardır; işletme mülkiyeti ve yararlanma mülkiyeti.
Burada anlatmak istediğimiz şudur. Herkes kendi mamelekinde kendisi istediği gibi hareket eder. Yabancıların oraya zorla girmeleri önlenir. Ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler de böyledir. Oralar oralarda oturan halkındır. Ama insanlığa ait olan yerlerde herkes eşitlik içinde yararlanma hakkına sahiptir.
Kimse Mescid-i Haram’a girmekten kimseyi alıkoyamaz. Mescid-i Haram’a kıyas edilerek diğer merkezi yerlerin hükümleri tesbit edilir. Vize koymak, gümrük koymak, Mescid-i Haram’dan saddetmeye kıyasla haramdır. Çünkü yeryüzü bütün insanlığındır.
Halife Hazreti Ömer’e kadar gümrük yoktu. Hazreti Ömer’e demişler ki; “Onlar gümrük koyuyorlar, bize ise serbestçe geliyor ve geçiyorlar.” Halife Hazreti Ömer de bunun üzerine en çok onda bir geçiş masrafı alınmasına izin vermiştir.
Biz bu anlayışa uymuyoruz.
Önce ülkeler arası yolları insanlık yapacaktır. İnsanlık üreticiden aldığı vergi ile yollarla ilgili zekâtını almış olacaktır. Transit yol ülkemizden geçse de yol bizim olmayacaktır. Bizim ancak ülke yollarına giren mallardan vergi almamız gerekir. Buna da gerek yoktur. Çünkü bir ülkeye bir malın girmesi için o ülkeden başka mal çıkmalıdır. Çıkacak malın vergisini aldığımız için girecek maldan ayrıca vergi alınmaz. Girecek malın vergisini de orası almıştır. Çift vergilendirme bugünkü teamülde de yoktur.
عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ
(GaNı eL MasCiDi eLXaRAvMı)
“Haram mescitten alıkoyarlar.”
“Sacid” meyvesinin bolluğundan dolayı dalları veya gövdesi yere eğilmiş ağaçtır.
Alnı yere koymaya “secde” denir.
Allah toplantılarda bazı hareketleri emretmiştir. Abdest almak ve yıkanmak şartlardandır, toplantıya gelmeden önceki işlerdendir. Toplantıya gelindiğinde sohbet edilir, müzakere edilir ve sonunda namaz kılınarak dağılınır.
Namazda yapılan hareketlerin iki manâsı vardır. Biri beden eğitimidir. İnsan harekete muhtaçtır. Kentleşen yerlerde beden hareketlerine en çok ihtiyaç vardır. Yörükler zaten devamlı hareket içindedirler, bazı rutin hareketleri yapmasalar da mazur görülebilirler. Tarım çalışanları da öyledir. Kentte yaşayanlar ise mutlaka hareket etmeli yani namaz kılmalıdırlar. Bugün bütün yeryüzü kentleşmiştir. Her yerde beş vakit namaz kılmak gerekmektedir.
Ayakta duruyorsunuz. Kalbiniz ortada, beyniniz en yukarıda en az kan alır vaziyettedir. Hareketsiz durduğumuzda beyne muntazam olarak asgari basınç gitmeye başlar. Rükuya vardığımızda beyin ile kalp eşit hizadadır, orta derecede basınç artmıştır. Secdeye gidince de baş kalpten aşağıdadır, basınç daha da yükselmiş olur. Secdeden geri gelirsiniz, böylece kan basıncı yeniden düşer ama ayakta iken olduğu kadar düşmez. Çünkü ayaklar kalbe yaklaşmıştır. Damarlar daraldığı için beyne ayakta olunduğu halden daha fazla kan gider. Secde tekrar edilir. İkinci rekâtta tehiyyata oturulur.
Görülüyor ki namaz sistemli bir şekilde tansiyonu ayarlamaktadır, hafifçe yükseltip hafifçe düşürmektedir. Bu arada sinir sistemine kan fazla gelmekte ve az gelmektedir, sinir sistemi bu sayede beslenmektedir. Bunlar secdenin zahirî yararlarıdır.
Diğer taraftan insan ayakta iken O’nunla mükâleme etmektedir, O’nun halifesi olarak eşitlik içinde emirleri almaktadır. Kur’an’ı okuyarak O’nunla iletişim kurmaktadır. Rükuya giderek O’nun emirlerini yerine getirecekleri taahhüt edilmektedir. İnsanın bizzat kendisi yapacaklarını bildirmektedir. Allah’a taahhütlerde bulunmaktadır. Secdeye vardığında kaderine rıza gösterip ben görevimi yaptım veya yapacağım demekte, sonuçlarına sabredip rıza göstermekte, ‘nârın da hoştur, nûrun da hoştur’ demektedir.
