Enfal Sûresi-17
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ فَسَيُنْفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَ وَالَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَ (36) لِيَمِيزَ اللَّهُ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ بَعْضَهُ عَلَى بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَمِيعًا فَيَجْعَلَهُ فِي جَهَنَّمَ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ (37) قُلْ لِلَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ يَنْتَهُوا يُغْفَرْ لَهُمْ مَا قَدْ سَلَفَ وَإِنْ يَعُودُوا فَقَدْ مَضَتْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ (38)
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
(EinNa elLaÜIyNa KaFaRUv YunFıQUvNa EaMVAvLaHuM Lı YaÖudDUv Gan SaBIyLı elLAHı)
“Küfretmiş olanları Allah’ın sebilinden sad etmek için infak ederler.”
Küfrettiğinizden dolayı azabı zevk ediniz ifadesi ile bundan önceki âyet sonlanmıştı. Orada manâ verirken nankörlük ettiğinizden dolayı şeklinde ifade etmiş, o kâfirlerin Mekke kâfirleri olduğunu belirtmiş idik. Burada “ve” harfi getirmeyerek ve “hum” demeyip kâfirler kelimesini iade ederek onlardan başka olan kâfirlerden bahsetmektedir.
Bu kâfirler zamanımızın sömürü sermayesini teşkil eden kâfirler olmalıdır. Kur’an bu kâfirlerden İsra Sûresinde bahsetmekte, İsrail oğullarının en büyük güce erişeceklerini bildirmektedir. O güç bugünkü güçtür. Bugün sömürü sermayesi en güçlü durumdadır.
Bir daha böyle bir güce ulaşamayacaklardır.
Yalnız İsrail oğulları değil, dünyada hiçbir ümmet bu güce ulaşamayacaktır.
O halde, Mekke müşriklerinden sonra en büyük güç yalnız bunlar olacağına göre buradaki “Ellezîne” bugünkü sermayeyi ifade eder. Mekke müşrikleri o gün siyasi güce sahip değillerdi ama dünya ticaretini ellerinde tutuyorlardı. O gün Roma ve Kisra (İran) vardı ama halkı Mekke müşrikleri kadar ticaret ehli değildi.
Bugün de Amerikan Yahudileri siyasi güce sahip değiller ama dünyanın tüm ekonomisini ve ticaretini ellerinde tutuyorlar. Hallerinde müşabehet var, döngü var.
Amerika’nın sermaye sahibi iki yüz ailesi, ticaretle dünyanın en büyük gücünü elde etmiştir. Sonra faizi meşrulaştırarak faizle dünyayı sömürme imkânına ulaştı. Bu yetmedi; icat ettiği karşılıksız para ile bugün hiçbir emek harcamadan sömürüyor. Amerikan Merkez Bankası (FED) onlarındır. Amerika’ya doları faizli kredi olarak veriyorlar, ABD’ni sömürüyorlar. ABD de Amerikan Yahudi iş adamlarına kredi veriyor, onları güçlendiriyor. Onlar da dünyaya kredi açıyorlar veya dolarlarını satıyorlar ve bu şekilde dünyaya hâkim oluyorlar. Bugün siyasi gücünü kaybetmek üzere olan bu sermaye dolar gücünü korumaktadır.
Bunlar dünyayı nasıl yönetiyorlar?
1- Gümrükler ve vizeler koyarak insanların serbestçe gidip gelmelerini ve mallarını alıp satmalarını önlüyorlar. Böylece insanlığın yollarını kapatmakta ve gidip gelmelerini önlemektedirler. Gidiş dönüşleri vizeye ve pahalı yolculuğa bağlamışlar, oteller ancak onların desteklediği kimselerin dolaşmasına imkân vermektedir.
2- Karşılıksız enflasyonlu para sistemi ile fiyatlar ve ücretler anarşisini yaratarak insanların mallarını ve emeklerini değerlendirmelerini önlüyorlar, insanlığı birbirine bağlayan finans yollarını tıkıyorlar.
3- Kurdukları mafya ve onu dengelemek için oluşturdukları bürokrasiyi kullanarak insanlarda hareket etme mecalini bırakmamaktadırlar. Yola çıkarken ya mafyanın engeline takılıyorsun ya da bürokrasinin engeline. Her ikisi de insanlığın yolunu kesmektedir.
4- Çıkardıkları suni savaşlarla iki tarafı da değişik yollardan destekliyor, onları savaştırıyor, onlar arasına kin ve bağdayı koyuyor, dünya barışını bozuyorlar. Ya terör ya savaş; bunlardan istediğini beğen diyorlar.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا
(EinNa elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseler.”
Buradaki “küfretme” gerçekleri örtme, bile bile aksini iddia etme anlamında olabilir.
Bu hususta da sömürü sermayesi çok mahirdir.
1- İnsanlar yolsuzluk yaparlar diye suçsuz insanlara işkence yapılmakta, gereksiz yasaklar konmakta, gereksiz görevler yüklenmektedir. Kooperatifte yolsuzluk yapılıyor diyerek kooperatif yöneticilerine mal beyanı külfeti getirilmiştir. Kooperatiflerimizin yöneticileri Lütfi Hocaoğlu, Süleyman Karagülle ve Süleyman Akdemir, karakol ve savcılıklara sürüklenmektedirler. Böylece insanları bıktırarak ve korkutarak kooperatif kurmalarını önlemek istemektedirler. Asıl gaye kooperatifçiliği önlemek olduğu halde, bunu yolsuzluğu önlemek için yaptıklarını iddia etmek küfürdür.
2- Boşanmayı yasaklamak, aile müessesini yıkmak demektir. Görünüşte aileyi yaşatmak içinmiş gibi olduğu halde asıl gaye aile yıkmadır. İşte bu iddia da küfürdür.
3- Ağır vergiler ve vergi kaçırmaya karşı tedbirler güya kamu bütçesini artırmadır derler ama bu yaptıklarıyla ekonomi çöktüğü için bütçe açık vermektedir. İnsanlar kayıt dışı ekonomiye kaydıkları için büsbütün vergi azalmaktadır. İşte bu mantık da küfürdür.
4- Uyuşturucu kullanmayı serbest bırakıp uyuşturucu ticaretini yasaklama güya halkın sağlığını korumak içindir. Oysa ticareti yasaklanan malın mafyası doğar. Mal kıymetleneceği için daha çok üretilmeye başlanır. Pazar bulmak için de mafya gençleri uyuşturucuya alıştırır. Çin afyonu yasakladı diye sermaye Çin’e savaş açmıştı. İşte bu düşünce de küfürdür.
Bugünkü sömürü sermayesinin nankörlük dışında ne kadar gerçekleri bile bile gizleyen bir küfür içinde olduğu bu misallerde açıkça görülmektedir. Biz sadece dört tanesini saydık. İdamın kaldırılması da anarşinin ve mafya katillerinin oluşması için yapılmaktadır.
Bunlara benzer daha pek çok misal verilebilir.
“Ve” harfinin getirilmemesi ile bunların Mekke müşriklerinden farklı olduklarını, onlardan bahsetmediğini bildirmiştir.
“İnne” insanların onların bu hileli beyanlarına kanmış olduklarını ifade etmektedir.
Çok açık olan bu durumdan kaç milletvekilimiz haberdardır? Bu seminer notlarımızı sadece yirmi-otuz kişi okuyor. İşte insanlığın bu dalaletini bu “inne” ifade ediyor. Millî Görüşçü olduğunu söyleyen kaç kişi Erbakan’ın “TEŞHİS” ve “TEDAVİ” broşürleri ile “YENİ BİR DÜNYA VE ADİL DÜZEN” kitabını okudu ve gereğini yaptı? Onları okusaydılar seminer notlarımızı arar, bulur, okur ve gereğini yaparlardı.
يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ
(YuNFıQUvNa EaMVAvLaHuM)
“Mallarını infak ederler.”
“Nafak” köstebek yuvasıdır. Köstebek yuva yaparken iki çıkış yapar, düşman bir taraftan gelirse kendisi öbür taraftan kaçar. Eskiden çarşı kurulur, bir yerden girilir, öbür yerden çıkılırdı. Normal sokaklar tek giriş ve çıkışa sahip olurdu. Böylece güvenlik sağlanırdı. Çarşının ise kolaylık olsun, bir taraftan girilip öbür taraftan çıkılsın diye sokağı çift kapılı olurdu. Köstebek yuvasına benzetilerek bu yere “nıfak” denmektedir.
“İnfak etmek” demek bu sokağa gidip bir şey almak veya satmaktır.
Bir şey satarsanız malı harcarsınız, bir şey alırken de para harcarsınız.
“İnfak etmek” demek harcamak demektir.
“Nafaka” yiyecekler oradan temin edildiği için geçimliğin adı olmuştur.
İkiyüzlülük anlamında “münafık” göründüğü gibi olmayandır.
“Kâfir” gerçekleri gizleyerek karşı çıkandır.
“Münafık” gerçekleri savunup kötülük yapandır.
“Emvâl/mallar” kelimesi burada marifedir. Yani bilinen malları harcamak isterler denmektedir. Mekkeliler için bu mallar sahil yolundan giden kervanın servetini topluluk aleyhine kullanmaları şeklinde yorumlanabilir. Bugün ise sömürü sermayesinin karşılıksız para ile elde ettiği imkânlardır. Sermayenin kendisidir. Bu servet onların olmuştur.
Bugün bu sermayenin elde edemediği hiçbir şey yoktur. Oturduğumuz apartmanımız 12 dairedir, 2 milyar lira eder. İki dairesi kooperatifimizindir. Biri gelse, 2 milyon dolar verse, hemen satar 2 misli büyüklükte başka yerde ev alırız. Oysa onun ödediği şey sermayenin belki bir lira bile harcamadan elde ettiği dolarlardır. Bu durumda apartmanımızı ona her zaman bedava vermeye hazırız demektir! Dolayısıyla bugün yeryüzünde ne varsa aslında potansiyel olarak onun yani sömürü sermayesinindir.
İşte onlar bu mallarını yukarıda anlattığımız saddetmeler için kullanmaktadırlar.
لِيَصُدُّوا
(Lı YaÖudDUv)
“Saddetmek için (infak ederler).”
“Sad” kelimesi “sed” ile akrabadır. Aşılması zor geçitleri olan dağlara sed ve sad denmektedir. “Sed” suyu durdurup arkasında toplayandır. “Sad” ise suyun yolunu kesip başka tarafa akmasını sağlayandır.
“Saddetmek için” yapılandaki gaye, insanların bir araya gelmemeleri sağlama ve birlikte çıkar paralelliği içinde iş yapmalarını önleme çabasıdır.
Sermaye hep bunu yapmıştır. İslâmiyet’ten öğrendiği müsbet düşünmeyi Batı’ya taşımış, onları işçi olarak kullanmış, ürettirdiği malları dünyaya pazarlamıştır. Başından beri dünyadan ham madde alıyor, Avrupa fabrikalarında Hıristiyan işçilere işletiyor ve dünyaya satıyor. Buna Amerika’nın keşfi de katkıda bulunmuştur. Amerika’da para olarak kullanılmayan altınları bedava gibi satın almış ve dünya piyasasına böylece hâkim olmuştur.
Bu işte başarılı olması için Avrupalılara dünya pazarını göstermemiş, diğer dünya pazarlarına da teknolojiyi kapatmıştır.
Bu teknoloji tekelini yeryüzünde ilk kıran Gümüş Motor ile Erbakan olmuştur.
Bu sayede bugün bu teknoloji tekeli kırılmış, dünya sanayileşmeye başlamıştır.
Karşılıksız para, gümrük ve vize/pasaport musibetleri ise hâlâ devam etmektedir.
عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
(GaN SaBIyLılLah)
“Allah sebilinden.”
Buradaki “Allah” kelimesi insanlık anlamında topluluktur.
Sömürü sermayesi bugün bütün gücünü yeryüzünde serbest piyasanın doğmaması ve tüm alışverişlerin kendi kontrolünde olması için kullanmaktadır.
İstanbul Laleli’de pazarımız vardı. Tüm Sovyet (eski SSCB) halkı gelip oradan alışveriş yapıyordu. Dolayısıyla biz onlardan ucuz mal alma imkânına eriyorduk.
Sermaye ne yaptı?
Moskova’da Türklere büyük mağazalar açtırdı; tabii ki ana sermaye onların yani Amerikan Yahudi sermayesinin. Sonra Türkiye’ye ve Rusya’ya bavul ticaretini yasaklattı, imkânsız hâle getirdi.
İşte, insanların birbirleriyle alış-veriş yapmalarını önlemek, Allah’ın yani insanlığın sebilini saddetmektir.
“Sebil” şebeke hâlindeki yol demektir.
Burada bu kelimenin kullanılması çok beliğ bir durumdur.
“Allah sebili” bir yerden diğer yere götüren yol değildir, kişilerin ve toplulukların çevreleri ile ilişki kurdukları yol şebekesidir, ulaşım ağıdır.
Sermaye işte bu ulaşım ağına engeller koymaktadır.
Petrolün çıkarma maliyeti yarım dolardan azdır. Petrol bittiği zaman da alternatif enerji vardır. Dolayısıyla petrolü bir dolardan aşağı tutarsak maliyetler düşecek, ulaşım ucuzlayacak, insanlık süratle uygarlaşacaktır. Sudan elde edilen hidrojen enerjisine geçerek kirlilik problemi de halledilecek. Ama petrol tröstleri mesela Türkiye’de bir litre benzini dört-beş TL yapmakta, böylece maliyetler büyümekte ve insanlar pazar bulamadıkları için üretim yavaşlamaktadır. Böylece uygarlaşma ve insanlığın gelişmesi önlenmektedir.
Petrolun maliyet fiyatları ile akmasını önlemek Allah yolundan saddetmektir.
Bundan önceki “Allah” kelimeleri kâinatın rabbi Allah’ı ifade etmiştir. Buradaki ise topluluğu ifade etmektedir. Görülüyor ki biz manâları kurallar içinde vermekteyiz. İşimize geldiği gibi manâ vermiyoruz.
Bu âyetin ortaya koyduğu gerçekleri bugün dile getirmek, küfrün sebilullahtan seddetmesini anlatmak bir üniversite kurma işidir. Olaylar sadece bu gözle ele alınmalıdır.
Üniversite ile bu iş bitmez. Bu olayları halkın gözleri önünde canlandırmak için bununla ilgili romanlar yazmak, senaryolar oluşturmak, filmler/diziler çevirmek ve lise kitapları meydana getirmek gerekir.
Böyle bir çalışma sermayeyi bu işleri yapmaktan vazgeçirtir.
Sermaye yine boş durmaz, başka hileler bulur.
Onu önlemek için de “Adil Düzen İşletmeleri” devrede olmalıdır.
Yüz sene sonra bu yazdıklarımızı okuyanlar, demek ki olacaklar biliniyormuş diyecekler; çünkü olacakları Kur’an bildiriyor, Allah bildiriyor.
فَسَيُنْفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَ
(Fa Sa YuNFıQUvNaHAv ÇumMa TaKUvNu GaLaYHİm XaSRaTan ÇumMa YuĞLaBuVNa)
“Yakında onu infak edecekler, sonra o onlara hasret olacak, sonra da mağlup olacaklardır.”
Bundan önce muzari fiille infak ediyorlar, harcıyorlar denmektedir. Burada “Fe” harfini getirerek yakında infak edecekler denmektedir. Yani harcamaları bitecektir. İmkânlarını tüketeceklerdir denmektedir.
Evet, sermayenin siyasi gücünü kaybettiğini ama mâlî gücünü hâlâ koruduğunu hep söylemekteyiz. Bundan sonra ne olacağı hususunda bu güçlerini de kaybedecekler diyorduk ama bunu istihsan ile diyorduk. Şimdi Kur’an çok açık bir şekilde “yakında kaybedecekler” diyor, “güçlerini tüketecekler” diyor. Hem “Fa” harfini getiriyor hem de “Se” harfi ile başlıyor; yani burada gerçekleşecek olan bu yakınlığa iki işaret vardır.
Evet, bunlar çok yakında bu mâlî yani ekonomik güçlerini de kaybedecekler. En büyük güce sahipken bir gecede güçleri bitecektir. Bu çok basittir. Büyük devletlerden birinin ‘ben dolar istemiyorum, kendi paramla malları satıp satın alacağım, ben sadece ülkemin parası ile mal alıp satarım’ demesi ile bu iş biter. Sermaye bunun için savaş çıkarmak ister ama savaş çıkaramayacaktır. Nitekim bugün de çıkarmak için uğraşıyor ama başaramıyor. Elindeki imkânları harcayacak, Allah’ın sebilinden saddetmek için elindeki imkânı harcayacak ama başaramayacak ve o imkânı tüketecektir.
Kur’an diyor ki; sonra hasrette olacaktır, pişmanlık duyacaktır, bu imkânlarımı heder etmeseydim diyecektir.
Sermaye kendisini nasıl kurtarabilir?
Önce taahhüt ettiği doları altınla karşılama taahhüdünde bulunmalıdır. Yani yeniden doları altınla değiştirmeye başlamalıdır. Yeni dolar çıkarmalıdır. Mevcut olan doları bugünkü kurla altınla değiştirmeye başlamalıdır. Yani altın verene eski dolarlardan dolar vermeli, dolar isteyenden altın alarak dolar vermelidir. Bunu kuyumcular aracılığı ile yapmalıdır. Alış ve satış arasında fark koymamalıdır ama alış fiyatı ile satış fiyatını aynı tutmalıdır. Altının değerini bugünkü değerden aşağıya düşürmediği zaman bu harcamadan vazgeçmiş olur. Tüm alacakları ve elindeki değerleri bu altın kotası üzerinden faizsiz tutmalıdır.
Ama sermaye böyle yapmayacak, faizle sömürmeye devam edecek, karşılıksız dolar çıkaracak ve dolar bir gün sıfırlanacaktır. Yani kredisini tüketmiş olacak ve böylece iflas edecektir. İflastan sonra bir dönem geçecek, acısını bir zaman sonra duyacaktır.
“Sümme/sonra” kelimesi bunu ifade etmektedir.
Kesin mağlubiyetleri daha sonra olacaktır.
Demek ki önce elindeki doları Allah yolundan alıkoymak için harcamaya devam edecek ve gücünü tüketecektir. Bu ona sıkıntı verecek ve yaptıklarına pişman olacaktır. Gücünü biraz daha sürdürecek ve sonunda bentteki su kesilmiş olduğu için mağlup olacaktır.
İsrail Yahudileri ile Amerikan Yahudi sermayesi arasında farklılık vardır. İsrail toprakları İsrail devletinin olacaktır. Gazze ve Batı Şeria Tevrat’ta vaat edilen topraklara dâhildir, onların olacaktır. İslâm orduları İsrail’e girecekler ama onları oradan çıkarmayacaklardır. Kendi ülkelerinin yönetimi yerinden yönetimle kendilerine ait olacaktır. İslâm güçleri onların güvenliğini sağlayacaklar, ilimde ve ekonomide İsrail Yahudileri insanlığa hizmete devam edeceklerdir. Dünya Yahudileri de orada toplanacaklardır.
Burada bahsedilen Yahudiler İsrail Yahudileri değildir, burada bahsedilen Amerika’daki 200 aileden oluşan sömürü sermayesi sahipleridir, onlar mağlup olacaklardır.
فَسَيُنْفِقُونَهَا
(Fa Sa YuNFıQUvNaHAv)
“Onu infak edecekler.”
“İnfak etmek” harcamak demektir.
Birinci infak harcamaya başlamadır.
İkinci infak ise bitirmek, tüketmek anlamına gelmektedir.
Birinci infak harcamayı tasarlamak, ikinci infak ise harcama yapmaktır.
Her iki manâyı da vereceğiz.
Ne var ki manâ hangisi olursa olsun aslolan harcamanın biteceğidir. İkinci defasında “mal” kelimesi tekrar edilmediği için baştan tasarladıkları malı harcayacaklar demektir. Birincideki “emval” ahd için olduğuna ve ikincisinde “yunfikune minha” denmediğine göre o malların hepsini infak edecekler demek olur. Yani “infak” kelimesinde tüketme anlamı olmasa bile “emval” kelimesinin marife olması, sonra zamirinin ona gönderilmesinden mallarının tamamını harcayıp bitirecekler anlamı çıkar. “Fe” ve “Se”nin yan yana gelmesi bu bitmenin yakında olacağını ifade eder. Yani harcamak istediklerini sonunda harcayacaklar anlamı çıkmaktadır.
ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً
(ÇumMa TaKUvNu GaLaYHiM XaSRaTan)
“Sonra onlara hasret olacaktır.”
“Hasir(ha/sin)” susuz kalmış çorak yer demektir. Bir şeyi arzulamak anlamında kullanılmaktadır.
“Hasre” harap olmuş yer demektir. Mastar olarak yıkılmak, parçalanmak, çökmek anlamlarında kullanılmaktadır.
Hasret ve pişmanlık içinde ümitsizdirler. Yapacakları bir şey kalmadığını görecekler ve anlayacaklardır ki böyle yapmasalardı bu durumlara düşmeyeceklerdi.
Doların tepetaklak gitmesi yakında olacak ama sömürü sermayesinin çöküşü yakında olmayacaktır. Önce mâlî imkânlarını kaybedecekler. Sonra zaman geçtikçe dünya üzerindeki hükümranlıklarını kaybedecekler. En sonunda mağlup olup teslim olacaklardır.
Bu “SONRA/lar” “ADİL DÜZEN”in gelişmesi paralelinde olacaktır.
“ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI” önce “MÜÇTEHİTLER” olarak yetişecekler...
Sonra “ADİL DÜZENE GÖRE İŞLETMELER” kuracaklar...
Bunu “MAL SENETLERİ” ile başaracaklar...
“Faizli Para” yerine “İŞLETME SENETLERİNİ” kullanacaklardır. Senetlerin karşılığı “mal” olacaktır. Sonra para karşılığı rehnedilmiş senetler de olacaktır. “ALTIN, DEMİR, BUĞDAY VE TOPRAK SENETLERİ” geleceğin dünyasında “para” görevini görmeye başlayacak, artık para karşılığı senet çıkarılmayacaktır.
