Enfal Sûresi-30
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (63) يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللَّهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (64)
***
وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (63)
(Va EalLaFA BayNa QuLUvBiHiM LaV EaNFaQTa MAv FIy eLEaRWı CaMIyGan MAv EalLaFTa BaYNa QuLUvBiHiM VaLAvKinNa ElLaHa EalLaFa BaYNaHuM EinNaHUv GaZIyZun XaKıyMun)
“Ve onların kalblerinin beynini telif etti. Arzda olanların hepsini infak etseydin yine onların kalblerinin beynini telif etmezdin. Lakin Allah onların beynini telif etti. O azizdir, hakîmdir.”
Bundan önceki âyette “Allah yardımı ile ve mü’minler ile seni teyit etti” demektedir. Mü’minlerin teyidi ve desteği ile İslâmiyet yeryüzüne yayılmış ve insanlığı bugünkü uygarlık seviyesine getirmiştir. Tarihteki Hakka dayalı uygarlıkları peygamberler kurmuşlardır; Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed. Bunlar hak uygarlıklarıdır. Batı’nın kuvvet uygarlıkları, hak uygarlıklarının kuvvet uygarlıklarına dönüşmüş şeklidir, yeni uygarlıklar değildir.
a) Hazreti Nuh’un Mezopotamya uygarlığı Mısır uygarlığına dönüşmüştür. Mısır teknolojisinde Matematik ve Geometri uygulanmıştır. Ama bunların uygulaması var, çıkarılması yok. Oysa Mezopotamya uygarlığında matematiğin bütün gelişmeleri takip edilmektedir. Mısır uygarlığı yeni uygarlıktır ama Mezopotamya uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir.
b) Yunan uygarlığı da İbrani uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir. Bunun böyle olduğu çok daha iyi bilinmektedir. Yunanistan’ı Avrupalı Dorlar istila ederler. Yunan halkı dağılır; İtalya’ya, Trakya’ya ve Batı Anadolu’ya gelirler. Batı Anadolu’da Yahudiler vardır, ekonomiye hâkimdirler. Devlet olarak da İranlılar vardır, onlar da siyasete hâkimdirler. Yönetilen yerler Satraplık şeklinde yani bir tür müstemlekecilik usulü ile yönetilmektedir. Yunanlılar İbranilerden şeriat hükümlerini, İranlılardan da müsbet ilimleri öğrendiler, böylece Yunan uygarlığı doğdu.
c) Kıbrıslı Zenon Tevrat Hukukunu laik ilkeler içinde geliştirdi, Roma’ya taşıdı, Roma böyle doğdu. Sonra Roma erken dönemlerde Hıristiyan oldu. Tevrat hukuku resmen benimsenmeye başlandı. Bizans uygarlığı Hıristiyanlığın kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklinden başka bir şey değildir.
d) Nihayet, Avrupa İslâmiyet ile İber Yarımadası’nda (Endülüs) tanıştı. Sonra Haçlı Seferleri ile İslâm uygarlığını Avrupa’ya taşıdılar. Osmanlıların Viyana’ya kadar gitmesi sonucunda Avrupa’da yenilik başlamıştır. Bugünkü Avrupa uygarlığı İslâm uygarlığının batıda kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir. Bugün bu da çok açık bir şekilde bilinmektedir.
Medeniyetler birbirlerine etki ederler. İslâm medeniyetleri de kuvvet medeniyetlerinden etkilenmiştir. Hazreti Musa Firavun’un sarayında yetişmiştir. İbrani uygarlığını kuran İbraniler yani Hazreti Yakup’un oğulları, Hazreti Yusuf’tan itibaren Mısır’da eğitim görmüşlerdir. İslâm uygarlığı da Yunan uygarlığından etkilenmiştir.
İki uygarlık arasında ne fark vardır?
Kuvvet uygarlığı bir gücün çevreye hâkim olmasıyla doğar yani insanları korkutarak bir araya getirir. Halk sevdiklerinden değil korktuklarından birleşir. Yani önce kuvvet vardır. Sonra topluluk oluşmaktadır. Topluluk silah zoru ile oluşmuştur. Sovyetler böyle doğmuştur. ABD böyle doğmuştur.
Hak uygarlılarında ise birisi çıkar, ders vermeye başlar. Halk ilmin etrafında toplanır. Böylece topluluk korkuya değil sevgiye dayanır. Birbirleriyle anlaşmış kimseler bir araya gelirler, aralarında uzlaşma doğar, topluluk kurulur, sonra bu güç kuvvet olur.
Demek ki kuvvet uygarlıklarında önce kuvvet vardır. Kuvvetin dayatması sonucu topluluk oluşmakta, kurallar ortaya çıkmakta ve hukuk düzeni oluşmaktadır. Hak düzeninde ise tersine önce topluluk meydana gelmekte, düzen oluşmakta, düzenden kuvvet doğmaktadır.
Tarihteki uygarlıklar böyle doğmuştur. Önce Allah’ın gönderdiği bir elçi gelir ve insanlara hak düzeni tebliğ eder. Bir kısım halk bunların peşine gider. Bunlara karşı zulüm başlar. Sonunda bu küçücük topluluk, bu yoksul topluluk o büyük gücü yener ve yeni uygarlık doğar. Sonra bu düzenden yararlanan eşkıyalar korkuya dayanan birer güç oluşturur ve düzeni zorla kurarlar. Düzen gelişir ve sonunda güçlü uygarlıklar doğar. Batı uygarlığı böyledir.
Birinci Cihan Savaşı sonunda devletimiz yıkılmış, Anadolu başıboş kalmıştır. Yahudiler Mustafa Kemal’i desteklediler ve kuvvete dayalı bir devlet kurdurmak istediler. Türk halkı ne yaptı? Bile bile Mustafa Kemal’i desteklediler, Anadolu ikiye ayrıldı. Müslümanlar Mustafa Kemal’in yanında yer aldılar, diğerleri ise karşı cephede oldular, en iyileri tarafsız kaldılar. Sonunda hakka dayalı bir devlet kuruldu. Dış siyasi zaruretten dolayı kuvvet devleti hâline geldi ve dayatmacı inkılâplar yapıldı. Ama halk direne direne bugünkü demokratik devletin oluşmasına imkân verdi.
Devletimizin hak uygarlığı olarak oluşmasında iki kişinin etkisi olmuştur.
Bunlardan birincisi Bediüzzaman Saidi Nursi’dir. Risaleleri ile bir cemaat oluşturdu. Kuvvete dayanan bir cemaat oluşturdu. Cemaat çoğaldı çoğaldı, kuvvet olmaya başladı ve Türkiye’nin yönünü İslâmiyet’e yöneltti.