Birinci rekâtta geçmişte yaptıklarının hesabını vermekte, ikinci rekâtta ise gelecekte yapacaklarının sözleşmesini yapmaktadır.
Görülüyor ki; namaz toplantının yararını en üst seviyeye çıkarmakta, namaz kılmış olan insan huzurlu bir şekilde işine veya evine dönmektedir.
Namaz kıldığınızda en sıkıntılı anlarda bile son derece rahatsınız. Hasta ne zaman akşam olacak diye bekler, akşam olunca da ne zaman sabah olacak diye bekler. Mü’min ise ne zaman namaz vakti gelecektir diye bekler.
“Mescid” insanların toplandığı yer demektir. Toplanmada gaye namazdır, namazda da gaye secdedir.
“Haram Mescid” denmiştir. Mekke’de savaşın haram olduğu mescit... Tartışmanın ve kavganın haram olduğu mescit... Biri sana tokat vursa sen vurmayacaksın, sabredeceksin...
Dışarı çıktığın zaman hakkını isteyebilirsin.
Mescid-i Haram’da savaş ancak saldırı esnasında meşrudur.
“Hıram” keçe demektir. Keçeden yapılmış çadır da harem sayılmaktadır.
Helal haram karşılığı manâsındadır.
“Helal” sindirilebilen yani insana zararsız olan demektir.
“Haram” ise sindirilemeyen zararlı olan demektir.
Helal demek; sistem içinde yer alan, sisteme uyumlu olan demektir.
Haram ise; sistem içinde yer almayan, sistemi bozan demektir.
“Mescid-i Haram” demek; dışarıdan korunmuş, güven içine alınmış alan demektir. Kim dâhil olursa emin olur. Kim dâhil olursa amin olun kuralına aykırı hareket etme saddetme demektir.
وَمَا كَانُوا أَوْلِيَاءَهُ إِنْ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (34)
(Va MAv KAvNUv EaVLiYAEuHu Ein EaVliYAvEuHUv EilLa eLMUtTaQUvNa Va LAKinNa JiN EaKÇaRuHuM LAv YaGLaMUvNa)
“Ve O’nun evliyaları olamadılar. O’nun evliyası olanlar sadece muttakilerdir.
Velâkin ekserisi bunu bilmemektedir.”
Bundan önce geçen “Allah” kelimesine âlemlerin rabbi Allah olarak anlam verdik. Bundan önce geçen kelimeye de âlemlerin rabbi Allah manâsını verdiğimizden kuralımıza aykırı idi. Bundan önce geçen “Allah” kelimesine O’nun halifesi olan topluluk manâsını da verebiliriz. O takdirde mü’minlerin kendilerini Kâbe’den çıkaranlara ve hâlâ çıkarmayı kafalarına koymuş olmalarına karşılık mü’minlerin de onlara azab etmesi meşrudur anlamı verilebilir. Böylece Bedir Savaşı’nın meşruiyetini teyit etmektedir.
Burada “Allah” kelimesi iade edilmeden zamir ile O’nun velilerinden bahsetmektedir.
Buradaki tartışma şudur. Mekke’dekiler Bedir Savaşı’na gelirken kendilerini Allah’ın seçkin kulları kabul ediyor, Allah’ın beytini yani evini korumanın kendi görevleri olduğunu iddia ediyorlardı. O takdirde Bedir Savaşı’nı onlar kazanmalı idiler. Bedir Savaşı’nı kazanamadıklarına göre Allah’ın evliyası değildirler. Buradaki “O’nun evliyası değildirler” ifadesinin manâsı, Arapların ve bütün insanların evliyası değildirler manâsındadır. Mekke’ye girip çıkmak yalnız Araplara değil tüm insanlara cahiliye zamanında meşru idi.
Mekke şehri Mısır ile Mezopotamya arasında kurulmuş kervansaray mahiyetinde bir şehirdi. Gelip konaklayanlar misafir ediliyor, karşılıksız misafir ediliyordu. Ne var ki gelip geçenler burada alışveriş yapıyorlardı. Mekke tüccarları onların mallarını satın alıyor ve başkalarına satıyorlardı. Sonraları kendileri de tüm dünyayı dolaşıyor, mal satın alıyor ve tüm dünyaya satıyorlardı. Bu durum Mekkelileri zengin duruma getirmişti. Tüm Araplara hizmet ettikleri, tüm insanlığa hizmet ettikleri için insanlığın evliyası olmuşlardı. Bu iddiada idiler.
