Enfal Sûresi-19
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَاعْلَمُوا أَنَّمَا غَنِمْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَأَنَّ لِلَّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِنْ كُنْتُمْ آمَنْتُمْ بِاللَّهِ وَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (41)
وَاعْلَمُوا أَنَّمَا غَنِمْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَأَنَّ لِلَّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ
(Va iGLaMUv EanNaMAv ĞaNıMTuM MiN ŞaYEin FaEinNa LielLAHı PuMuSaHUv Va LilRaSUvLi)
“Biliniz ki bir şeyden neyi ganimet ederseniz humusu Allah’ın ve resulündür.”
Bundan önce “Fitne kalmayıncaya ve düzen yalnız Allah için oluncaya kadar kıtal edin; son verirlerse Allah amel ettiklerini görmektedir” demişti.
Sonra da; “Tevelli ederlerse yani fitneye son vermezlerse Allah sizinle beraberdir. Savaşın ve Allah sizin arkanızdadır. Onları yeneceksiniz, bunu bilin.” demişti.
Bu ifadelerle Mekkelilerin mağlup olacağını bildirdiği gibi; şimdi de bize sermayeye karşı galip geleceğimizi bildirmektedir. Şimdikiler Mekke müşriklerinden daha büyük fitne yapmaktadırlar, Mekke müşriklerinden daha çok düzeni bozmaktadırlar.
Savaşa nihayet vermez sonuna kadar sürdürürlerse artık alacağımız ganimet sizindir. Mekkeliler teslim olmasaydı, Hudeybiye barışını yapmasalardı, Mekke savaşla fethedilseydi, Mekke kenti ganimet olacaktı, halkı esir alınacaktı. Öyle olmadı. Mekkeliler Hudeybiye anlaşmasını yaptılar, sonra bozdular ama Mekke’yi de teslim ettiler ve Mekke yağmalanmadı.
Dua ederiz ki sermaye de fitneden vazgeçer, Merkez Bankası’nın anahtarlarını İstanbul’da kurulacak “İstanbul Kredileşme Kooperatifi”ne teslim eder. Faizli para yerine altınla tarif edilmiş paraya geçilir. Sermayenin kendi malları kendisine kalır.
Demek ki;
Şimdiki Mekke New York’tur.
Şimdiki Medine de İstanbul’dur.
Mekke müşrikleri Amerika’daki Rockfellerlerin yönettiği 200 ailedir. Medine muhacir ve ensarı da İstanbul Akevler Çalışanlarıdır.
Bunun böyle olduğunu nerden biliyoruz?
Tarihten biliyoruz.
Birinci Kur’an Uygarlığının çökme dönemini Osmanlılar yaşamıştır. 20. yüzyılda çökmüştür. Bunun böyle olacağı Kur’an’da ve diğer ilâhi kitaplarda bildirilmiştir. Yerine gelecek İkinci Kur’an Uygarlığı müsbet ilimlerin tafsili ile olacaktır. Bunu da yine Kur’an bildirmektedir. Yeni uygarlıkları iki uygarlığı bilen uluslar kurarlar. Bunu da Hazreti Yusuf’un, Hazreti Musa’nın ve Hazreti İsa’nın kıssalarından biliyoruz. Bugün harf inkılâbını yaparak batıyı da doğuyu da bilen tek ulus ve tek ülke vardır, Türkiye.
Hazreti İsa gelecek peygamberi müjdelerken, dünyanın merkezine hükmedilecek demiştir. Sosyal merkez ve bedendeki beyin Mekke’dir. Ekonomik merkez ve göğüsteki kalp ise İstanbul’dur. Biz bunları kıyamet alametleri gibi sonradan uydurulmuş hadislerle değil, Kur’an’ın bildirdikleri ve tarihi gelişmelerle sünnetullahla açıklıyoruz.
Bu bölüm ganimetlerin nasıl bölüşüleceğini anlatmaktadır.
“İ’lemû” kelimesini tekrar etmesinin sebebi vardır. Birincisi savaşı anlatmakta, savaş durumunu anlatmaktadır. İkincisinde ise savaştan barışa geçmektedir. “Ve” harfi ile atfederek buna kıyas yapılacağına işaret etmektedir.
Beşte birinin kamuya ait olmasının illeti nedir?
Onu arayarak barış zamanındaki vergi sistemini hep buna kıyas edeceğiz. Biri hukuk düzeninin hükümlerini içermekte, önceki ise savaş düzenini, askeri düzeni anlatmaktadır. İki düzenin farklı olduğunu biliyoruz.
Tekrar edersek;
a) Askeri düzende güçlü haklıdır. Hukuk düzeninde haklı güçlüdür.
b) Askeri düzende emir komuta zinciri vardır, kişi yönetimi vardır. Hukuk düzeninde kural yönetimi vardır, herkes kendi içtihadıyla hareket eder, hesabı üstlere değil hakemlere verir.
c) Askeri yönetimde sorumluluk kollektiftir, birinin hatası hepsinin hatasıdır. Hukuk düzeninde ise sorumluluk şahsidir, kimse başkasının yaptığından sorumlu değildir.
d) Askeri düzende sorumluluk sonuçlarladır, sen galip gel de ne yaparsan yap. Oysa hukuk düzeninde kurallara uy da sonuç senin değil topluluğundur, sen sonuçlardan sorumlu olmazsın.