İkinci kişi ise Erbakan’dır. Millî Görüş partileri kurdu ve Refah Partisi döneminde başbakan oldu. Millî Görüş’ün uzantısı gibi olan bir parti on yıldır anayasa ekseriyeti ile iktidara geldi ama iktidarda iken bile bu parti güçsüzdür, kapatılmasına kıl payı kalmıştır.
Gücümüz olmadığı halde neden anayasa ekseriyeti ile iktidardayız?
Kimse bizden korkmamaktadır. Aksine herkes bizi korkutmaktadır. Ama yüzde 10’lardan başlayan oylarımız hep artmış ve yüzde 60’lara doğru gitmektedir.
Hiçbir güçleri olmadığı halde bunlar nasıl oluyor da kendilerinden yüzlerce defa daha kuvvetli olan güçleri yenmektedirler? Elli sene evvel askeri müdahale olmuş ve Müslümanlara taviz veren başbakan (Adnan Menderes) asılmıştır. Kendisinin İslâmiyet ile bir ilgisi yoktu. Namaz kılmaz, oruç tutmazdı. Aile hayatı da mazbut değildi. İşte bu adama bile dayanamayarak astılar; sırf Müslümanlığa müsamaha gösterdi diye astılar. Bugün namaz kılmayanlar zor bakan olmakta, eşi baş örtülü olmayanlar sınıfta kalmaktadırlar.
Peki, elli sene içinde bunları bu kadar güçlü hâle getiren nedir?
Bu durum yalnız Türkiye’de böyle değildir. Dünyanın en büyük zulmünü yapan Sovyetler yıkılmış yerine Allah’a inanan halk kendi devletlerini kurmuşlardır. Çin’de de din düşmanlığından vazgeçilmiştir.
İnsanlığı bu değişikliğe götüren nedir?
Bunu akıl yoluyla açıklamak zordur.
İnsanlık akarsu gibidir. Mecrasında akıp gider. Baraj yapsanız da dolar ve yine akmaya devam eder. İnsanlığın mecrasını İlâhi kader çizmiştir, o kader akıp gidecektir.
İstanbul Akevler’de bir kooperatifimiz vardır. Bir ortağımızın parası ile alınan yazıhanede kirasız oturulmaktadır. On kişiden az bir grup insan buradaki çalışmalara katılmakta ve Kur’an düzeni üzerinde çalışılmaktadır. Bunlar aylıkla geçinen kimselerdir. Ayda yüzer lira vererek bu çalışma yerinin elektrik ve su paralarını karşılamaktadırlar. Devlet, kooperatif defterine bir mühür vurmadınız diye yöneticilerden 1800 TL almıştır. Yani yöneticiler yönetim karşılığı bir şey almadıkları gibi ayrıca ceplerinden giderlere ve cezalara da katılmaktadırlar. Zamanlarını vermektedirler. Diğer taraftan da Akevler’i destekleyen dostlar da dışarıdan katkıda bulunmaktadırlar. Mesela, Reşat Nuri Erol 700 haftadan beri seminerleri düzgün olarak her hafta redakte etmekte ve yayınlamaktadır.
1967’de kurduğumuz Akevler İzmir kooperatifine de ortaklarımız böyle katılmışlardır.
Onları bu katkılarda bulunmaya götüren ne idi?
Demek ki birileri bu işleri tedvir etmektedir.
İşte bu âyet bunu açıklamaktadır.
Bugün AK Parti yüzde 60’lara varan bir oy alıyor ve hiçbir baskı yapmıyor, yapmamakta, buna rağmen bu oranda oy almaktadır.
Eskiden oy zamanı gelince herkese kaçak inşaat yaptırılırdı. Oyu bize vermezseniz gelecek iktidar sizi mahveder denirdi. Oyunu iktidar partisine vermeyenlerin gecekonduları yıkılırdı. İki direk dikilir, elektrik getireceğiz denirdi. Oy verirlerse o köye elektrik gelirdi, vermezlerse o direkler çürürdü. Suyu, yolu ve diğer hizmetleri de böyle yaparlardı.
İşte bunu böyle yapanlara asker gelir, darbe yapar ve indirirdi.
Şimdi AK Parti böyle bir şey yapmamaktadır. Belediyeler iktidar belediyesidir. Halkın hakkını gasp edelim dememektedirler. Bütün belediyelere eşit destek yapılmaktadır. Böyle olmasına rağmen hiçbir baskı yapmamakta veya yapamamaktadırlar.
Bu duruma rağmen neden oylar çoğalıyor?
Hiçbir sosyal veya ekonomik kuralla bunları açıklamak mümkün değildir.
Demek ki Allah istediğinde istediği kimsenin etrafında insanları toplar.
Mustafa Kemal, İstiklâl Savaşı’ndan sonra dikta rejimi uygulamıştır ama İstiklâl Savaşı’nda asla bir güce sahip olmamıştır. Önce komutanlar onun etrafında toplandılar. Kazım Karabekir’e onu tutuklayıp İstanbul’a göndermesi emredildi. Karabekir Paşa tutuklama emrini yerine getirmek yerine, Mustafa Kemal’in odasına girdi ve ‘emrinizdeyim’ dedi. Mustafa Kemal de inanamadı. Gittikten sonra arkadaşlarına bu kararı değişebilir demiştir.
Kazım Karabekir korgeneraldir. Mustafa Kemal orgeneraldir. Mustafa Kemal’i tutuklamaz, emrinde çalıştırabilir ve devleti kendisi kurmaya kalkışırdı. Öyle yapmadı, mazul orgeneralin emrine girdi. Arkasından diğer paşalar da destekledi. Valiler destekledi. Kuvva-yı Milliye emrine girdi. Anadolu’nun tüm Müslüman halkı yanında yer aldı. Düşmanın kalbine korku düştü ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.
Türkiye’de ateistler; Türkiye Cumhuriyeti’ni Mustafa Kemal kurdu, onun malıdır, o ne istemişse onu yapmalıyız diyorlar. Böylece Türk ulusuna düşmanlık yapmakta, devleti ulusa karşı kullanmak istemektedirler. Teist olanlar da bu devleti dinsiz Mustafa Kemal kurdu diyorlar, devleti yıkmalıyız çabası içindedirler.
Oysa bu devleti Mustafa Kemal değil, insanların kalplerini buna telif eden Allah kurmuştur. O’na hamd etmemiz gerekmektedir. Devleti bir kişinin kurduğunu iddia etmek saçmalıktır. Bu hususta ilk ilmî açıklamaları İbni Haldun yapmıştır. Sonra Avrupa’da Emile Durkheim sosyolojisini bu anlayış içinde oluşturmuştur.
Soru şudur.
