Enfal Sûresi-2
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (2) الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (3) أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (4)
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ
(EinNa Mav eLMuEMiNUvNa elLaÜıNa EiÜAv ÜuKiRa elLAvHu VaCiLaT QuLUvBuHuM)
“Mü’min olanlar, Allah zikrolunduğu zaman kalbleri vecl eden kimselerdir.”
Bundan önceki âyette “mü’min iseniz Allah ve resulüne itaat ediniz” denmişti. Biz mü’minleri askerliği yapan kimseler olarak tanımlıyoruz. Askerlerin görevi de yargı kararlarını yerine getirmedir. “Allah ve resulü”nün “yargı” olduğunu açıklamıştık.
Mü’min iseniz yani asker iseniz yargı kararlarına itaat etmeniz gerekir, yargı kararlarını yerine getirmeniz gerekir. Çünkü yargı sayesinde toplulukta güvenlik sağlanır. İnsan dışındaki canlılar ya topluluk içinde yaşarlar, kurallara kayıtsız şartsız uyarlar, özgürlükleri yoktur; yahut ayrı ayrı yaşarlar, bu sefer de özgürdürler ama güvenceleri yoktur. Dışarıdan gelen saldırılara karşı tek başına karşı koyma durumundadırlar.
İnsanlar hem topluluğun ferdidir hem de kurallar içinde özgürdür. Bu da yargı kararları ile sağlanmaktadır. Herkesin özgürlük sınırı başkalarının özgürlüğünün sınırıdır. Bu sınırı hakemler çizer. 1924 Anayasası’nda bu madde vardı. Ne var ki orada bu sınırı kanunlar çizer deniyordu. 1961 Anayasası’nda bu maddeyi çıkarmışlardır. Biz bu maddenin bu şekilde konması gerektiğini ifade ediyoruz. Çünkü Kur’an’da mü’min iseniz yargıya itaat edin denmektedir.
Mü’min olan kimse savunmaya bedelle değil de bedenle katılan kimsedir. Bununla beraber bunlar dünya malını elde etmek için asker olmazlar, bunlar cizye vermemek için asker olmazlar. Bunlar mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmış kimselerdir. Kalplerine imanın dâhil olmadığı kimselere “mü’minim” demeyin “müslimim” deyin denmektedir. Yani askerliği dünyevi kazanç için değil de sırf Allah’ın emrine girip derece almak için yapanlardır. Başka bir ifade ile askerlik ulus içinde yapılır. Aynı dili konuşan kimseler devletlerini korumak, iç ve dış saldırılardan güvence altına almak için mü’min olur. O halde kendi ulusunu ve devletini sevmeyen, onun için ve onu korumak içinin canını seve seve vermeyen kimse mü’min olamaz, asker olamaz. Böyle olan kimselerdir ki yargı kararlarını yerine getirirler. Çünkü yargının bir gücü yoktur. Onun gücü sadece askerlerin gücüdür.
İki türlü asker vardır.
Yargının emrinde olan askerlerdir. Bunlar mü’minlerdir.
Yargıyı emirlerine alan askerler vardır. Bunlar da eşkıyadır, müşriktir.
Ne var ki yargı adil olmalıdır, hakemlerden oluşmalıdır. Hakemlerin kararları yine hakemlerden oluşan yargı denetiminde olmalıdır. Bugün ise yargı bağımsız değildir, yansız değildir. Hâkim atanmıştır, siyasilerin adamıdır yahut onu koruyan yoktur, basının saldırısında savunmasızdır. Yargı adil olmayınca da askerin ona müdahalesi meşrulaşır. Bu sebepledir ki Adil Düzen Çalışanları bu durumda askerleri ve yargıçları suçlu bulmaz. Askerlerin müdahalesini hoş karşılar, hâkimler de eğer Batı Çalışma Grubu’nu alkışlamışlarsa onları mazur görür.
“Ben mü’minim” diyene “sen mü’min değilsin” diye geri çevirme yetkimiz yoktur. Ne var ki bunlar gerçek mü’min değil resmen mü’mindir. Bunlar da ona göre istihdam edilirler. Askerlik demek üste itaat etmek demektir. Başkomutan yargı kararlarına itaat edecek, astlar ise ona itaat edeceklerdir. Böylece emir-komuta zinciri içinde görevler yerine getirilecektir. Resul bir azatlıyı başkomutan yapmıştı. Osmanlılarda böyle sadrazamlar gelmiştir. Kalbine henüz iman girmediği halde ben mü’minim deyip askere gelenleri geri çevirmiyoruz ama ona göre görev veririz.
Peki, gerçek mü’minler nasıl belli olacaktır?
İşte bu âyet bize gerçek mü’minlerin nasıl ortaya çıkacağı hususunu anlatacaktır. İlk olarak Allah’ı zikretmeleri ve Allah’ı zikretmekten zevk almaları gerekmektedir. Allah’ı zikretmek demek, topluluğun konularını ele almak, günde beş defa bir araya gelerek o konuları müzakere etmek ve bundan da zevk almaktır.
إِنَّمَا
(EinNa Mav)
“Sadece”
“Ahmet çalışkandır” dediğinizde sadece Ahmet’in çalışkan olduğunu söylemiş, diğerlerinin tembel olduğunu söylemiş olmayız. Ama başına “İnnemâ” getirirsek sadece Ahmet’in çalışkan olduğunu söylemiş oluruz.
Burada da sadece sayılanların mü’min olduğu ifade edilmektedir.
Bir de “İllâ” ile benzer cümle yapılır. “Ahmet’ten başka çalışkan yoktur” demektedir. Aralarındaki farkı şöyle açıklayabiliriz. “İnnemâ” ile yaparsanız ondan başka çalışanlar ciddi çalışmıyorlar anlamındadır. Onlar da fiilen çalışmaktadırlar. Onun için fıkıhçılar “İnnemâ” ile hükmü tahsis etmezler, daha çok uhrevi hüküm olarak kabul ederler.
Burada da aynı usule riayet ediyoruz. Eğer “İllâ” ile getirilseydi o zaman imtihan yapıp gerçek mü’min olanları askere almalıydık. “İnnemâ” ile gelince biz askere alırız, o fiilen asker olur, gerçekte asker olamaz. Onlarla güven sağlanamaz. Onlarla savunma yapılamaz. Ölümü göze alamayan asker asker değildir. En etkin silah ölümü göze alan insandır. Onu yenecek ancak başka ölümü göze alan insandır. Yukarıda istihsanen herkesi askere alacağımızı söyledik. Burada Allah “İnnemâ” ile istihsanımızı teyit etti.