ثُمَّ يُغْلَبُونَ
(ÇumMa TuĞLaBuVNa)
“Sonra mağlup olacaklar.”
Hak ve kuvvet uygarlıkları 500 senelik başlangıç farkı ile biner sene sürerler.
Biri yükseklerde iken diğeri yeniden oluşmaya başlar.
Biri çökerken diğeri gelişmeye başlar.
Bunların toplamları sabittir.
Yani “Adil Düzen” geliştikçe “sermayenin sömürü düzeni” çökecektir.
300 yıl gelişme, 400 yıl duraklama, 300 yıl da çökme dönemi olur.
Demek ki…
Batı uygarlığının üstünlüğünü kaybetmesi için daha 300 yıla ihtiyaç vardır. Ne var ki dünyada süper güç olmak için buna ihtiyaç vardır. Yoksa on sene içinde İslâm devleti (Medine Devleti) kuruldu. Bu devlet bir asır içinde süper güç oldu. Batı uygarlığını (yani Roma ve Bizans’ı) geçmeye başlaması miladi (M.S.) 1000 yıllarında olmuştur (burada 1071 hatırlanabilir). Osmanlı İmparatorluğu zirveye 1500’lerde ulaşmıştır. 17’inci asırda artık gerilemeye ve 1683’den itibaren (Viyana Kuşatması) yenilmeye başlamıştır. Bu tarihi 1700 olarak kabul ederseniz, o zamana göre 2000 yılına 300 sene vardır.
“Sümme/sonra” kelimeleri bize bu dönemleri göstermektedir.
“ADİL DÜZEN” hukukta kısa zamanda dünyaya hâkim olacaktır.
Ne var ki insanlığın bu düzenden yararlanması tarihî akış içinde olacaktır.
Birinci Akevler uygulamasından istediğimiz sonuçları alamayışımız bu “sümme”nin gereğidir. Bediüzzaman da bu 300 seneye işaret etmektedir.
وَالَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَ (36)
(VaelleÜIyna KaFaRUv EiLAv CaHanNaMa YuXŞaRUvNa)
“Ve küfretmiş olanlar cehenneme haşr olunacaklardır.”
Bugün sömürü düzeninde direnenler yarın cehennemde haşr olunacaklardır.
Bunu ifade etmek üzere bu cümle getirilmiştir.
Yani sadece bu dünyadaki mağlubiyetleri ile kurtulamayacaklar.
Adnan Menderes’i ele alalım. On sene başbakanlık yaptı ve sonunda idam edildi. Ona on sene öncesinde denseydi ki; seni başbakan yapacağız ama on sene sonra idam edileceksin! Bunu kabul ederdi. Çünkü sonunda on sene başbakan olarak yaşamak, elli sene çiftçi olarak yaşamaktan her halde daha değerlidir. Ama Adnan Menderes’in işi de burada bitmemiştir; bilerek sermayenin uşaklığını yapmışsa, âhirette de hesap verecektir.
İktidarda olanlar veya zengin olanlar şunu düşünebilirler: Düşersek düşelim, fakirleşiyorsak fakirleşelim, yine de biz kazançlıyız. Hiç oralara yani o makamlara gelemeyenler ve hiç zengin olamayanlar vardır. Ama hesaplaşma burada bitmeyecektir; âhirette verilen iktidar nimetinden, verilen servet nimetinden sorulacağız...
O halde “zalim düzen”de iktidara gelemeyişimize ve zengin olamayışımıza hamd etmemiz gerekecektir; böylece âhirette o nimetten sual olunmayacağız...
Mü’minler bize kredi tanıyorlar; “ADİL DÜZEN”i deneyin, biz size imkân sağlayalım diyorlar. Bu da nimettir. Biz de işte bu nimetten sorulacağız...
Biz elimizden geleni yapmalıyız...
Sonuçlar bizi ilgilendirmez...
Nimete nankörlük yapanlar cehenneme haşr olunacaklardır.
وَالَّذِينَ كَفَرُوا
(ValLeÜIyna KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseler.”
“Küfretmiş olan kimseler” burada kelime olarak iade edilmiştir. Çünkü burada belirtilen kimseler Amerikan sermaye sahibi küfredenleri değildir. Oradaki “Lam” harfi ahd içindir, buradaki “Lam” ise cins içindir. Bu sebeple “hum” denmemiş de “küfretmiş olan kimseler” iade edilmiştir.
“Küfretme” bile bile gerçekleri inkâr etme, aksini iddia etme anlamında olduğu gibi; nimetlere karşı şükretmeme yani nimetlerin karşılığını vermeme de küfürdür.
Aslında bunların ikisi aynı manâdadır.
Madem ki Allah bize ilim verdi, gerçekleri gördük, o halde onu dilimizle ikrar etmemiz gerekir, ona göre amel etmemiz gerekir. Öyle yapmayıp da aksini iddia etmek nankörlüktür, küfranı nimettir. Demek ki Allah’ın verdiği nimetleri değerlendirmek iman ise; onu görmemek veya başka şekilde kullanmak da küfürdür.
Kur’an üzerinde duruldukça ıstılahları kavramak da kolaylaşmaktadır.
إِلَى جَهَنَّمَ
(EiLAv CaHanNaMa)
“Cehenneme…”
“Cehennem” fırın demektir.
Tav fırınları vardır, izabe fırınları vardır. Tav fırınları madenleri yarayışlı hâle sokan fırınlardır. Bu cehimdir. İzabe fırını ise madeni curuftan ayırır. Ekmek pişirilen fırına da “Tennur” denmektedir.
Cehennem eziyet yeri değildir, arınma yeridir. Oraya giden kimseler temizlenirler, arındırılırlar, ondan sonra normal hayata döndürülürler.
Kur’an cehennemdekilerin ebedi olduklarını beyan etmektedir. Zorlayarak teviller yapıp oradan çıkacaklarını iddia etmek zoraki tevil olur. Ama ebediyen eziyet içinde kalmaları hem adil değildir, hem de Kur’an’ın âyetlerine uygun değildir. Cehennemde olanlar cehenneme uyum sağlayacaklardır. Oradaki hayatları devam edecektir. Bu dünyanın sonu olduğu gibi âhiretin de sonu vardır, yeniden daha ileri hayata geçilecektir. İşte o zaman cehennemde düzelenler o sonraki âlemin cennetinde birleşeceklerdir.
يُحْشَرُونَ (36)
(YuXŞaRUvNa)
“Haşr olunacaklardır.”
“Ona haşr olunacaklardır” deniyor, “orada haşr olunacaklardır” demiyor.
Çünkü önce bütün insanlar âhirette arasatta toplanacaklar, orada hesap verecekler, kâfirler cehenneme mü’minler cennete gideceklerdir.
Kâfirler hesapları görüldükten sonra cehenneme gidecekler.
Burada bu genel kural söylenmiştir.
“Ve” harfi ile atfedildiği için bu dünyada ‘ben müslimim’ diyen herkes cennete gitmeyecektir, ‘ben kâfirim’ diyen herkes de cehenneme gitmeyecektir. Herkesin hesabı ayrı ayrı görülecek, cephede olanlar değil, iyi ve kötü olanlar cennete ve cehenneme gideceklerdir. ‘Lâilâheillallah’ diyen cennete gider, demeyen cehenneme gider hadisleri uydurmadır yahut o günkü şartlarda mü’minler zayıf iken diyen cennete gider demişlerdir.
“Adil Düzen”in terslendiği bir dönemde ‘Ben Adil Düzenciyim’ diyen cennete gider, demeyen cehenneme gider anlamı çıkmaz. Bu sebepledir ki küfredenler “Fa” harfi ile değil de “Ve” harfi ile zikredilmiştir. Cehennemdedirler denmiyor da oraya götürülmek için haşr olunur, sorguya çekilir ve muhakeme edilirler demektir.