“İ’lemû”nun tekrar edilmesi bu iki sistem arasındaki varsayım farklarından ileri gelmektedir. Savaş bilgileri askerlikte öğrenilir, hukuk bilgileri fıkıhta öğrenilir. Bilme farklı olunca fiil iade edilir. Her fiilde bir mutlak masdar vardır ve mutlak masdar nekredir.
Ganimet üç lam ile üçe ayrılmaktadır. İkisi burada zikrediliyor. Üçüncü lam ise bundan sonraki dört hisse sahiplerine ayrılmış oluyor. Allah’ın halifesi meclistir. Resulün halifesi devlet başkanıdır. Diğer dördü ise halktır. Halktan yeryüzünün ortağı olan insandır, kişilerdir.
وَاعْلَمُوا
(Va iGLaMUv)
“Ve biliniz.”
Evet, burada topluluğa emredilmiştir. “Sen bil” denmemiştir yani başkanın bilmesi yetmez, toplulukta da herkesin bilmesi gerekmez. Topluluğun âlimleri, müçtehitleri olacaktır, onlar bileceklerdir. Buradaki bilme emri farzı kifayedir. Birileri yaparsa hepimiz yapmış oluruz. Kimse yapmazsa hepimiz sorumluyuz, hepimiz bileceğiz.
Neyi bileceğiz?
Kamu haklarının tespitini bileceğiz yani muhasebeyi bileceğiz. Bugün muhasebe yalnız devletin payını tesbit için çalışmaktadır. En güçlü bakanlık Maliye Bakanlığı’dır. Avukatlık kadar güçlü meslek mâli müşavirliktir. İşte bundan dolayı muhasebenin bilinmesi gerekmektedir. Yalnız gelirlerin değil giderlerin de muhasebesi bilinmelidir. Burada emredilen giderlerin muhasebesidir. Bununla beraber vergi payı da belirtiliyor.
İşte…
“Müçtehit Yetişme Merkezi”ni kurmak her mü’minin üzerine farzdır. İlim yapmak farz değildir ama ilmî çalışma yapanlara imkân sağlamak hepimize farzdır.
Biri çıkıp da bana diyebilir ki; bu âyete göre bize muhasebeyi öğrenme kurumunu kurmak farz değildir, bu emir bizi ilgilendirmiyor. Bana göre herkes ve her mü’min katılma durumundadır. Buradaki “vav” bize bunu işaret etmektedir yani mü’minlere işaret etmektedir. “Ben mü’minim” diyen herkes bu merkezi kurmakla görevlidir. Merkezi kurduğumuzda artık farzı kifaye yerine gelmiş olacağı için diğerleri de bu sorumluluktan kurtulmuş olur.
أَنَّمَا غَنِمْتُمْ
(EanNaMAv ĞaNıMTuM)
“Neyi ganimet ederseniz.”
İlim fiili iki mef’ul alır. Mef’ulün biri mübteda olur, diğeri haber olur. “E’lamu zeyden âlimen” Zeyd’in âlim olduğunu biliyorum demektir. Araplar “olduğunu” demeyi gerek görmezler. Eğer mübteda üzerine “İnne” getirilecekse üstünlü getirilir. Çünkü mef’ulün yerine geçen cümleye getirilmektedir. Üç lamı toplayan cümlenin tamamına getirilmiştir. Hepsi birden “Enne”nin ismidir. Haberi mahzuftur.
ما غنمتم هو ما خمسه لله
Ganimet aldığınızda onun beşte biri Allah’a ait olandır anlamındadır.
Yeryüzü Allah’ındır. Orada iktisab ettiğinizin beşte birini kira olarak almakta ve kendi halifesi olan topluluğa, onun halifesi olan başkanlara ve ganimet elde etmeye katılmayan kimselere vermektedir. Yani sizin aldığınız beşte beşi değil beşte dördüdür. Çünkü beşte biri mağlup ettiğiniz kimselere ait değildi anlamı çıkar.
İşte bu ifade bize kamu mülkiyetine ait hikmetleri ve hükümleri ortaya koymaktadır.
Buradaki “Hüve”den sonra gelen cümle hazfedilmiştir. Çünkü cümle olarak getirilen isminde o ifade geçmektedir. Tekrar edilmesi beliğ değildir. Ganimetle elde ettiklerinizin beşte biri Allah’ın, resulün ve dört sınıfındır. Buradaki “Mâ” şart “Mâ”sıdır. Çünkü haberi “Fa” ile gelmiştir. Mübteda ile haber arasında “Fa” gelmez. Dolayısıyla ismi mevsul alınamaz. O halde burada bir “Mâ” yani ismi mevsul olan “Mâ” da hazf olmuştur. Bu kadar çok hazfler yapıldığı halde cümle asla kulağımızı tırmalamaz, gayet kurallara uygun bir cümle olarak gelir. İcaz budur.
