Enfal Sûresi-11
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنْتُمْ تَسْمَعُونَ (20) وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ (21) إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ (22) وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْ وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ (23)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ
(YAv EayYuHa elLaÜIyNa EAvMaMUv EaOIyGu elLAvHa Va RaSUvLaHu)
“Ey iman edenler Allah ve resulüne itaat ediniz.”
“Ey iman edenler” bu sûrede altı defa geçmektedir; 15, 20, 24, 27, 29, 45. âyetlerde geçmektedir. Sûre 75 âyettir. Sûrenin 15’inci âyetinde başlayıp 45’inci âyette sona ermesi bu hitabı bir yere doğru bir araya getirmiştir.
Daha önce Bedir savaşçıları anlatılmış, bu hitap Bedir’den sonra başlamıştır. Mü’minler savaşmadan evvel de mü’min idiler. Askerlik Bedir savaşında başlamıştı. Bedir savaşından sonra mü’minlere “Ey iman edenler” olarak hitap etmiştir. Sûrenin yarısından sonra nebiye hitap etmektedir.
Bir topluluğun yönetimi dört kuruma dayanmaktadır.
Birinci kurum “yasama”dır.
Kuvvete dayalı sistemlerde topluluğa hâkim olan kuvvet kurallar koyar, topluluk o kurallara göre yaşar. Batı’da bu kural uygulanmaktadır. Dört veya beş senede bir seçimler yapılarak kimin yani hangi grubun kuvvetli olduğu tesbit edilmekte, sonra onun koyduğu kurallar yasa olmaktadır. Bugün bu kuvvet sermayenindir. Sermaye parası ile istediği partiye seçim kazandırır, ona istediği kuralları koydurur.
Tarih öncesi dönemlerde din hâkim olmuştur.
Sonra siyasiler hâkim oldular.
Şimdi de ekonomi yani sermaye hâkimdir.
Kur’an ise yasamayı “sözleşmelere” dayandırmaktadır. Müçtehit âlimler “tip sözleşmeler” hazırlayacak, kişi hangi âlimin içtihatlarını kabul ederse o onun içtihatlarıyla ilzam olunacaktır. Bunun için altı mertebede içtihat kabul edilmiştir.
1- Ümmiler: Bunlar ne yapacaklarını bilmedikleri gibi soruyu da sorma gücüne sahip değildirler. Velileri (anne babaları) ne derlerse onu yaparlar.
2- Sailler: Kendileri nasıl yapacaklarına karar veremiyorlar ama ne yapacaklarını veya bir şey yapacaklarını biliyorlar. Bunlar için seviye içtihat sormadır, soracakları kimseleri seçmedir. Bu da onlar için içtihattır.
3- Amiller: Belli ilmî seviyeyi alanlar, nasıl yapacaklarını bir defaya mahsus olmak üzere bilenlere sorarlar, onlardan izin alırlar ve ondan sonra artık kendi kendilerine gereğine kendileri karar verir ve içtihat ederler.
4- Ehl-i Zikr: Bunlar için yazılı kurallar vardır. Örnek sözleşmelerden birinin sözleşmelerini benimseyip onu okur ve kendileri o mezhebe göre amel ederler. Bunların içtihadı müçtehidini seçme şeklindedir. Bunlar değişik müçtehitlerin içtihatları ile amel edemezler. Seçtikleri müçtehidin içtihatlarını uygulayacaklardır.
5- Fakih: Seviyeleri kendi başlarına içtihat yapma seviyesine ulaşmıştır ama daha/henüz içtihatlarını tanımlayamamışlardır. Bunlar değişik müçtehitlerin görüşlerinden kendileri tercih yapabilirler, yazılı metin hâline getirirler. Bunların mezhebine katılanlar onunla ilzam olunurlar.
6- Rasih ise doğrudan içtihat yapanlardır. Bunların başka müçtehitlere tâbi olmaları söz konusu değildir. İlmî dayanışma ortaklıklarını bunlar kurarlar. Aynı dayanışma ortaklığında ortak olanların şeriatı yani kanunları o müçtehidin içtihatlarıdır.
Burada şu sorulabilir:
- Aynı mezhepte olmayanlara hangi hükümler uygulanacaktır?
İspat külfeti kime ait değilse onun mezhebinin hükümleri uygulanır.
Bugün de uluslararası hukukta bunlar uygulanmaktadır.
Kamu hukukunda ise yerel yönetim esastır. Her bucak kendi kamu hukukunu icmalarla sağlar. Başkan istişare eder. Karar alır. Hakemlere gidilir. Böylece karar kesinleşir.
Böyle bir toplulukta herkesi ilgilendiren çeşitli kurallar oluşur. Kural olduğu için birlik sağlanıyor, herkes kuralı kendisi koyduğu için de özgürlük korunmuş olur. Yerinden yönetimle “hicret demokrasisi” oluşmuş olur.
Kurallar içinde herkes hareket eder. Buna “yürütme” diyoruz. Bütün halk kurallara göre hareket yaparak üretim yaparlar. Sonra sözleşmelere göre bölüşürler. Ortak işlerin yapılması da yürütme ile görevli olanlardır. Onlar da kurallara uymak zorundadırlar. Yürütme esnasında kimse kimseye karışmaz, herkes kendi içtihadına göre amel eder.
Uygulamada doğan aksaklıklar veya haksızlıklar hakemlerden oluşan yargı yoluyla giderilir. Taraflar hakemlere giderler, iki taraf birer hakem seçer. Hakemler de başhakem seçerler, böylece oluşan hakemler kurulu karar verir. Taraflar bu karara uyar. Uygulamada tıkanıklık olmasın diye bucak başkanlarına geçici karar alma yetkisi verilmiştir. Zaman kaybetmemek için uygulanır, sonra hakeme başvurulur.
Hakem kararları kesindir. Kazanan kazanmış olur. Hakemler yanlış karar vermişlerse hakemler aleyhine dava açılır ve onlar öderler.
Demek ki yargı sadece hakemlerden oluşmamaktadır.
Yargıda:
a) Taraflar vardır. Tarafları olmayan yargılama olmaz.
b) Yargıda soruşturmacılar vardır. Onlar olayların oluş şeklini tesbit ederler.
c) Yargıda bilirkişiler vardır. Soruşturmada ve hükümlerde onlardan yararlanılabilir.
d) Yargıda hakemler vardır. Bunlarda olaylara uygulanacak hükümler vardır.
e) İcrayı yapan başkan vardır. Diğer bütün oluşlar başkanın müşaviridirler. Sorumludurlar.
Kur’an bu yargılama sistemiyle sabit olan hükümlere uymayı “Allah ve resulüne itaat” ile ifade etmektedir.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHa elLaÜIyNa EAvMaMUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler.”