İşte şimdi Kur’an bunların insanlığın evliyası olmadıklarını açıklamaktadır.
Yukarıda söylediğimiz gibi; Mekkelilerin başarısı orasını serbest pazar hâline getirip insanların konaklamalarını sağlamak olmuştur.
Oysa Medine’ye hicret edenleri Mekke’ye sokmuyorlardı. Bu durum onların kaynaklarını kurutmuştur. Kendi bindikleri dalı kendileri kesmişlerdir.
Sovyetler de demir perde koymuş, halkı zengin etmek istemişlerdi ama bu mümkün olmadı. SSCB sonunda yıkıldı.
Çin de aynı yasakları koyuyordu. Bunun doğru olmadığını gördü ve sınırlarını açtı. Ticareti serbest bıraktı. Şimdi bu sayede en çok doları olan ülke hâline geldi.
Demek ki başkalarına yasak koyanlar aslında kendilerine yasak koymuş oluyorlar.
Gümrük ve vize yoktur dediğimiz zaman işte bu gerçeği ifade etmiş oluyoruz.
Tekel sermayenin sömürmesi devam etsin diye icat edilen gümrük ve vizelerin, sanayiyi korumak için konduğunu iddia etmektedirler. Oysa sanayiyi batıran gümrüklerdir. Konan barajlar nedeniyle makine getiremiyoruz, hammadde getiremiyoruz, üretim yapamıyoruz. Biz de zarar ediyoruz, dünya da zarar ediyor. Bütün bunların tek sebebi sermayenin sömürüsünü sürdürmesidir.
İnsanlığın evliyası muttakilerdir.
Muttakiler şeriata uyarlar, hakem kararlarını kabul ederler.
Bugünkü tekel sermayenin mantığı da Mekkelilerin mantığının aynıdır:
“Biz seçilmiş kavme mensubuz, Allah bize imkânlar verdi, dünyayı yönetin dedi. Biz insanlığın evliyasıyız. Biz onları yönetiyoruz. Biz onlara bu imkânları sağladık. Bugünkü uygarlığı insanlığa biz getirmedik mi? O halde mağlup olmamamız gerekir.”
Ama durum hiç de öyle değildir.
Artık seçimlerde mağlup oluyorlar. Artık her yerde kaybediyorlar. Şimdi seçilenleri destekleyerek kendi hâkimiyetlerinin yok olduğunu gizlemektedirler.
Tekel sermayenin 1897’deki kararı şudur:
Dinler artık dünyadaki gücünü kaybetti. Güç müsbet ilme geçti, o da bizde var. Dünyayı ikiye ayıralım, böylece sömürmeye devam edelim. Türkiye şimdilik dinsiz devlet olarak dursun, III. binyıl başlarında orasını biz işgal eder, dünyayı Türkiye’den yönetiriz. Bunu Allah adına insanlığın evliyası olarak yaparız diyorlar.
İşte Kur’an bunlara cevap vererek siz Allah’ın insanlığın nezdindeki evliyası değilsiniz diyor. Evliyası olsanız gümrükleri ve vizeleri icat etmez, insanlığı sefalete sürüklemezdiniz, köyler boşalmazdı.
İnsanların çoğu bu durumu bilmemektedir ama bilenleri vardır.
وَمَا كَانُوا أَوْلِيَاءَهُ
(Va MAv KAvNUv EaVLiYAEuHu)
“Ve O’nun evliyaları olamadılar.”
“MâKânû” fiilini nâkıs olarak alırsak “değildirler” olur; tam fiil olarak alırsak “olmaya çalıştılar ama olamadılar demektir.
Aslında Allah tekel sermayeye büyük imkân vermiştir.
Eğer faizden vazgeçseler, paralarını altına kote etseler, millî paraları da devletlere bıraksalar, millî paraları sadece arz talep kanunları içinde alıp satsalar... Kendileri uluslararası ticareti rahatlıkla ellerinde tutarlar. Tekel oluşmaz. Çünkü tekele gittikleri takdirde piyasayı kaybederler ama fiilen tekel olmuş olurlar. Aralarında tam serbest rekabet sürüp gider.
Uluslar kendi toprak paralarını çıkarırlar, uluslararası yarış başlar.
Sermaye de hizmet etmiş yani sömürmemiş olur.
Mescid-i Haram’dan saddetmiş olmaları, gümrük ve vizeleri icat etmeleri, faizli para çıkarmaları sebebiyle insanlığın evliyası olmadılar ama bunun farkında da değildirler.
İsrail hahamları bu konularda onları uyarmalıdırlar.