Toplulukları başkanlar mı oluşturur, yoksa başkanları topluluk mu çıkartır?
Bunun ikisi de hatalıdır.
Toplulukları İlâhi düzen oluşturur.
Kur’an’dan önce Allah peygamberler gönderir ve onlara görev verirdi.
Kur’an’dan sonra her gönüllü peygamberdir. Ben Kur’an nizamını getirmekle görevliyim deyip Kur’an’a göre cihada başlayan herkes peygamberdir, yani onun vârisidir, onun görevini yüklenmektedir.
Prof. Ali Özek bana, “Senin diploman yok, icazetin yok, sen İslâmiyet hakkında konuşma!” dedi. Oysa Kur’an’dan sonra icazet veya diploma yoktur. Herkes kendisine kendisi icazet verir, diploma verir; isteyenler onu icazetli kabul edip yararlanırlar.
Kendisini peygamberlerin halefi ve vârisi kabul edip işe başlayanlar ne yapacaklardır?
1- Kişi önce Kur’an üzerinde çalışmaya başlayacak. Allah’ın kitabını anlamaya çalışacak. Bugünkü kelime-i şehadet budur. Her gün iki üç saatini buna ayıracak.
2- Kendisi gibi Kur’an çalışmalarına başlayan kimselerle bir araya gelecek ve birlikte çalışmaya başlayacaklardır. Gerekirse birbirlerine hicret edeceklerdir. Böylece bir aşiret oluşturacaklardır. Aşiret on kadar aile tarafından oluşturulur.
3- Kur’an’ın emirlerini müzakere ederek öğrenecekler ve öğrendiklerini uygulayacaklardır. Başarısızlığa uğradıklarında Kur’an’ı yanlış anladıklarına hükmedecekler ve yeniden istidlal yapacaklardır. Başarırlarsa Kur’an’ı doğru anladılar demektir.
Burada her başaran Kur’an’ı doğru anlamış mı demektir?
Hayır.
a) Önce Kur’an’dan istidlal ederek başarırlarsa Kur’an’ı doğru anlamış olurlar.
b) Geleceklerini güvenceye almışlar ise başarılıdırlar. Türkiye borçlanıyor, hastaneler düzeliyor. Yani günlük yarar değil geleceğin yararı oluşmalıdır. Türkiye’nin köyleri boşalıyor, insanlar üretmeden spekülatif kazançlarla yaşıyorlar. Büyük şehirlerde trafik tıkanmaya devam ediyor. Zina, rüşvet, faiz ve anarşi artıyor. Borçlanarak ülkede hastahaneleri, hapishaneleri ve en büyük adliye saraylarını yapmak başarılı iş değildir.
c) Başkasına zararlı olmamalıdır. Karşılıklı yarar sağlanmalıdır. Ameli salih olmalıdır.
d) Tarihin akışına yani uygarlaşmaya uygun olmalıdır. İyi at arabaları yapıp trafiği onunla sağlamaya çalışmak başarıya gitme değildir.
O halde başarı ancak Kur’an denetiminde iş yapıldığında başarıdır. Kur’an’a göre uygun davranıldığı ve Kur’an’dan taviz verilmediğinde başarıya ulaşılmışsa başarıdır. Yoksa bâtıl ehli de geçici kalabalıkları toplayabilir. Adnan Menderes Demokrat Parti’de başarılı olmuştu. Sonra kendisi gitti, partiye sahip çıkanlar oldu. Süleyman Demirel DP’yi izlemek istedi. Sonunda yüzde 5 oyunu CHP’ye transfer etti. Oysa o bizimle “Bunlar CHP’yi getirecekler, sakın bunlara oy vermeyin!” diyerek mücadele etmişti.
4- Başarılı olmak demek kendimize servetler, şöhretler, hâkimiyetler elde etmek demek değildir. Başarılı olmak demek, uygarlığa katkıda bulunmak demektir. Uygarlık da yeryüzünde daha uzun ömürlü olarak daha çok insanı yaşatmak demektir. Biz İslâm uygarlığını Araplardan devraldık ve tüm dünyaya yaydık. İnsanlık da buna dayanarak bugünkü seviyeye ulaştı. Milattan Sonra (M.S.) 1000 yıllarında nüfus 3 milyon olarak hesaplanmaktadır. 1800’lerde 1 milyar olmuştur. 1900’larda 1,650 milyara ulaşmıştır. 2000 yılında 6 milyar olmuştur.
Demek ki yeryüzü uygarlaşmakta, nüfus süratle artmaktadır.
Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlamaktadır.
Allah’ın bu âyette anlattığı şudur: İnsanların bir araya gelerek kendi istekleri ile topluluk oluşturmaları, Allah’ın takdiri ve tedbiri ile olmaktadır, kişilerin maharetleri ile olmamaktadır. Kur’an baştan sonuna kadar bu işlerin Hazreti Muhammed tarafından yapılmadığına vurgu yapmaktadır. “Attığın zaman sen atmadın, katlettiğiniz zaman siz katletmediniz” âyetleri; “Ben sizin gibi bir insandan başkası değilim, ben gaybı bilmiyorum”; bir âyette de, “insanları sen bir araya getirmedin, biz getirdik” gibi açık ifadelerle kendisine en küçük pay çıkarmamaktadır.
Varsayalım ki Hazreti Muhammed çok zeki bir insan idi, Kur’an’ı kendisi telif etti, İslâm dinini kendisi ortaya koydu. Başlangıçta insanları yanına alıncaya kadar mütevazı olarak konuşurdu. Kur’an bunları Medine sûrelerinde söylemektedir. Mekke’yi gücünle aldın demiyor, fethettik diyor. İşte bu Kur’an’ın mucizesidir.
Bugün “Kutlu Doğum Haftası” yapılmaktadır. 1400 sene sonra o tanrılaştırılmak istenmektedir. Hazreti Muhammed Kâbe’deki Hacerü’l-Esved gibidir. Allah onu örnek insan olarak yaratmıştır. Çünkü insanlar ancak görerek anlayabilirler. Onda herhangi bir güç, herhangi bir büyüklük yoktur. Sadece örnektir. Onun örnekliği Kur’an’ı temsil etmesindendir.
Kur’an’ın bir âyetini yorumlarsınız. Nebi’nin de buna göre davrandığını örnek olarak verirsiniz. Yoksa Resul’ün kendisi bize delil değildir. Resul’ün Kur’an’ı fiilen beyanı bize delildir. “Kutlu Doğum Haftası” yerine “Nüzul Haftaları” yapılmalıdır. Bunlar yani bu haftalar da Ramazan ve Kurban bayramları haftalarıdır. Ramazan ve Kurban bayramlarımızı layıkıyla kutlamalıyız. Doğum günlerini kutsileştirmek şirktir. Hazreti İsa’nın doğumu mucizedir ama ondan başka hiçbir peygamberin doğumu mucize değildir.