Şöyle açıklayabiliriz. Bilgisayarda yazarken bilgisayar programı yanlış kelimenin altını çizer. İnsan beyninde de öyle program vardır. Çocukken öğrendiği anadilin kurallarına aykırı bir cümle duyarsa beyin hemen yanlış sinyalini verir. Bunun için gramer bilmek gerekmiyor. Bilinçaltında o kurallar kontrol edilir ve beyne bildirilir. Kur’an işte böyle Arapların günlük kullandığı cümleler getirmiştir. Ama hiçbiri Arabın beynini tırmalamamış, kimse cümle fasih değildir dememiştir. Aksine Kur’an’ın fesahatine müşrikler de dâhil olmak üzere tüm Araplar ittifak etmişler ve Kâbe’nin duvarına Kur’an âyetini asmışlardır.
Araplarda şairlik ileri bir meslek olmuştu. Kâbe’de 7 şairin ünlü şiirleri asılır, sıraya konurdu. Birinci şairin şiiri başa konurdu. “Ey oğlum bin” âyeti geldiğinde oradaki yalvarma sanatının en beliğ şekilde ifade edilmesi sebebiyle başa Kur’an’ın bu âyetini asmışlardır. Bir defa itiraz etmişler. “Hâzâ şey’un ucab” âyetinin Arapça olmadığını iddia etmişlerdi. Hazreti Peygamber dışarıda bir bedevinin olup olmadığını sormuş, çağırmışlar, içeri girince; “Söyle ne istiyorsun?” demiş, Hazreti Peygamber cevap vermemişti. Bedevi “Hâzâ şey’un ucab!” diyerek sesini yükseltmişti. İtiraz edenlere en beliğ cevap böyle verilmiştir. Bu âyetin ifadesine hiçbir müşrik bir şey söylememiştir.
“Ganem” koyun sürüsü demektir. Müfredi “şat”tır. Kendi kökünden gelmez. Deve sürüsüne “ibil” denmektedir. Onun da kendi kökünden müfredi yoktur. Oysa “bakar” inek sürüsü demektir. Müfredi “bakara”dır. Sürü yaz kış dışarıda otlar. Kapalı yerlerde alaf (yem) vermezler. Yeşil otlar olmadığı zaman kuru otları yerler. Kendi kendine artar. Bir çoban idare edemez, iki çoban verilir. O zaman “ganemeyn” denir. Bu takdirde “teğanneme” denmektedir. “Ganime” demek kendiliğinden sürü sahibi olmak demektir.
Savaşın meşru olması için hakem kararı olması gerekir. Hakem kararından sonra savaşa başlanır. Artık karşı taraf mağlup edilir ve halkı esir edilir. Malları da ganimet olur. Buna “ganimet” denmesinin sebebi savaşa ganimet için başlanmaması, ganimetin ek bir kazanç olmasından dolayıdır.
مِنْ شَيْءٍ
(MiN ŞaYEin)
“Bir şeyden.”
“Min şey’in” “Ganimtüm”ün zarfı müstakarrıdır. Yani ganimet edilenin cinsini gösterir. Az olsun çok olsun ne olursa olsun ganimettir.
Savaşta kişilerin düşmanların mallarına ayrı ayrı sahip olmaları yoktur. Hepsi getirilir, biriktirilir. Ondan beşte bir kamu payı alınır. Kalan eşit şekilde bölüşülür.
Askerlikte sorumluluk ortak olduğu için birinin kazandığı hepsinin kazandığıdır. Eşit olarak bölüşülür. Ayrıca zekâtta nisab şartı vardır. Bir sürüden bir koyun alınır. Bu da kırk koyundur. Oysa humusta ve öşürde ise Ebu Hanife’ye göre nisab yoktur. Diğer mezhepler nisabı kabul ediyorlar.
Buradaki “Min şey’in” demesiyle öşürde ve humusta nisab yoktur. Yani miktar az da olsa da humus verilecek. İllet hâsıladan alınmasıdır. Öşürde kıyasen alınır. Oysa kırkta birlerde hâsıladan değil de sermayeden alındığı için orada nisab vardır. “Huzilafve” âyetiyle (Araf 199) nisabı teşri ediyoruz. Çünkü ana maldan alınan ganimet değildir.
فَأَنَّ لِلَّهِ خُمُسَهُ
(FaEinNa LielLAHı OuMuSaHUv)
“Humusu Allah’ındır.”
“Mâ ğanimtüm min şey’in” şart cümlesidir. Bu da cevap cümlesidir. Şart cümlesinden sonra “Fa” gelirse hükmün kural olduğu anlaşılır. Yani her zaman her yerde ganimetten alınanın beşte biri kamuya aittir. Elde edilen madenlerin beşte biri de ganimettir. Kıyas yoluyla beşte bir alınır. İcma ile sabittir. İlleti tükenen mallardan elde edilmesidir.
Elektrik eğer kömürden elde ediliyorsa beşte biri kamuya aittir, eğer akarsudan elde ediliyorsa o zaman onda biri devlete aittir. Çünkü tükenmiyor.