إِنْ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَّا الْمُتَّقُونَ
(Ein EaVliYAvEuHUv EilLa eLMUtTaQUvNa)
“O’nun evliyası olanlar sadece muttakilerdir.”
“Veli” destekleyen, arka veren demektir.
Birisi çıkar ve dayanışma ortaklığı kurarsa o veli olmuş olur. Onun ortaklığına katılanlar birbirlerinin evliyası olurlar. Aynı dayanışma ortaklığında olanlar evliyadır.
Mü’minler ayrı ayrı dayanışma ortaklıkları kurarlar. Sonunda tüm mü’min veliler bir başkanın başkanlığında birleşerek insanlık dayanışma ortaklığını kurmuş olurlar.
Dayanışma ortaklığını ancak muttakiler kurarlar.
“Muttaki olan” demek, şeriat içinde kalan, şeriatın kuralları içinde kendisini koruyan kimse demektir ve ancak bunlar insanlığın evliyası olurlar. Zinacılar, faizciler, rüşvetçiler ve kaçakçılar insanlığın evliyası olamazlar.
“Şeriat içinde olmak ittikadır” dedik ama şeriatın ne olduğunu söylemedik.
Şeriatı iyi kavramak gerekmektedir.
ŞERİATIN KAYNAĞI DÖRT TANEDİR:
1) AKRABALIK: Tüm canlılarda anne babalar yavrularını korurlar. İnsanların da yakınlarına karşı hak ve görevleri vardır. O küçükken onu anne babası ve diğer yakınları büyüttüler. O halde büyüdükleri zaman onlar da kendi çocuklarını büyüteceklerdir. Hayatta iken de yakınlar birbirlerine yardım edecek ve dayanışma içinde olacaklardır. Akrabalık anne baba ve çocuklar arasında başlar. Aşiret, kabile, il, ülke ve insanlık akrabadır. Kademe kademe onlara karşı görevlerimiz vardır ve onlar nezdinde haklarımız vardır.
2) KOMŞULUK: Madem ki bir yerde birlikte yaşıyoruz, birbirimize karşı hak ve görevlerimiz vardır. Onların haklarına saldırmayacağımız gibi karşılıklı alışverişle birlikte yaşayacağız. Evimiz civarındakiler komşularımızdır. Semtimizde olanlar komşularımızdır. İlçemizde olanlar komşularımızdır. Bölgemizde olanlar komşularımızdır. Kıtamızda olanlar komşularımızdır. Yeryüzünde yaşayanlar komşularımızdır. Böylece komşuluk hukuku da aileden başlar, yer yuvarlağında biter, hattâ güneş sisteminde biter.
3) EMEK: Emeklerimizle elde ettiğimiz şeyler artık bizimdir. Başkaları buna müdahale etmemelidir. Herkesin emeğini kullanabilmesi imkânını sağlamalıyız. Çalışana kredi ile bunu sağlıyoruz.
4) SÖZLEŞME: Nihayet bütün haklar ve görevler dil ile ifade edilir, sözleşmelerle sabit olur. Sözleşme bizi bağlar. Sözleşmelere uymak zorundayız. İşte, şeriat sonuç itibariyle sözleşmeler demektir. Sözleşmelerin içinde kalanlar muttakidirler.
Bugün Türkiye’de durmadan kanunlar çıkarılıyor ama hiçbir kanun uygulanmıyor. İsteyen istediği kanunu raftan indirip onunla halkı ezebilmenin yolunu aramaktadır. Bunu bürokratlar yapar, siyasiler nasibini alır.
İşte böyle bir topluluk hiçbir zaman insanlığın evliyası değildir.
Sözleşmeler az yapılmalıdır ama sözleşmelere mutlaka uyulmalıdır. O zaman muttaki olunur. Sözleşmelere uyulup uyulmadığı da hakemlerden oluşmuş yargı tarafından tesbit edilir. Demek ki muttaki olmak demek hakem kararlarına uymak demektir.
وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
(Va LAvKiN EaKÇaRuHuM LAv YaGLaMUvNa)
“Velâkin ekserisi bunu bilmemektedir.”
Çağımızdaki dünyanın fesat kaynağı yasakçılıktır.
Bu yasak yalnız gümrük ve vizelerde değildir, hayatın her sahası yasaklarla doludur. Ormanda ağaç kesemezsin. Açık alanları ekip ağaçlandıramazsın. Yollarda belgen yoksa arabanı çıkaramazsın. Şoförlüğü bilip bilmemen önemli değildir. İster bil ister bilme, bir yolunu bul da belge al yeter. Tüm düzen sahtekârlık üzerinde oturmuştur.