وَأَلَّفَ
(Va EalLaFA)
“Ve telif etti”
“Lif” ip yapılan ipliklerden her birine denir. İç içe geçmiş ağaç topluluklarına “lef”, insan topluluklarına da “lif” denmektedir. “Elf” birleştirmek, toplamak anlamına gelir. Sayı olarak bin demektir.
Küçük kalabalıklara “aşiret”, büyük kalabalıklara da “elf” denmiştir. Aşereye 10, elfe de 1000 denmiştir. “Kalabalık”tan çok “topluluk” olarak adlandırılmaktadır. Kur’an’da 10, 1000 ve 100.000’lerden bahsedilmektedir. 100 ve 10.000 toplulukları oluşturmuyor. Şahsiyeti olan topluluklar yüzer katlarla büyürler. 10, 1000, 100.000, 10.000.000, 1.000.000.000 gibi.
“Ülfet” birleşme ve buluşma anlamlarına gelmektedir.
“Kureyş’in ilafı için yaz ve kış yolculukları ilafları için…”
Kureyş Sûresi’ndeki bu beyan ülfet, anlaşma, uzlaşma manâsınadır.
İnsanların birbirleriyle zamanla anlaşarak birlik oluşturmasına “ilaf” denir. Namazda insanlar iradi olarak bir araya gelirler. Bir mahalleye taşınarak birbirlerine hicret eder ve beş vakit namazlarını kılmaya başlarlar. Bunların kalplerinde ülfet doğar, aralarında ülfet olur.
Allah mü’minlerin kalplerini telif etti, onları bir topluluk hâline getirdi, yeni topluluk hâline getirdi.
Yine ayrı iki görüş vardır. Birbirleriyle ülfet edenler mi bir araya gelirler, yoksa bir araya gelenler arasında mı ülfet doğar? Kur’an açıkça ifade etmektedir. Bir şeye inanıp onun için hicret edenler arasında Allah kalplerine ülfet vazeder. Allah’a inananlar, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inananlar, birbirlerine hicret ederler, bir araya gelirler, böylece aralarında ülfet doğar. İnternette veya bir yayın organında buluşanlar arasında da kısmen ülfet doğmaktadır.
Örnek olarak, Risale-i Nur şakirtlerini ele alalım. Bunlar İslâm’a hizmet etmek için Bediüzzaman’ın Risalelerini yazmaya başladılar.
“Adil Düzen” seminerlerini ve kitaplarını da Reşat Nuri Erol yazmaya başladı. Kimileri bastılar. Kimileri yayınlıyorlar. Ülfet devam ediyor…
Bunların hiçbirine ben yapmalarını söylemedim.
Bediüzzaman hapishanelerde ve sürgünlerde o arkadaşları bulmasaydı, onları Allah ona göndermeseydi, şimdi tüm dünyaya hitap eden bir cemaat oluşmazdı.
Adil Düzen Çalışanları bilsinler ki yarın onların hizmetleri de yeşerecek ve insanlığı Allah’ın nuruna kavuşturacaktır. Biz hazırlık dönemindeyiz. Erbakan gibi bir uygulayıcı kapıda beklemekte ve ne zaman bunlar “Adil Düzen”i uygulanacak hâle getirecekler ki ben de Adil Düzen Partisi’ni kurayım demektedir. Bizim istediğimiz kimselerden değil, O’nun istediği kimselerden çıkacaktır; bunlar her kimse.
بَيْنَ قُلُوبِهِمْ
BayNa QuLUvBiHiM
“Kalbleri arasında”
Evet, kalbleri arasında ülfet.
“Kalb” merkez demektir.
İnsanda iki ana merkez vardır.
Bunlardan biri kan damarlarının toplandığı yerdir. Durduğu zaman insan ölmektedir. Kur’an buna cevf içinde kalb demektedir.
İkinci kalb ise sinirlerin toplandığı merkezdir. Bu başımızdaki beyindir. Kur’an sık sık bu kalbden bahsetmekte, buna baştaki kalb demektedir.
Kur’an insanda çok kalb olduğuna işaret ederek her iki kalbi belirtmektedir.
“Kalb” kafadaki kalb ile cevfdeki kalb arasında müşterektir.
Kur’an burada kafalardaki kalblerden bahsetmektedir.
Beyindeki kalbi eskiden anlatmak zordu. Şimdi ise bilgisayarlar sayesinde beyindeki kalbi tarif etmemiz kolaylaşmıştır. Beynimiz bir bilgisayardır. Beyinden çıkan sinirler bilgisayarımızdan çıkan kabloların yerindedir. Benim beynim ruhumla ilişkilidir, sizin beyniniz de sizin ruhunuzla ilişkilidir. Ruhlarımız ancak kendi beyinlerimizle ilişki kurabilir, ondan haber alır ve ona ne yapacaklarını bildirir. Ruhlarımızla birbirimize karşı davranarak yahut konuşarak etki ederiz.
Bizim çalışma yazıhanemizde bir sabit disk var. “Public” sabit diski. Oraya dosyalarımızdan istediklerimizi alıyoruz ve hepimiz yararlanıyoruz. Kendi bilgisayarlarımıza aktarıyoruz. Ortak programlar oluşuyor. İnsanlarda davranışlarıyla ve konuşmalarıyla beyinlerde ortak dosyalar oluşur. Bu suretle beyinler arasında ülfet doğar. Bu ülfet tamamen biyolojiktir.
Bunun dışında insanların birbirlerini sevmeleri gibi duygusal olaylar vardır. Bundan beynin haberi yoktur. Bilgisayarı dövseniz de o acı duymaz. Bilgisayar da satranç oynar ama kazandığı zaman sevinmez, kaybettiği zaman üzülmez. Demek ki Allah insanlar arasında yani ruhları arasında değil beyinleri arasında ülfet oluşturur. Öyle insanlar vardır ki bir türlü onu sevemezsiniz, onlar da sizi sevemez ama aklınız onunla beraber olmanızı ister. İşte bu kalpler arasında ülfettir. Hisler ruhlar arasında, fikirler ise kalbler arasında alınıp verilir.
“Onlar arasında” demeyip “kalbler arasında” demiş olmasının hikmeti budur.
لَوْ أَنْفَقْتَ
(LaV EaNFaQTa)
“İnfak etseydin.”
“Nafak” köstebek yuvasıdır. Köstebek yuvaya iki kapı yapar, düşman birinden gelirse köstebek diğerinden kaçar.