Halk konuşma dilleri ile konuşur. “Ben İstanbul’a gidiyorum” derken, onun için İstanbul belirsizdir. Merkezi bilinmektedir ama sınırları belli değildir. Hayatta yaşamak için bu yeterlidir. Hukuk dilinde, ilim dilinde, mantık dilinde ise varlıklar tanımlanmıştır.
“Ey iman etmiş olan kimseler” dendiği zaman söyleyen ile dinleyen arasında bir anlaşma olur. Bu özeldir. Bir de genel anlamı vardır. Yazılı metinler böyledir.
“Ey iman etmiş olanlar” belli özelliklere haiz kimselerdir. Kur’an’ı kim okuyorsa, iman etmiş olarak kim okuyorsa ona hitap etmektedir. Valilere gönderilen emir bütün valilere ayrı ayrı hitap eder. Emir “Ey vali” diye çıkar ama o emir bütün valileri muhatap alır. Kur’an’da Allah “Ey iman edenler” deyince savaşabilecek ilk topluluğu ele almaktadır.
En küçük topluluk kabiledir, bin civarında aileden oluşur, bin kadar askeri bulunur. Bu devlet aşamasına gelmiş topluluklar için söz konusudur.
Bugün artık devlet aşamasına gelmemiş bir topluluk yoktur. Dolayısıyla bizim bir bucak devleti kurmamız mümkün değildir.
O halde “Adil Düzen” devletini nasıl kuracağız?
Uzun zaman Mekke devrini yaşayacağız.
Devletimizle anlaşacağız, bizim bucak kurmamıza izin verecektir. Güvenlik teşkilatımız olmayacaktır. Kuracağımız kooperatif içinde de siyasi güç dışında her türlü çalışmalarınızı yapacağız. Biz devlete vergi vereceğiz, askere gideceğiz, devletten de bizi korumasını isteyeceğiz.
Bugün Türkiye’de bunu yapmamızı önleyecek hiçbir mevzuat yoktur.
On tane yüz dairelik apartman yaparız, bir kooperatif kurarız, kendi bucağımızı kendimiz yönetiriz. Kurallarımıza uymayanları kooperatiften çıkarırız. Böylece sitemizde bizim kurallarımızı uygulamayacak bir yer kalmaz.
Sonra illerde “Hizmet Kooperatifleri” kurar, isteyen bucaklara hizmet veririz, bizim ekonomimizi uygularız.
Devlet oluşturmamız için siyasi partilerle anlaşıp uzlaştırmamız gerekir. Eğer biz başarılı bucaklar kurarsak halk partilerini zorlar. Sonunda ülkeye “ADİL DÜZEN” gelmiş olur.
O halde bizim sorunumuz “ADİL DÜZEN”i öğrenmek ve bir örnek vermekten ibarettir. Sonra her şey kendiliğinden olacaktır. Elbette o zaman da 28 Şubat zihniyetliler geleceklerdir ama onlar mağlup olacaklardır.
أَطِيعُوا
(EaOIyGuv)
“İtaat ediniz”
“İtaat” alınan emrin yerine getirilmesi ile olur.
“İttiba” ise ona uymakla olur.
İttibada metbunun tabiden haberi yoktur. Yoksa amirin memurun bihten haberi vardır. Yargı kararlarında ittiba değil itaat istenmektedir. O halde bizzat ihkakı hak yoktur.
Bir kimse birinin kardeşini öldürse, yargı da kısasa karar verse, kardeş de onu affetmese, kısas uygulanır.
Kardeşin kısası bizzat icra etme yetkisi var mıdır?
Evet, bu âyete göre yoktur. Başkan emretmedikçe hakemlerin kararları icra edilmez. Eğer kişi firar ederse ve hakemler kanı hederdir kararı alırsa ancak o zaman kardeş kardeşinin katilini öldürebilir. Eğer kanı hederdir kararı olmadan öldürürse kısas yapılmaz ama diyet ödenir.
اللَّهَ وَرَسُولَهُ
“elLAvHa Va RaSUvLaHu)
“Allah ve resulüne”
“Allah’a itaat ediniz, resule itaat ediniz” dendiği zaman Allah ve resulünün emirleri farklıdır. Aralarında ilgi vardır ama emredilenler başka başkadır.
“Allah ve resule itaat ediniz” dendiği zaman Allah’ın emri ile resulün emri arasında bir ilişki vardır ama farklıdır. Bir işin farklı yönlerini icra ederler demektir. Allah’a itaat ve resule itaat aynı konuda farklıdır.
“Allah ve resulüne itaat ediniz” dendiği zaman da Allah ve resul bir varlık olmuştur. Çünkü ikincisi onun resulüdür.
Kur’an’da yargılama ve hakemler değişik yerlerde anlatılmakta ve hükümler konmaktadır. Yani “Allah ve resulü” ifadesinden maksadın yargı olduğu değişik âyetlerle teyit edilmektedir.
Biz burada neden bu tabirin seçildiğini açıklıyoruz. Çünkü yargı son mercidir.
Kuvvetin üstün olduğu düzenlerde millet en üstün güçtür, onu temsil eden meclis de en üstün varlıktır. Dolayısıyla yargı meclisin anayasa ekseriyeti ile aldığı kararları iptal edemez. Meclis aleyhine dava açılamaz. Yargı bağımsızdır ama meclise karşı bağımsız değildir. Batı’da yargı icranın üstünde değildir, eşittir. Yargının aldığı kararı icra uygular. Uygulamazsa bir müeyyidesi yoktur. Gensoru verilir. Meclis ibra ederse yapılacak bir şey kalmaz.
Kur’an hükümlerinde ise yargının üstünde güç yoktur. 70 milyon insan taraf olsa da bir kişi yargı karşısında eşittir. Yargının kararına herkes kayıtsız şartsız uymalıdır.
Hazreti Musa bu kuralı cemaatine açıkladığında, cemaati;
“Sen de zina yapsan seni de recmedecek miyiz?” diye sorarlar.
Cevap verir ve “Evet, beni de recm edeceksiniz” der.
Bu hüküm Kur’an’da “Allah ve resulü” tabiri ile konmuştur.
وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنْتُمْ تَسْمَعُونَ(20)
(Va LAv TaValLUv GaNHuv Va EaNTuM TaSMaGUvNa)
“Ve siz sem’ etmiş iken ondan tevelli etmeyiniz.”
Bundan evvel emir sigası ile “itaat ediniz” dedi.
Şimdi ise nehiy sigası ile “ondan tevelli etmeyi” yasakladı.
Emir sigası ile nehiy sigasının hükümleri farklıdır.
a) Emir bir fiilin yapılmasını istemektedir. Nehiyde ise bir fiilin yapılmaması istenmektedir. Biri aktiftir, diğeri pasiftir.
b) Emir yerine getirildiği zaman memur ücret istihkak eder, nehyi yerine getiren bir ücret istihkak etmez. Emri yapmayan cezalanır, nehyi yapan da cezalanır.
c) Mutlak emirler bir defa yerine getirilirse emir yerine gelmiştir. Oysa nehiyde süreklilik var, mutlak ise hiç yapmayacaksın.
d) Emirler fertlere olabildiği gibi topluluklara ortak olarak verilmiş emirler de vardır. Farz-ı kifaye, farz-ı ayn vardır. Oysa nehiyde her fert için ayrı ayrı nehy edilmişlerdir.