“Humusehu lillahdır.” “Humuse” isimdir. “Lillahi” haberdir. “İnne” cevap “Fa”sı cümle olduğu için “İnne” fethalı olmuştur.
Buradaki “Allah” topluluktur, devlettir, çünkü savaş devlet çapında yapılır.
İl, bucak ve ocakların hukuk dışına çıkmaları hâlinde hakem kararları ile devletlerin orduları gerekli yaptırımları yaptırırlar. Oysa devletin üstünde askeri güç olmadığı için hakem kararlarına uymayanlara uygulanacak yaptırım savaştır. Hakem kararları ile savaş meşru hâle gelir. Gönüllülerden oluşan ordular o devlete saldırırlar. Vazgeçmez de sonuna kadar direnirse o zaman esir alınır ve malları yağmalanır.
Savaşa katılanlar bir ortaklık kurmuş olurlar. Sonunda elde edilen ganimetin yarısı savaşı finanse edenlere verilir, diğer yarısı da savaşanlara bölüştürülür. Kamu da beşte bir pay alır. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarını tekel sermaye çıkarmıştı. Sonunda masaya oturup dünyayı istediği gibi bölmüştü. Barış savaşanlar arasında olur. Anlaşma savaşanlar tarafından yapılır. Finanse edenlere pay olarak savaşanlara ne düşerse o kadarı da finansörlere düşer. Finansörler savaşın sonuçlarını tesbitte etkili olmazlar.
İş hayatında da tesis sahipleri çalışanların aldıkları payları alırlar. Üretime müdahale edemezler. Kıraz şirketinde de sermaye sahibi kâra ve zarara iştirak eder, alışverişe müdahale edemez.
Bu hükümler ganimtüm ifadesinden anlaşılmaktadır. “Mâ Gunime” denseydi o zaman sermayenin de söz hakkı olurdu.
وَلِلرَّسُولِ
(Va LilRaSUvLi)
“Ve resulündür.”
“Enfal yalnız Allah ve resule aittir” denmiş, Allah’la resul arasında “lam” getirmemiştir. Burada ise “lam” tekrar edilmiştir. Zekâtta da buna benzer bir ifade vardır bir “Li” ve iki “Fi” de bölüştürülmüştür. Orada altyapı ve altyapı çalışanları bir “Fi”de, borçlu ve köleler bir “Fi”de toplanmıştır. Burada Allah’a bir resule bir pay verilmiştir.
Borç ve alacak hükümleri kurallara göre olup başkanlara bir yetki verilmemiştir. Oysa altyapı ve işletmesi ise başkanların emrinde olacaktır. Ona kıyas yaparak Allah’ın payı ile resulün payının nerelerde harcanacağı bulunabilir.
Bununla beraber bütçe bugün olduğu gibi hükümetçe hazırlanır ve mecliste onaylanır. Çünkü baştan her ikisi “Li” harfi iade edilmeden zikredilmiştir. Burada iade edilmiştir. Dolayısıyla bütçe hükümet ve meclis tarafından birlikte yapılacaktır. Uygulamada ise herkesin kendi payı ayrı ayrı olarak uygulanacaktır.
وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ
(Va Li Üi eLQuRBAv Va eLYaTAMAy Va eLMaSAvKIyNi Va iBNu elSaBIyLi)
“Ve zi’l-kurba ve yetama ve mesakin ve ibni sebil.”
Üçüncü “Lam”da dört grup kimseleri toplamıştır. Bir “Lam”da topladığına göre Resule bir pay, Allah’a bir pay, dördüne bir pay yani 12’de birer pay verilecektir. Zekâtta da böyle üçe bölme vardır. Dörde, üçte bir bölüştürmektedir. Yani her birine 1/12 verilmektedir.
Kırkta birler bucak gelirlerindendir. Bu ise devlet gelirlerindendir. Bölüşümleri farklıdır. Elde edilmeleri de farklıdır. Zekâtta “Huz min emvalihim sadaka” diyor. Yani başkana sen onlardan al diyor. Burada sizin ganimetinizden beşte bir pay kamunundur diyor. Yalnız başkana değil meclise de vermektedir. Bu sebeple biri cuma namazı kıldıran imama hitap etmektedir. Diğeri de savaşı yapan devlete hitap etmektedir. Her kavmin bir “hâdi”si vardır, sen yalnız Arapları inzarla mükellefsin gibi birçok âyet buna delalet etmektedir.
Burada iki müfret vardır. Biri “zi” diğeri “ibn”. Her iki müfret çoğula izafe edilmiştir. “Yolların oğlu ve yakınların sahibi” ifadelerindeki etkiler çoğul anlamındadır. Bu iki kelime müfred olduğu halde çoğul anlamı taşır. “Kavm” kelimesi gibidir. “Kurbâ” zaten yakınlı demektir. “Zi” harfinin eklenmesine başka manâ verirler. Fıkıhçılar bunu peygamberin yakınları şeklinde anlamak istemişledir. “İbn” kelimesini mecazi olarak anlamışlar, yolcu manâsını vermişlerdir.