Ülkemiz sosyalist ülke değil demokratik ülkedir.
Sermaye istediği gibi at oynatacak, halk ise devletin işkencesi altında olacaktır.
Hastane açarsın, istediğin gibi hastayı tedavi edemezsin; Ankara’da oturan sermayenin temsilcisi var, oradan gelen talimatla sana ulaşırlar, ona göre hastayı tedavi edeceksin; sermayenin ilaç dediğine ilaç diyeceksin! Ankara’daki bir bürokrat neyin ilaç olduğunu ne bilecektir?! Şeriat düzeninde doktor kendi içtihadı ile istediği ilacı ve tedavi şeklini kullanır ve hastayı tedavi eder. Hastaya zarar verirse; bağlı olduğu dayanışma ortaklığı varsa tazmin eder, yoksa kendisi tazmin eder. Bir bürokratın emrine on binlerce doktoru vermek hangi demokrasi anlayışında vardır?!
Bu bilmeyenlere nasıl bildireceğiz, bunlar nasıl öğrenecekler?
Önce biz bileceğiz. Ondan sonra onlara anlatacağız. Yaparak göstereceğiz. Bizim hastanemiz dünyada hiçbir hastanenin tedavi edemediği hastaları tedavi edebilmelidir. Eğer Kur’an’ın hükümlerine göre hastane kurarsak, bizim hastanemiz öyle olacaktır. Eğer Kur’an’ın sözü ise bunun böyle olduğunda şüphe etmememiz gerekir.
O halde “Adil Düzen”e göre bir hastane kurmalıyız ve orada insanlığa hasta nasıl tedavi edilir, sağlık nasıl korunur, göstermeliyiz.
Her alanda bunları yapmalıyız.
Evet…
Şimdi “MÜÇTEHİT YETİŞME MERKEZİ”ni kuruyoruz...
Allah yardım edecek ve sıra ile başaracağız...
1) Bakkalı (Akevler Milad Marketi) yeniden çalıştıracağız…
2) Dolap üretim işletmesini yeniden harekete geçireceğiz...
3) Ahşap odalar (evler) üretimini yeniden yapacağız...
4) “Mala-Mal Marketler” zincirini kuracağız…
5) “Yüz Dairelik Ev ve İşyeri Apartmanları” yapacağız...
6) “Genel Hizmet İhtisas Apartmanları” oluşturacağız...
Bunların içinde hastane de olacak.
İşte o zaman çağımızdaki Mekke Fethi gerçekleşecektir.
Direnen tekel sömürü sermayesinin ömrü bitecektir.
Bunlar olacak; siz yapmasanız da olacak.
Siz yapmazsanız; Allah başkalarını getirecek, onlar sizin gibi olmayacak.
وَمَا كَانَ صَلَاتُهُمْ عِنْدَ الْبَيْتِ إِلَّا مُكَاءً وَتَصْدِيَةً فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (35)
(Va MAv KAvNa ÖaLAvTuHuM GıNDa eLBaYTı İlLAv MuKAvEan Va TaÖDiYaTan Fa ÜuQuv elGaÜAvBa BiMAv KuNTuM TaKFuRUvNa)
“Beytin indinde salâtları muka’ ve tasdiyeden başkası değildir.
Küfrettiğinizden dolayı azabı zevk ediniz.”
Bundan önce onların Allahın evliyası olmadığı belirtilmişti. Çünkü onlar Mescid-i Haram’dan saddediyorlardı. Kendileri de Mescid-i Haram’da yalnız ıslık çalıyor ve alkış tutuyorlardı. Sadece duygular ifade ediliyor, fikir ve görüşmeler bir tarafa bırakılıyordu.
Evet, onlar Kâbe’nin indinde toplantıya katılıyor, alkış tutuyor ve ıslık çalıyorlardı ama başka bir şey yapmıyorlardı. Hiçbir ruhi ve içtimai faaliyetleri yoktu. Burada sadece bazı şeklî hareketlerin Allah’ın evliyası olmaya yeterli olmadığı hususu ifade edilmektedir.
Bugün bütün yeryüzünde dine dönüş vardır. Ne var ki dine dönüşü kiliseye gidip haç çıkarmak, mescide gidip namaz kılmaktan ibaret saymaktadırlar.
OYSA DİNE DÖNÜŞÜN ANLAMI BAŞKA OLMALIDIR.