Emir ve nehyin hükümleri ayrı olduğu için çoğu zaman her iki hükmün de geçerli olduğunu ifade etmek için emredildikten sonra bir nehiyle teyit edilir. Burada bu yapılmıştır. Önce itaat ediniz, sonra da tevelli etmeyiniz denmiştir.
“Sem’ ettiğiniz halde” denmektedir. Demek ki emirde sem’ şarttır. Uzaktakine itaat edilmez. Yazılı emre itaat edilmez. Ölene itaat edilmez. Ancak yanında bulunan amire itaat edilir. Bu da beş vakit namazın imamıdır. Bir de cuma namazı kıldıran bucak imamıdır. İnsanlık başkanı insanların başkanı değildir, sadece kendi bucağının yani Mekke’nin başkanıdır. Türkiye’deki devlet başkanı da vatandaşların başkanı değildir, sadece Çankaya’nın (bucağının) başkanıdır. İl başkanı da öyledir.
Parti başkanları da sadece parti merkez kurulunun başkanıdır. Üyelerinin başkanı değildir. İl başkanları başkandır. İlçe başkanları başkandır.
وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ
(Va LAv TaValLav GaNHuv)
“Ve ondan tevelli etmeyiniz.”
“Veliye” gerisin geriye döndü demektir. “Rücu”da geri gitme vardır. “Veliye”de ise sadece geriye dönme vardır.
“An” ile taaddi etmektedir. Yani ona sırtınızı çevirmeyiniz denmektedir.
Buradaki çok önemli husus zamirin müfret olmasıdır. “Allah ve resulü” tek bir varlık kabul edilmiştir. Onun için “AnHuMâ” denmemiştir.
“Hu” zamiri son kelimeye gidebilir. Ondan yani resulüne sırtınızı döndürmeyiniz manâsı verilebilir. “Resulü” kelimesindeki izafet buna mâni olur. Kendisinden tevelli ederiz ama resulünden tevelli edemeyiz. O halde bu zamir ikisine birden gitmektedir.
“Allah ve resulü”nün bir kurum olduğu burada çok açık bir şekilde ifade edildiğine göre, şimdi bize düşen bu kurumu bulmaktır. Biz, bu kurum “yargılamadır” diyoruz. Bunu yani bu görüşümüzü/hükmümüzü kabul etmeyenlerin bunu başka kurum olarak kabul etmeleri ve bütün Kur’an’ı ona göre yorumlamaları gerekir.
Kur’an’ın deyimlerine bir ıstılahi manâ vermediğiniz takdirde Kur’an’ın âyetlerinden hiçbir hukuki hüküm çıkarılamaz.
Kur’an Arapça hükümdür diyor. Yani Kur’an hükümler kitabıdır. Her âyetin hükmü vardır. Kur’an’da geçen her kelimenin, her kuralın mutlaka hukukta bir karşılığı vardır. Onları bulup tesbit ettiğimiz zaman “Kur’an düzenini” ortaya koymuş oluruz. Bunun tek tip olması gerekmez. Mezhepler bu farklı anlayıştan doğar. İmamların ihtilafı ümmetler için rahmettir. Çünkü her yere ve zamana göre ayrı hükümler sistemi ortaya çıkar.
وَأَنْتُمْ تَسْمَعُونَ
(Va EaNTuM TaSMaGUvNa)
“Ve siz sem’ etmekte iken”
Cümle isim cümlesidir. Fiil cümlesinden sonra gelmiştir.
“Sem’ etmek” işitmek anlamındadır. İnsan duyu uzuvları ile dışarıdan gelen elektrikî uyarıları alır. Bu uyarılar insandaki zevk melekesine gider, acı veya tatlılık verir. Bir kısmı ise refleks hâlinde insanın irade melekesine gider ve orada ani hareket yaptırır. Buna “nida” denmektedir. Bir kısmı da ünsiyet melekesine gider ve topluluğun isteklerine uyar. Buna da “dua” denmektedir. Bu sem’lerde muhakeme yoktur.
Hayvanlarda bu iki sem’den her ikisi vardır. Dışarıdan gelen sesler kodlanmıştır, ona göre birey hareket eder, topluluk içinde ona göre davranır.
Hayvanlarda “his, irade ve ünsiyet” melekeleri vardır. Hayvanlarda fikir melekesi yoktur. Gelen sesler onlarda sadece bu üç meleke içinde kalır.
İnsanlarda ise dördüncü bir meleke eklenmiştir, bu da “fikir” melekesidir.
Hislerde idrak edilen bilgi arzı melekesiyle muhakemeye intikal eder. Bilgiler kelimelerle kalıcı hafızalarda kodlanmıştır. Orada değerlendirildikten sonra fikir melekesine ulaşır.
Fikir melekesi bunları alır ve dil melekesine iletir. Ona cümle şeklinde veya kelime şeklinde bir kodlama yapar. Sonra onu hafızaya gönderir ve kodlar.
Ondan sonra topluluktan bir talepte bulunmak üzere ünsiyet melekesine gönderir. Burada mantık kurallarından geçmiş, düşünülmüş ve elenmiş bir şekilde ünsiyet melekesine gider. Oradan da başka insanlara söz olarak iletilir.
Fikir melekesi düşündükten ve sonuçlarını irdeledikten sonra karar melekesi ile iradeye bildirir. İrade onu bilinçli bir şekilde yapar. İnsandaki insanı işitme budur. Beyindeki fikir melekesinde değerlendirmedir. Burada alınan kararlar iradidir, ruhidir. Bedendeki veya beyindeki fizikî hareketlerden ibaret değildir. Daha ileri safhada ruhun katkısı ile oluşmaktadır. Bu özellik yalnız insanda vardır; meleklerde, cinlerde ve ruhlarda da vardır, hayvanlarda yoktur.
Hayvanlardaki sorumluluk o andaki mukabele şeklindedir.
Oysa insandaki sorumluluk “borç” ve “alacak” şeklindedir. Şimdi borçlanırsın, buna “aleyhte” hak denir. Sonra alacağını alırsın, buna “lehte hak” denir.
Kur’an burada “sem’ ettikten sonra tevelli etmeyin” demektedir.
Yani emirler telakki edilecek, ne dediği anlaşılacak ve ona göre ona itaat edilecektir.
Savaştaki hareketler refleks şeklinde olur, fikir melekesinden geçmeden beden hareket eder. Orada bile insan nasıl yapılacağı konusunda kendi içtihadı ile hareket etmelidir. Görev üst tarafından verilir ama kararlar bizzat kişiler tarafından verilir ve uygulanır.