Biz bunlara farklı manâlar vermekteyiz.
“Zi’l-kurba” demek yaşlı oldukları için kendi kendilerine yaşayamayacak durumda olup yakınlarının yanında yer alan kimseler demektir.
“Yetimler” de anne babaları olmayan küçükler demektir. Yaşlılık ve çocukluk olarak alabiliriz.
“Miskin” ise yoksul demektir.
“İbnü’s-sebil” de yolcu demektir.
Allah | Resul | Zilkurbâ | Yetama | Mesakin | İbni Sebil |
Garimin | Rıkab | Sebilullah | İbnussebil | Müellef | Fakir | Miskin | Amil |
| | | | | | | |
وَلِذِي الْقُرْبَى
(Va Li Üi eLQuRBAv)
“Ve kurba sahibi için”
Üç lamdan birinde dört kurumu toplamıştır. Ganimetin bunlar arasında bölüşüleceği anlatılmıştır. Demek ki bunların payı 12’de birdir.
“Zi” kelimesinin yakını “uli” kelimesi vardır.
İkisi arasında ne fark vardır? “Uli” “Zi”nin çoğuludur.
“Zi’l-kurba”da geçmektedir. “Uli’l-kurba”da geçmektedir.
“Kurbâ” kelimesi dişi en yakın demek olur. Dişilikten dolayı çoğul anlamı taşır. “Raeytu gılmanen esgarun” dendiği gibi “sugra” da denebilir. O halde burada “kurbâ”ya en yakın olan çok kimse anlamını verebiliriz. Ayrıca “kurbâ” kelimesi masdardır. “Rucâ” gibidir. Masdarların çoğulu olmadığı için o bakımdan da çoğul anlamı verilebilir.
“Kurbâ” kelimesi marife olduğuna göre bu herhangi bir akraba anlamında değildir. Özel akrabalık manâsı vardır. Müfessirler bunu peygamberin akrabaları şeklinde anlamışlar, peygamberin akrabalarına zekât verilmelidir denmiş, Şiiler hâlâ bunu sürdürmektedirler.
Kur’an’da bu manâyı vereceğimiz herhangi bir işaret bulunmamaktadır.
“Kurbâ”yı geçici akrabalık olarak anladığımız zaman buradaki harfitarife buna göre bir manâ aramamız gerekir. Bütün insanlar zi’l- kurbâdır. Akrabası olmayan insan yoktur. O halde bu akrabalığı geçici akrabalık şeklinde anlamak durumundayız. “Zi” bu anlayışı teyit etmektedir.
Acaba bu ne tür bir akrabalıktır?
Bunu bilebilmemiz için komşu olduğu kelimeye bakarız, o da “yetim” kelimesidir.
“Kurbâ” kelimesi Kur’an’da 16 yerde geçmektedir. 4’ü nekredir. 12’si marifedir. Nekreden üçü “zi kurbâ” olarak, biri de “uli kurbâ” şeklinde geçmektedir. Bir defa “fi’l-kurbâ” ve bir defa da çoğul olarak “zevi’l-kurbâ” olarak geçmektedir. 7 defa “zi’l-kurbâ” olarak geçmektedir. Nekre ile 10 etmektedir. 3 defa da “uli kurbâ” olarak geçmektedir. Beş yerde “zi’l-kurba”dan sonra “yetama” gelmektedir.
Bu bize marifeliği hakkında bir işaret verir. Babaları ölen çocuk yetimler olduğu gibi kendilerine bakacak çocukları olmayanlar da zi’l-kurbâdır. Çocuklara bakabilmeleri için babalara imkân sağlanmıştır. Yaşlılara bakmaları için de çocuklara imkân sağlanmıştır. Doğrudan çocuğa ve yaşlıya maaş verilmektedir.
Bundaki hikmet insanların evlat yetiştirmeye çalışmalarıdır. Ben yaşlanırsam bana kim bakacak deyip evlenip çocuk yetiştirmeye teşvik edilir. Geçim olsun diye bakacak anne babaya doğrudan çocuk sayısına göre maaş verilmemektedir. Anne babası vardır diye ek maaş verilmemektedir. Bunların çalışmaları ve kazanmaları kolaylaştırılmaktadır.
1) Sermayesi vasat sermayenin altında olanlardan kırkta bir sermaye vergisi alınmamaktadır, fazla olanlardan alınanlar çalışanlara bölüştürülmektedir. Böylece çalışanlar sürekli desteklenmektedir.
2) Kadın olsun erkek olsun herkese çalışma kredisi verilip üretim en yüksek seviyede tutulmaktadır. Ayrıca nafaka mükellefi olan erkeklere ham madde kredisi verilmektedir. Bu kredi bakmakla mükellef olduğu kişiler adedince artırılmaktadır. Kredinin sağladığı rant çalışan erkeklere aktarılmaktadır.
3) Gelirleri vasat gelirin altında olanlara yoksulluk payı verilmektedir. Bu pay geçindirmekte olduğu kişi sayısına göre verilmektedir.