1- Bugün müsbet ilimler gelişmiştir. Milyarlarca yıl içinde ışığı bize ulaşan yıldızda neler olduğunu bilebiliyoruz. O halde inanan insanlar bir araya gelmeli ve gerçekten Allah’ın insanlığa neleri bildirdiğini tesbit etmelidirler. Bütün dinler tahrif edilmiştir. Buna İslâm dini/düzeni de dâhildir. Evet, Kur’an duruyor, beyan ilmi duruyor ama insanlar ne Kur’an’a ne de beyana önem veriyor; ilmihallerle yetiniyorlar. İlmihaller ile muharref Tevrat arasında hiçbir fark yoktur. Demek ki insanlık ilmî araştırmalar yapıp Allah’ın gerçek emirlerini öğrenmelidir. Biz “MÜÇTEHİT YETİŞME OKULU/MERKEZİ/MEDRESESİ” kuralım dediğimiz zaman bunu kastediyoruz. Din ve ırk ayrılığını gözetmiyoruz. İçtihatlar yapılacak ve uygulanacak; başarılı olanlar Allah’ın hükümleri olacaktır.
2- Gazali’nin ifadesiyle; bir taraftan dinî ilimleri ihya ederken diğer taraftan tüm ehli hak birleşmeli ve birlik içinde çalışmalıdırlar; çalışırken birbirlerine yardım etmelidirler. Varılan sonuçlar farklı olacaktır. Her mezhep kendi şir’asını tedvin edecek, bu da rahmet olacaktır.
3- İbadetlerin hikmetleri ortaya konmalıdır. Allah bize ne emretmiştir? Bunu bileceğimiz gibi; Allah’ın niçin emretmiş olduğunu bilmemiz gerekir. Geçmişte fıkıh delil ve illetlerle tedvin edildi; gelecekte fıkıh aynı zamanda hüküm ve hikmetlerle tedvin edilecektir. Artık namazların mesai saatlerinin başlangıcı ve bitimi olduğunu bileceğiz. Artık zekâtın vergi olduğunu bileceğiz.
4- İnsanlığın barış düzenini gerçekleştirmemiz gerekir. Savaş, “barış düzeni”ni kabul edenler arasında olmayacaktır, müslimler arasında olmayacaktır; savaş, “barış düzeni”ni kabul edenlerle etmeyenler arasında olacaktır. Hakemlerden oluşan yargının kararlarını yürürlüğe koymak için silahlı gücümüz olacaktır.
İbadetlerimiz ıslık ve alkıştan ibaret olmayacaktır; sadece hisleri ifade eden bir hareketten ibaret olmayacaktır. İslâmî müesseseler insanın bütün ihtiyaçlarını giderecektir. İslâmiyet dışında bir anayasaya, bir silahlı güce gerek kalmayacaktır.
Evet, eğer insanlar şeriatın hüküm ve hikmetlerini anlamaz, üzerinde düşünmezlerse, o zaman azabla karşılaşacaklar, amelleri sebebiyle azabı zevk edeceklerdir.
وَمَا كَانَ صَلَاتُهُمْ
(Va MAv KAvNa ÖaLAvTuYuM)
“Ve salâtları değildir.”
Bu sûre Bedir Savaşı üzerine nâzil olmuştur. Bedir Savaşı’nın mahiyetini anlatmaktadır. Mekke’nin fethedileceğini zımnen bildirmektedir.
Eğer salâtlarını alkış ve ıslıktan ibaret kabul etmezlerse bu savaşlar duracaktır. Devam ederlerse savaş da devam edecektir. Nitekim onlar asla taviz vermemişler ve savaşlar olmuş, hiçbir savaşı kazanamamışlardır.
Bugün de durum farklı değildir. Faiz ile ilgili hatırlatma ve çalışmalarımıza karşı direnme İzmir’de Akevler’de başlamıştır. Faizin haramlığında herkes ittifak ediyor ama “Allah’a karz-ı hasen ikraz edin” âyetini kimse “faizsiz banka kurun” diye anlamıyordu. İzmir’deki kooperatifimiz “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi” olarak kuruldu. Başlangıçta bir yapı kooperatifi olarak kurulmuştur. Çünkü sözleşmeyi başka türlü geçirmemiz mümkün olmamıştır. Önce yapı kooperatifi tip sözleşmesini aldık, maddeleri değiştirdik ve o yolla geçirebildik. İki sene sonra kredi ve yardımlaşma kooperatifi olarak geçirdik. Sonra sıkıyönetim zamanlarında kapattılar. Şimdi yeniden faaliyete geçtik.
Salât imanın şartları arasında sayılır. İman kalple yapılır, ağızla tasdik edilir. Ama bir kimse eğer namaza geliyorsa o mü’min kabul edilir. Namazı terk edip kılmayanı imandan çıkmış kabul ederler; Ebu Hanife hapsedilmesi, Şafii ise katledilmesi gerektiğini söyler.
