Enfal Sûresi-29
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (61) وَإِنْ يُرِيدُوا أَنْ يَخْدَعُوكَ فَإِنَّ حَسْبَكَ اللَّهُ هُوَ الَّذِي أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِ وَبِالْمُؤْمِنِينَ (62)
وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (61)
(Va EiN CaNaXUv LilSaLMi FaCNaX LaHAv Va TaVakKaL GaLay elLAvHi EinNAHUv HuVa elSaMIyGu eLGaLIyMu)
Bundan önce savaş durumları anlatılmıştır. Caydırıcı orduların hazır olmasının gerektiğini bildirmiştir. Savaşın çok kötü akıbetinden dolayı güçlü ordulara karşı savaşma cesaretini bulamayacakları için barış tesis edilmiş olur. Savaşa girildiği takdirde ölüm veya zaferle karşı karşıya bulunuyorsunuz.
Savaş sırasında düşman barış istedi, hakemlere gitmeyi kabul etti, yenileceğini anladı, barışa razı oldu. Eğer savaşa devam edersek zafer kazanacak ve ganimetler elde edeceğiz. Barış teklifini reddetmemiz çıkarımızadır. Allah çıkar için savaşı yasaklamıştır. Barış istediklerine göre barışı yani hakemleri kabul etmek durumundayız.
İstiklâl Savaşı’nda Yunan ordusu denize dökülmüş ama henüz Atina alınmamıştır. İstanbul bize bırakılmamıştır. Biz, I. Cihan Savaşı’nın mağlubu, İstiklâl Savaşı’nın galibi idik. İşte burada barış istenmiştir. Biz de Lozan’da barış yaptık. Galip devlet olarak değil, barış talep eden devlete karşı barış yaptık.
Barışın şartlarını uzlaşarak tesis ettik. Bu da doğru bir durumdur.
Aslında sermaye istediğini yapmıştır.
Sermaye I. Cihan Savaşı’nda neler yapmıştır?
a) İmparatorlukları yıkmış, yerine ulus devletleri oluşturmuştur. Hanedan yönetimi değil, cumhuriyet veya meşrutiyet adı altında dikta devletler oluşturmuştur. Dünyada uyguladığı siyaseti bize de uygulamıştır.
b) Dünyada dinleri ortadan kaldırmayı ve insanları İsrail oğullarına taptırmayı hedeflemiştir. Bu sebeple bütün diktatörler ateist olmuşlardır. Türkiye’ye de ateist rejim dayatılmıştı.
c) Türkiye’de dinsiz bir devlet oluşacaktır. Hıristiyanlar tasfiye edilecektir. Sermayenin buradaki gayesi; ileride Anadolu’yu İsrail devletine verdiği zaman Hıristiyanlarla arası açılmasın istemiştir. Buna Rusya razı olmuştur, çünkü orada ateist rejim oluşmuştu. Avrupa da razı olmuştu, çünkü Katolikliğe karşı Ortodoks kilisesi tasfiye edilmiştir. Türkiye inkılâpları ile ateizmi kabul etmiştir.
d) Lozan barışı ilk bakıldığı zaman dünya için ve Türkiye için en kötü barıştır. Sonunda barıştır. Türkiye’nin geri kalmışlığını tescil eden barıştır. Bu sebeple Lozan’a hâlâ itirazlar vardır.
Mustafa Kemal ve arkadaşları buna rağmen barışı imzalamışlardır. Çünkü en kötü barış en iyi savaştan iyidir. Sermaye Türkiye’yi II. Cihan Savaşı’na sokmamıştır. Çünkü galip devletlerin yanına soksa Türkiye güçlenecek, İsrail devleti kurulamayacaktı. Mağlup devletler arasına soksa Anadolu Hıristiyanlara kalacaktı. Yine kötü barış kabul edilmiştir.
Sonra İsrail devletinin Anadolu topraklarını kullanması için altyapının yapılması gerekir. Böylece Türkiye borçlanacak, dolayısıyla sermaye elini kolunu sallayarak Anadolu’ya gelip yerleşecekti.
Bir asra yakın zamandır sermayenin Anadolu’daki emelleri bu idi.
Sermayenin bekledikleri olmadı.
a) Anadolu halkı Müslüman halkı ile saflaştı.
b) Anadolu halkı çağın teknolojisini yakaladı ama dininden de vazgeçmedi.
c) Türkiye borçlandı, Anadolu’nun imarı yapıldı ama iflas etmedi.
d) Şimdi Türkiye’ye başka cihetten yaklaşmakta, Türkiye’yi Ortadoğu liderliğine hazırlamaktadır. Sermayenin buradaki niyeti de iyi değildir. Dünya Müslümanlarını Türkiye liderliğinde isyan ettirmek ve etkin devletleri zor durumda bırakıp emrine aldıktan sonra Müslümanları kırdırmak istemektedir.
İşte bu şartlar altında ne yapacağımızı bu âyet bize talimat veriyor; barışın.
Bu oyunu oynayanlar yenileceklerdir. Yeryüzüne Kur’an nuru hâkim olacaktır. Cesaretle şeriatın istediğini yapmalıyız. Ortadoğu ve İslâm’ın merkezinde sermayenin istediği siyaseti götürmeliyiz ama hiçbir zaman Ortadoğu halklarını ve Müslümanları isyana ve ihtilâle götürmemeliyiz. Barıştan yana olmalıyız.