Bu sebepledir ki “sem’ etme”yi “itaat” için hâl yapmıştır. Buradaki hâl şart yerinde hâldir. “Ayakta iken su içme” dersek, ayakta isen su içme demektir. Bu tür hâl cümleleri takyit için gelir.
“Ve ente tesmeu” denmemiş de “Ve entum tesmeûn” denmiştir. İşitmeyi maşerileştirmiştir. Topluluk sem’ edecektir. Mahkeme karar alacak, topluluk sem’ edecektir. Herkes ona itaat edecektir. Mahkeme kararları açıktır. Kapalı oturumlarda muhakeme edilemez. Bu sebepledir ki soruşturma hakemler tarafından yapılmaz, şahitler tarafından yapılır. Duruşmada şahitler sadece şehadet ederler. Sübut delillerini ibraz etmezler. Onların bir kısmı kapalıdır. Karar mescitte namazdan sonra ilan edilir. Dolayısıyla topluluk duyacak ve topluluk infaz edecektir.
Cezalardan biri de kimsenin onunla konuşmamasıdır, ondan hicrettir. Hapis cezası yerine bu ceza uygulanır. Bu cezaya topluluk uymaz da onunla sohbet ederlerse bu ceza olmaz. İşte, bucakta, başkanın “bununla konuşmayın” dediği zaman herkes başkanın kararına uyuyorsa, o topluluk gerçekten topluluk yapısına ulaşmıştır demektir.
Konuşan olursa ona ne ceza verilecektir?
O kişi nefy edilecektir, bucaktan kovulacaktır.
Ev hapsi cezaları da bu tür cezadandır.
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ (21)
(Va LAy TaKUvNUv Ka elLaÜIyNa QAvLUv SaMıGNAv Va HuM LAv YaSMaGUvNa)
“Ve işitmemiş iken işittik diye kavl edenler gibi olmayın.”
“Vely etmeyin” sırtınızı çevirmeyin nehyinden sonra ona atıfla burada da “onlar gibi olmayın” denmektedir. Emir bir tane ve “itaat ediniz, yargı kararlarına uyunuz” olduğu halde nehiy iki olarak yapılmıştır. Sem’ etmiş olduğunuz halde sem’ etmemiş gibi itaatsizlik etmeyiniz. Bu kâfirlerin hâlidir.
Bir de münafıkların hâli vardır. Bunlar “itaat etmiyoruz, sem’ etmiyoruz” demezler, itaat ve sem’ ettiklerini söyler ama sem’ etmemiş olurlar. Asıl zorluk buradadır. Sem’ etmemiş, sem’ ettiği halde kabul etmemiş kimseleri yok sayarsınız. Onlar size saldırmıyorsa siz de onları kendi hallerinde bırakırsınız, size problem olmazlar. Ama münafıklar böyle değildir. Sem’ ettiklerini söylerler ama sonra size yan çizerler.
Bir kardeşimiz Saadet Partisi’nden bir küçük belediyede (belde belediyesinde) adaylığını koymuştu. Orada ANAP’lı Bir belediye başkanı vardı, oradaki diğer partililerin yöneticilerini bir yolla kendisine bağlamıştı. Orada faaliyete başladığımız zaman birlikte “Adil Düzen”i ortaya koyduk. Çalışmaya başladık. ANAP’lı belediye başkanı ile işbirliği içinde olan heyetin başındaki adam “Adil Düzen ne demektir?” dedi ve cevabını da kendisi verdi: “Gece kalkar teheccüd namazı kılarsın, Adil Düzen budur!” O zaman Osman Yumakoğulları İstanbul İl Başkanı idi. İl ve ilçe yönetimi Süleyman Karagülle’nin oradan gitmesini istedi, o da gitti. Böylece ANAP’lı belediye başkanı muradına erdi. İşte, “Adil Düzen”i gece teheccüd namazı kılmaktan ibaret kabul eden bir zihniyet sizin en yakın çalışma arkadaşınız veya sorumlunuz olursa “Adil Düzen” nasıl gelecektir?
Sem’in iki manâsı vardır.
Biri hayvanlar gibi sadece duymak; diğeri ise insanlar gibi anlamak yani anlayarak duymak.
İşte burada nehy edilen sadece duyanlar gibi olmayın, anlayanlar gibi olun şeklindedir.
Söyleneni anlamak ne demektir?
Duyduğun herhangi bir sözü hemen kabul etmek, onu anlamak demektir.
Duyduğun her sözü hemen reddetmek de onu anlamamaktır.
İkisi de anlamadan reddetmek veya kabul etmek demektir. Anlamış görünmek veya anladığını zannetmek, duyulduğu halde olduğu gibi ona karşı tavır almaktır.
Siz bir söz duyduğunuz zaman şu şekilde hareket etmeniz gerekir.
a) Söyleyen kim olursa olsun, müçtehidiniz de olsa, o söyledi diye hemen kabul etmeyeceksiniz, hemen reddetmeyeceksiniz.
b) Önce ne dediğini ve size neyi anlatmak istediğini anlamaya çalışacaksınız. Gerekirse açıklaması için sorular soracaksınız. Sorular tartışma mahiyetinde olmamalıdır, anlama mahiyetinde olmalıdır.
c) Ondan sonra söyleneni kendi bildiklerinizle karşılaştıracaksınız. Çelişki varsa bildiklerinizi gözden geçireceksiniz. Mesela seçtiğiniz müçtehit hatalı olabilir yahut kendi varsayımlarınız yanlış olabilir.
d) Kendi içtihadınız veya müçtehidiniz hakkında bir değişiklik olmamışsa ondan sonra söylenen sözü değerlendireceksiniz. İşte böylece o sözün doğruluğu ortaya çıktıktan sonra ona itaat edeceksiniz. Söyleyene değil söze itaat ediyorsunuz, doğru söze itaat ediyorsunuz.
İçtihadın manâsı budur. Mü’minlere emrolunan içtihattır. Herkes içtihat yapmak zorundadır. Ümmiler hariç olmak üzere diğer seviyedeki herkes müçtehidini seçerken içtihat eder, görüşleri seçerken içtihat eder, kendi görüşünü ortaya koyarak içtihat eder.
İçtihatsız bir şeyi kabul etmek veya reddetmek, işitmeden işittiğini söylemektir.
وَلَا تَكُونُوا
(Va LAy TaKUvNUv)
“Ve olmayınız.”
Buradaki nehiy topluluğadır. “Sen olma” demiyor, “Siz olmayınız” deniyor. Emredilen kişi değil topluluktur. Bir toplulukta bir haber yayılır. O topluluk o haberi hiç duymamış olur veya duyar ama hiç tartışmadan kabul eder.
Sermaye kendi özel araştırma merkezlerinde hazırladığı kanunları tartışmadan Avrupa Birliği’ne, Türkiye’ye, Kıbrıs’a dayatmakta, yalnız bunlara değil tüm insanlara da dayatmaktadır; her yer için ayrı kanunlar hazırlamaktadır. Bu kanunlar birbirinin benzeri ama şekli başka.