لِيَمِيزَ اللَّهُ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ
(LiYaMIyZa elLAHu eLPaBiÇa MıNa elOayYıBı)
“Allah Tayyibden habisi meyz etsin diye.”
Evet, küfretmiş olanlar cehenneme haşr olunacaklardır.
“Habis” ve “Tayyib” hükümlerin temelidirler. Allah habisi haram etmiş, tayyibi ise helal etmiştir. Habis ve tayyibin manâsını kavrayabilmemiz için içinde yaşadığımız kâinatın yapısını bilmemiz gerekmektedir.
Kâinatın neden böyle yaratılıp başka türlü yaratılmadığını incelemek felsefedir.
İçinde yaşadığımız kâinatın nasıl bir düzen olduğunu anlamak ise ilimdir.
Felsefe ancak kâinatımızı anlamaya yardımcı olursa bir işe yarar.
Evet…
Kâinat bundan 13,7 milyar yıl önce yaratıldı, buna yakın bir zaman sonra da başka kâinata dönüşecektir. Burası orasını hazırlama alanıdır.
Kur’an’ın anlattığına göre bu dünya insanların yetişmesi için yaratılmıştır. Âhiret hayatına uyum sağlamaları için insanlar bu dünyada eğitilmektedir. Yaratıcı iyilerle kötüleri bir arada yaratmıştır. Bu dünya ayıklanma ve seçilme dünyasıdır. İyilerle kötüler birbirlerinden ayrılacaklardır. Bu ayrılma da insanların amellerine göre olacaktır.
Yapıcılar var, yıkıcılar vardır.
Yapıcılar, hayatı ve düzeni korumakla görevlidirler. Bu iş için çalışanlar sonunda düzeni korumakla kalmazlar; aynı zamanda kendilerini de yetiştirmiş olurlar ve âhirette cennette olmayı hak ederler.
Bir de yıkıcılar vardır. Onların görevi de mevcut düzeni yıkmadır. Onlar olmasa yapıcılara bir iş kalmaz, yapıcılar imtihan olunamazlar ve yetişemezler.
İşte, yeryüzünde kötülüğün var olması ve zaman zaman hâkim olması bu sebepledir.
Kötüler olmasa iyiler iyiliklerini nasıl ispat edeceklerdir?
Biz iyiyiz demekle iyilik ispat edilemez.
İşte, kötülük iyilerin iyiliklerinin ortaya çıkması için vardır.
Zulüm düzeni ve zalimler olmasa “Adil Düzen Çalışanları” kiminle mücadele edecekler ve kendilerini eğiteceklerdir? Karşı takım olmadan oyun olur mu?
Kur’an bunu böyle yorumluyor, bu kâinatın yaratılış hikmetini buna bağlıyor. Kur’an nâzil olduğu zaman insanların kâinata hâkimiyeti bugünkünün belki de binde biri değildi ama o gün insanın halife olduğu ve her şeyin onun emrine verildiği ifade edilmiştir.
Bu açıklamadan daha iyi açıklama yapılamamaktadır. Biz eğer ölüp gideceksek ne diye yaratıldık. 13.7 milyarlık kâinatta insanın yaşı yüz bin bile değildir, insanlığın ömrü kâinat ömrünün yüz binde biri kadardır. Kâinat neden var edildi, ne yararı vardır? Kendi kendine var olsa bile neden bu kısa zaman için ortaya çıktı? Bunun dışında hiçbir makul izahı yoktur.
Kur’an’ın izahında anlaşılmayan nokta kâinatın neden kademeli evrim içinde yaratıldığı hususudur. Allah insanları kırk yaşında yaratamaz mıydı? İnsana bu denli çile çektirmeye ne gerek var? Bizi cennette yaratıp orada O’nun istediği seviyede olamaz mıydık? Buna, Allah’ın gücü ancak bu kadarına yetti diyebiliriz. Öyle olsa bile, bizim yapacağımız bir şey yoktur yahut Allah böyle istediği için böyle yaptı diyoruz. Kur’an böyle diyor. Sonuç değişmez. Oluş böyledir. Kabullenmenin dışında söyleyeceğimiz bir söz olmaz.
Böyle olduğu için yani Allah’ın ister gücü yetmediği için isterse öyle istediği için yapmış olması bizim O’na karşı saygımızı ve itaatimizi değiştirecek değildir. Kâinat madem ki böyle yaratılmış biz de ona aynen uymak durumundayız.
Allah bize diyor ki; sizi dünyada eşit şartlar içinde yarattık, yarışmaya soktuk. Kazananları cennete, geri kalanları cehenneme götüreceğim. Bunu kabullenerek ona göre hareket etmemiz gerekir. Kabullenmediğimizde cehenneme gitmeyi hak ederiz.
İşte bir oluşta oluşu sürdürmekte olanlar vardır, oluşu durdurmak isteyenler vardır. Oluşturanlar tayyib, durduran bozucular habistirler. Yararlılar tayyib, zararlı olanlar habistirler. Yararlıyı ve zararlıyı tanımlamak zordur. Onun için yapıcılık yararlı yıkıcılık zararlıdır. Bitkiler yapıcıdırlar, sadece kendilerini koruma zehirleri vardır. Çürütücü bakteriler ve mikroplar habistirler.
لِيَمِيزَ اللَّهُ
(LiYaMIyZa elLaHu)
“Allah’ın meyz etmesi için”
“Meyz” kelimesi Arapçada “Fevz” kelimesine akrabadır. “Fevz” Gölgeliktir. Gölgeye girmek anlamında “kurtulmak”, mezara girmek anlamında “ölmek” demektir.
“Fevz” kelimesi lazımdır, kendisini sıcaktan ayırıp gölgeye girmektir.
“Meyz” ise müteaddidir, sıcaktan ayırıp gölgeye girdirmektir.
Normal olarak hak bâtıldan temyiz edilir. Maksat tayyibin pislikten arındırılmasıdır. Ama Kur’an aksini söylemektedir; pisliği temizlikten ayırmak için. Onları ayırıp yok etme değil, onları da gerekli yere koymadır.
Mikroplar aslında kendi kendilerine de zarar verirler. Birini hasta ederler ve öldürürler ama işleri biter ve kendileri de ölürler. Allah onları korumaya alır, sonra bir daha çoğalacak durumda tutar. Yani denge habisin yok olmasını değil, varlıklarını sürdürmelerini sağlamaktadır. Eğer tayyib içinde kalsalar sonunda tayyib galip gelir ve onlar tamamen ortadan kalkar. Bu sebeple onların tamamen ortadan kalkmasını önlemek için onları temyiz etmektedir. Hiçbir zaman habis yok olmayacaktır. Hastahaneler hastayı tedavi etmekle uğraşıyorlar ama hastalığı ortadan kaldırmayı düşünemiyorlar veya başaramıyorlar.
الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ
(eLPAvBiÇa MıNa elOayYıBı)
“Tayyibden habisi”
Tayyibden habisi ayıracaktır. Yıkıcıları yapıcılardan ayıracaktır. Asıl olan tayyibdir. Sadece tayyibin eksikliklerden arınmış olması için ve tam tayyib olması için içlerine habis sokulmuştur. Görevleri bitince aralarından onlar ayrılacaktır. Tayyib zaten tayyib olarak kalacaktır. Habisin yeri değiştirilecek, tayyib yerinde kalacaktır.