الْمُؤْمِنُونَ
(eLMüEMiNUNa)
“Mü’minler”
“Mü’minler” kelimesi burada izhar edilmez “Hüm” olarak ifade edilirdi. Öyle yapmamış, “mü’minler” kelimesini izhar etmiş, tekrar söylemiştir. Bu da bundan önceki âyetteki mü’minler ile bu mü’minler arasında fark olduğunu göstermektedir. Birinciler “ben askerim” deyip askere gelmiş mü’minlerdir. Dünyevi hükümlerdeki mü’minlerdir.
Bütün mü’minlerin kayıtsız şartsız yargıya itaat etmeleri gerekir. Yargı kararlarına karşı çıkan ve uygulamayan asker ordudan tart edilir. Ülke dışına sürülür. Oradaki her mü’min askerdir. Burada ise gerçek mü’min olanlar mallarını ve canlarını Allah’a satmış olan mü’minlerdir.
İşte bu iki mü’min farklı olduğu için “mü’minler” kelimesi izhar edilmiştir.
“İnnemâ” ile işaret edilen burada tekit edilmiştir.
Kur’an’ın ne kadar beliğ olduğu burada çok kolaylıkla görülür.
الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ
(elLaÜIyNa EiÜAv ÜuKiRa elLAvHu)
“O kimseler ki Allah zikredildiği zaman”
Mübteda “el-Mü’minûn” olarak gelmiş, haber ise “Ellezîne” ile gelmiştir. “Mü’minûn”da iman edenler bellidir ama inanılan şey belli değildir. Bununla şu ifade edilmiştir ki buradaki iman Allah’a iman değildir. Eğer Allah’a iman olsaydı “Ellezîne Âmenû” şeklinde gelirdi. İman halkın kendi topluluklarına inanmasıdır, onları güvene almasıdır. Güvene alma da duruma göre değişik şekil alır. Oysa burada Allah’ın zikri söz konusudur. Burada ise zikreden kimseler bellidir, zikir de bellidir. Allah’ın kitabını okuyup kendi topluluğunun sorunlarını çözme şeklindeki zikirdir. Allah’ın zikri ancak O’nun kitabını, münzel kitabını ve kâinat kitabını anlamaya çalışmak demektir. Topluca anlamaya çalışmak demektir.
Demek ki mü’min olmanın şartı olarak mutlaka Kur’an derslerine devam etmek gerekir. Ben iyi insanım ama namaz kılmam denemez. Namaz kılmayan insan iyi insan olamaz. Bunun gibi ben Kur’an derslerine devam edemem ama ben mü’minim demek doğru değildir. Mutlaka hiç olmazsa bir arkadaş bulup günde bir iki saat mutlaka Allah’ın zikrine katılmak gerekir. Sözde mü’min değil de gerçek mü’min odur. “İzâ” geldiği için böyle bir şeyin yapılması gerektiği hususu da bildirilmiş olmaktadır. Namaz gibi mü’minler Kur’an ile topluluğun sorunlarını çözmekle mükelleftirler.
Bize maddeten katıldıkları halde Kur’an derslerine katılmayan veya kendileri bulundukları yerde Kur’an derslerini yapıp topluluğun işlerini Kur’an’la çözme çabasını göstermeyenler “müslim” olurlar ama “mü’min” olamazlar.
Burada bir hususa işaret etmekte yarar görüyorum.
Bu zikir acaba internet vasıtası ile olabilmekte midir?
Biz bunun denemesini yapmaktayız. Bir yerde bir araya gelip topluluğun meselelerini görüşemiyoruz. Allah’ı zikredemiyoruz. Ama internette buluşup görüşmemizi yapabiliriz. Nitekim benim de aralarında bulunduğum, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu, Tayibet Erzen, Emine Hocaoğlu, Zafer Kafkas, Vahap Alma, Ali Bülent Dilek, Hakan Kandal, Cengiz Demir, Sam Adian, Hüseyin Kayahan, Mete Firidin, Harun Özdemir ve zaman zaman katılan diğer çalışma arkadaşlarımızla bu anda bu zikre katılmaktadırlar.
Allah’ın bu emrini şimdilik www.akevler.org sitemizde yazı yazarak, yorum yaparak, okuyarak katkıda bulunmaya başlayın. Burada göstereceğimiz ilgiyi Allah zikir olarak kabul eder ve bu yapılan insanlığa da rahmet olur.
وَجِلَتْ
(VaCiLaT)
“Vecl eder.”
Hazreti Lut peygambere gönderilenler Hazreti İbrahim’e de gelirler ve İbrahim’in evine girerler. Niyetleri hiç iyi değildir. Hazreti İbrahim’e selam verirler. O selamı alacağına “Biz sizden ürküyoruz, endişeliyiz.” der. Onlar da, ürkme biz sana bir oğlan müjdelemek için geldik derler.
“Vecl” burada bir şeylerden şüphelenerek o hususta derin derin düşünmeye dalmaktır. Hazreti İbrahim onların selamını duymamıştır bile, onlar neden selam almadığını sorunca da biz endişelendik başka şeyleri duymaz olduk demiştir.
وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ (Müminun-60 )
“Onlar Rablerine raci olacaklar diye ita ettiklerini kalpleri vecile oldukları halde ita eden kimselerdir.”
Burada da “vecile” denetim anlamındadır. Yani bir işi yaparken bir hata yapmayayım diye sürekli olarak işinizi kontrol ederseniz vecl etmiş olursunuz.
Demek ki vecl korkudan çok dikkatli olma demektir.
قُلُوبُهُمْ
(QuLUvBuHuM)
“Kalpleri”
İnsanda iki kalp vardır.
Biri göğsündeki kalptir, bu kalp kanı dolaştırır.
Biri de beyindeki kalptir. Bu da insanın ruhu ile ilişkisini kurar, beyinden gelen bilgileri ruha iletir, ruhtan gelen bilgileri de beyine iletir. Buradaki beyin başta olan beyindir.
“Celle” kelimesi ve “cila” kelimesi ile akrabadır. “Cila” parlaklıktır. “Celal” da erginleşme, olgunlaşmadır.
Kendilerine Allah zikredilince başka her şeyi bırakıp O’nu anlamaya ve O’nun üzerine düşünmeye başlarlar.
Akevler internet dergimizde günün meselelerini ele alıyorduk. Başta ilgi vardı. Sonra makaleler üzerinde tartışmaya girişildi. Herkes dergiyi bıraktı, Kur’an üzerindeki tartışmaya geçildi. İşte bu kalplerin vecl etmesidir. Yani başka konuları terk edip Kur’an’ın çözümleri üzerinde durmadır.
Evet, ne zaman topluluk Kur’an üzerinde müzakereye başlar ve çalışmalarını ona yoğunlaştırırsa, işte o zaman o topluluk mü’min topluluk olur ve o topluluk gerçek mü’minler olarak dünyanın güvenliğini sırtlanmış olur. “Adil Düzen”i işte bunlar getirecektir.