Kırgızistan Asaba Partisinin temsilcileri ile beraber Kazakistan’a gittik. Onlar bizi karşıladılar. Kırgızistan Asaba partisinin başkanı ile Kazakistan Asaba partisi başkanı tüzüklerini okuyor ve karşılaştırıyorlardı. Okudukça parti tüzüklerinin aynı olduğunu görüyor ve seviniyorlardı. Oysa o tüzüğü sermaye New York’ta hazırlamıştı. İkisini benzer kabul etmiş ve aynı şeyleri yazmışlardı.
Kıbrıs kanunları okunmadan kabul olunmuştu. Türkiye Avrupa’dan gelen kanunları okumadan gece yarısında Meclis’ten geçirmiştir. Şimdi yeni anayasa da aynı akıbeti bekliyor.
Burada nehy edilen işte bu tür davranışlardır.
Ne yapılacaktır, ne yapılmalıdır?
Gelen yeni öneriler reddedilmeyecek, kabul de edilmeyecektir. Topluluğun tartışmasına açılacaktır. Halkın bir kısmı ilgisiz kalabilir, bir kısmı karşı tavır alabilir, bir kısmı taraftar olabilir. Sonunda bu görüş anlaşılır hal alır. Toplulukta benimseyenler olur. Uygulanmaya başlanır. Başarılı olursa zamanla herkes onu benimsemiş olur.
“Adil Düzen” AK Parti tarafından tartışmadan reddedilmiştir. Gazeteler “Adil Düzen”e yasak, televizyonlar “Adil Düzen”e yasak, okullar “Adil Düzen”e yasak, camiler “Adil Düzen”e yasak...
İşte burada reddedilen budur.
Kabul edenler tartışmadan kabul ediyorlar, teheccüt namazıdır diyorlar! Reddedenler tartışmadan reddediyorlar, bunlar maldan vergi alıyor, ilkeldir diyorlar; bunlar fakirleri hak sahibi yapıyor, komünisttirler diyorlar; diyorlar da diyorlar!!!
كَالَّذِينَ قَالُوا سَمِعْنَا
(KaelLaÜIyNa QAvLUv SaMIGNAv)
“Semi’nâ diye kavl edenler gibi.”
Bir şeyi anlamadan kulaktan dolma bilgilerle “semi’nâ” demektedirler.
Mü’minler içtihatlarını yaparken dört aşama geçirirler.
1) Önce herkesi dinlerler, kendilerini o konuda en cahil kabul ederler.
2) Sonra tartışırlar, kendilerini başkaları ile eşit kabul ederler.
3) Düşünüp içtihat yaparlar. Bu takdirde kendilerini kendileri için dünyanın en âlimi kabul eder ve içtihatlarını ortaya koyarlar. İşte ondan sonradır ki sözü işitmiş olur ve ne söylendiğini anlamış olurlar.
4) Ondan sonra da içtihatlarına göre amel edip itaat etmiş olurlar. İçtihatlardaki ayrılıkları hakem kararları ile geçici olarak giderirler.
Hakem kararlarında da şartlar vardır.
1) Hakem kararları taraflar arasında ihtilafı halleder. Tarafları olmayan davaların mahkemesi olmaz.
2) Hakemler geçmişte cereyan eden bir olay hakkında karar verirler, gelecekte yapılacaklar hakkında hakemler karar vermezler. Kararlar içtihatla verilir.
3) Hakemler her olay için ayrı karar verirler. Emsal karar verip yasa hâline getirilmez yahut sözleşme olmaz.
4) Hakemlerin kararları yalnız tarafları bağlar, başkaları hakkında karar veremezler.
Demek ki “sem’ etmek” demek içtihat yapmak demektir.
وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
(Va HuM LAv YaSMaGUvNa)
“Ve onlar sem’ etmemektedirler.”
Burada isim cümlesi gelmiştir. Hâl cümlesidir.
“Lem Yesmeû” demiyor,
“Lâ Yesmeûne/ Sem’ etmiyorlar” diyor.
Demek ki biz onlara ne kadar anlatmaya çalışıyorsak, onlar da ne kadar “anladık” diyorlarsa da aslında anlamıyorlar, duymuyorlar...
Akevler çalışmalarımızdan biliyoruz ki eğer bir konuda biz içtihat yapmaya başlarsak onu anlamış oluyoruz. Duyarak, dinleyerek, ezberleyerek bir konuyu anlamamız mümkün değildir. Denemelerimizde bu gerçeği gördüğümüz içindir ki yeni bir sistem geliştirmeye başlamış bulunuyoruz. Topluca ders verme yerine ikili ders kabul edilecektir. Yaşlılar, bildiklerini şifahi olarak anlatacaklardır. Gençler dinleyip onun üzerinde içtihat yapacaklar, kendileri karar vereceklerdir. Onu uygulayacaklar, böylece anlaşılmış olacaktır.
Birinci “Adil Düzen” uygulamasındaki hatamız şöyle olmuştur.
Biz anlattık, Erbakan dinledi. Anladı, içtihat yaptı. Sonra kendi görüşlerini içtihat yapmadan teşkilata aktarmak istedi. Bu uygulaması başarısız oldu. Çünkü teşkilat onun söylediğini anlamadı. Kimileri işitmedikleri halde “işittik” dedi ve “Adil Düzen”e başka yönden cephe aldılar; kimileri de “biz gömleği çıkardık” dediler.
AK Parti kurucuları önce anlamadan “Adil Düzen”i kabul ettiler, sonra anlamadan reddettiler. Batı’yı anlamadan uyguladılar. Şimdi gerçekleri gördüler ve anlamaya çalışmaktadırlar ama... Ömürleri vefa ederse işitmiş olacaklardır.
İkinci “Adil Düzen” uygulamasında yapmak istediğimiz nedir?
1- İkili çalışılacaktır. Herkes kendisine bir konu seçecek ve konu üzerinde birisiyle çalışmaya başlayacaktır. Yani içtihat yapa yapa öğrenecektir.
2- Herkes uygulayarak içtihatlarını test edecek, başarısız olduğu zaman içtihadını yenileyecektir.
3- Bunun gerçekleşmesi için “MÜÇTEHİT YETİŞME MERKEZLERİ” kurulacaktır. Geçmişte Tevrat ve Kur’an okunarak yeni uygarlık oluşturulmuştu. Bugün ise Kur’an’dan içtihat yapılarak sözler işitilecektir.
4- Bunun gerçekleşmesi için yüz dairelik lojmanı olan iş yerleri kurulacaktır. Bu işyerlerinde insanlar hem okuyacak hem de üreteceklerdir. Beşikten mezara kadar okuyacak veya okutacak, ellerinden geldiği kadar da çalışacaklardır.
Bugünkü “mü’min muhacir ve ensarın görevi” budur.