Kur’an’ın bu husustaki hükmü şudur. Namaz askerlikteki gibi içtimadır. İçtimalara katılmayan asker olamaz. Dolayısıyla ya ülkeyi terk eder ya da öldürülür. Baştan bedelli olanların asker olma mecburiyeti yoktur ama baştan askerliği kabul eden artık bu ülkede kalması hâlinde bedelliye geçemez.
Burada “onların salâtı” diyerek Mekke’ye sahip olmak için hakkıyla namaz kılmayı kabul etmiş olması gerekir. Çünkü namaz insanın vakitlerini tanzim eder. Bir toplulukta yaşayanın o topluluğun yaşam ve mesai saatlerine uyması gerekmektedir.
عِنْدَ الْبَيْتِ
(GıNDa eLBaYTı)
“Beyt’in indinde”
“El-Beyt” marifedir. Kâbe dört duvardan ibarettir. İçinde namaz bile kılınmamaktadır. Beytten maksat bu kabul edilebilir ama buradaki beyt Mescid-i Haram’dır. Zamirle değil de “beyt” ile ifade etmesi beytin orada olduğuna işaret etmesinden dolayıdır. Biz indinde dediğimiz zaman içinde anlamı veriyoruz. Bu takdirde buradaki “beyt” Mescid-i Haram’dır, Kâbe’nin çevresindeki etrafı çevrilmiş alandır. Buna göre üstü açık olsa da etrafı duvarlarla çevrili ise beyttir.
Beytin sınırları genişletilebilir. Yeryüzünü 10 milyar insana göre yaratılmış kabul edebiliriz. Bugün bu kadarız. Senede bir defa ziyaret farzdır. Vasat ömür 50 yıl kabul edilirse, her sene 200 milyon hac ziyareti yapılacaktır demektir. Son yirmi günde ziyaret edeceğine göre günde 10 milyon insan bir günde ziyaret edecektir. Bir saatte 500 000 kişi çevresinde olacaktır. Demek ki 400 metre çapındaki yer yetecektir.
İnsanlar burada ıslık veya alkış değil, belli sözleri birlikte tekrar edecekler, insanlığın birliği ve beraberliği için hareket edeceklerdir. Bunu Arapça mı yapacaklar yoksa kendi dillerinde mi yapacaklar? Arapça bir ağızdan tekrar edilecek, sonra kulaklıklarında kendi dillerine tercüme edilecektir. Kendi duyacakları kadarı ile birlikte söyleyeceklerdir.
Görülüyor ki Kur’an’ın emrettiği bir hac tavafı ancak 21’inci yüzyılda mümkün olmaktadır. Kur’an ancak insanlığın sanayileşmesinden sonra uygulanır hâle gelmiştir.
إِلَّا مُكَاءً وَتَصْدِيَةً
(EiLAv MuKAvEan Va TaÖDiYaTan)
“Yalnıca alkış ve ıslık çalma”
“Tasdiye” sada’dan gelmektedir. “Müka” ise alkıştır. İnsanlar hoşlarına giden yerlerde alkışlarlar, hoşlarına gitmeyen yerlerde ıslık çalarlar. Bugünde uygulanan bu durumu Kur’an tasvip etmemektedir. Fikirler fikirlerle ve amelle tasvip edilir; hareketlerle, ayağa kalkmakla, rükuya gitmekle tasvip edilir. Mesela eller kaldırılabilir. Muhalefet ise sessizlikle karşılanır.
Bununla beraber muka ve tasdiyenin yeterli olmadığı ifade edilmiştir ama nehy edilmemiştir. Dolayısıyla alkışlama ve ıslık çalma da aşırı olmamak şartı ile uygun olabilir ama hacda yapılamaz. Onun yerine birlikte bazı cümleler tekrar edilir.
Bugün meclislerde el kaldırılarak tasvip edilmektedir, menfi oy da sorulmaktadır.
İslâmiyet’te sadece müsbet oy sorulur. Kalkan eller kahir ekseriyet ile yani saymadan ekseriyet olduğu anlaşılırsa o topluluk tarafından kabul edilmiş sayılır. Başkanın sunduğu oy olduğu için istişari karar mahiyetindedir. İstişari karar sayılı kişiler arasında herkes dinlenerek ve onların fikirleri alınarak başkan tarafından orada sunulur.