İlk pazarı kuranlar da çardak veya deriden böyle iki kapılı yer yaptılar, birinden giriyor diğerinden çıkıyorlardı. Buradan alınan şeylere “nafaka” denmiştir. Kur’an ikiyüzlülere “münafık” demektedir, iyi görünüp arkadan kuyu kazanlardır bunlar.
“İnfak etmek” harcamak demektir, yatırım yapmak demektir, bir işi sona erdirmek için girdileri ortaya koymak demektir. Dört çift girdi vardır; üst yapı ve altyapı, işçilik ve hizmet, ham madde ve yardımcı madde, genel hizmet ve kamu görevi. Bir işin olması için bu dört çeşit girdinin girmesi gerekir. İnfak etmek demek bu konuda harcama yapmak demektir. Sonunda bir çıktı meydana gelir, ürün meydana gelir.
Biz Adil Düzen Sitesini kurmaya çalışsak, yeryüzünün tamamı bizim elimizde olsa, bunları harcamaya kalkışsak yine başaramayız. Giriştiğimiz işlerde başarıya ulaşamadığımızda bunun sebebi Allah’ın onun öyle olmasını istememesi sebebiyledir. Yapanlarla yapılanlar arasında uyum yoktur. İyiler kötü işte başarılı olamazlar. Kötüler de iyi işlerde başarılı olamazlar. Başarısızlığın kaynağı bu olabildiği gibi zamanı gelmediği için de başarısızlık olabilir. Bizim eksiklerimiz olur, onun için de başarısız olabiliriz.
مَا فِي الْأَرْضِ
(MAv FIy eLEaRWı)
“Arzda olanların hepsini”
Türkçede bir söz vardır, bu söz “varını ve yoğunu harcama” tabiridir. İnsanların tek yaşama kaynakları yeryüzüdür. Yeryüzünün maddelerini kullanarak işler yapılabilmektedir. İnsanlar onunla yaşamakta, enerji olarak da Güneş’ten gelen ışığı kullanarak iş yapabilmektedirler. Güneş’ten gelen enerji denizlerde buhar olarak, yapraklarda şeker olarak depolanmaktadır. O halde neyimiz varsa tüm varımız ve yoğumuz arzda olanlardır. Kur’an; arzın tamamını harcasak yine kalblerini telif edemeyeceğimizi bize söylemektedir.
İnsan var, sermaye var. İnsan ruh ve bedendir. Kalbi taşıyan ve ondan yararlanandır. Diğer ne varsa hepsi arzdakilerdir. Arzdan başka bizim hiçbir aracımız bugün yoktur.
İlerde gezegenlere gittiğimizde bu âyet eskimeyecek, o zaman da arz dediğimizde onlar da dâhil olmuş olacaktır.
Beyin dışarıdan algıladıklarını değerlendirerek bir program oluşturur. Ruh o programa dayanarak kararlar alır, tatmin olur. Bilgisayarlar arasındaki olumlu irtibat yalnız zahir mekanizmalarla oluşmuyor. Bu oluşmada Allah’ın ve meleklerin müdahalesi vardır.
جَمِيعًا
(CaMIyGan)
“Cemian”
Hedefe ulaşmak için harcananların birlikte yapılması gerekir. Eğer istenen hedefe götürecek şekilde harcarsanız o sizi hedefe götürür. Yoksa sadece harcama sonuç vermez. Bunun için birlikte bir plan proje içinde uygun zamanlarda uygun miktarları kullanarak harcama yapmalısınız. Burada bize üretimin nasıl yapılacağını da öğretmektedir.
مَا أَلَّفْتَ
(MAv EalLaFTa)
“Sen telif edemezdin.”
Sen varını yoğunu, insanlığın varını yoğunu harcasan da onları yola getiremezdin.
Biz birtakım şeyler yapmak istiyoruz, insanlara anlatıyoruz ama bizim istediğimiz olmuyor, başka şeyler oluyor. Onun için kimse ben bunu yapacağım veya yaptım demesin. Biz Allah’ın bir emri olduğu için yaparız, sadece ondan sorumluyuz, kalanı O’na aittir.
Şimdilik önemli projelerimiz vardır.
- Önce “Kur’an Arapçası”nı öğreniyoruz.
- “Ortaklık Muhasebesi”ni kuruyoruz.
- “Müçtehit Yetişme Merkezi”ni oluşturuyoruz.
- “Yüz Dairelik Apartmanları” kurarak semtleri oluşturmak istiyoruz.
Biz bunları söylerken biz bunları yapacağız demiyoruz. Bize göre Allah bunları yapacaktır. Bizi de işe almak istiyor. Kabul edersek Allah bunları bizim ellerimizle yapacaktır ama O yapacaktır, biz değil. Bunu hiçbir zaman unutmamalıyız.
بَيْنَ قُلُوبِهِمْ
(BaYNa QuLUvBiHiM)
“Onların kalplerinin beynini”
Evet, onların beyinlerindeki programlarda bir birlik ve beraberlik sağlayamazdın. Topluluk oluştuğu zaman beyinlerindeki bilgisayarlar aynı programla çalışırlar. Siz başka bir şey yapmak istersiniz, sonuç başka bir şey çıkar. Bundan sıkılmayacaksınız.
Demek ki Allah öyle istemiştir.
Biz şunun üzerinde durmalıyız. Biz Kur’an’ı doğru anladık mı, Kur’an’dan anladıklarımızı uyguladık mı? Başarısızlıkta bizim bir eksiğimiz var mı?
Bunları düzeltip yeniden harekete geçme durumundayız.
Akevler İzmir 1967’de kuruldu.
Akevler İstanbul da 2000 yılında resmen kuruldu.
Bizim nesil yapacaklarını yaptı.
Şimdi bizden sonra gelenler uygulamaktadırlar.
Bizim neslimiz zamanında büyük başarılar oldu. Allah bize ihsan etti. Bizden önceki nesil bize büyük hazırlık yaparak devretti. İstiklâl Savaşı kazanılmış, inkılâplar tamamlanmıştı. Bediüzzaman ve Süleyman Tunahan Efendi büyük özveri ile gelecekte yapılacakları ortaya koymuşlardı. Süleyman Tunahan klasik Arapçayı canlandırdı. Saidi Nursî Kur’an’ın yeniden anlaşılması yolunu açtı. Biz de onların yolundan giderek “Adil Düzen”i ortaya koyduk ve insanlığa arz ettik. Şimdi sizlere düşen bu “Adil Düzen”i uygulayarak, örnekler vererek başarısını kanıtlamaktır. Necmettin Erbakan bu amaçla başkan oldu. Allah bazı görevleri bizim nesle değil size bırakmıştır.