Bir müçtehidi finanse edenler Medineli ensar gibidir.
Müçtehit olmak için bize katılanlar da Mekkeli muhacirlerdir.
Adil Düzen Çalışanları bu projeyi iyice sem’ edeceklerdir.
Ben aranızda olmasam da siz bunu geliştirecek ve yaşatacaksınız.
إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ (22)
(EinNa ŞarRa elDaVabBı GıNDa elLAHı elÖumMu elBukMu elLaÜIyNa LAv YaGQıLUvNa)
“Allah’ın indinde devabbın en şerlisi akletmeyen bukm olan sumlerdir.”
Görünür âlemde akleden yalnız insandır. “Ellezîne” ile tavsif ettiğine göre kastedilen yalnız insandır. Bu kalıp insan dışı görünür varlıklar için söylenmez. Bununla beraber “devvabın en şerlisi” demek suretiyle diğer canlılar içinde de akıllı olan varlıklar varmış manâsı verilebilir. Ancak bu manâyı vermeye “Ellezîne” ifadesi mânidir.
Bu âyeti iyi kavrayabilmemiz için yine insana dönmemiz gerekmektedir.
Diğer canlılar kendi varlıkları içinde mükemmeldirler, kendilerinin her neye ihtiyaçları varsa bütün imkânlar verilmiştir. Bunları kullanmada da tam bilgiye sahiptirler. Bunların mükemmellikleri kendilerinin emeği değildir. Yaratıcı onları öyle yaratmıştır. Güzel tablo kendiliğinden güzel değildir. Onu yapan onu güzel yapmıştır.
İnsan ise farklıdır. İnsan zayıf ve eksik yaratılmış, üstelik cahil de yaratılmıştır. Kendi çabaları ile bilgi sahibi olmakta ve mükemmelliğe doğru gitmekte, böylece diğer canlıların üstüne çıkmaktadır. İnsan bunu aklı sayesinde yapmaktadır, içtihadı ile yapmaktadır.
Demek ki insan aklını kullanır ve içtihat yaparsa ekmeli mahlûkat olmaktadır. Aklını kullanmaz ve içtihat yapmazsa esfele’s-safilin olur. İçtihat yapan insan hayre’d-devab olmakta, aklını kullanıp içtihat yapmayan insan şerre’d-devab olmaktdır.
Bundan önceki âyeti açıklarken emretmek demek içtihat yapmak demektir demiştik.
Bu âyet bizim o varsayımımızı teyit etmektedir. Atıf yapmaksızın “İnne” ile içtihat yapmayanın devabbın şerlisi olduğunu söylemekle sem’ etmenin içtihat olduğunu teyit etmiştir. “İnne” getirilerek insanların bu hususu kavrayamadıkları, içtihattan çok biatın başarılı olacağı savunulmuştur.
Bu âyette itaat emredilmiştir ama itaat yargıya itaat olarak emredilmiştir. Yargılama da içtihatla olacaktır. Tarafları dinleyecekler, olayları anlayacaklar, ondan sonra o hususta karar vereceklerdir. İçtihat yapmadan karar veren hâkim zulüm yapmış olur. Herkes uygularken insan olarak içtihat yapıp uygulayacaktır.
O halde;
- İçtihat yapan insan bütün canlılardan daha ilerdedir ve hayırlıdır.
- İçtihadı yapmayan insan ise bütün canlılardan geridir ve şerlidir.
إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ
(EinNa ŞarRa elDaVabBı)
“Devabbın en şerlisi”
“Dâbbe” yürüyen, hareket eden demektir.
Canlılar ikiye ayrılmaktadır.
Bir kısım canlılar yerlerinde dururlar veya su veya rüzgâr tarafından sürüklenirler. Bunlar Güneş’ten aldıkları ışığı kimyasal enerjiye çevirirler.
Bir kısım canlılar ise hareket hâlindedirler, bitkilerin depoladıkları enerjileri harcayarak yer değiştirirler. Biz Türkçede hayvan demekteyiz, yanlıştır. Hayat dâbbelerin ve nebatın ortak adıdır. Nebat bulunduğu yerde büyür, dâbbe ise hareket eder.
Canlı DNA’lardan oluşmaktadır. Mekanik davranışlar vardır. Nebat yalnız DNA’ları kullanmaktadır. Dâbbe ise elektrikî devrelerle çalışmaktadır. Yani bizim ancak yirminci asrın sonunda ulaştığımız bilgisayar tekniğine dâbbeler milyar yıl önce ilk yaratıldıkları zaman sahiptiler. Hareket etmek için uzaktan kumandaya ihtiyaç vardır. Yalnız mekanik etkileri bu işi başaramamaktadır.
O halde bugünkü Türkçemize çevirecek olursak hayvanların en şerlisi dememiz gerekmektedir.
“Şer” kelimesi “şerer”den gelmektedir. “Şerare” alevden kopan parça olarak lugatlandırılmıştır. Bugün ise “şerare” elektrikte dengesiz tahrip edici boşalmadır. Karanlıkta lambanın anahtarını kapatırsanız bir ışık çıkar, işte bu şeraredir. Bu şerare zararlıdır. Çünkü anahtarın değme noktalarını karartır ve anahtarı bozar.
“Şer” “hayr”a karşı kullanılmaktadır. “Hayl” at sürüsü demektir. “L” “R”ye dönüşmüştür. “Hayr” servet demektir. Nisaptan fazla mal veya gelir getiren mal anlamındadır. Her kelime olarak şerre karşılık tercih edilen şey anlamında da kullanılmıştır.
Demek ki çevremizdeki varlıkları ikiye ayırabiliriz.
Bize zararlı olanlar, bunlar şerdir.
Bize yararlı olanlar, bunlar da hayırdır.
Demek ki hayvanlar içinde en zararlı varlık içtihat yapmayan insandır. Çünkü insan zayıf ve cahil yaratılmıştır. Bu eksikliği gidermesi için kendisine akıl verilmiştir. Onunla içtihat ederek hayvanların en hayırlısı hâline gelir.
عِنْدَ اللَّهِ
(GıNDa elLAHı)
“Allah’ın indinde”
Buradaki “Allah” topluluktur, insanlıktır. Topluluk birlikte hareketle ortaya çıkar. Bu da kurallarla olmaktadır. Kuralların olaylara uygulanması ise içtihatla olur. Topluluğun birçok kuralları vardır. O kurallara göre hareket edilecektir. Karşılaştığımız olayda hangi kuralların uygulanacağına karar vermek içtihattır.
İnsan hangi kuralların uygulanacağına karar verirken topluluğun temsilcisi olarak hareket eder, onun adına karar alır. Topluluğun çıkarı ile kendi çıkarını birleştirir. Yalnız kendi çıkarını düşünmez.
İşte buna içtihat denmektedir.