Oysa kurultay kararı başkan tarafından istişare kurulunda hazırlanır ve kurultaya arz olunur. Kurultayda oylar el kaldırılarak belirtilir. Kalkan eller kahir ekseriyet teşkil ediyorsa kurultay kararı hâline gelmiştir. Kurultayın kahir ekseriyeti ile kabul edilmemişse o karar kurultayca reddedilmiş olur.
Diyelim ki bir başkan seçeceğiz. Önce şura ile istişare edilir ve başkan seçilmiş olur. Sonra kongreye arz edilir ve kahir ekseriyetle el kaldırılarak kabul edilmişse başkan kurultayca da kabul edilmiş olur. Kabul edilmezse reddedilir.
Tasdiye ve müka ile oylama fıkıhta yer almamakta, nehy de edilmemektedir.
فَذُوقُوا
(Fa ÜuQUv)
“(Azabı) tadınız”
Sûrede onlara asla hitap edilmemiştir.
Burada “Fa” harfi getirilmiş, “azabı tadınız” denmiştir.
Kur’an kâfirlere doğrudan hitap etmez, sadece eşyaya emrettiği gibi onlara takdir-i ilâhiyi bildirir. Bütün bu anlatılmalardan sonra onların kaderi azabı tatmaktır. Bunu ifade etmiş olmaktadır. Yahut bir “kûlû” hazf edilmiştir. Onlara böyle söyleyin denmektedir.
Sonuç olarak takdir-i ilâhi azabı zevk etmektir. Saltanatları yok olacak ve küfürleri bitecektir. Mekke müşrikleri için mukadder olan bu durum -ki sonra gerçekleşmiştir- bugünkü sermaye müşrikleri için de mukadderdir. Bu faizli fuhuşlu düzen bitecektir. Onlar onun acısını tadacaklardır. Yani bitmesinden onlar da memnun olacak, uymayanlar iflas edeceklerdir.
Evet, bugünün sermaye tekelleri yarın mağlup olacak, sermayelerini kaybedecekler yahut faizsiz sisteme kaydıracaklardır. Bu onların kendi iradeleri olacaktır. Bu faizli ve zinalı sistem mutlaka yıkılacaktır. Bugün bunun sahipleri isterlerse istiğfar edecekler ve insanlığa hizmetlerinde devam edecekler, isterlerse direnecekler ve iflas edeceklerdir.
الْعَذَابَ
(elGaÜAvBa)
“Azabı”
“Azab” burada marife gelmiştir.
Bu azap nedir?
Mekkeliler için bu azab Mekkelilerin hâkimiyetlerini kaybetmeleridir.
Bugünkü azab ise sermayenin iflasıdır. Doların para olmaktan çıkması ve karşılıksız parayı bir daha elde edememeleridir. Marife olarak gelen azabdan bunu anlarız.
Allah bugün bizimle konuşmaktadır. Bugün bize sermaye sahiplerine deyin demektedir. Karşılıksız faizsiz paranın iflası için mesela Çin gibi bir devletin; “Ben doları kabul etmiyorum, bana yuan verin” demesi yeterlidir. Bunu dediği ve elindeki dolarları piyasaya sürdüğü anda dolar iflas etmiş olur. Ama bunu diyen Çin’in veya Rusya’nın veya Avrupa’nın “altın karşılığı para”yı çıkarması gerekir. Türkiye çıkarsa bile yine dolar iflas eder ama Türkiye böyle bir şey yaparsa gücü sermayenin saldırısına dayanamaz.
بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (35)
(BiMAv KuNTuM TaKFuRUvNa)
“Küfrettiğinizden dolayı (azabı zevk ediniz).”
Azabı nankörlükten dolayı tadacaklardır.
Mekkeliler nankörlük ediyorlar. Mekke’nin bereketi oranın herkese açık pazar olmasından geliyordu. Herkes gelip gidiyor, bereket bırakıyorlardı. Muhacirleri oradan çıkarınca bereketi bozulacaktı. Mekkelilerin hükümranlığı sona erecekti. Mekke ondan sonra hiçbir zaman merkez olmadı.
Şimdi de sermaye bugün bu kadar büyük nimetlere ulaşmıştır, sermayesi ile dünyaya hükmetmektedir. Bu nimete karşı şükretmeleri ve “Adil Düzen”i kabul edip insanlığı kısa zamanda Kur’an nuru ile, Tevrat nuru ile aydınlatmaları gerekirken; onlar fuhşu, faizi, rüşveti ve terörü körüklemektedirler. Bu yaptıkları onlara verilen nimete karşı nankörlüktür. Onun cezasını azap olarak çekeceklerdir. Helak olmayacaklardır ama yoksulluk ve belki sürgünlük içinde kalacaklardır.