Suriye’de asi halkı desteklemek yanlıştır. Halk ülkemize sığınırsa onları Anadolu’ya muhacir olarak kabul etmek zorundayız. Onların Türkiye’ye gelenlerinin sayısı bir milyon olursa, her seksen aile bir aileyi konuk edecek demektir. Onlar bereket getirirler. Köylerimiz boşalmıştır. Evler boş duruyor. Bunları oralara götürüp yerleştiririz, tarlaları ekip biçsinler diye veririz. Onların ürünlerini biz satın alırız. Onlara ürünleri sipariş verir, ödemeleri peşin yaparız. Bu uygulama enflasyon yapmaz. Çünkü sipariş edilen mallar yarın piyasaya çıkacaktır. Enflasyon yapsa bile % 1 kadar enflasyon yapacaktır. Suriye ya kendisini düzeltir ve demokrasiye geçer yahut yıkılıp yok olur.
Savaş barış için meşrudur. Savaş barışın teminatıdır. Barış ile savaş arasındaki tek fark hakemlerin hükümlerini kabul etmekten ibarettir. Koyunlar meraya yayılır ve ot toplarlar. Balıklar suda dolaşır ve yiyeceklerini bulurlar. İnsanlar ise bugün artık tarlalarda ot toplamıyorlar. Kendi ektiklerini yemiyorlar. Tarladan aldıklarını dünyaya satıyorlar. Kendi ihtiyaçlarını kendileri de dünyadan topluyorlar. Yani insanların merası diğer insanlardır. Tüm hayatları boyunca insanlar diğer insanlarla ilişkilidirler.
İşte bu insanlık merasının besinlerini insanların bulabilmeleri için iki yolları vardır. Biri savaş, diğeri barıştır. Barış asıldır. Barışın merkezi de hakemliktir. Hakem kararını kabul eden insana artık saldırı caiz değildir. Bu âyet çok açık olarak bunu bize söylemektedir.
Çoğu zaman zaman kazanmak için barışı isteyebilirler. Mesela, yenilmekte olan bir devlet zaman kazanıp hazırlık yapmak için savaşı durdurmayı ister. Buna bugün “mütareke” denmektedir. Sen korkup savaşa devam etmeyeceksin. İslâm devleti mütarekeye evet der ama savaş hazırlığına devam eder. Düşman zaman kazanmayı istemektedir. Siz de zamanı ondan daha fazla bir şekilde değerlendireceksiniz.
وَإِنْ جَنَحُوا
(Va EiN CaNaXUv)
“Ve eğer yanaşırlarsa”
Bundan evvelki âyet düşmana kuvvet hazırlığı yapmamızı emretmişti, bunu topluluğa yapmıştı, “i’dad ediniz” denmişti. Oysa anlaşmalar ve barışmalar için sen yap denmektedir. Yani dış siyasette yetki tamamen başkana aittir. Son kararı o verir. Başbakan ve genelkurmay başkanı ile istişare eder ve savaş kararını da barış kararını da o alır. Meclislerde veya şuralarda dış siyaset ve askerliğe ait işler görüşülmez ve tartışılmaz. Başkan istediği kimselerle ikili olarak görüşür.
“Ve Eiddû / hazırlayın” emrinden sonra şartlı atıf yapılmıştır. Arada mahzuf cümleler vardır. Bu caydırıcılık onlara yeter, seninle savaşmak istemezler, sorunları hakemler yoluyla çözerlerse sen onu kabul et. Savaşa gitmeden sorunları barış içinde çözünüz demektedir. Bu barış sizi uyutmak için olabilir. Böylece sizi hazırlıksız yakalayabilirler.
Bugün savaş aleyhtarı propaganda yapılmakta, halkın savaşma kabiliyetini yıkmak için bu yapılmaktadır. Topluluk çıkarı için savaşma yerine para için ganimet için savaşma sistemi getirmektedirler. Böylece sermaye dünyaya hâkim olmaktadır.
İkinci hazf olan cümle ise eğer savaşa girer de savaş içinde size barışı teklif ederlerse yine kabul et demektir. Yani savaş esnasında da olsa “barış” dendi mi akan sular durmalıdır. Barışın garantisi de hakemlerdir.
Tabii ki barış isteyen devlet o zamana kadar yaptığının hesabını verecektir.
Şunu belirtmemiz gerekir, doğal kaynaklar için savaş olmaz. Doğal kaynaklar insanlığındır. Kimse insanların onlardan yararlandırılmasına mâni olamaz. Mesela, Musul’daki petrol için savaş meşru değildir. Petrolu kim isterse çıkarır. Çıkarıyorsa öncelik hakkı vardır. Beşte birini vergi olarak verir, kalan kısmını istediği fiyatla istediği kimseye satar. Demek ki devlet sadece güvenliği sağlar, vergisini alır, sonra mahsuller dünya piyasalarına satılır. Müdahale edilemez. Yani savaşın meşruiyeti ekonomiye dayanmaz. Savaş güvenliğin sağlanması, insanların yargı kararlarına uymaları için yapılır.
“Cenah” kanat demektir. Uçan kuşların elleri kanada çevrilmiştir. Dolayısıyla kuşların kanadına “yed” dendiği gibi insanların ellerine “cenah” denebilir.
“CeNeHa” fiil olarak burada geçmektedir.
وَاضْمُمْ يَدَكَ إِلَى جَنَاحِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاءَ مِنْ غَيْرِ سُوءٍ آيَةً أُخْرَى وَاضْمُمْ إِلَيْكَ جَنَاحَكَ مِنَ الرَّهْبِ
“Elini cenahına dammet, rehbden cenahını sana dammet” şeklinde geçmektedir.
Ayrıca “hufd et vehfıd” geçmektedir.
Türkçede “kanadını germe” deyimi vardır. Kuşlar civcivlerini kanatlarının altına alırlar. “Kanat germek” buradan gelmektedir. Senin korumanı isterlerse sen de onları korumana al demektir.