4) Ayrıca su ve elektrik gibi giderler ortalamanın yarısından az kullananlara nüfus başına bölüştürülmektedir. Bu sayede herkes yarış içinde yaşama imkânı bulmaktadır. Bundan dolayı çocuklara anne babaları bakarlar, anne babalara da çocukları bakarlar.
Çocukların ve yaşlıların genel hizmetlerini anne, mâli imkânları ise baba sağlar. Böylece aile yapısı aynı zamanda ihtiyaç içinde pekiştirilmiş bulunmaktadır.
Babaları ölen çocukları yetiştirirler, devlet bütçesinden bunlara pay verilir. Yaşlı olup da çocukları olmayanlara da bir pay verilir. İşte yetimlerle zi’l-kurbânın birlikte zikredilmesi bu sebepten dolayıdır.
Ne var ki bu paylar çocukların kendilerine değil, yaşlıların kendilerine değil, onlara bakacak olan annelerine veya kızlarına verilir. Böylece akrabalık bağları devam ettirilir. Topluluk akrabası olanları destekler, onlara bakanları destekler, kendilerine doğrudan vermez. İşte akraba sahiplerinin manâsı budur.
Anne yoksa onlara kadın akrabalar hizmet verir, bu faslı onlar alır.
وَالْيَتَامَى
(Va eLYaTAMAy)
“Ve yetimlere”
“Zi’l-kurbâ” oğulları olmayan yaşlılardır. “Yetimler” de babaları olmayan küçüklerdir. Annesi veya kızı olmayan kimselerin maddi imkânları sağ olan baba veya oğulları tarafından sağlanacağı için onların payı yoktur.
Yetim kalan çocukların malları vakfedilir. Birisine karz-ı hasen olarak verilir. O onu işletir, yetimler büyüyünce kendilerine teslim edilir. Genel olarak nafakayı temin edecek olan yakınlısına verilir. Yaşlı olanlar da kendi mallarını idare edip kazanamaz duruma gelince tevkif edilir. Bakan oğluna veya akrabasına verilir. Ölünceye kadar o malları o kullanır. Öldüğü zaman aynen iade eder. Mirasçılar arasında bölüşülür. Yetimlerle ilgili hüküm Kur’an’da vardır. “Gayri bidarin” denmektedir. Yaşlıları onlara kıyas etmekteyiz.
Demek ki kendi mallarını idare edecek durumda olmayanların malları bir vasiye teslim edilir. Vasi gelirleri ile nafakalarını temin eder. Burada yükümlülük malların kendisine verilmesi sebebiyle değil akrabalık sebebiyledir. İşte bunlara anne baba ve küçükler olarak değil de bu fasıllardan paylar verilir.
Yetimlere ve yaşlılara sadece ganimetten pay verilmektedir Yani beşte birlerden devletçe pay verilmekte, sadakattan yani bucak bütçesinden pay verilmemektedir.
Kur’an’da il gelirlerinden bahsetmekte ise de bunların nasıl bölüşüleceğinden bahsetmemektedir. Biz kıyasla yarısını devlet bütçesi gibi yarısını da il bütçesi olarak bölüştürüyoruz. Böylece yetim ve yaşlılar ilden ve devletten pay alabilmektedirler. Kimi ikisinden yoksul olur, kimi ise birinden yoksul olur, buna göre gelirleri az veya çok olabilir ama bir yerde taksim yapılırken eşit paylar verilir.
وَالْمَسَاكِينِ
(Va eLMaSAvKIyNa)
“Ve miskinlere”
“Sakin” hareketsiz demektir. “Mesken” ise kalınan evdir. Geceleyin eve gelinir ve dinlenilir. “Miskin” ise iş bulamayan sakin demektir, işsiz demektir. Hem fakir hem de işsiz ise bu miskindir. Fıkıhta bir bucakta vasat gelirin yarısından az geliri olan ve serveti de vasat servetten az olan kimse o bucakta yoksuldur. İlde veya ülkede olmayabilir.
Böylece bir kimse:
a) Bucakta fakir olarak;
b) Bucakta yoksul olarak;
c) İlde fakir olarak;
d) İlde yoksul olarak;
e) Ülkede yoksul olarak birinde veya bütününe kadar her birinden pay alabilir.
Bu sistemde yoksulluk beş derecede desteklenmiş olmaktadır. Bölüşme eşit yapılıyor ama istihkak farklı oluyor. Neden böyle yapılıyor? Çünkü kişinin yoksulluk ve fakirlik derecesini tayin etmek zordur. Beyanlarına göre yerlerini alırlar.
Bu sistemin diğer yararı bölgelerarası dengenin sağlanmasıdır. Zengin bucakların halkı diğer bucakların zenginlerinden daha zengin olacakları için oranın serveti öbür bucaklara aktarılmış olur. Böylece iller ve bucaklar arası servet dağılımında normal dağılıma ulaşılır.
وَابْنِ السَّبِيلِ
(Va iBNu elSaBIyLi)
“Ve ibnu’s-sebile”
“Sebil” yol demektir. Ağ hâlinde yoldur.