Burada bir hususu hatırlatmakta yarar görüyorum. Âyet “Ellezîne” olarak gelmektedir. Tek başına çalışma değil cemaatle çalışmamız gerekmektedir. Bizim dışımızda çalışanlar varsa bizimle irtibata geçmelidirler. Biz de çalışanları bulursak onlarla irtibata geçmeliyiz. Ayrıca bizi takip eden kardeşlerimiz bize katkıda bulunmazlarsa bile takip ettiklerini bildirirlerse kendileri ile tanışmış oluruz.
وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا
(Va EiÜAv TuLiYaT GaLaYHiM EAvYAvTuHUv ZAvD aTHuM EIyMANan)
“Onlara âyetlerimiz tilavet olduğunda onların imanını ziyade eder.”
Resmen mü’min olanlarla gerçek mü’minleri ayıran vasıfları saymaya birincisi Allah kendilerine zikredildiği zaman beyinleri dikkat kesilir, onun üzerinde yoğunlaşırlar, hep onu görüşüp konuşurlar şeklinde ifade edilmiştir. Şimdi ikinci özelliklerinden bahsedilmektedir. Kendilerine onun âyetleri tilavet olunduğunda o âyetler onlara imanı ziyade eder denmektedir. Zikir tilavetle, Allah âyetleri ile ve kalplerin vecl etmesi de imanın ziyadesi ile karşılaştırılmıştır.
Bu ikisi “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Ayrı ayrı şeyleri anlatmaktadır. Allah’ın zikredilmesi Allah üzerinde düşünmek ve O’nu anlamak anlamındadır. O’nun âyetlerinin tilavet olunması demek başkalarının bulduğu, âyetleri duydukları ve öğrendikleri zaman imanları artar denmektedir.
“Kur’an Allah’ın sözüdür” dedikten sonra onun Allah sözü olduğunu ispatlaması önemli husustur. Daha ilkokulda köyde idim. Kentte okuyan bir arkadaşa Kur’an mucizesini anlatmak istedim. Ben ona bütün canlıların, bitkilerin ve hayvanların çift olduğunu ve eşleştiklerini anlattım. O bana itiraz etti, bakterilerde eşleşme yoktur dedi. Ama çok sonraları DNA’lar keşfedildi ve her canlıda DNA’lar birleşir ve bir gen oluşturur. Bakterilerde kromozom yoktur ama DNA grupları vardır. Her DNA çiftlerden oluşur. Bakterilerde de eşleşme mevcuttur. İki hücre bir boru ile birleşirler ve birbirine genleri değiştirirler. İşte bu bilgi Allah’ın âyetlerindendir, bize aktarıldığı zaman bizim imanımız artar. İnsanlar Kur’an’da aradıklarını bulunca imanları artmaktadır. Zikirden farkı nedir? Zikirde kendileri düşünüp çözümler üretmektedirler. Tilavette ise başkalarının buluşları ona aktarılmaktadır.
Müsbet ilim ilk önce Mezopotamya’da Hazreti Nuh peygamberle başlamıştır. Mısır onlardan aldığı usulle geliştirmiştir. Sonra Hazreti İbrahim peygamber gelmiş ve ilimdeki ikinci büyük hamleyi İbranilerde yapmıştır. Mezopotamya’da doğa ilimleri, İbranilerde sosyal ilimler gelişmiştir. Yunanlılar bu ilimleri geliştirmişlerdir. Üçüncü hamle ise İslâmiyet’le başlamıştır. Tümevarım usulünü geliştiren Müslümanlar müsbet ilmin temellerini atmışlardır. Batılılar olgunlaşmış ilim ağacının son bakımını yaptılar ve ilim Batılılar elinde meyve verdi.
Bediüzzaman’a “Risalelerden başka ne okuyalım?” diye sorarlar.
Cevap verir: “Siz okulda matematik okumuyor musunuz? Fizik, kimya, astronomi okumuyor musunuz? İşte onları okuyacaksınız.”
İşte Batının meyvesini devşirdiği müsbet ilim Allah’ın âyetlerini bize aktarmaktadır. Bizim de imanımız artmaktadır.
Zikirde içtihat var icma var, burada ise ilim var kelam var.
Bediüzzaman bu ilmin temellerini atmıştır. Hüseyni Cisrî Hamidiye risalesinde bunun üzerinde durmuştur. Yirminci yüzyılın vardığı sonuçlar ele alınmalıdır.
Burada da “İzâ” ile geldiğine göre böyle bir müessesenin kurulması gerekmektedir.
Gerek burada gerekse bundan önceki ifadede meçhul sigası kullanılmış ve mü’minlerden bu zikre ve bu tilavete katılmalarını istemiştir.
Peki, kim zikir edecek kim tilavet edecektir?
İşte o işi yapan da nebilerin yerine geçen âlimler olacaktır.
Birinci uygulamada bu işi Akevler yaptı. N. Erbakan’a ve F. Gülen’e yeter derecede zikir ve tilavet ulaştı. Onlar da büyük başarılar elde ettiler. Zikir karşısında kalpleri vecl etti. Tilavet karşısında imanları arttı.
Birinci hamle Mekke dönemi idi. Medine’de İslâm düzeni fiilen uygulandı.
Şimdi siz Adil Düzen Çalışanları, ikinci hamle için çalışıyorsunuz. “Adil Düzen”i anlatacaksınız, müsbet ilmin sonuçlarını tilavet edeceksiniz. Yeni hamleler olacaktır; siyasetten önce ekonomide olacaktır, imanda olacaktır.
Risalelerin etkisi yalnız Risaleleri anlatanlarda kalmamış, tüm Müslümanlara ve tüm insanlığa etki etmiştir. Artık insanlık tebliği değerlendirmeye hazır hâle gelmiştir. Şimdi insanlık Allah’ın zikrini ve âyetlerin tilavetini beklemektedir.
Biz azız diye endişelenmeyin. Biz az değil hiçiz ama bizi bu yola koyan O’dur. O güçlüleri değil zayıfları ortaya çıkarır. Hazreti Musa kekeme bir köle idi, Hazreti Muhammed fakir bir yetimdi ama Allah ne yaptı; insanlığı onların emrine verdi.
Allah neden zayıfları seçer?
Herkes bilsin ki marifet onlarda değil onları görevli kılandadır.
İşte sizi de böyle kenarda birer zavallı olarak var etti ama size ağır görev verdi. Siz bir şey yapmayacaksınız, O yapacaktır. Siz sadece ortalıkta görüneceksiniz. Bizim işimiz sadece görünmektir, yapacak olan O’dur.
Kelamcılar “iman artmaz eksilmez” demektedirler. Bu dünya için bu doğrudur. Adam mü’min ise bütünüyle mü’mindir. Kalpteki iman ise devamlı artar. İnsan Allah’ı zikredip de âyetleri tilavet ettikçe her gün imanı artmaktadır. Kalp bilgisayar gibidir. Nasıl yüksek kapasiteli bilgisayarda kapasite sorunu yoksa, insanın beyninde de kapasite sorunu yoktur. Ömrü boyunca doldurduğun kadar doldur yine boş yer vardır.
وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ
(Va EiÜAv TuLiYaT GaLaYHiM)
“Âyetler onlara tilavet olunduğunda”
Burada zikir tilavete atfedilmiştir. İkisi de meçhuldür. Fail olan yani zikreden ve tilavet eden başkalarıdır. Onlar ilim adamlarıdır. Mü’minler ise askerlerdir.
Seyf ve kalem Osmanlılarda meşhur iki kelimedir; kılıç ve kalem.
Tilavet edenler var. Zikir edenler var.
Mü’minler bu tilaveti ve zikri alanlardır, etkilenenlerdir. Bunlar kendi içtihatları ile amel edecekleri için bunlara ittiba veya itaat söz konusu değildir. Bunların çalışmalarından yararlanmalıdırlar. Yoksa onların emrine girmeyeceklerdir.
Yasama ile yönetme tamamen farklıdır. Kuvvetler dengesi vardır. Yasama, yargı, yönetme ve yürütmeye karışmaz. O sadece Allah’ın âyetlerini ve şeriatın hükümlerini ortaya koyar. Herkes kendi görevinde kendi yetkisini kullanır.
آيَاتُهُ
(EAvYAvTuHUv)
“O’nun ayetleri”
“Âyet” yollara konan trafik levhalarıdır. Levhalara uyup yolunuza devam ederseniz istediğiniz yere varırsınız.
“Allah’ın âyetleri” demek kâinatı var edenin koyduğu yol taşları demektir. Allah koyduğu için onda hata olmaz. Herkesin denemesi sonucu doğrulanmış yol işaretleri de böyledir. Zikrullah ve O’nun âyetleri denmiştir.
İki çeşit âyet vardır.
Doğa kanunları birer âyettir. Sünnetullah âyettir.
Bir de münzel âyet vardır. Kur’an’ın cümleleri birer âyettir.
Her iki âyet insanlara okunacaktır. Bu âyetler bir âyettir, tek grup oluşturur.
Âyet = Aklî Âyet * Naklî Âyet.
Tek başına ne akıl ne de nakil âyet olabilir. Dille ifade edilmeyen doğa kanunları âyet değildir. Demek ki Kur’an sadece Arapça kuralları ile anlaşılamadığı gibi sadece müsbet ilimlerle de anlaşılamaz. Müsbet ilimlerle beraber Arapça Kur’an ile Arapça kurallarının bir arada ele alınması gerekmektedir. Bugünkü müsbet ilimler Kur’an Arapçası ile tedris edilmelidir. Kur’an’daki kelime ve cümle kuralları ile matematiği oluşturmalıyız. Kur’an’daki kelimeleri matematikle tanımlamalıyız.
زَادَتْهُمْ
(ZAvDaTHuM)
“Onları artırdı”
“Zad” azık demektir. Asıl yükü yüklendikten sonra bir de yolda yemek için ek yük alınır ki buna “zad” denir. Olması gerekenden fazlası “ziyade”dir.
İmanı öyle tanımlamamız gerekir ki o ziyade olsun. Güven demektir. O halde güveni artırmak anlamına gelir. Dayanışma güven artırmadır.
İnsanda daima bir şüphe vardır. İnsan bilir ama beyni ile bir türlü inanmaz. Bilinçaltında hep kuşku ile karşılar. İşte insandaki bu kuşkuyu giderecek olan Allah’ı zikretmek ve âyetlerini tilavet etmektir. Âyetler akla hitap eder, ilmîdir. Zikir ise bedene hitap eder, bedenin yapacakları üzerinde durur. İlim yapmak ve ilmi uygulamak gerekir. Eğer ilmimizi uygulamazsak bir türlü ona iman edemeyiz. Hep teoride kalır pratiğe geçemeyiz. İmanımızın ziyadeleşmesi için yani gerek kendi içimizde reybi atabilme bakımından güven içinde olmamız gerekse çevremizde güven içinde olmamız için âyetlere uymamız gerekir. Yani trafik işaretlerine uymalıyız.
إِيمَانًا
(EIyMANan)
“İmanı”
“İman” burada mef’ul olarak getirilmiştir. Suyu artırmak için suyun çoğulunu kullanamadığımız gibi iman da cins olarak artar. Hal de olabilir. Güven olarak onları ziyadeleştirir. Ziyadeleştiren âyetlerdir.
İnsan aklen bulduğu şeyi deneyerek yaparsa bulduğuna inanır. Trafik kurallarına uyan kimse nasıl kendi güvenini artırırsa Allah’ın âyetlerine uyan kimse de güven içinde olur.
Şeriat hayatın trafik kurallarıdır. Gerek vahye dayanan âyetler gerekse doğada mevcut sünnetullah hep âyettir. Bize nasıl hareket edeceğimizi göstermektedir. Âyetlerin imanı artırması ona uyulması ile sağlanır. Yani mü’minler âyetlere uyarlar demektir. Yani şeriatın kuralları içinde olurlar demektir. Kimse trafik hatası yapmazsa kaza da olmaz.
Bu âyetler çoğul olarak getirilmiştir. Yani biz dayanışma içinde olmalıyız. Yalnız kendimizi kurallar içinde bulundurmak değil, diğer dayanışma içinde olduğumuz kimseleri de kurallar içinde bulundurmak gerekir. Bu sebepledir ki verilen zararlar birlikte ödenmektedir.
İman etmek demek aynı zamanda dayanışma ortaklığını kurmak ve birbirimizi kollayıp gözetmek demektir. Her türlü nizada hakemlere gitmek ve hakemlerin kararlarını eksiksiz uygulamaktır. Mü’min bu demektir. Kendileri hakem kararlarını uyguladıkları gibi başkalarının da uygulamasını sağlarlar.
وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
(Va GaLAy RabBıHıM YaTaVakKaLUNa)
“Ve Rablerine tevekkül ederler.”
Cümle mef’ulü takdim edilmiş fiil cümlesidir. “Alâ Rabbihim”i mahallen merfu yaparsanız isim cümlesi de olabilir. O takdirde “Ve” atıf vavı değil de hâl vavı olur. Yani bundan önceki vecilet ve zadet fiillerindeki mef’ullerin hâli olabilir. Yahut “İza” cümleleriyle ifade edilen fiillere atıf olabilir. Hâl olarak alındığı zaman gerek vecl ederken gerekse imanları ziyade olurken hep Rablerine tevekkül ederler. Biz bu işleri nasıl yapacağız, bizim gücümüz neye yeter diye başlattıkları işleri yarım bırakmazlar.