“Kanat” kelimesi ile “Yed” kelimesi arasında bazı farklar vardır. Kanatlar ancak beraber kullanılır. Tek kanat üzerinde uçulamaz. El ise tek başına işe yarayabilir.
Türkçede “kanat germe” tabiri yanında “elini uzatma” tabiri vardır.
Bunların her ikisinin ayrı ayrı manâları vardır.
Kur’an’da “teyid etme” vardır, güçlendirme demektir, elini uzatma anlamına gelir.
Kanadı cunuh etme demek, kanatla kapatma ve koruma anlamına gelir.
Burada ifade edilen korumada altına alma söz konusudur. Barış içinde olma anlamında değildir.
لِلسَّلْمِ
(LilSaLaMi)
“Selm için”
“Selamet” tehlikeden uzak olma demektir, korkudan emin olma demektir.
İnsanlar canlıların en üstünde yer alan varlıklardır. Canlılar arasında çatışma ve dayanışma vardır. Çatışmada birbirlerini yerler, dayanışmada ortaklaşa yerler.
İnsanlar ne çatışırlar ne de dayanışırlar, insanlar alışveriş yaparlar. Birbirlerinden otlayarak geçinirler. Bu sebepledir ki insan devamlı korku ve çatışma içindedir. Diğer canlılar da böyledir ama onlar başka tür varlıklardan korkarlar. Oysa insanlar insanlardan korkmaktadırlar. İşte bu korkudan emin olma selâmette olma demektir.
“Süllem, Selam, Selem, Selm, Silm, İslâm” kelimeleri geçmektedir.
“Süllem” merdiven demektir. “Selime” selamette olma demektir. “İslâm” ise başkaları ile barış içinde olma demektir. Mufaale bâbından değil de if’al bâbından getirilmiştir. Eğer mufaale bâbından getirilmiş olsaydı, bir kimsenin İslâm cemaatine dâhil olması için oranın yöneticisi tarafından kabul edilmesi gerekirdi. Oysa kişi ben müslimim dediği andan itibaren hiçbir resmî muameleye gerek kalmaksızın o müslimdir. Ayrıca, İslâmiyet’te aforoz müessesesi yoktur. Kimse kimseyi İslâmiyet’ten çıkaramaz. Bu sebeple Türkçede barışma mufaale bâbından geldiği halde Arapçada if’al bâbından gelmiştir.
“Selam” kelimesi ise selamette olunuz anlamında mastardır. Fiil yerine geçen mastardır. Bunların anlamları açıkça bilinmektedir ama “selem, silm, selm” kelimelerinin manâları üzerinde durmamız gerekir.
ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا رَجُلًا فِيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلًا سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا
“Allah bir mesel darb etti. Bir adam, onda birçok ortaklar var. Bunlar çekişip duruyorlar. Ve bir adam var. Bir adama selemdir. Bunlar meselde eşit mi?”
“Selem” birisinin kendi isteği ile onun emrine girmiş kimse olması demektir. Yani sahipleri onu köle yapmamışlar, o kendi isteği ile onun emrindedir. Bu biat sistemidir. Askerler üstlerini kendileri seçerler, istedikleri zaman da üstlerini değiştirirler.
İşte bu selemdir.
Oysa bugün seni zorla askere alıyorlar, sana istediklerini komutan yapıyorlar. Onun da komutanı var, onun da komutanı var. Her biri senin üzerinde müteşakıstır.
Demek ki “selem” kelimesinde bir üst var ama o üst barış içinde anlaşma içinde üst olmuştur, zorla ve korku ile değil.
Hicret demokrasisi de budur.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةً وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ
“Ey iman edenler kâffeten silme giriniz. Şeytanın hatvelerine tâbi olmayınız. O sizin için mübin aduvdur.”
Demek ki silm mü’minlerin kendi aralarındaki barıştır, iç güvenliktir.
فَلَا تَهِنُوا وَتَدْعُوا إِلَى السَّلْمِ وَأَنْتُمُ الْأَعْلَوْنَ وَاللَّهُ مَعَكُمْ وَلَنْ يَتِرَكُمْ أَعْمَالَكُمْ
“Selm” ise uluslararası barış demektir. İç güvenlik ve dış savunma, barış. Böylece selm bir kimsenin başka kimseye onun üstünlüğünü kabul ederek katılması ve istediği zaman da ayrılması demektir. Yani birr içinde olması demektir. Silm ise mü’minlerin kendi aralarında barış içinde olmalarıdır. Selm ise uluslararası anlaşmalarda barışın sağlanmasıdır.
“Onlar cunuh ederlerse” diyerek uluslararası ilişkilerde eşitlik ilkesini getirmiştir.
İnsanlar eşit yetkilere sahip değildirler. Ortaklık kurarlar ve ortaklığa katılırlar; kendi istekleri ile katılırlar, orada kendi istekleri ile kalırlar.
Ne var ki ortaklıkta kaldığımız müddetçe oranın sözleşmelerine uymamız gerekmektedir. Oranın yetkililerinin kararlarını dinlememiz gerekir. Hakemleri biz seçeceğiz ama hakemlerin verdikleri kararlara uyacağız. İşte “ADİL DÜZEN” budur. Kuralları beğenmiyorsak, yöneticileri beğenmiyorsak oradan ayrılmamız gerekmektedir.
فَاجْنَحْ لَهَا
(FaCNaX LaHAv)
“Ona cunuh et.”
Arapçada kelimeler vardır; kurallı dişi kelimeler vardır, kurallı erkek kelimeler vardır. Diğer kelimeler erkek kelimelerdir. Erkek zamiri olarak döner. 150 civarında kelime vardır. Bunlarda dişilik alameti olmadığı halde dişi kelime olmaktadırlar.