“İbn” oğul demek ise de Türkçedeki adam yerine kullanılır. İlim adamı yerine “ibnü’l- ilm” denir. Devamlı yolda olanlar anlamındadır.
“İbni’s-sebil” sadakatta da geçmektedir. Orada sebilullahla beraber aynı “Fî”de geçmektedir. Oysa burada “Li” içinde geçmektedir. Orada kuruma veriliyor. Burada ise kişiye veriliyor. Bu sebeple oradaki “ibni’s-sebil” ile buradaki “ibni’s-sebil” aynı kimseler değildir. Oradakiler altyapı işletmesine katılanlardır, yol yapanlar ve sürücülük yapanlardır. Buradakiler ise doğrudan yolculardır.
Kervansaraylardaki yolculara harcama “Li” harfi ile olmayacağı için kervansaray faslı “Fî sebilillah” içindedir. Bu “sebilullah” ise uluslararası seyahat yapan kimselerdir. Dışarıdan gelenlere yol masraflarını karışlamaları için verilir, yurt dışına gideceklere de verilir.
Bunları kim belirleyecektir?
Dayanışma ortaklıkları belirleyecektir. Âlimlerin, sanatkârların, din adamlarının ve siyasilerin seyahatleri bu fasıldan finanse edilir. Gelenler üç günden fazla konuk edilir. Gidenlere de imkânlar sağlanır.
إِنْ كُنْتُمْ آمَنْتُمْ بِاللَّهِ وَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ
(EiN KuNTuM EAvMaNTuM Bi elLAvHi Va MAv EaNZaLNAv GaLAv GaBDiNAv YaVMa eLFuRQAvNı YaVMa elTaQay eLCaMGAvNı)
“Furkan gününde, iki cemin iltika ettiği günde eğer Allah’a ve kulumuza indirdiğimize iman etmiş oldu iseniz”
Buradaki şart edatı “i’lemû” fiili ile yapılan cümlenin şartıdır.
Eğer inanıyorsanız bilmelisiniz.
“İn ci’te ükrimüke / gelirsen sana ikram ederim” dediğiniz zaman ikrama gelmeyi şart koşarsınız ama geldiği halde ikram etmeyebilirsiniz. Çünkü illet değil şarttır. “Namaza kalktığınız zaman abdest alınız” dediğimiz zaman, namaz kılmamız için abdest almamız şarttır ama abdest aldığımızda namaz kılmamız gerekmez. Eğer “İzâ” sonradan gelseydi, abdest aldığımızda namaz kılmamız gerekirdi yani abdest namazın sebebi olurdu.
Burada eğer “İn küntüm mü’minîn” başa gelseydi, bilmemiz için iman şart olurdu. Oysa burada iman bilmemiz için illettir. İnanıyorsak bilmemiz gerekir. Madem ki inandık, o halde bilmeliyiz.
Furkan gününde, iki cemin iltika ettiği günde eğer Allah’a ve kulumuza indirdiğimize iman etmiş oldu iseniz, yani Allah’a ve Allah’ın yardımına inanıyorsanız, o halde bilmelisiniz.
Neyi bilmeliyiz?
Kamu bütçesini bilmeliyiz. Bölüşmeyi bilmeliyiz. Fıkhı bilmeliyiz.
O halde fıkıh nedir?
Canlılar çalışıp yaşayacak şekilde yaratılmışlardır.
Canlılar dört şekilde yaşarlar.
a) Ayrı ayrı üretip ayrı ayrı yaşarlar. Ormandaki ağaçlar böyledir. Her biri kendisi güneşten gelen enerji ile üretir, sonra da onu kullanarak yaşar, çoğalır.
b) Birlikte üretip birlikte tüketen varlıklar vardır. Vücut içindeki hücreler böyledir, birlikte üretip birlikte tüketirler.
c) Ayrı ayrı üretip birlikte tüketen canlılar vardır. Arılar böyledir. Karıncalar böyledir.
d) Birlikte üretip bölüşerek ayrı ayrı tüketen varlık vardır. O da insandır; yalnız insandır. İşte insan bu sayede hem kişiliğini korur, ferden sorumlu olur, hem de birlikte yaşar.
İlk insanlar ayrı ayrı üretip ayrı ayrı tüketiyorlardı. Zamanla uygarlaşmaya başladılar.
Bedir Savaşı’na kadar Araplar ilkel hayat yaşıyorlardı. Uygarlaşmaya Bedir’den sonra başladılar, birlikte üretip ayrı tüketme yoluna gittiler. Savaşı birlikte kazandılar, sonra ganimeti bölüşüp ayrı ayrı tükettiler.
İşte…
Sadece insanlarda bölüşme vardır. Başka hiçbir varlıkta bölüşme yoktur. İnsanlar bölüşmeyi yapabilmeleri için önce alıp tüketirler. Borçlanırlar. Sonra çalışıp borçlarını öderler. Böylece insan hak ve görev sahibidir. Yalnız lehinde ve aleyhinde haklara, borç ve alacağa insan sahiptir.