“Vekele” dayanmak demektir. Kendi başına bir işi başaramadığınız zaman işi başkasına havale edersiniz. Bunlar derece derecedir. Risalet var. Sadece sizin talimatınızla yerine getirir. Kendisi sizin adınıza tasarruf etmez. Vekâlet var, sizin adınıza tasarruf eder, siz istediğiniz zaman azledebilirsiniz. Velayet vardır. Sizin onu azletme yetkiniz yoktur ama değiştirme yetkiniz vardır. Hakemlik vardır. Değiştirme yetkiniz de yoktur.
“Tevekkül etmek” kendi kendini vekil yapmadır, lazım fiil haline gelir. “Alâ” ile teaddi eder. Böylece kendinizi başkaları üzerinde güvenli hâle getirmektedir. Benim nasılsa vekilim vardır diye rahat içinde olmadır.
“Onlar Rablerine tevekkül ederler.”
Yani bilirler ki kendileri yapmayacak, Rableri yapacaktır. O halde benim ne gücüm var, ben neyim ki bu gibi büyük görevleri yapayım. Ben Arapça bilmiyorum. Benim usulden haberim yok nasıl yapacağım demeyip evet ben bilmiyorum ama O bildirecek, Rabbim bildirecek. Benim gücüm yok ama O bana güç verecektir.
Biz 1960’larda siyasete başladığımızda bize söylenen şu idi: Siz doğru olabilirsiniz ama Türkiye’de askerler size yol vermezler, askerler vermezse dünya size yol vermez. Biz Allah’a tevekkül ederek görevimizi yapmaya başladık. Şimdi dünya da askerler de yol verdiler. Anayasa ekseriyeti ile iktidardayız. İstediğimiz olmuyorsa güçsüzlüğümüzden değil, bilgisizliğimizdendir. Arkadaşlarımız nasılsa iktidar olmayacağız diye “Adil Düzen”i öğrenmediler. Şimdi iktidardalar ama ne yapacaklarını bilmez durumdadırlar. Bir gün siz de iktidar olacaksınız. O zaman şaşkın ördek durumuna düşmemeniz için şimdi bu derslere canla başla devam ediniz ve Allah’a dua ediniz; bilmediğimiz işleri yapmaya bizi görevlendirme, Sen bizi ilmimiz olmayan hususlarda önderlik etme hatasına düşürme.
Burada yine bir hususa dikkat etmemiz gerekir. Hepimiz ayrı ayrı Rabbimize tevekkül yerine birlikte Rabbimize tevekkül edeceğiz. Yani birlikte çalışacak insanlar arayacağız. “Men ensârî ilellah “demeliyiz. Maddeten bir araya gelemiyorsak bile internette bir araya gelmeliyiz. Sonra da yüz dairelik apartmanı yapıp oraya taşınmalıyız.
Bilmeliyiz ki bizim tek eksiğimiz ilmimizdir. Rabbimiz gece gündüz başımızda beklemektedir. Bir an evvel öğrensinler, rahmet kapılarını açayım da İslâm düzeni, barış düzeni gelsin; “Adil Düzen” gelsin.
الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
(elLaÜIyNa YuQIyMuNa elÖaLAvta Va MimMAv RaZaQNAvHUM YunFıQUNa)
“Onlar salâtı ikame eden ve kendilerine rızık ettiklerimizden infak eden kimselerdir.”
Burada harfi atıf getirilmemiştir. Daha önce kendilerine Allah’ın zikredildiği ve âyetlerinin tilavet edildiği kimselerin özelliklerini anlatmaktadır. Anlatılan kimseler aynı olduğu için “ve” harfi getirilmemiştir. Bu “Ellezîne” bundan önceki “Ellezîne”ye bedel yapılmıştır. Bundan önceki “Ellezîne”de yapılan işler anlatılmıştır. Burada bu işlerin nasıl yapılacağı anlatılacaktır.
Bir fabrikayı kurarsınız. Fabrikada insanlar çalışırlar ve ameli salihat yapıp mal üretirler. Çalışma ameli salihtir. Elde edilen ürün ise ibadettir. Fabrikada işçiler kendi çıkarları için çalışırlar, herkes kendi kazancını temin eder. Burada patronun da işini yapmış olurlar. İşte ücret almak için çalışmaları ameli salihtir. Patronun işini yapmaları ibadettir. Namaz ve oruç ise bunlardan ayrı bu işleri yapmak için oluşturulan örgüttür, çalışma tarzıdır. Kendileri ne ameli salihtir ne de ibadettir. Çünkü sadece o hareketleri yapma ne kendilerine bir ücreti getirir ne de patronlarının işini yapmış olur.
Bundan önce öğrenme safhası anlatılmıştır. Öğreneceksiniz, ondan sonra da yapmaya azmedeceksiniz. İlim ve amelden sonra iman gelir.
İlmî dayanışma insanların bilgilerini artırır. Ahlâkî dayanışma ise insanlara bildiklerini yapma gücünü verir. İşte tarikatların görevi budur. İlmin ortaya koyduğu hakikatleri halka ulaştırmak, tebliğ yapmaktır; zikir etmek ve tilavet etmek.
Bundan önceki uygulamada Akevler ilmî çalışmayı ortaya koydu, tarikatlar onu halka ulaştırdı. Erbakan siyaset yaptı. Ekonomide ise başarıya ulaşılamadı çünkü holdingler şeriata göre değil de küfür düzenine göre iş yaptılar. Bizim asıl sorunumuz şeriata göre ekonomik müesseseleri oluşturamamış olmamızdır, artık oluşturmamız gerekir.
Bunu da iki şekilde yapıyoruz. Namazla vakitlerimizi düzenliyoruz, dolayısıyla çalışıyoruz ve üretiyoruz. Zekâtla da ürünleri aramızda bölüşüyoruz. O halde üretim ve bölüşme müesseselerine ihtiyacımız vardır. İşte namaz ve zekât budur.
Mü’minlerin iki işi vardır, üretimi organize etme ve bölüşmeyi organize etme. Ondan sonra halk istediği gibi çalışacak ve istediği gibi yaşayacak. Mü’minlerin işi halkın fiilen özgürlüklerini sağlamadır. Yani herkesin iş bulması ve herkesin aş bulmasıdır. Bunu da namaz ve zekât müesseseleri ile yaparlar. Demek ki mü’min bir topluluk olma demek namaz ve zekât müesseselerini kurmak demektir.
Aynı “Ellezîne”de zikretmiştir. Dolayısıyla ikisinin birden yapılması gerekir. Tek başına salât bir iş yapmaz, tek başına zekât da bir iş yapmaz. Üretmeden tüketme olmadığı gibi tüketilmeyen de üretilmemiş olur.
Marks temel yapıyı ekonomiye dayandırmaktadır. Diğerleri hep onun içindir. Kur’an bunu 1400 sene önce ifade etmiştir.