Bunlar için iki kural vardır:
a) Canlının organlarından çift olanların kelimeleri dişi kelimelerdir. Kulak, göz, el, ayak böyledir Burun, alın erkek kelimedir.
b) Doğurgan, üretken olanlar da böyle dişi kelimelerdir. Güneş dişidir. Ay erkektir.
Burada “selm” kelimesine dişi zamir gönderilmiştir. Uzuvlardan değildir. Bundan dolayı dişilik taşır diyemeyiz. O halde doğurganlıktan dolayı dişidir.
Uluslararası barışın bolluk bereket getireceğine işaret etmektedir. Eşitlik içinde barış tesis ediyorlar. Bu takdirde insanlık açısından önemli bir birlik oluşuyor.
1) Her türlü malların sınırlardan hiçbir engel teşkil etmeden geçmesine izin verilir. Gümrükler yoktur. Bu da ekonomide çok büyük refah sağlamaktadır. İnsanlık refah içinde olmaktadır. Gümrükler sefalet getirmektedir. Ekonomi ilmi bunu çok iyi bilmektedir.
2) İnsanlar vizesiz gelip geçerler. Böylece sosyal faaliyetlerde büyük hareketlenme ortaya çıkar ve bu sayede de uygarlaşma süratle sağlanır.
3) Mâni olmama şeklinde uygulamalar barışı getirir. Ayrıca insanların malları korunmuştur, hakları korunmuştur, bütün insanların kişiliği vardır, mâlik olma hakları vardır. Uluslararası ticaret ve anlaşmalarda hakemlik sistemi geçerlidir. Dolayısıyla selm beşeridir.
4) Güvenlik de öyledir. İnsanlar eşit kişiliğe sahiptir. Herkes korunmuştur, kısas hakkına ve affederse diyet almaya hak sahibidir.
O halde karşılıklı anlaşmalarla ve bu yollarla barış sağlanacaktır.
وَتَوَكَّلْ
(Va TaVakKaL)
“Ve tevekkül et.”
“Vekl” kuşların yumurta bıraktığı yerdir.
Kuşlar en güvenilir yeri seçerler ve orada kendilerini emniyette hissederler.
İnsanlar topluluk içinde ve düzen içinde yaşarlar. Onların kurallarına uyarlar. Onlarla dayanışma içine girerler. Barış istiyorlar, siz de barışı kabul ettiniz.
Peki, zararlarda seni kim koruyacak?
Allah koruyacak.
“Tevekkül etmek” dayanmak demektir. Allah’a dayanılması gerektiğini bildirmektedir. Onlarla barış içinde olursam beni arkadan vururlar demeyeceksin. Hazırlıklı olacaksın ama onlar harekete geçmeden buna ihtimal vererek hareket etmeyeceksin.
Batılılar buna “hüsnüniyet kuralı” demektedirler. İnsanlar sözlerinde dururlar diye kabul edeceksiniz. İnsanlar kötülük yapmazlar diye kabul edeceksiniz. Aksi sabit oluncaya kadar varsayımlarla hiçbir yaptırım söz konusu değildir. Ne zaman sözünde durmazsa, o zaman hakemler kararı ile gerekli yaptırımlar ona uygulanır. Yoksa yalan söylemeyen insanları potansiyel suçlu kabul edip yaptırıma girişmek en büyük zulümdür.
عَلَى اللَّهِ
(GaLay elLAvHi)
“Allah’a”
“Allah” kelimesi daima iki manâda geçmektedir. Biri, kâinatı var eden âlemlerin rabbidir, biri de O’nun yeryüzündeki halifesi topluluktur.
Bundan sonraki “semi’ ve alîm” kelimeleri nekre olsaydı, buna topluluk anlamını verip başkanların topluluğa dayanarak karar alması gerektiği manâsını verebilirdik. Ne var ki bundan sonraki “semi’ ve alîm” kelimeleri marifedir ve zamirle gelmişlerdir. O halde buradaki “Allah” kelimesi ile topluluk değil âlemlerin rabbi Allah kastedilmiştir.
إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ
(EinNAHUv HuVa elSaMIyGu)
“O semi’dir/işitendir.”
Birinci “o” şan zamiri olup ikinci “o” Allah’a raci olabilir. Yahut birinci “o” Allah’a raci olup ikinci “o” dir manâsında zamir-i fasl olabilir. “Gerçek odur ki O işiten ve bilendir” yahut “işiten ve bilendir” şeklinde manâ verilebilir.
Burada şan zamirinden kısaca bahsedelim.
Şan zamiri zamir olmakla beraber bir yere raci olmaz. “İnne”den sonra gelir ve “inne”nin tahkikine biraz farklı manâ kazandırır. Ondan sonra gelen cümlenin gerçek olması dışında uygun olanın bu olduğu anlamındadır. Yani Allah semi’dir alîmdir ama böyle olması da gerekiyor çünkü böyle olmayan tanrı olmaz demektir. Allah barış düzenini koymuş, çünkü barış düzeni sayesinde insanlık varlığını sürdürmektedir.
الْعَلِيمُ (61)
(eLGaLIyMu)
“Alîmdir/bilendir.”
Burada “alîm olan semi’dir” şeklinde de tercüme edebiliriz, yahut “semi’dir alîmdir” anlamında tercüme edebiliriz.
Semi’ olması geçmişteki olayları bilmesidir.
Alîm olması da gelecekte olacakları bilmesidir.
Kâinatın ölüme doğru gittiğini biz biliyoruz ama şimdi biliyoruz. Bildiklerimiz milyonda bir bile değildir. Allah geçmişi tamamen bilmektedir, geleceği bilmektedir. O’ndan başka kimse bunları bilmemektedir. Ne nebiler ne de melekler bilmez ve görmez.