İnsanlık bugün Allah’ın düzenine doğru gitme çabasındadır ama henüz kalbler telif olmamıştır. Allah onu dilediğinde insanlık hep aynı şeyleri düşünecektir. AK Parti’de büyük bir şekilde toplanma varsa da, AK Parti Kur’an’la değil Batılıların heva ve hevesleri ile işleri çözeceğini sanıyor. Bâtılı hak olarak görüyorlar. Onun için Adil Düzen Partisi’ne ihtiyaç vardır. Kur’an’a göre siyaset yapacak bir partiye ihtiyaç vardır. Firavun düzenine değil, Hazreti Musa’nın düzenine inananların dört delile dayanarak çağımızın fıkhını oluşturmaya ihtiyaçları vardır. Bu da şimdilik bir çift elin parmakları kadar olanların çalışmaları ile olacağa benziyor. Siz çalışacaksınız. Başarı size ait değildir. Bu âyet hep bunu anlatmaktadır.
وَلَكِنَّ اللَّهَ
(VaLAvKiN)
“Velâkin Allah”
Ama telif oldu. İnsanlar birleşti. 1400 sene evvel insanların kalbi birleşmemişti. Ama bugün üçüncü bin yıl uygarlığında birleşecektir. İnsanlık Allah’ın nurunun içine girecektir.
İnsanlık bunu nasıl yapacaktır?
a) Demokraside birleşecektir, demokrasi ile yapacaktır. Yapacaktır yani herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir, her topluluk aşiretten başlayarak insanlığa kadar herkes kendi icmaları ile yaşayacaktır. Herkes özgür olduğu için başkasının özgürlüğünü de kabul edecektir.
b) Lâiklikle birleşecektir. Yani herkes kendi din ve inanışında serbest olacaktır. Kimse diğerlerine dayatmayacak, sadece tebliğ yapacaktır. Bu da barışın kaynağıdır.
c) Liberallikle birleşecektir. Herkes istediği işi yapacaktır. Malını istediği bedelle istediğine satacaktır. Kendisi de istediğinden istediğini alacaktır. Onlarla devamlı alışveriştedir. Kalbi telif olmuştur. İşsiz kimse kalmayacaktır.
d) Sosyallikte birleşecektir. Kamunun mallarını kullanarak ve onun desteği ile ürettiği mallarda ortaklık payını verecektir. Bu pay da üretim yapmayanlara veya yapamayanlara karşılıksız verilecektir. Aç kimse kalmayacaktır. Dolayısıyla herkes topluluktan memnun olacaktır.
Şunu kabul etmek gerekir ki, dört halifeden sonra İslâm uygarlığı kuvvet uygarlığı metotları içinde gelişmiştir, saltanata dönüşmüştür. İkinci Kur’an uygarlığı böyle olmayacak, tamamen Hak uygarlığı olarak gelişecektir.
أَلَّفَ بَيْنَهُمْ
(EalLaFa BaYNaHuM)
“Beynlerini telif etmiştir.”
Burada “beynehum” dedi, “beyne kulubihim” demedi.
Telif üç kademede olur. Beyinde anlaşmalar olur. Ortak topluluk oluşur. Peygamberler böyle topluluklar oluşturdular. Bunlar arasında sevgi de doğdu yani ruhlar da anlaştı. Ortak duyguya geldiler. Müslüman iken mü’min oldular. Bundan sonra üçüncü safha gelir, o da ortak işler yapmadır. Yalnız yaşamalarını değil, aynı zamanda çalışmalarını da birleştirdiler. Böylece yeni kentler doğdu.
Diğerlerinde “beyne kulubihim” dediği halde, burada “beynehum” deyince artık topluluk olmuşlar, bir tek varlık hâline gelmişlerdir.
Baştan “kalb” kelimesi üzerinde durduk. Eğer durmasaydık şimdi burada “kalb” kelimesinden bahsetmesinin hikmetini anlayamazdık.
Birleştirenden bahsetmektedir. “Allah sana yeter” dendikten sonra, “kalpleri telif etti” diyerek ismi zikretmiştir. Buraya kadar “Allah” kelimesini iade etmedi, hep zamirlerle işaret etti. Oradaki “Allah” âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Burada ise Allah’ın kalbleri telif ettiği kimseler birleştiler ve bir topluluk oluşturdular. Yani kendi halifelerini meydana getirdiler. Buradaki “Allah” ise O’nun halifesi olan topluluktur. Yani “Adil Düzen”i kuran topluluktur. Artık bunların yalnız kalbleri değil kendileri de birleşmiş ve bir hak topluluğu olmuşlardır.
إِنَّهُ
(EinNaHUv)
“O”
Buradaki zamir Allah’a işaret etmektedir. Yani oluşmuş hak topluluğuna işaret etmektedir. Zamir isim cümlesi ile getirilmiştir. “Ve” harfi ile atıf yapılmıştır.
Bundan önce ifade edilen Allah “telif etti”nin açıklamasıdır.
Böyle kuvvete değil de imana dayanan, ilme dayanan topluluklar Allah’ın halifesidir.
Ekseriyet sistemi ile iktidara gelip o yolla “Adil Düzen”i kurmak mümkün değildir. Ancak tüm partiler uzlaşır ve birlikte bir anayasa yaparlarsa, o zaman o anayasa ile “Adil Düzen”e gidilebilir. Bunun için de bir “uzlaşma komisyonu” kurulmalıdır. Uzlaştıkları kısımlar yasalaşmalı ve hayata geçirilmelidir. Bunun için herhangi bir zaman tayin edilmemelidir. Zorla uzlaştırmak uzlaşma değildir.
عَزِيزٌ
(GaZIyZun)
“Azizdir”
Sözünü geçirendir, dediğini yapandır, dediğini yaptırandır.
İnsanlığı ikinci bin yıl uygarlığına hazırlamak için bir nebi göndermiş, oranın halkına ilham etmiş ve sonunda kendisine halife olan topluluğu oluşturmuştur.
Aziz nekredir. Korkutarak söz dinletirsin, bu hakimdir. Sevdirerek söz dinletirsin, bu azizdir. Allah Kur’an’ı insanlara sevenlerin eliyle ulaştırmıştır.
Arapça tedris yasaklanmıştı. Köyümdeki halk ise Kur’an okutmaya devam etmiştir. Yaylada uygun yerde cami yaptılar. Bir sene ben de hocalık yaptım. Kaçak olarak Kur’an okuttular. Baskı altında bile O’nun sözünü yaymak için çalıştılar.
Arapların İslâmiyet’i kabul etmeleri silah zoruyla değildi. İslâmiyet’in getirdiği özgürlükle olmuştur. Mekke fethedilince müşriklere dayatma yapılmadı, sadece dört ay içinde Mekke’den hicret etmeleri istenmiştir. Onlar ya ticaretle ya da çobanlıkla geçiniyorlardı, hicret etmeleri son derece basitti.