Habisin bu durumunu burada anlatmaktadır.
Kur’an’da “temyiz” kelimesi dört yerde geçmektedir. Biri Yasin’de “bugün ey suçlular ayrılın” denmektedir. Diğerinde cehennemin temeyyüz etmesinden bahsetmektedir. İki yerde tayyibden habisin temyizinden bahsetmektedir.
Burada temyiz ettiği yani ayırdığı pislikleri nereye götüreceğini anlatmaktadır.
Diğerinde ise götürüleceği yerler meskûtun anh olarak geçilmektedir.
“Habis” burada sıfatı müşebbehedir. Müfret olarak getirilmiştir.
Bir müfret topluluğun sıfatı olabilir mi?
Temyiz edilen kâfirler ile mü’minler midir, yoksa kötülük ile iyilik midir?
“Habis” kötülüktür.
“Tayyib” de iyiliktir.
Burada temyiz edilen kişiler değildir; işlerdir, yapılanlardır, pisliklerdir, artıklardır.
Kâfirler cehennemde haşr olunuyorlar.
Neden?
Habis tayyibden temeyyüz etsin diye. Yani insanlar, melekler ve cinler öğrensinler ve görsünler ki cennete gitmek için tayyib habisten temeyyüz etmektedir. Yani hak ile bâtıl bir tutulmayacaktır. Yıkıcılık yapıcılık gibi değildir. Bunun anlaşılması için bu ayırım yapılmaktadır. İyilik ve kötülük insanlarla yapılmaktadır. İnsanlardan ayrılmamaktadır. Dolayısıyla asıl gaye kötülüğün ortadan kalkmasıdır. Kötülüğü ayırmadır. Ama kötülük tek başına ayrılmadığı için kötülük yapanlar da kötülükle birlikte cehenneme gönderileceklerdir.
Belki otuz yıl önce bir lisede Yeşilay adına konuşmuştum.
Orada dedim ki;
Biz kötülerle değil, kötülükle mücadele ediyoruz... Düşmanlığımız içki içenlere değil, içki içmeyedir... O günden bugüne bu sözü delilsiz tekrar ederdim...
Bu âyet bize bu gerçeği ortaya koymaktadır. Kötülük cehenneme gönderilmekte ama kötülersiz gönderilemedikleri için Allah onları da oraya gönderiyor.
وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ بَعْضَهُ عَلَى بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَمِيعًا فَيَجْعَلَهُ فِي جَهَنَّمَ
(Va YaCGaLu eLPaBIyÇa BaGDaHUv GaLAy BaGWın FaYarKuMaHUv CaMIyGan Fa YaCGaLaHUv FIy CaHanNaMa)
“Ve habisin bazısını bazısı üzerine ca’leder. Cemian rekmeder.
Ve onu cehennemde ca’leder.”
Arapçada “bazı” kelimesi Türkçedekinden biraz farklı kullanılır. Bazı eşyanın parçaları için de söylenir, topluluğun fertleri için de söylenir. Çok eşya için söylendiğinde “ba’duha alâ ba’din” denir. İnsanlar için söylendiğinde “ba’duhum alâ ba’d” denir. Eğer iki şey için söylenecekse “ba’duhu alâ ba’din” denir. Türkçeye tercüme ederken “bazısını bazısı üzerinde” demeyiz de “birini diğeri üzerine” deriz.
Burada habisteki iki parçanın birini diğerine ekle anlamındadır.
O halde habisin iki parçası nedir?
Bundan önceki açıklamada söylediğimiz gibi; kötüler vardır, kötülükler vardır. Bunlardan biri insanlardır, diğeri ise olaylardır. Habis bu ikisinin birleşmesidir, birlikte oluşmasıdır.
Dünyada kötülükleri yapanlar her zaman kötülükleri yapıp ayrılabilmektedir, iyilik tarafına geçebilmektedir. O halde bunlar birbirinden ayrılmaz durumda değildirler. Oysa âhirette bunlar yani kötülükler ile kötüler birbirinden ayrılmazlar, birlikte cehenneme gönderileceklerdir. Artık onların ayrılması söz konusu olmayacaktır. Onlar oradan huruc edecek değildirler âyeti bunu teyit eder. Onu yani habisi birlikte cehenneme ca’leder.
Zamir müfrettir. Bir şey nasıl “cemian” olur? Çoğul isimleri vardır. Onlar kelime olarak tekildir ama manâ itibariyle çoğuldur. Mesela “NÂS” böyle bir kelimedir, “ARAP” böyle bir kelimedir. Onlar için “CEMİAN” kelimesi kullanılır. Burada da “habis” kelimesi müfrettir ama kötülükler bir topluluktur. Yani habis tek başına bir varlık veya sıfat değildir. Tayyib de öyledir. Bir topluluğun adıdır. Kendisi müfrettir ama manâsı çoğuldur.
Şimdi tayyib ile habisi yeniden tarif edebiliriz.
Çıkar beraberliğine dayanan topluluğun adı “tayyib”dir.
Çıkar çatışmasına dayanan topluluğun adı ise “habis”tir.
Böyle anladığımız zaman, çıkar çatışmasına dayanan toplulukları bir arada cehenneme gönderirler. Çünkü oradaki düzen çıkar çatışmasına dayanacaktır. Oysa cennetteki düzen çıkar beraberliğine dayanacaktır.
Şimdi cennet ve cehennemi bu yönüyle de tanımlayabiliriz.
Barış içinde çıkar beraberliğine dayanan düzenin olduğu yer cennettir. Oradaki insanlar hep “selâm selâm” derler yani “barış barış” derler.
Çıkar çatışmasına dayanan düzenin olduğu ve boğuşma ile düzenin kurulmuş olduğu yer de cehennemdir. Orada suçları hep birbirlerine atarlar, birbirleri için kötülük isterler.
Cenneti ve cehennemi böyle tanımladığımız zaman “ateş” kelimesi mecaz olabilir.
وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ
(Va YaCGaLa eLPaBIyÇa)
“Ve habisi ca’leder.”
“Ca’letmek” görevlendirmek demektir. İnsan yeryüzüne halife olarak görevlendirilmiştir. Tayyib olan ve çıkar beraberliği içinde yaşayan topluluk cennette görevli kılınmıştır. Çıkar çatışmasına dayanan topluluk cehennemde görevli kılınmıştır.
Demek ki cehennem düzenini yürütme görevi de yine insana verilmiştir. Oranın halifesi de yine insandır. Yeryüzünde iki denge vardır. Canlılar böyle yaşarlar. Çıkar beraberliği ve çıkar çatışması dengeleri vardır.
Mü’minler çıkar beraberliğine dayanırlar ve yapıcı olurlar.
Kâfirler ise çıkar çatışmasına dayanırlar ve yıkıcı olurlar.
بَعْضَهُ عَلَى بَعْضٍ
(BaGDaHUv GaLAy BaGWın)
“Bazısını bazısının üzerine ca’leder.”
Kötülerle kötülükleri birleştirir anlamı olduğu gibi cehennemdekileri birbirinin üzerine görevli kılar, barış düzeninde hâkim ve mahkûm yoktur, insanlar birbirine eşittir. Herkes kendi görevini yapar ve hakkını alır. Anlaşmazlıklar tarafların hakemleri tarafından çözülür.
Buna hukuk düzeni diyoruz.
Oysa askeri düzende ast-üst düzeni vardır. Üstler astların üzerindedirler, onları yönetirler. O halde cennette hukuk düzeni vardır. Cehennemde ise askeri düzen vardır. İki kişi bir araya geldi mi biri diğerinin amiri olur, o onun emrine girer. Allah burada aynı zamanda askeri düzeni anlatmaktadır.