وَإِنْ يُرِيدُوا أَنْ يَخْدَعُوكَ فَإِنَّ حَسْبَكَ اللَّهُ هُوَ الَّذِي أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِ وَبِالْمُؤْمِنِينَ
(Va EiN YuRİyDUv EaN YaPDaGUvKa FaEinNa XaSBaKa elLAvHu HuVa elLaÜİ EayYaDaKa Bi NaÖRiHİy Va Bi eLMüEMiNIyNa)
Barış isteyen herkesle barış yapmaya mecburuz. Hakemlere gider ve hakkımızı onların kararı ile almış oluruz. Adil bir yargılama sistemine ihtiyaç vardır. Çünkü savaşın yerine yargı ikame edilmiş, ordu yargının emrine verilmiştir. Dört kuvvet vardır. Yasama sözleşmelerden ibarettir. Böylece şeriat oluşur. Bunu âlimler yapar. Sonra uygulama vardır. Buna günümüzde “yürütme” demektedirler. Bunu iş adamları yapar. Herkes uygular. Uygulamalar sözleşmelere yani yasalara uygun olmalıdır. Yasalara aykırı uygulamalar haksızlıktır. Bunu da yargı yapar. Yargının verdiği kararlar infaz edilecektir. Adil yargılama şarttır.
Adil yargılamanın birinci şartı tarafsız olmaktır. Bu da ancak iki tarafın kendi hakemlerini seçmesi ve hakemlerin de başhakemi seçmesi ile olur. Böylece taraflar bir başhakemde anlaşmış olurlar. Bunun dışında olayları tesbit eden kimseler vardır. Bunlar soruşturmacıdır. Bugün bunu polis yapmaktadır. Kur’an’da bunlara şehit denmektedir. Ayrıca bilirkişiler vardır. Onlar teknik bilgiyi soruşturmacılara verirler. Bir de taraflar vardır. Kendi adlarına taraf oldukları gibi temsilen de taraf olurlar. Hakemleri bunlar seçerler.
Tarafların kendi seçtikleri ehliyetli hakemler bir de başhakem seçerler.
Böylece oluşmuş olan yargının dört temel özelliği vardır.
1) Tarafsız olacaklardır. Bu, tarafların iki hakem seçmesi ve onların bir başhakemde ittifak etmeleri ile sağlanır.
2) Bağımsız olacaklardır. Yani onların kararlarına baskı yapılamaz. Soruşturma gizlidir. Kimse hakemlere talimat veremez ve hakemleri baskı altına alamaz.
3) Saygın olacaklardır. Bu da tarafların hakemlerin adil olduklarına inanmaları ile sağlanır. Başhakemi tarafların hakemlerinin seçtiği ve son söz başhakeme ait olduğu için hakemlerin saygınlığı vardır. Ayrıca hakemler de hakemler tarafından denetlenmektedir. Karar bozulmaz ama mağdurun mağduriyeti giderilir.
4) Etkin olacaklardır. Bunu sağlamak için de tedbirler alınmıştır.
a) Vakanın cereyan ettiği yerde muhakeme edilir. Davalar bucakta görülür. Herkes herkesi tanımakta ve manen denetlemektedir.
b) Karar en kısa zamanda alınmaktadır. Soruşturma dışarıda yapılmakta ama hüküm bir hafta içinde olayın işlendiği bucakta verilmektedir.
c) Hakemlerin kararları bozulmamaktadır. Yanlış karar almış olsalar bile karar yerinde infaz edilmektedir. Mağdur olanlar hakemlere, şahitlere veya bilirkişilere karşı dava açarlar ve mağduriyetleri giderilir. Davayı kazanana dokunulmaz.
d) Fiilin cereyan ettiği yerde infaz yapılır, herkese böylece ibret olur.
İşte böyle bir adil yargı sistemi ile yargılama yapılarak barış sağlanır.
Hakemlerin kararları kesindir. Yargı bütün kuruluşların üstündedir. Yargılama işi dini dayanışmanın işidir.
Bundan sonra yargı kararlarının infazı gelmektedir. Yargı kararlarına herkes uyar. Uymayan olursa o da devlet güçleri tarafından yerine getirilir. Silm (iç güvenlik) ve selm (dış savunma) güçleri bunu infaz ederler. İç güvenliğin kesre ile gelmesi iç güvenliğin dış savunmadan daha küçük olmasından dolayıdır. Bir devlette nöbet süresi ildekinin iki katıdır. Selm ve silm kelimeleri buna delalet eder.
وَإِنْ يُرِيدُوا
(Va EiN YuRİyDUv)
“Ve irade ederlerse”
Meşiet vardır, irade vardır.
Bir plan yaparsınız, bu meşiettir. Elde edilen plan şeydir. Hakikatte o varlık yoktur ama artık senin zihninde vardır. “Müçtehit Yetişme Merkezi” daha önce yoktu. Birkaç ay oldu, düşünüldü ve adı kondu. Bu meşiet oldu. Fiilen ise henüz mevcut değildir.
Demek ki meşietimiz var, irademiz henüz yoktur.
Bir de iradeden sonra rıza vardır.
İrade demek meşietin uygulanması demektir.
Birisi ile kumar oynuyorsunuz. Meşiet ettiniz ve tura gelen alsın, yazı gelen versin dediniz. Ama daha oyun oynamadınız. Meşietiniz var, iradeniz yok. Oynamaya karar verdiniz, parayı attınız, yazı geldi ve parayı verdiniz. İşte bu iradedir. Rızaya gelince, bu işte rızanız yoktur. Tura gelseydi ve alsaydınız onu isterdiniz.