حَكِيمٌ (63)
(XaKıYMun)
“Hakimdir”
Evet, Allah kendi düzenini aziz sıfatı ile kurar ama sonra hakim sıfatı ile dünyaya hakim kılar.
Araplarda Allah’ın aziz sıfatı tezahür etti, Türklerde ise hakim sıfatı ile tezahür etti. Türkler dini baskı yapmadılar, fethettikleri yerlerde asla dini baskı yapmadılar. Fethi, ilayı kelimetullah için yaptılar. Yani isteyenlerin Müslüman da olabilmeleri için yaptılar. Lâiklik için yaptılar. İşgal ettikleri yerleri sömürmediler. Aksine işgal ettikleri yerlere refah getirdiler. Ordular mağlup olunca yerler İslâm yönetimine girmiştir ama asla katliam yapılmamıştır.
Türklerin İslâmiyet’i hakim kılmaları da araştırmaya değer. Eğer Türkler en küçük bir baskı yapsalardı şimdi tüm Balkanlar Türkiye gibi Müslimler ülkesi olurdu.
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللَّهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (64)
(YAv EayYu Hav elNaBiyYu XaSBuKa elLAvHu Va MaN TaBaGaKa MiNa eLMu'MiNiYNa)
“Ey nebi, Allah ve mü’minlerden sana tâbi olanlar yeter.”
Kur’an bütün insanlara hidayettir, rahmettir. Herkes ondan yararlanacaktır. Kur’an’ı uygulama ise mü’minlere verilmiş görevdir. Ne var ki kadın ve erkek, hür ve köle mü’min olabilir. Mü’minler gönüllülerden oluşur.
Eskiden bu görev İsrail oğullarına verilmiştir.
Kur’an soydan gelen görevlendirmeyi sona erdirmiştir. Görev talip olanlara verilmiştir. Bu sûre devlet yönetiminden bahseden sûredir. Devlet mü’minlerden yani gönüllü askerlerden oluşmaktadır. Hukuk düzeninde herkes kendi içtihadı ile hareket eder. Yargı dışında birinin diğerine emretme yetkisi olmadığı halde, askeri düzende herkes kendi emirini, kendi komutanını kendisi seçer. Gerekirse onu korumak için canını verir. Böylece mü’minler insanların güvenliğini sağlamak için hürriyetlerinden fedakârlık yaparlar.
Sûrede “Ey iman edenler, ey iman edenler” diye hitap edip önce orduyu oluşturmuştur. Şimdi de onların komutanından bahsetmektedir. O da nebidir. Bu sûrede üç defa “nebi” kelimesi geçmektedir. Kur’an’da bundan önce diğer sûrelerde de “ey nebi” geçmektedir. Bu sûrede 3 defa geçmektedir. Ahzab Sûresi’nde 7 defa geçmektedir. Demek ki Ahzab Sûresi bu sûrenin tamamlayıcısıdır. Burada iman edenler daha çok geçmektedir.
“Nebi” kelimesini müfret marife kelime olarak ele aldığımızda bir nebiden bahsetmiş olur ki o da Hazreti Muhammed’dir. İstiğrak için bahsederse, o zaman dayanışma ortakları sorumluları da girer. Nebinin bir üçüncü manâsı başkanlardır. Resul başkan demektir. Taşra bucaklarının askerleri yoktur. Savaşa mezun değildirler. İl başkanlarının da cephe savaşı yapma yetkileri yoktur. Komutan olarak savaşma yetkisi devlet başkanlarına verilmiştir. İşte, devlet başkanlarından bahsederken “ey nebi” hitabını yapmaktadır.
Mü’minler devlet başkanlarının emrinde toplanır ve devleti böylece oluştururlar.
Askeri düzen hukuk düzeninden dört esasta farklıdır.
a) Hukuk düzeninde haklı olan kuvvetlidir, askeri düzende kuvvetli olan haklıdır.
b) Hukuk düzeninde kurallara uyma esastır, hakemlere karşı sorumluluk vardır. Askeri düzende amirin emrine itaat ve amire karşı sorumluluk vardır.
c) Hukuk düzeninde sorumluluk şahsidir. Askeri düzende sorumluluk ortaktır ve bütün yetkiler başkomutana aittir.
d) Hukuk düzeninde kurallara uyup uymamaktan sorumluluk vardır. Askeri düzende ise sonuçtan sorumluluk vardır, görevi yap da nasıl yaparsan yap.
İşte bu askeri düzene tâbi orduları kurup onlara komuta etme yetkisi yalnız devlet başkanlarına verilmiştir. Ocak, bucak, il ve insanlık başkanlarının böyle yetkileri yoktur. Kur’an bu başkanlara “ey nebi” diye hitap etmektedir.
Devlet başkanı için kabul edilmiş kural şudur. Kendisi sadece mü’minlerle yani askerlerle meşgul olacak, onun dışında halkla ve devletin işleri ile meşgul olmayacaktır. Bu sebeple “İnsanlık Anayasası”nda devlet başkanı asker olur diyoruz. Çünkü askerlikte sorumluluk başkomutana aittir. Sivil adam askerliği bilmez, bilmediği konularda nasıl sorumlu olacaktır? “İlmin olmadığı yerde başkanlık etme” denmektedir, Kur’an’da. Sivillerde ise sorumluluk kişilere ait olduğu için o sadece başbakanın başkanıdır. Kimse kimsenin emrinde değildir, kuralların emrindedir.
Burada başkanın halkın işlerine karışmayacağı, başkanın sadece devlet ve ordu ile ilgileneceği ortaya çıkar. Devlet yönetiminde hukuk düzeninde bürokrasi yoktur. Kurallar vardır. Plan ve projeler vardır. Herkes kendi içtihadı ile bunları yorumlar ve uygular. Sorumluluk kendisine aittir. Hesabı hakemlere verir. “Sana yeter” demekle başkanın hukuk düzeninde müdahale yetkisi yoktur demektir. Kural koyamaz. Kural dışı yetkisi de yoktur. O da yargı karşısında sorumludur.
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ
(YAv EayYuHav elNaBiyYu)
“Ey nebi.”
Ey devlet başkanı olarak sen resul...
İnsanda nasıl deri var, dışa karşı vücudu korursa; toplulukların da ordusu vardır, dışa karşı devleti korur.
İşte, başkanın görevi budur. Devlet içindeki olaylara başkan karışmaz, devlet hukuk düzeni ile yönetilir. Yani herkes kendi içtihadı ile kurallara ve planlara uyar.