فَيَرْكُمَهُ جَمِيعًا
(FaYarKuMaHUv CaMIyGan)
“Cemian rükmeder.”
“Rükbe” diz demektir. “B” “Mim”e dönüşmüş, üst üste binmiş anlamı kazanmıştır.
“Rekebe” binme manâsına da gelir, üst üste bindirir. Üstü astına hâkim kılar, amir kılar anlamındadır.
“Cemian” kelimesi de birliği ifade eder.
Ordu sonunda bir tek kişiye dayanarak birlik oluşturur.
Başka bir ifade ile hukuk düzeninde yani cennette işler ve olaylar birbirine binmiştir, bir düzen içinde oluşmaktadır. Onları yapanlar hürdürler. Yapılan iş bellidir. Yapanlar ise kendi istekleri ile kendileri seçerek yaparlar.
Askeri düzende ise birlik kişilerde sağlanmakta, sonunda herkes bir adamın emrine girmektedir. Buradaki anlatılışla çöpler bu habise kıyas edilerek ayıklanır, preslenir ve sonra fırına konup suyu uçurulur. Tecrit edilir ve toprağa gömülerek yeryüzünün temizliği korunur. Buna temsil diyoruz. Yani benzeterek işlem yapmadır. Yani çevre kirliliğinden nasıl korunacağını anlatmış olmaktadır.
فَيَجْعَلَهُ فِي جَهَنَّمَ
(Fa YaCGaLuHUv FIy CaHanNaMa)
“Onu cehennem içine ca’leder.”
İnsanı yeryüzüne halife kıldığı gibi askeri düzene tâbi olanlar da birlik içinde cehennemde halife olurlar. Hukuk düzenini isteyenler yani çıkar beraberliğine dayanan düzeni isteyenler de cennette halife olurlar.
Böylece insanlık ikiye ayrılmış ve her iki tarafın halifesi olmuş olur.
Burada “Fi’l-ardı” dediği gibi “Fî cehenneme” denmiştir. Oraya ca’ledildiğini ifade etmiştir yani halife kılındığını anlatmaktadır. Buradaki müfret zamir habise gitmektedir, insan gibi bir manâ taşımaktadır.
أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
(EuLAEiKa HuMu elOASiRUvNa)
“İşte onlar hasirdirler.”
“Husr”, “Hasre” harap olmuş yer demektir. Fiil olarak yıkılmak, parçalanmak, çökmek anlamlarında kullanılmaktadır. “Hasir” kelimesi buradan gelir.
Bir işletmenin iflas etmesi hasardır. Borcu alacağından çok hâle geldiği zaman hasara uğramış demektir. Zarar etmek anlamındadır. Burada erkek çoğul sigası ile haber getirmiştir. Habis olanın insan topluluğu olduğuna işaret etmiştir. İnsanlardan oluşmuş toplulukların müfret isimlerine müfret zamir gönderilebileceği gibi kurallı çoğul zamir de gönderilir.
Cehennemi seçenler yani kuvveti üstün tutan düzeni seçenler cehennemi seçmişlerdir. Orada böyle bir hayat yaşamaya devam edecekler, istedikleri düzende yaşayacaklardır.
قُلْ لِلَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ يَنْتَهُوا يُغْفَرْ لَهُمْ مَا قَدْ سَلَفَ وَإِنْ يَعُودُوا فَقَدْ مَضَتْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ
(QuL Li elLaÜIyNa KaFaRUv EiN YaNTaHUv YuĞFaR LaHuM MAv QaD SaLaFa Va EiN YaGUvWUv FaQaD MaWaT SunNaTu elEavVaLIyNa)
“Küfretmiş olanlara kavlet, intiha ederlerse self edilip mağfiret olunacaklardır, avdet ederlerse evvelkilerin sünneti medy etmiştir.”
Küfreden kimseler iade edilmiştir. Burada muhatap olan küfredenler, âhirette haşr edilen küfredenler değildir. Burada hitap edilen küfretmiş olanlar, Mekke müşrikleri idi. Şimdi ise Amerika’daki Merkez Bankası’nın (FED) sahibi sermaye sahipleridir.
Kur’an her bin yılın başında yeniden nâzil olur, olayları yeniden ele alır. Nasıl matematikteki formüller aynıdır ama uygulama yere ve zamana göre değişmektedir, Kur’an da böyledir; her çağın ve yerin uygulamasında zikredilenler farklıdırlar.
Küfreden kimselere denmiş ama Resule hangi cümle ile söyleyeceğini söylememiştir. Buradaki “Lam”ı tebliğ lamı yapmayıp talil lamı yapanlar vardır. Onlar için böyle söyleyin böyle düşünün anlamı çıkar. Tebliğ lamı olsaydı fiil-i muzariler “Y” harfi ile “T” harfi ile gelmeli idi. Kendi cümlelerinle söyle anlamında “Y” ile gelmiş olabilir.
“Lam”ı ta’lil lamı olarak alırsak siz onlar için böyle düşünün demektir. Dolayısıyla vazgeçerlerse ona göre muamele yapın demek olur. Tebliğ lamı olursa kendi dilleri ile onlara anlatın demek olur.
Sermaye Arapça bilmediğine göre Arapça ifade ile söyle emrinin tevil edilmesi gerekirdi. Yani siz Türkçe veya İngilizce söyleyin denmiş olur.
Bu emir bize yabancı dillerle neşriyat yapmamız gerektiğini ifade etmiş olur.
Demek ki “Bin Dil Üniversitesi”ni kuracağız. Üniversite binası çok katlı olacak ve her katta bir dil konuşulacak. Oraya gelen o dili konuşanlar, bodrum katlarında çalışacaklar ve geçinecekler, iş öğrenecekler, yukarıdaki katlarda yani lojmanlarda da kendi dilleri ile Arapça arasında tercümeler yapacaklardır.
Bu blok apartmanlardan yüz tanesi bin dili oluşturacaktır. Bu da bir ilçe büyüklüğünde yer olacaktır. Bizim bu projeleri insanlığa götürmemiz gerekmektedir.
O halde “Müçtehit Yetişme Merkezi” projemize inanmamız gerekir. Bu projeye katılma ehliyetine sahip olmayanları Allah bizden uzak tutar. Biz sevdiklerimizle değil, Allah’ın sevdikleri ile yola devam etmek durumundayız. Allah elbette bir Ömer’i gönderecektir.
Bu dünya imtihan dünyasıdır. Tevbe her zaman mümkündür. Dolayısıyla geçmişte ne yapmış olurlarsa olsunlar, “ADİL DÜZEN”i kabul ettikten sonra artık suçlanmazlar. “Adil Düzen”i dil ile kabul etmeleri selamette olmaları için yeterlidir. Düzen değişince yeni düzene intibak edenlerden eskiden yaptıkları sorulmaz.
Bu sebepledir ki AK Parti’yi kapatmaya kalkışanlar muhakeme edilebilir, cezalandırılabilir ama 28 Şubatçılar cezalandırılamaz. Çünkü onlar yeni düzeni kabullenerek ihtilâl yapmaktan vazgeçmişlerdir.
Demek ki savcıların asıl görevi bugünkü düzene karşı oluşumları takip etmek iken, onlar eski defterleri karıştırıyorlar. Gayeleri hedef şaşırtmaktır, yeni ihtilâllere imkân hazırlamaktır.