Burada onlar sana huda yapmayı murat ederlerse denmektedir. İçlerinde olan henüz fiilen gerçekleşmeyen hudadan bahsetmemektedir. Bir potansiyel suç gerçekleşmezden önce cezalandırılamaz. Huda yapmaya başlayacaklardır. Bakara’da Allah’ı ve mü’minleri muhadaa ediyorlar denmektedir. Burada ise hudayı murat ederlerse denmektedir. Orada meşiet kısmı da dâhildir. Burada ise meşiet kısmı dâhil değildir.
Buradaki onlar zamiri, selmi cunuh edenlerdir. Yani selmi barış için değil de hile yapmak, zaman kazanmak, barış içindeyiz deyip uyutmak için istemektedirler.
Bugünkü Avrupa Birliği müzakereleri iki tarafın hudasından ibarettir. Anadolu çok önemli bir yerdir. Süper güçlerin hemen hepsinin burada gözü vardır. Avrupa Birliği bizi başka etkin güçlerin yanına itmemek için sizi Avrupa Birliği’ne alacağız demekte, Türkiye’yi başka yerde anlattığımız sebeplerle almamaktadır; almaya niyetleri yoktur.
İşte bu huda yapmaktır. Türkiye de AB’ye girmek istememektedir ama AB’ye gireceğiz diyerek insanlığı oyalamaktadır. Avrupa Birliği şimdilik tehlikeli bir birlik değildir. Bundan dolayı ses çıkarmamaktadır.
Demek ki Avrupa’nın içinde huda meşiet olarak vardır ama bize selmi cunuh ediyorlar. O halde ne yapacağız? İşte bu âyet bize gayet açık olarak diyor ki, huda etmeden onların selmini cunuh et. Hudalarının ne olacak sorusuna cevap vermektedir. “Ve” harfi ile ve şart sigasıyla atfedilmektedir. Şartlara kıyas yapılabilir demektir.
أَنْ يَخْدَعُوكَ
(EaN YaPDaGUvKa)
“Sana huda etmeyi”
Bakara’da muhadaa bâbı kullanılmıştır. Onlar bizimle muhadaa ediyorlar. Biz de kabul etmiş görünerek ona göre muamele yapıyoruz. Burada ise biz karşılıklı huda yapmıyoruz. Selm içindeyiz ve samimiyiz, öyle olmamız gerekir.
O halde Avrupa Birliği’ne gerçekten girmeliyiz ama şartlarımız vardır.
a) Avrupa Birliği içinde olmak demek, başka birliklerde olmamak demek değildir. Bu sebepledir ki gümrük anlaşması bâtıl anlaşmadır, menfi akittir. ‘Sen bu evi başkasına satma, ben sana bin lira vereceğim’ şeklindeki akit bâtıldır; ‘Sat, ben sana bin kira vereceğim’ akdi serbesttir. Aramızda gümrük yok ama başka devletlere gümrük uygulama zorunluluğu vardır akdi bâtıldır. AB Gümrük Anlaşmasını biz kabul ederiz, Avrupa Birliği devletleriyle gümrük uygulamayız ama menfi akdi dinlemeyiz, İran’la da gümrüksüz iş yaparız.
b) Ekseriyet kararı alınmamalıdır. Hakemlere başvurulmalıdır.
c) Barış ve savunma birliği olarak çalışmamız gerekir. Savaş ve saldırı birliği şeklinde olmamalıdır.
d) İnsanlığın uygarlaşması için hizmet etmeliyiz, onlara hizmet etmeyi hedeflemeliyiz.
İşte bu şartlarla AB’ye girme hususunda müzakerelere devam edebiliriz.
فَإِنَّ حَسْبَكَ
(FaEinNa XaSBaKa)
“Muhakkak ki senin hasbın”
“Senin hasbın” kelimesini de uygulamada tanımlamamız gerekir.
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللَّهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (64)
Bu âyette Allah’ın yettiğini söylemektedir. Mü’minleri ise nusretinde zikretmektedir. Orada ise mü’minleri Allah atfetmektedir. Yani birinde Allah’la beraberdirler, birinde Allah’ın yardımı ile beraberdirler. Bu Allah kelimesinin topluğu temsil ettiğine dair en açık delildir. Her ikisinde de mü’minlerden zikretmektedir. O âyette tâbi olan mü’minler diyor. Demek ki tâbi olmayan mü’minler de vardır. Hepsi değildir.
Namlunuzu bir hedefe doğrultursunuz. Nişan alırsınız. İşte buna hisab denmektedir. Ne aşağı ne de yukarı olması gerekir. Newton kendi kanunlarını ve yerçekimini bulduktan sonra ilk olarak bu açıyı hesaplamıştır. Fatih Sultan Mehmet bu açıyı hesaplatarak Boğaz’ın içini hedef görülmeden dövmüştür. Burada en önemli nokta, hedefi vuracak sadece bir açı vardır. Daha fazlası da daha azı kadar işe yaramamaktadır. Hasb budur.
Ayakkabının küçüğü ayağı sıkar, büyüğü de ökçede yaralar açar.
Demek ki bir başkan başkanlığı yaptığı zaman topluluğa ve ordusuna dayanacak, başka kimseyi ortak etmeyecektir. Bugünün topluluğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Başkan ve başbakanın başka mesnetleri olmayacaktır. Kimseye kulak vermemelidir. Bir de orduya kulak vermelidir. Ordu tüm vatandaşlardan oluşmaktadır. Ordu gönüllülerden oluşmalıdır. Herkes komutanını kendisi seçmelidir. Böylece o da demokratik bir oluşumdur.
Bugün sermaye meclisi hâkimiyeti altına alamadı. Orduya söz geçiremedi, yeni şeyler icat etti; sivil kuruluşlar. Doktorlar kendi çıkarları için birleşmişlerdir. Avukatlar kendi çıkarları için birleşmişlerdir. Devlet bir kişinin veya zümrenin tahakkümünden halkı korumak için vardır. Onları dinlemek demek, meclis ve ordudan başka hükmedenler vardır demektir.