İnsan kişi olarak özgürdür. Rabbine istediği gibi yönelir, iyi iş yapar, kötü iş yapar. Kamunun görevi onların işlerine karışma değildir. Onlara imkân hazırlanacak ve onlar kendi hayatlarını özgürce yaşayacaklar. Sadece başkalarını rahatsız ettikleri zaman hakemler devreye girer, hakemlerin kararlarına uymayanları da mü’minler yola getirir.
Demek ki mü’minlerin görevi namaz ve zekât müesseselerini kurmak ve çalıştırmak, bu arada adaleti tesis etmektir. Sadece adaleti tesis şeklindeki devlet anlayışı Kur’an tarafından kabul edilmemiştir
Salâtı nasıl ikame edeceklerdir?
Önce her gün en az bir vakit bir araya gelecekler, Allah’ın zikrine ve âyetlerin tilavetine katılacaklar. Sonra bu vakti iki, üç, beş vakte kadar çıkaracaklardır. Bir mahalleye hicret edecekler ve orada ev tutacaklar. Kendi evlerini kiraya verir ve orada ev kiralarlar. Kiracı iseler zaten sorun yoktur.
Bu namaz vakitlerini öyle ayarlayacaklardır ki mesai saatlerine rastlamayacak. Bugün mesai saat dokuzda başlıyor, saat altıda bitiyor. Öğleyin bir saat tatil var. Demek ki ilk toplantılımızı akşam saat 8 civarında yapmalıyız, iki veya üç saat sonra tatil etmeliyiz.
İkinci vakti sabaha alabiliriz. İşe gitmeden önce saat 8’e kadar da bir veya iki saat sabah toplantısını yaparız.
Şimdilik bundan fazlasını yapmayız. Daha fazla yapabilmemiz için kendimize işyeri kurmamız gerekir. Artık orada iş yapmaya başlamalıyız.
Benim kanaatim odur ki beş vakit namaz ancak yüz dairelik apartman yaptığımız zaman farz olur. Bugün bize birlikte salât değil tesbih farzdır. Cemaatle yalnız bir vakit farzdır. Cem edeceğimiz akşamla yatsı. Ondan sonra kendi başımıza tesbih ederiz.
Bu toplantılarda Allah zikredilecek ve âyetler tilavet olunacaktır. Zekât müessesesini de kurmak için biz bir iş yapmalıyız. Bakkal açabiliriz, ayakkabılık üretebiliriz, ahşap evler yapabiliriz, inşaat yapabiliriz. Bunun için hiç bir eksiğimiz yoktur, Allah’a tevekkül etmiş insana ihtiyacımız vardır.
Bugün bize ayda 100 TL ile katılacaksınız dediğimiz zaman buna katılacak otuz kişi bulmamız bir sorun değildir. O halde içimizden biri ben bu işi yapacağım diyecek ve biz ona borç vereceğiz. O yukarıda saydığım dört işten birisine başlayacak. Allah’a tevekkül edecek. Başarıya ulaşırsa borçlarını bize ödeyecek. Başarıya ulaşamazsa o zamanını biz de paramızı harcamış olacağız.
İşte bu yolla içimizden biri “Adil Düzen”e göre işe başlayacaktır. O başarılı oldu mu yani bizim ona borç vermemize gerek kalmadığı zaman içimizden başka biri ortaya çıkacak, hepimiz “Adil Düzen”e göre işe başlamış olacağız. Allah’a tevekkül edip faizli sistemden vazgeçip kredileşme sistemi içinde iş yapmaya yönelmeliyiz.
Bugün Adil Düzen Çalışanları namaz kısmını yapmaya başlamışlardır. Allah’ı zikretmektedirler ve âyetlerini tilavet etmektedirler. Zekât kısmına başlayamamış bulunuyoruz. Bir türlü Allah’a tevekkül edip işe başlayan kimse olmamıştır.
Ben Akevler’i kurduktan sonra Rabbime tevekkül ettim ve “Adil Düzen”in dışında hiçbir iş yapmadım. Ama İzmir Akevler’de kimse ortaya çıkıp Allah’a tevekkül edemedi. Herkes kendisi cari sistemde bir yer aradı. İstanbul Akevler’de de bir iman etmiş girişimci bekliyoruz. Ben varım diyecek. Önce Yenibosna’ya taşınacak. Ondan sonra da işini kendisi seçecek, ben bunu yapıyorum diyecek.
Medhal çalışanlarına yüz dairelik projeyi yapalım dedim, yaz tatili yaptılar; herkes hayatından memnun, herkes cari düzende iş yapmakla meşgul! Namazla birlikte zekât müessesesini de kurmamız gerekecektir, çünkü Allah ikisini birlikte yapmamızı emrediyor.
Bu husustaki en büyük sorumluluk kooperatif başkanlarımıza düşüyor. Akevler İzmir Başkanı Süleyman Akdemir, Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi Başkanı Lütfi Hocaoğlu ve Akevler İstanbul Konut Yapı Kooperatifi Başkanı Reşat Erol. Bu konuda bu kardeşlerimizin yeterli tevekkülü göstermediklerine kaniyim ve uyarıyorum; artık görev başına! Buna Medhal’deki Başkan Bünyamin’i da katabiliriz. Artık siyaset batağından uzaklaşıp zekât müessesini kurmamız gerekmektedir. Bunların haftada bir gün Süleyman Karagülle’nin başkanlığında bir araya gelip zekât müessesesi üzerinde çalışmaları gerekmektedir. (Özel Not: Zaten 676 haftadır her gün bu seminer notlarını hazırlamak için çalışıyorum; ayrıca haftada bir gün çalışmak/toplanmak için de her zaman hazırım! Reşad)
الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ
(elLaÜIyNa YuQIyMuNa elÖaLAvTa)
“Onlar salâtı ikame eden kimselerdir.”
“Ellezîne”de hem failler hem de fiiller marifedir. Demek ki burada bu işi yapacak kimseler bellidir, Adil Düzen Çalışanlarıdır. Yapılacak iş de bellidir. Salât ikame edilecek ve infak ifa edilecek. Gerek namazın şekli ve yapısı belli, gerekse infak da namaz kadar olmasa da yine bellidir.
“İkame etmek” demek ayağa kaldırmak demektir. Müesseseyi yaşatmak demektir. “Ellezîne Yusallûne” denmemektedir. “İkame ederler” denmektedir. Yalnız bir araya gelip birlikte zikir ve tilâvet yapma değildir salât. Salât insanın tüm vakitlerini onunla düzenlediği bir müessesedir. Hayat müessesesidir. Birlikte çalışma müessesesidir. İkamenin manâsı budur.
“es-Salât” marifedir ve tektir. Ayrı ayrı kılacağımız namaz değil birlikte kılacağımız tek namazdır. Muzari sigası ile getirilerek devamlı yapılacağına işaret etmektedir.