İçtihat sonunda verilen karar topluluğun kararı kabul edilir ve biz ona göre hareket ettiğimizde hem kendi çıkarlarımızı koruruz hem de topluluğun çıkarını korumuş oluruz. Böylece topluluk dağılmamış olur. Bizsiz topluluk var olamaz, biz de topluluk dışı var olamayız.
Topluluğumuzu değiştirebiliriz ama topluluk dışında olamayız. Çünkü tek başına ayrı ayrı yaşayacak şekilde yaratılmamışız. Değiştirme meşrudur ama iftirak yani topluluktan kopma yanlıştır. İçtihat yapmayanlar hem kendi çıkarlarını hem de topluluğun çıkarlarını bozmuş olurlar.
الصُّمُّ الْبُكْمُ
(elÖumMu elBukMu)
“Bukm olan sum’”
“Bukm” dilsizin çoğuludur.
“Sum’” ise sağırın çoğuludur.
Kulak işitme organıdır, dil ise konuşma organıdır. Doğada her şey akış içindedir, girer ve çıkar. Nefes alır ve veririz. Su içeriz, sonra ter veya önden çıkar. Hiçbir şey tek taraflı çalışmaz, alırsınız ve verirsiniz. Dışarıdan aldığınız bilgileri beyninizde kullanır, sonra onları cümleler hâlinde ifade eder, sonra dışarıya verirsiniz.
Duymazsanız, organınız sağlam olsa bile konuşamazsınız, duysanız bile konuşamazsanız, sıkıntıdan patlarsınız. Cevap verme imkânı olmayınca hayata dayanamazsınız. Bu sebepledir ki tam sağır olanlar aynı zamanda dilsizdirler, tam dilsiz olanlar aynı zamanda sağırdılar.
Bu biyolojik içtihat yapmayanlar dilsizlerde böyle olduğu gibi psikolojik işitmede de böyledir. İçtihat demek başkalarının düşündüklerini duyduktan sonra kendi düşüncelerini ona aktarmadır.
O halde içtihat yapmayanlar başkalarının söylediklerini de anlayamazlar.
İslam âlemi bin senedir içtihat yapmamaktadır.
Onun için cümleleri ezberlemekte ama ne dendiğini anlayamamaktadır.
Biz Akevler uygulamasında bunu gördük. Sözleşme yaparken fıkha göre yazdık. Uygulamada ise başarısızlığa uğrayınca tekrar okumak zorunda kaldık. Anlayamadığımızı anladık.
Kur’an’da “şehit” ve “şahit” kelimeleri geçmektedir. Biri soruşturmacıdır. Biz onu görgü şahidi olarak aldık. Uygulamada bunların şehadetleri ile hükmedilemeyeceğini gördük. Sonra Kur’an’a döndük. Fıkhı anlayamadığımızı müşahede ettik.
O halde anlama demek içtihat yapma demektir. İçtihat yapmayanlar dilsizdirler, sağırdırlar. Dolayısıyla devabbın en şerlisidirler.
الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ (22)
(elLaÜIyNa LAv YaGQıLUvNa)
“Akletmeyen kimseler.”
“Ukl” develerin kazığa bağlandığı kulptur. Zincirin halkalarıdır. Cümleler birer halkadır. Onları yan yana getirip birbirine bağladığımız zaman bir çözüm ortaya çıkar.
Bu içtihattır.
Şarap sarhoş ettiği için haramdır. Rakı da sarhoş ediyor, o halde rakı da haramdır.
İşte bu cümleleri sıralamak akletmek demektir. Aklederken tümevarılır, tümden gelinir. Analoji temsil yapmadır. Böylece bilinenlerden bilinmeyenler çözülür.
Bunun en etkin uygulaması matematikte vardır. Bilinenler ortaya konur. Bilinmeyenler ortaya konur. Formüller oluşturulur. Sonunda bilinenlerden bilinmeyenlere gidilir. Buna hesap denmektedir.
Demek ki akletmek içtihadın bir şeklidir.
Yalnız akletmek içtihat yapmak demek değildir.
Deneylerle bilgi toplayarak önce sorunu ortaya koymak gerekir.
Sonra sorunu çözmek için bir aslın bulunması gerekir.
Bundan sonra kıyas başlar ki bu akletmektir.
Yani akletme kıyasın ana parçasıdır, kalbidir ama kendisi değildir.
Böylece sem’ etmek içtihattır dediğimiz zaman eksik söylemiş oluruz. İçtihadın bir kademesidir. Önce sem’ sonra akletmek gerekmektedir.
Bugün Yargıtay’ın içtihatları vardır. Yani yargı içtihatsız çalışmamaktadır.
Kur’an burada içtihadı da yargı örneğinde anlatmaktadır.
Fıkıh yargılama etrafında oluşmamıştır ama İslâm yargısı fıkıh etrafında oluşmuştur.
وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْ وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ (23)
(Va LaV GaLKiMa elLAvHu FIyHıM PaYRan LaEaSMaGaHuM Va LaV EaSMaGaHuM La TaValLaV Va HuM MuGRıWUvNa)
“Ve Allah onlarda hayır bilseydi onlara isma’ ederdi. İsma’ etseydi mu’rizler olarak tevelli ederlerdi.”
Âlemlerin Rabbi olan Allah onlarda hayır görseydi onlara işittirirdi.
En zor sorun şudur. Varlıkları Allah yarattı ve onlara imkânlar verdi, görevler verdi. İnsan dışındaki varlıklar kendilerine verilen imkânlarla görevlerini görmektedirler. Görevleri bitince de varlıklarına son verilir. İlkbaharda tomurcuklanan yaprak yaz boyunca görevini bitirir, sonbaharda daldan kopar ve toprakta çürür. Burada sorun yoktur.
İnsana gelince, burada sorun vardır.
Allah insanı yarattı, ona görevler verdi ve o da görevlerini yapmaktadır ama insana görev yapmama özgürlüğünü de verdi. Dolayısıyla görevi yapmayanlar cezalanacaktır. Ancak bu da fazla makul değildir.
Bu ceza ile görev yerine gelmez. Caydırıcılık fonksiyonu da yoktur. O halde ceza abestir. Buna makul olarak ancak şöyle cevap verebiliriz.
Görevi yerine getirmeyenler eğitilecek ve görevi yerine getirilecek varlık olacaktır. Böyle anladığınız zaman insan demek görevi bitmeyecek bir varlık demektir. Bir görevi yapar, sonra ona başka görev yüklenir. Uygulamada başarılı olanlar üst görevlere ulaştırılır. Başarısız olanlar yeniden eğitime alınarak başarılı oluncaya kadar eğitime tâbi tutulurlar.
Bu âyette belirtilen şudur.
Milli Görüşçüler ve AK Partililer “Adil Düzen”i işitmediler, kulak vermediler, anlamadılar. Çünkü anlamaları hayır olmazdı. İnsanlar henüz “Adil Düzen”i uygulayacak seviyeye gelemediler. Geçici döneme ihtiyaç vardır. O geçici dönemler adım adım gelip geçmektedir.