اللَّهُ
(elLAvHu)
“Allah”
“Allah” yani topluluk sana yeter. Onların hilesi sana etki etmez.
Buradaki “Allah” kelimesi âlemlerin rabbinin halifesi olan topluluk ve mü’minlerle ifade edilmiştir. Yani topluluğu kendisine halife yapıyor ama o topluluğu kendi başına bırakmıyor, onu teyit ediyor.
Evet, kâfirler de mü’minler de yapıcılar da yıkıcılar da O’nun var ettiği takımdır ama rızası yapıcı takımın galip gelmesi tarafındadır. Dolayısıyla yapıcıları teyit etmekte ve onları galip getirmektedir.
Bugün sermaye de aynı oyunu oynar. Önce iki blok oluşturur, savaştırır, sonunda galip getirmek istediğinin ikmalini fazlasıyla sürdürür, mağlup etmek istediğinin ikmalini keser. Böylece sonunda kendi istediği olmuş olur.
İşte Allah da böyle yapmaktadır. Kâfirler ile mü’minleri savaştırmakta ama sonunda kâfirlerin ikmalini kesmekte ve mü’minleri teyide devam etmekte, mü’minler böylece galip gelmektedir.
Allah senin hasbındır. O’ndan başka kimseye ihtiyacın yoktur. O sana gereken ikmali yapacaktır. Bunların hudaları kendilerine dönecektir.
1900’larda meşrutiyeti getirdiler. İslâmiyet’i yıkacaklardı. Oysa o sayede içtihat müessesesi yeniden dirilmeye başladı.
1910’larda imparatorluğumuzu yıktılar. Varlığımız yok olacaktı. Oysa o sayede kuvva-yı milliye doğdu, ulus devletimiz oluştu.
1920’lerde inkılâpları yaptılar. Oysa biz o sayede hem batıyı öğrendik hem doğuyu. Hazreti Musa’nın Firavun sarayında yetişmesi gibi bir şey oldu.
1930’larda askerlerin etkisini kaldırıp batıcı C. Bayar’ı getirdiler. KİT’ler oluştu ve hâlen Türkiye’de etkin olarak varlığını sürdürüyor. Dünyaya örnek oldu.
1940’larda bizi batı bloğuna aldılar. Türkiye’de demokrasi oluştu.
1950’lerde Türkiye’yi yeniden borçlandırıp yok edeceklerdi. Türkiye bu sayede tarım döneminden sanayi dönemine geçti.
1960’larda neden Türkiye’yi kalkındırdın darbesi yaptırdılar. Askerler çok partili demokrasiyi getirdiler.
1970’lerde irticayı bastıracaklardı. İslâmî parti iktidara ortak oldu.
1980’lerde İslâmiyet’e kökünden son vereceklerdi. K. Evren Türkiye’yi İslâmlaştırdı.
1990’larda müdahale ettiler, İslâmî faaliyeti başka türlü yok edeceklerdi. İslâmiyet’e teslim oldular.
2000’lerde Erbakan gelmesin diye AK Parti’nin iktidara gelmesine izin verdiler. Türkiye artık İslâm devleti olma kararlılığına girdi.
Görülüyor ki onların hudalarına Allah yetmektedir, halkımız yetmektedir, ordumuz yetmektedir.
هُوَ الَّذِي أَيَّدَكَ
(HuVa elLaÜİ EayYaDaKa)
“O seni teyid eden kimsedir.”
Cümlenin hâl olması için başına “ve” gelmelidir. Sıfat olması için de nekreye sıfat olmalıdır. Bu cümle ne hâldir ne de sıfattır. Allah’ın bedelidir.
Burada kastedilen Allah’ın kim olduğunu açıklamaktadır. Âlemlerin rabbi olan ve kendisine yeryüzüne halife olarak topluluğu yapan kimsedir. O topluluk da mü’minlerden oluşan ordularla Allah’ın eli kolu olmaktadırlar.
İnsanlık vardır. Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. İnsanların içinde eskiden seçilmiş bir kavim vardı; İsrail oğulları. Kur’an nâzil olduktan sonra gönüllü mü’minler artık seçilmiş kimselerdir. Kendilerini kendileri seçiyorlar. Onlarla yeryüzünü insanlığı tedbir etmektedir.
Kur’an mü’minlerin düzenini anlatmakta ve onların galip geleceklerini bildirmektedir. Birinci Kur’an uygarlığında bunu gerçekleştirdiler. O günkü şartlar altında mü’minler dünyanın düzenini kurdular. Bugün insan haklarından bahsediliyor. Bugün demokrasiden bahsediliyor. Bu ancak I. Kur’an uygarlığından sonra mümkün olmuştur. İsrail oğulları seçilmiş kavim idiler. Romalılar laik asilzadeler idiler. İnsan hakları diye bir kavram yoktu. Yabancı kişi sayılmıyordu, kişiliği yoktu. Kur’an bu imtiyazlı kişilik anlayışına son verdi. Herkes mü’min olabilir dedi. Mü’min ile müslim arasında fark vardır ama müslimliği tercih eden kendileridir. Zorla herkesi mü’min yapmak da manasızdır.
بِنَصْرِهِ
(Bi NaÖRiHİy)
“Nusreti ile”
Allah kendi halifesi olan topluluğun başkanına özel yardım vaat ediyor.
Birisi çıkıyor ve ben bunu yapacağım diyor.
Kim çıkmıştı?
Erbakan çıkmıştı.
Sonra kim çıktı?
Erdoğan çıktı.
Adım adım dünya değişti.