O halde bu marife olan namaz nedir?
Kur’an’ın başka âyetleriyle teyit edildiği gibi namaz tüm hayatı kaplar.
Ezan okunur, vakit belirlenmiş olur. Ezanın okunduğu yer toplantı yeridir. Oraya giyinilerek gelinir. Beden ve elbise temizliği yapılır. Temiz yer seçilir. İnsan devamlı giyinmiş olacaktır. İnsan devamlı temiz olacaktır. Geçici olarak elbise çıkarılır, geçici olarak pislik içinde iş yapılır. Tüm hayatımızı temizliğe bağlarız. Temiz olan şeyleri yeriz. Onlar bize helaldir. Temiz olan şeyleri üretir ve tüketiriz. Allah namazla bizim tüm hayatımızı kontrol eder.
Toplanan halk kıbleye yönelir. Böylece başkanın geleceği tarafa oturur. Saf yaparlar, düzgün olarak birlikte yaşamayı öğrenirler. Bir imam/başkan seçerler, böylece örgütlenmiş olurlar. Bilinçli olarak buraya gelmişler ve yerlerini almışlardır.
Başkan tekbir alır, herkes alır. Topluluk takdis edilir, Allah’ın halifesi olduğu hatırlanır. Zecr olurlar yani dışarı ile ilişkilerini keserler. Başkandan önce cemaat saf yapmış, imam/başkan geldiğinde artık Allah ve O’nun halifesi olan topluluk ile karşı karşıyadırlar. İmam okur, cemaat dinler, okunanların manâsını anlamaya çalışır. Bazen susarlar, herkes huşu içinde Rabbi ile irtibata geçer, O’ndan gelecek ilhamı dinlemeye başlar. Ayakta bunlar yapıldıktan sonra imam rükûya gider, cemaat da ona tâbi olur. Burada insanlar başkanlara itaati öğrenir. Secdeye giderler. Burada insanlar Allah’a abid olmayı öğrenir. Şeriatın emrine girer. Tahiyyata oturulur, dua edilir. Selamla çıkılır. Burada rükû ve secdede Rablerini hamd ile tesbih ederleri istiğfar ederler.
İnsan günde beş defa Rabbinin huzuruna çıkarak dışarıda geçirdiği zamanın hesabını verir. Gelecek vakitte ne yapacağına dair emirler alıp hayata başlar. İnsan Allah’ın halifesi olduğu için namaz kılarken kendi kendisine hesap verir. Yani insan bilinçli, planlı ve kontrollü şekilde hareket etmeyi öğrenir. Ne var ki başkasının kontrolünde değil de yine kendisinin kontrolünde. Abid olarak hesap verir, halife olarak da hesap alır.
İnsanı bu kadar yüce bir şekilde namazdan başka bir şey açıklayamaz.
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
(Va MimMAv RaZaQNAvHUM YuNFıQUNa)
“Ve kendilerine rızık verdiğimizden infak ederler.”
Buradaki “Min” teb’iz için olursa kazançlarından kamunun payını verirler ve payı müstahaklara bölüştürürler demektir. Eğer “Min” teb’iz için değil de cins için anlaşılırsa tüm kazançlarını kendilerine verdiğimiz rızıklar olarak harcarlar. Yani bölüşmeyi paylarına göre yaparlar denmiş olur. Her iki anlayış da doğrudur. “Mâ” istifham “Mâ”sı olarak anlaşılırsa neyi rızık verdikse onu harcarlar, rızık olmayanları harcamazlar demektir.
“Razaka” bir tür üzümdür. Türkçede de bir çeşit üzüm için kullanılır.
İnsanların temel gıdası şekerdir, üzüm şekeridir. Güneş ışığı bu şekerde depo edilir. Sonra kullanılarak yaşamak mümkün olmaktadır. Tüm canlıların rızkıdır. Güneş enerjisinin deposudur. Kendileri beslenerek depolarlar, sonra da başkalarına besin olurlar. Sonunda her şey üzüm şekerinin paylaşılmasına dayanmaktadır. Anlam genişlemesi ile bütün besinlerin adı olmuş, istilahla elbise de rızık olmuştur.
Salât/namaz ile ortak üretim yaparız, “infak” ile de ürünü bölüşürüz. Yalnız insanlara mahsus bir rızıklaşma sistemi vardır. Hazreti Âdem’den beri insanlar çalışmaktadırlar. Devamlı hazır ürün bulundurmaktadırlar. Yaşayanlar bu üründen alarak yaşarlar. Kendileri de üretip gelecektekilere bırakırlar. Yani insanlar kendi ürettikleri ile yaşamazlar. Hazır olanı alıp tüketirler, insanlığa borçlanırlar. Sonra çalışarak borçlarını öderler. İnsanlar tükettikleri kadar üretmek zorundadırlar. Hattâ daha fazla üretmek zorundadırlar. İşte herkesin işini yapmasını sağlamak mü’minlerin görevidir. Elde edilen üründen herkesin payını alması da mü’minlerin işidir. Bu adil ücret ve adil fiyat ile sağlanır.
Bundan önce halk kendi üretip tüketirdi. Sorun yoktu. Bugünkü dünyada kimse ürettiğini tüketmiyor. Herkes başkalarının ürettiğini tüketiyor. Kendisinin ürettiğini de başkaları tüketecek. Bugün tüm insanlık bir pazar hâline gelmiştir.
Fiyat ve ücret dengesi kurulamıyor. Rejimler ortaya çıktı. Savaştılar ama başaramadılar.
İşte, Kur’an bunu mü’minlerin yapacaklarını söylüyor.
Allah’ı zikreden âyetleri tilavet eden kimseler bu işi başaracaklardır.
1- Üretim beşe ayrılmaktadır. Beşte ikisi üreticilere gitmektedir. Bunlar tarım, inşaat, sanayi ve ticaret yapan kimselerdir.
2- Beşte ikisi ortak işleri yapanlara verilmektedir. Bunlar görevi yapanlardır, genel hizmet verenlerdir. Ambar ve nakliye işleri yapanlardır. Berberlik gibi kişilere özel hizmet verenlerdir. Bu pay da ikiye ayrılmaktadır. Beşte biri işletmelere bu hizmetleri verenlere verilir. Diğeri ise bir fonda toplanarak halka bu hizmetleri verenlere verilir.
3- Üçüncü grup ise çalışmayanlardır. Bunlar yeryüzü kirasının payını alırlar, beşte bir bunlarındır. Bunlar da yetimlerdir, yaşlılardır, çalışamayan sakatlardır, gönlü istemediği için çalışmayanlardır.
İşte burada emredilen infak budur. Bu bölüşme şeklidir. “Min” ile gelmiştir. “Mâ ile gelmiştir. Demek ki bu hususta kararlar almak topluluğa bırakılmıştır. “Ellezîne” de fiil de marifedir. Ama burada nekredir. Yapılması gereken iş marifedir, rızık olanlar ise nekredir.
أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا
(EuLAEiKa HuMu eL MUEMiNIyNa XaqQAn)
“Hakiki mü’minler işte bunlardır.”
Kur’an’ın vecizliği şuradadır ki bir şeyi ifade ederken öyle cümle kullanır ki bir maksadı belki on cihetiyle açıklar. Bu âyette anlatılan hakiki mü’minlerdir. Biz bunlara yukarıda işaret etmiştik. “Mü’minler” kelimesinin iadesinden bu manâları vermiştik. Şimdi burada çok açık olarak ifade etmiştir.
“Hakkan” kelimesi gerçek mü’minler bunlardır manâsını ifade ettiği gibi aynı zamanda hak sahibi mü’minler bunlardır demektir.
O halde gerçek mü’minler ile gerçek olmayan mü’minleri eleyecek bir müessesenin gelmesi gerekir. İşte bu da savaştır. Gerektiğinde canını verme tehlikesidir. Gerçek mü’min olmayanlar bedel vermeyi tercih edeceklerdir.
İkinci Cihan Savaşı’nda köyde askerlik yapmayanlar askere alınmadılar. Onlara eğitim verildi. Dönenlerden biri bana demişti ki; ölüm askerlikten kötüdür, onun dışında askerlikten kötü bir şey yoktur. İşte askerlikteki işkence bu imtihan içindir.
Türk ordusunda eksik olan sadece bedelli olma özgürlüğünün tanınmamasıdır. Onun dışında hakiki mü’minlerden oluşmuş bir kurumdur.
Demek ki bizim yapacağımız basit bir iş vardır. İsteyen bedelini versin. Bedelin miktarını da ordu tesbit etsin. Bedelli olanların siyasette seçilme hakları olmasın.
Demek ki kimin hakiki mü’min olduğunu kişiler değil müessese belirleyecektir. Askere isteyen gidecek, üstünü herkes kendisi seçecek ama sonra her türlü çileye dayanacak.
لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (4)
(LaHuM DaRaCAvTun GıNDa RabBıHiM Va MağFiRatun Va RıZQun KaRıyMun)
“Onlara Rablerinin indinde dereceler, mağfiret ve kerim rızık vardır.”
Askerliğin temel kuralı sıkıntılara dayanmadır, cesur olmadır. Ordu öyle oluşmalıdır ki hakiki mü’min olmayanlar elenmelidir. İmtihanı kazananların dereceleri yükseltilmelidir. Şüphesiz bu üstlerin takdirleri ile olacaktır. Sadece itaat eden değil cesur olan, fedakâr olan, emirleri yerine getiren derece almayı hak edecedir. Birliğin başarısı komutanın başarısı kabul edilir. Böylece komutan kendisini başarıya götürecek personeli sevmese de o personele dereceler verir.
Burada dereceler çoğul kurallı dişil olarak gelmiştir. “Adil Düzen Anayasası”nda ilmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî derecelerin nasıl elde edileceği anlatılmıştır. Birliklere dağıtılmak üzere dereceler tevcih edilir. Mesela bir tabur komutanına taltif derecesi verilir. O da birliğindeki personele tevcih eder. Bu derece artık Rableri indinde derece olur. Herkes bu dereceleri ile ordudaki yerini alır. Ona göre üst olur, ona göre sorumluk derecesini alır, ona göre ücret istihkak eder.
Bir de mağfiret vardır. Bir asker görevi yaparken işlediği hataların hesabını vermez. Başarısına bakılır. Sonuç elde etmiş ise kusurlar görülmez olur. Birlik içinde disiplini sağlamak için komutan birini haksız yere öldürüp korkutmuş olabilir. Bununla sağladığı birlik sayesinde düşmanı yenmiş olur. İşte bu komutanı muhakeme edemeyiz. Çünkü sonunda eğer onu öldürmeseydi hepsi birden ölecekti. Bu askeri mantıktır, sivil mantığa ve hukuk düzenine asla uymaz. Bu sebepledir ki müslimlere askeri mantık uygulanmaz. Hattâ askeri görevde olmayanlara da askeri mantık uygulanmaz.
Orgeneral İlker Başbuğ’un muhakemesi yanlıştır. Başarılı başkanlık yapmış mı? Devlete yalpa yaptırmadan hedefine teslim etmiş mi? Yaptığı şeylerden onu sorumlu tutmak manâsızdır.
AK Parti’nin en büyük hatası askeri mantıkla sivil mantığı ayırt etmemesidir. Savunma Bakanı Vecdi Gönül bunu anlatmaya çalıştığı için bakanlıktan uzaklaştırılmıştır.
Bu yanlıştır, yanlıştır, yanlıştır...
Mü’minler için mağfiret vardır. Böyle yapılmazsa ordu ordu olmaktan çıkar, devlet de elden gider. Ordu yıkılıncaya kadar herkes saygı gösterir. Yıkıldığı zaman önce Suriye’de olduğu gibi iç ayaklanma başlar, sonra da dış müdahale ve Sevr uygulaması gerçekleşir.
Bir de “kerim rızık” vardır. “Kerem” üzüm salkımıdır. “Kerime” fiil olarak bol yağmur yağdı yani iyi üzüm oldu manâsında kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra iyi ve güzel oldu anlamı kazanmıştır. “İkram etti” de iyilik etti demektir. “İhsan” da iyiliktir ama daha çok manevî, ikram ise daha çok maddî iyiliktir.
Kerim rızık helal rızık demektir. Kamu görevi yapan, askerlik hizmeti yapan kimseler maaşı istihkak ederler. Onların maaşları ikramlı olmalıdır. Yani aynı derecedeki sivilin aldığı maaştan fazla almalıdırlar. Yalnız subaylar değil askerler de nöbet tuttukları zaman yevmiyelerini istihkak etmelidirler.
“Adil Düzen Anayasası”nda meslekî derecelerin nasıl oluşacağı yazılıdır. Sonra meslekî dereceler alırlar. Diyelim ki doktorluk mühendislikten daha kıymetli, oraya rağbet az, öğrencilerin tıbba gitmesini istiyoruz. O zaman mühendisleri 100 derece ile başlatırız, doktorları 200 derece ile başlatırız. Ömrü boyunca fazla derece almış olurlar.
İşte askerlerin derecesi diğer bütün mesleklerdeki derecelerden ileridedir. Yani sivil mühendis 80’le başlarsa asker 180’le başlayabilir. İşte rızkı kerim bu demektir. İkramlı rızık vardır demektir. Böylece nöbetlilik bedelliliğe tercih edilir. Sivil işlerde de mü’minlerin sorumlulukları fazla olduğu için fazla ücret alabilirler.