1500’lü senelere gelindiğinde Birinci Kur’an Uygarlığı zirvede idi. Artık çökmeye başlaması gerekiyordu. Doğa kanunu bu idi. Fatih Sultan Mehmet laik kanunnamelerle imparatorluğu yönetmeye başladı.
Onsekizinci asra gelindiğinde imparatorluk artık gerilediğini anladı, Batı’yı içtihatsız körü körüne takip etmeye başladı. İslâmiyet’e sahipti ama amelde Batılı olmuştu.
Yirminci yüzyılın başında İslâmiyet’i terk etmeye kalkıştı, adım adım dinsizleşti. Ondan sonra duraklama dönemi geldi. “Adil Düzen” savunuldu ama uygulanmadı. AK Parti iktidar oldu, “Adil Düzen”i kenara attı. Böylece insanlık “Adil Düzen”e hazırlandı.
“Adil Düzen” o zaman uygulansaydı Akevler misali olur, sonra kendisini yenileyemezdi. Oysa şimdi “Adil Düzen” yeniden hazırlanmaktadır.
Geçici yönetimlerle de insanlık “Adil Düzen”e hazırlanmaktadır.
Bunun için Allah onlara isma’ ettirmemiştir.
Onlar duysaydı, anlasaydı, benimseseydi, uygulamada uğrayacakları başarısızlıktan dolayı vazgeçeceklerdi, döneceklerdi.
İşte gömlek çıkarma veya gömlek değiştirme budur.
Erbakan’ın on sene “Adil Düzen”i ağzına almaması budur.
Şimdi Saadetçiler de ağızlarına almıyorlar.
“Adil Düzen”i ağzına alma hakkı ve yetkisi yalnız “Adil Düzen” üzerinde çalışanlarındır yani Akevler’indir.
Bu çalışma nasıl olacaktır?
1- Matematik öğrenilerek bugünkü Batı müktesebatı bilinecek.
2- Kur’an Arapçası ile birlikte Usulü Fıkıh öğrenilerek İslâm’ın 1400 senelik müktesebatı bilinecek.
3- Herkes kendine bir konu seçecek ve uygulamaya başlayacak, içtihatları ile yönetecek.
4- Yaptıklarının azını çoğunu üşenmeden yazacak ve başarı muhasebesini yapacaktır.
İşte “Adil Düzen” üzerinde ancak bu çalışmaları yapanlar konuşabilirler.
Bizi okumuyorlar ve anlamıyorlar. Çünkü Allah onların okumasını ve anlamasını dilemiyor. Çünkü onların işitmesinde yarar yoktur.
وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ
(Va LaV GaLiMa elLAvHu)
“Ve Allah ilmetseydi.”
Allah kendi yaptıklarını bize anlatırken kendisini bize benzeterek anlatmaktadır.
Bir kimsede hayır bilirsin yahut şer bilirsin yahut hayır veya şer olacağını bilmezsin. “Bilseydi” ifadesi sanki Allah’ın bilmediği şey de varmış gibi bir izlenim doğurmaktadır.
Allah onlara hayır ve şerden birini tercih etme yetkisini verdi.
Daha tercih etmedikleri için bu tarafımızdan bilinmemektedir.
Allah ise bilmektedir ama bu âlemde zaman ve mekân içinde bilmiyormuş gibi davranmaktadır.
Bizim zaman ve mekân boyutları dışına çıkmamız mümkün olmadığı için o durum hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz ama Allah’ın bu dünyadaki görünümü budur. Kişinin meşiet olmadan neyi meşiet edeceği bilinmez.
فِيهِمْ خَيْرًا
(FIyHıM PaYRan)
“Onlarda bir hayır bilseydi”
Onlarda bir hayır bilseydi veya görseydi. Onların hayır işleyeceğini bilseydi manâsı verilebilir. Öyle değil onlara bunu isma’ ettiği zaman onların davranışının hayır olacağını bilseydi demek olmaktadır.
Yani onların sem’ etmelerinde hayır yoktu. Onun için isma’ ettirmedi.
Yani bugünkü AK Parti’nin durumu en hayırlı durumdur. Kendileri işitmedikleri ve anlamadıkları için rahatlar. Kendilerine göre iyi işler yapıyorlardır. Aslında yaptıkları iş kötüdür ama işin sonu hayırdır.
لَأَسْمَعَهُمْ
(La EaSMaGaHuM)
“Onlara isma’ ederdi.”
Onlar “Adil Düzen”i anlayamadılar.
Dolayısıyla uygulamaya kalkışmadılar.
Çünkü o şartlar içinde “Adil Düzen”in uygulanması hayırlı olmazdı.
Bu âyete dayanarak diyoruz ki, geçmişte olan her şey hayırlıdır. Biz onu şer zannederiz, oysa o hayırdır. İnsanlık her türlü denemeleri yapmalı ve sonunda anlamalı ki Allah’tan başka melce yoktur. İçtihat dışında çıkar yol yoktur.
وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوْا
(Va LaV EaSMaGaHuM La TaValLaV)
“Onlara isma’ etseydi tevelli ederlerdi.”
Onlar “Adil Düzen”i uygulamaya başlamaları hâlinde zorluklarla karşılaşacak, bu olmuyormuş diyecek ve tevelli edeceklerdi. Nitekim Bülent Arınç öyle anlatmaktadır.
Bülent Arınç samimi ve şeriatçı bir kimsedir. Millî Görüş’ün başarısızlığını görünce toplanıp sohbet yapıyorlar. Bu “Adil Düzen” uygulaması başarısız, o halde bundan vazgeçelim diyorlar. Biz de sermaye ile barış içinde siyaset yapalım diyorlar.
Böylece Erbakan’ın sermayeye karşı siyasetini bırakıp onun emrine giriyorlar.
AK Parti’nin başarısı budur!
Ne var ki güvendikleri dağlara kar yağdı.
Şimdi sermaye çöküyor...
Türkleri Suriye’ye saldırtarak üçüncü cihan savaşını çıkarmakla meşgul görünüyor...
AK Parti böyle bir işbirliği davranışında bulunursa barajı bile geçemez.
Kırk senedir şehit veren halk yeni şehit alanı açılmasını istemez.
وَهُمْ مُعْرِضُونَ (23)
(Va HuM MuGRıWUvNa)
“Onlar mu’riz iken.”
“Arz” enine çizgidir. Enlem dairelere “arz” denir. Boylamlara “tul” denir.
“İ’raz etmek” demek yan çizmek demektir. İtiraz etmek demektir.
Yani içtihatlarından vazgeçmekle kalmaz, içtihatlarla elde ettikleri sonuçlara da karşı çıkarlar.
Bu âyetler bize içtihadı ve uygulamayı öğretmektedir.
İçtihat yaparak öğrenmeden, bu arada şartlar yerine gelmeden “Adil Düzen” uygulaması yapılmaz.