Akevler içtihatlar yaptı, Erbakan’ı destekledi.
Erdoğan “Adil Düzen”i reddetti ama onun gölgesinde şimdi iktidardadır.
Gelecekte biri gelecek ve ‘Ben “Adil Düzen”i kuracağım’ diyecek ve Adil Düzen Çalışanları ile birleşecektir. Böylece II. Kur’an uygarlığı kurulacaktır.
Tarihte peygamberler hep gelecektekileri müjdelediler. Ben de sizlere haber veriyorum. “Adil Düzen” üzerinde çalışınız. Onu mükemmelleştiriniz. Erbakan gibi biri gelecek ve “Adil Düzen”i kemale erdirecektir. İşte bu âyetler ona hitap etmektedir.
Yüz dairelik işyerleri de olan lojmanlı apartmanları onlar için yapacağız. Her kat bir “aşiret/ocak” olacak, her apartman bir “karye/köy/semt/mahalle” olacak, on apartman bir “kabile/bucak” olacaktır. “Adil Düzen”in hükümleri orada kemaliyle uygulanacak. Allah birini görevli kılacak ve bu işi yapacaktır. Bizim işimiz ilmî çalışma yapmak olacaktır. Biz bir iş yapıyorsak para kazanmak için değil, sistemi kavramamız ve üzerinde içtihat yapmamız içindir. İzmir’deki dâhil Akevler bunun için vardır.
Allah’ın nusretinin nasıl olacağı hususu Bedir’de anlatılmıştı. Savaş şartları, hava şartları, melekler, meleklerin yardımları anlatılmıştı. Bir daha dönüp oraları okumalısınız. Ve bilmelisiniz ki aynı şartlarla Allah her bucak başkanına yardım edecektir.
وَبِالْمُؤْمِنِينَ
(Va Bi eLMüEMiNIyNa)
“Ve mü’minler ile.”
Kendi nusreti dışında mü’minlerle teyit etmiştir. Mü’minleri nusretin dışına çıkarmıştır. Nusret marife olduğu için mü’minler dışında belli yardımları içerir.
Mü’minler özel yer işgal ederler. Allah’ın yanında yer alırlar. Allah adına hareket ederler. Kendileri karar alır onu uygularlar.
Oysa melekler aldıkları emri yerine getirirler. Onlar kendileri karar almazlar. Dolayısıyla mü’minler diğer nusretten farklıdır. Başka bir bakışla, mü’minler başkanın emrindedirler. Onun idari organlarıdır. Oysa diğerlerinde nebinin iradesi yoktur.
“Nasrihi” marifedir. Bilinen nasrıdır. Meleklerle olan nasrıdır.
“Mü’minîn” de marifedir. Başkana biat eden kimselerdir.
Bu iki teyit birbirinden farklıdır. İkisi de marife olunca, ortak tarafları olsa da atıf yapılabilir. Burada “Bi” harfi iade edilmiştir. Yani mü’minlerle teyit başka, nasr ile teyit başkadır. Hazreti Muhammed’in resullüğüne inanmaları teyit olmaktadır. Ondan sonra çilelere dayanmaları, hicret etmeleri, savaşa katılmaları; bunlar mü’minlerin teyididir.
Akevler kurulmuş, insanlar katılmıştır; bu mü’minlerin teyididir. Millî Görüş oluşmuştur, halk ona katılmış ve desteklemiştir; bu da mü’minlerin teyididir. Bediüzzaman kırlarda, köylerde, hapishanelerde cemaat bulmuş ve Risaleleri yazmıştır; bu mü’minlerin teyididir. Fethullah Gülen yeryüzünde okullar kurdurmuştur…
Biz şimdi “Müçtehit Yetişme Merkezi”ni kuruyoruz. Eğer ortak bulabilirsek, eğer araştırmacı bulabilirsek, o da Allah’ın teyidi olacaktır. Ne var ki bunların hiçbirisi kolay olmamıştır, yine de kolay olmayacaktır. Sonumuz hayırlı olacaktır.
İnsanlar Kur’an üzerinde düşünmeye başladıkları zaman artık zafer yakındır.
Tekrar etmek isteriz ki, Kur’an’ı tahrif etme amacıyla da olsa Kur’an’la meşgul olanlar, sonunda Kur’an’a teslim olmak zorunda kalırlar. Onda gördükleri mucizenin karşısında muhalefete güç bulamazlar.
Kur’an’ın tahrifi nasıl olabilir?
Kelimelerin manâlarını değiştirmekle tahrif olur. Mesela “kamer” gökte geceleri görülen, görüntüsü 28,5 günde büyüyüp küçülen gök cisminin adıdır. Tüm Araplar bu kelimeyi bu manâda Arapça yapmışlardır. Herkes bunu böyle algılamıştır. Birisi çıkar ve “Kamer o değildir, Uranüs’tür!” diyebilir. İşte bu tahriftir. İcma ile sabit bir manâyı inkâr etmek tahriftir. “Benimki doğrudur, sizinki yanlıştır” demek de tahriftir. “Ben böyle anlıyorum, benim için doğru budur, sen öyle anlıyorsun, o da senin için doğrudur” demeliyiz. Evet, Kur’an ve Kur’an’ın insanlık tarafından ilgi ile takip edilmesi Allah tarafından teyittir.
“Adil Düzen”in teyidi de “Adil Düzen”e göre bir işletmeyi kurabilmemizdir. Mevcut düzende başarıya ulaştık ama “Adil Düzen”de başarısızız. Teyid-i İlâhi için sa’y ediyor ve dua ediyoruz. Yanlışımız varsa Allah’ın hidayet etmesini istiyoruz. Doğru yolda isek teyidini istiyoruz ve bunun için dua ediyoruz...