Bu sebepledir ki İslâmiyet’te boş bulduğun arsa üzerinde o arsanın resmi planına uygun inşaatı yapmaya yetkili olan kişi başlar ve kimseden izin almaz. Yanlış yapıyorsa hakemlere gidilir, kimse müdahale edip inşaatı durduramaz.
حَسْبُكَ اللَّهُ
(XaSBuKa elLAvHu)
“Allah sana yeter.”
“Hesb” yeter demektir, ne eksik ne fazla demektir.
Allah ve tâbi olan mü’minler sana yeter demek, sen onları dışarı bırakamazsın, onların dışına da çıkamazsın. Bundan önceki âyette seni nusreti ile ve mü’minleri ile teyit eden Allah hasbindir demekle burada ifade edileni belirtmişti. Orada mü’minlerle seni teyit eden Allah denmiş, burada ise Allah ile mü’minler atfedilmiştir.
Mü’minleri oluşturmak başkanın yetkisinde değildir. Bu sebeple başkan bölgelere emirler atamaktadır. Ondan sonra halka sen buraya sen buraya diye emirler vermemektedir. Halk istediği komutanı seçerek ordular oluşturmaktadır. Onun için seni mü’minlerle teyit eden demektedir. Yani mü’minleri sen oluşturmadın, biz gönderdik denmektedir.
Halk komutanlarını seçtikleri takdirde başkan gerçek başkan olmuş olur. Halkın teyidi ile başkanlığı tamamlanır. Buna “biat” denmektedir.
“Halk” dediğimiz zaman mü’minlerden bahsediyoruz, gönüllüler diyoruz. İşte bu iki âyetteki “hasbuke” kelimesinde, “Adil Düzen Anayasası”ndaki askerliğin gönüllülerden oluşacağı ve kişilerin komutanlarını kendilerinin seçeceği hükmü açıkça ifade edilmektedir.
Biz varsayımlarımızı fıkha dayandırıyor, onlardan yani fıkıh ehlinden istihsan ediyoruz. Fıkıhçılar da sünnete dayandırdılar, onlardan istihsan ettiler. Arapça gramer kurallarını fıkıhçılar yazmadılar, hadisçiler yazmadılar, gramerciler yazdılar. Şimdi gramer kuralları ile varsayımlarımızı kontrol ediyoruz. Fukaha ve sünnete uyarak yaptığımız istihsanla oluşmuş fıkhımız Kur’an’a uyuyor mu?
İşte, görüyorsunuz ki varsayımlarımızın çoğu Kur’an tarafından teyit edilmektedir. Yanlışlarımızı da düzeltiyoruz. Varsayımlarımıza Kur’an’ı uydurmuyoruz, varsayımlarımızı Kur’an’ın göstermesi ile düzeltiyoruz.
Kur’an’ın denetiminde olmadan varsayımları doğru kabul edip ona göre amel etmek yanlıştır. Bugünkü din uleması bunu yapıyor. Kur’an’ı tamamen reddedenlerin yanında Kur’an’ı kendi varsayımlarına uydurmaya çalışanlar vardır. Bunlar dalalettedirler.
وَمَنِ اتَّبَعَكَ
(Va MaNi tTaBaGaKa)
“Ve sana tâbi olan kimseler.”
Burada tâbi olan mü’minler Allah’a atfedilmiştir, böylece Allah’la beraber yapılmıştır.
Başkan bir taraftan Kur’an’dan aldığı ilâhi emirleri dinleyecek, diğer taraftan da ona tâbi olan mü’minlerle hareket edecektir, onlarla istişare edecektir.
Yine sade bir kural ortaya çıkmaktadır. Başkan tâbi olanlarla istişare edecek, kararını onların arzuları yanında şeriatın denetiminde verecek, Allah’ın Kur’an’da izin verdiği hususlarda onların arzusuna uyarak kararlar alacaktır ama Kur’an’ın emrettiği dışına çıkılmasına izin verilmeyecektir.
Burada “sana tâbi olan” tabiri ile anlıyoruz ki tâbi olmayanlar da var demektir. Bu durum bundan sonra gelen “mine’l-mü’minîn” kelimesinden anlaşılmaktadır.
Evet, ordular ulusların orduları olacaktır, devletler ulus devletler olacaktır. Devletlerin üstünde bir silahlı güç yoktur. Hakemlerden oluşan yargı vardır. Yargının kararlarını infaz görevi ulus devletlerin mü’minlerinden oluşan ordularına aittir.
Burada “tâbi olma” kelimesi kullanılmıştır. Tâbi olma itaatten farklıdır. İtaatte üst emreder, ast da onun emirlerini yerine getirir; o itaattir. Emreden kendisi yapmaz, yaptırır. Tâbi olmada ise başkan yapar ve arkasındakiler ona uyarlar. Başkanın yüzü cemaatine dönük değildir. Bu da askerlikte bile merkezi yönetim yoktur anlamındadır. Komutan görevlendirir ve görevden alabilir. Görevlinin görevi nasıl yapacağına karışmaz. Yanlış yapmışsa sonra onu sorgular yahut görevden alır. Hukuk düzeninde merkezî görevlendirmeler olmadığı gibi görevden alma da yoktur. Dayanışma ortaklıkları sözleşmelerden ibarettir. Sözleşmeleri tek taraflı da olsa sona erdirme yetkisi tarafların yetkilerindendir. Zarar vermiş olmamaları gerekir. Eski zararlara iştirak ederler.
مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (64)
(MiNa eLMu'MiNiYNa)
“Mü’minlerden.”
Buradaki “mü’minler” ulus ordularıdır, hakem kararlarına uyan ve onların emrinde olan ulus ordularıdır.
“Lam” istiğrak içindir. Yani insanlıkta mevcut olan mü’min ordulardan sana tâbi olanlar demektir.
İnsanlıkta yüze yakın devlet vardır. Her devlette de ona yakın ordu vardır. Demek ki bir devlet başkanına tâbi olan on ordudur. Diğer 900 kadar ordu ona tâbi değildir, diğer başkanlara tâbidir.
İşte buradaki “Min” teb’iz içindir. Tâbi olanlar diğerlerinden ayrılmaktadır.
Görülüyor ki, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda zikredilenler Kur’an tarafından bir bir teyit edilmektedir.
Tarih boyunca kavmî devlet yerine tek İslâm devleti kabul edilmiş, tüm fıkıh uygulaması ona göre yapılmıştır. Oysa pratikte hiçbir zaman bu mümkün olmamıştır. Önce Abbasiler ve Emeviler ikilisi ortaya çıkmış, sonra İslâm devletleri çoğalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu İslâmiyet’i temsil eden tek devlet olmak istemiş ama başaramamıştır. Hilafeti zorla almıştır.
Bunların hepsi Kur’an’a aykırıdır. Buradaki “Min” de bunun en beliğ ifadesidir.