Teşebbüs tam teşebbüs hâline gelmedikçe cezalandırılamaz. Haber alınır, tedbir alınır ve beklenir. Tam teşebbüse geçildiği takdirde bertaraf edilir. Hukuk düzeninde fiillere ceza verilir, kasıtlı fiillere ceza verilir. Kasıt da fiilin işlenmiş şekli ile belirlenir. Tokat atanın kastı öldürme değildir. Kılıcı saplayanın kastı öldürmedir. Ölüm olmadıkça da ölüm cezası verilemez, yaralama cezası verilir.
Tevbe etmez de hâlâ eski düzenin yerine gelmesini isterlerse, işte o zaman sünnetullah devreye girer ve helâk olurlar, cehennemlik olarak haşr olunurlar.
قُلْ
(QuL)
“Kavl et.”
Buradaki muhatap kimdir, kim söyleyecektir?
Önce mü’min olan ve Kur’an ahkâmının yeryüzüne hâkim olması için çalışan herkes karşısına çıkan sömürü sermayesinin yandaşlarına söylemelidir:
“Kuvveti üstün tutan çatışmacı düzenden vazgeçiniz; faizden, zinadan, rüşvetten ve terörü finanse etmekten vazgeçiniz.” demelidir.
Sonra, cemaat olup Kur’an düzenini öğrenmeye çalışanların sorumluları da karşı tarafın sorumlularına söylemelidirler.
Sonunda mü’minler kendilerine bir merkez kent seçmeli, yeni Medine şehrini oluşturmalıdırlar. Oranın başkanı sermaye temsilcisine söyleyecektir.
Hazreti Peygamber Hudeybiye anlaşmasından sonra bütün dünya liderlerine mektup yazarak davet etti yani buradaki “Kul” emrini yerine getirdi.
Biz de yüz dairelik on blok yapar, orada İslâm düzenini kurarsak, başkanımız tüm dünyayı Hakk’a çağırmalıdır. O zamana kadar uygulamalar yapmalı ve kitaplar yazmalıyız.
لِلَّذِينَ كَفَرُوا
(Li elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olanlara”
Buradaki küfretmiş olanlar o zaman Mekkelilerdir.
Şimdi de ABD’deki 200 aileden oluşan sömürü sermaye sahipleridir. Onların arkasından giden Bilderbergciler, Masonlar, Lions ve Rotaryan müntesipleridir. Biz onların temsilcileri ile karşılaşınca anlatmalıyız.
Bu büyük bir örgüttür. Tüm sermaye onların elindedir. Tüm basın ve yayın onlarındır. Okullar ve üniversiteler onlarındır. Evet, meclisler, hükümetler, ordular onlarındır.
Nasıl olacak da biz birkaç kişi bunları yeneceğiz?
Bizi ümitsizliğe düşüren onların cesameti değildir, Müslümanların faizci hareketi değildir. Bizi ümitsizliğe düşüren verdiği sözde duran kimsenin kalmamasıdır, kimsenin ‘ben söz verdim sözümü yerine getireyim’ dememesidir.
Biz de sözlerinde durmayanları hoş karşılar hâle geldik.
Kimse sözünde durmuyorsa, o zaman insanlarla görüşmenin ne anlamı olur.
İşte bu sorunu daha çözmüş değiliz. Sözlerinde durmayanlara ne gibi bir muamele yapacağız, onlardan hicret mi edeceğiz. O zaman da çevremizde insan bulamayacağız.
Allah elbette bunun çözümünü de bize bildirecektir.
إِنْ يَنْتَهُوا يُغْفَرْ لَهُمْ مَا قَدْ سَلَفَ
(EiN YaNTaHUv YuĞFaR LaHuM MAv QaD SaLAFa)
“İntiha ederlerse selefde olan mağfiret olunur.”
“Allah mağfiret eder” denmiyor da “mağfiret olunursunuz” deniyor.
Biz de mağfiret edecek, geçmişi kurcalamayacağız.
“Seleftüm” denmiyor da “Selefe” deniyor. Çünkü bozuk düzende biz de kötülük yapmışızdır. Tüm geçmiş mağfiret edilecektir. Affedilmeyecek, mağfiret edilecek.
Affetme demek o fiili yapmamış saymaktır. Mağfiret etme demek fiili var saymak ama cezalandırmamak demektir. Geçmiş bilinmelidir, soruşturma devam etmelidir ama kimse cezalandırılmamalıdır.
وَإِنْ يَعُودُوا
(Va EiN YaGUvWUv)
“Ve avdet ederlerse...”
“Avdet etmek” eski duruma dönmek, devam etmek demektir.
“İntiha etmezlerse” denmiyor da “avdet ederlerse” deniyor. Yani önce mağfiret edilmeleri için onların nihayet verdiklerini beyan etmeleri gerekir.
Biz artık faizli işler yapmayacak, zina ve fuhşa insanları zorlamayacak, rüşvet vermeyecek, teröristleri desteklemeyeceğiz diyeceklerdir.
Onlar bunu deyip Hakk’a teslim oluncaya kadar onlarla cihada devam edeceğiz.
Yüz dairelik inşaat projemiz, aşiret ve kabile çalışmalarımız, müçtehit yetişme merkezleri kurmamız, onları mağlup edecektir. Onlar ister istemez bundan vazgeçtik diyecekler. Ama sonra fırsat buldukça fiilen devam edeceklerdir. İşte o zaman evvelkilerin sünneti gelecektir.
Ergenekoncuları ve Balyozcuları önce siyasi güç davet eder. Siz bu yaptıklarınızdan vazgeçiyor musunuz, darbe ve ihtilâl taraftarlığından tövbe ettiğinizin beyanını veriyor musunuz? Vazgeçip tövbe ediyorsanız biz sizi affedeceğiz diyeceklerdir. Onlar ‘evet’ diyeceklerdir. Genel af kanununu çıkaracağız. Vazgeçtiğini beyan edenler bundan yararlanacak, eski yaptıklarından sorumlu olmayacaklardır. Sadece kişilere karşı tazminat hukuku geçerli olacaktır. İşte ondan sonra yine de bu faaliyete karışırlarsa, o zaman Kızılay Meydanı’nda her apartmanın balkonunda biri asılabilir.
فَقَدْ مَضَتْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ
(FaQaD MaWaT SunNATu elEavVaLIyNa)
“Evvelkilerin sünneti geçmiştir.”
“Evvelîn” burada kurallı çoğul olarak gelmiştir. Bunlardan biri bize örnek olabilir. Onların helâk olmaları mağlup olmalarıdır.
Medine Yahudileri ihanet edince hakem kararı ile asıldılar. Kimseye merhamet edilmedi. Fesada devam edince de Arabistan’dan sürüldüler.
İşte, sünnetü’l-evvelîn budur.
Sosyalistlerin sünneti kapitalistlerin de başına gelecektir. Çok güçlü görülen sosyalizm yani SSCB çöküp gitti, o rejim diktatörlerinin heykelleri devrildi.
Benzer şekilde kapitalistlerin saltanatı da çöküp gidecektir. Obama belki de kapitalizmin Gorbaçov’u olacaktır. Obama iktidardan inse bile orada da bir Putin ortaya çıkacak ve Obama’nın yaptığını veya yapmaya başladığını devam ettirecektir. Dikkat edilirse direnme olmadığı için kanlar da akmıyor.
Burada fiil-i mazi getirilerek geleceğin kesinliği ifade edilmiştir. Yani onların üzerinde de eskilerin üzerinde olanlar olacaktır. Bunların hepsi takdir-i ilâhidir. Olanlara uymak mecburiyetindeyiz. Biz bize düşenleri yapacağız, kalanına karışmayacağız.