İşte…
Fıkıh, Ebu Hanife’nin tarifi ile kişinin borç ve alacaklarını bilmesidir. Burada da emredilen budur. Bölüşmeyi bilmemiz gerekir. Eğer topluluğa inanıyorsak, Allah’a inanıyorsak bilmemiz, fıkhı bilmemiz gerekir. Fıkıh olmadan topluluk olmaz.
Kur’an burada bize işte bunu biliniz demektedir.
Bölüşmeyi bilmek hukuk bilmek demektir. Bugünün sorunu budur. Çalışanların çalışma zevkini kırmadan, emeklerini heder etmeden, tüm insanların sıkıntı ve yoksulluk içinde kalmamasını sağlamak bölüşme ile olmaktadır.
Üreticinin payı nedir? Beşte birdir. Üretime katılmayanların payı nedir? İşte o da beşte birdir. Sanayide beşte birdir. Tarımda onda birdir. İnşaatta da beşte birdir. Ticarette ise sermayeden kırkta birdir. Bunu Kur’an belirlemiştir. Artık kanunla değiştirilemez.
Bunun anlamı nedir?
Üretici olmayanların sayısı üretici olanlara oranla beşte birdir. Türkiye’de 30 milyon çalışan varsa bunun beşte biri kamuda çalışır demektir. O halde gelirin beşte biri de kamuya aittir demektir. Sanayileşmemiş ülkelerde bu oran onda birdir.
إِنْ كُنْتُمْ آمَنْتُمْ بِاللَّهِ
(EiN KuNTuM EAvMeNTuM Bi elLAvHi)
“Eğer Allah’a iman ediyorsanız.”
Eğer Allah ile kendinizi emniyete almış iseniz, o zaman O’nun hakkını veriniz. Meclisin, hükümetin ve çalışamayanların haklarını veriniz. Bunun fıkhını yapınız.
Demek ki fukahanın içtihat yapmaları, fıkhı ve usulü fıkhı oluşturmaları bu “biliniz” emrinin gereğidir.
Şimdi aynı emir bizedir.
İstanbul Yenibosna’daki çalışmalar bu emre uygun olarak yapılmaktadır.
“İ’lemû” emri Kur’an’da 27 defa geçmektedir. 7’si bu sûrede geçer. Burada ilim yapmayı imanın gereği saymıştır. Buradaki bu gereklilik de özel fıkıh ilminin yapılmasına sebep sayılmıştır. Bizim “Müçtehit Yetişme Merkezi” kurma girişimimize rastlaması sadece rastlantı değil tevafuktur.
Buradaki “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi olan Allah’ı ifade eder. Bundan önce ganimetler Allah’ındır deyince topluluk ifade edilmişti. Tekrar ettiğinde zamir göndermediğine göre bu da âlemlerin rabbini ifade etmektedir. Bunun başka delili “abdina” kelimesidir.
وَمَا أَنْزَلْنَا
(Va MAv EaNZaLNAv)
“Ve inzâl ettiğimiz”
Buradaki “Mâ” Allah’a atfedilmiştir. Ve abdimize inzâl ettiğimiz demektedir. Allah’a iman ediyorsanız, bizim kulumuza indirdiğimize iman ediyorsanız denmektedir.
Ben kürsüye çıkıp beni tanımayanlara hitap ederken “Ben Süleyman Karagülle’yim, size bir haber getirdim” cümlesi doğrudur. “Ben Süleyman Karagülle, size bir haber getirdim” desem de doğrudur.
İşte, Kur’an kendisinden bahsettiği zaman adını söylemekte, sonra da “biz” veya “ben” ile ifade etmektedir. Allah’a ve bildirdiğimize inanıyorsanız denmektedir. Böylece Kur’an’ın Allah sözü olduğu teyit edilmektedir. Yoksa hep “ben” deseydi Hazreti Muhammed tanrılığını iddia etmiş olurdu. Hep “o” deseydi bu sefer de Kur’an Hazreti Muhammed’in sözü olurdu. Bu sebeple “enzele” denmeyip “enzelnâ” denmektedir.
Allah kâinatı kimse yokken var etti. Kendi başına var etti. Kimseyi kullanmadı ama şimdi kâinatın içinde sünnetullaha uygun olarak yapılan işleri ise orada var ettiklerini araç olarak kullanarak yapmaktadır. Onlara yaptırmaktadır. İşte o takdiri sebebiyle “ben” değil de “biz” demektedir.
Burada “BiMâ” denmemiş, “Mâ” ile doğrudan atfedilmiştir. Allah’a ancak bunlarla beraber iman edilmelidir. Yani Allah’a ve O’nun gönderdiklerine iman eden kimseler bilmelidirler.
Bunun başka anlamı, beşte bir ve kırkta birler Allah’ın teşri ettiği nispetlerdir. Yoksa her bucak, il, ülke kendi bütçesini yaparken beşte birin kamuya ait olması zorunluluğu yoktur. Her bucak kendi nispetini kendisi koyar.
عَلَى عَبْدِنَا
(GaLAv GaBDiNAv)
“Abdimize.”
Buradaki “abdimize” sözü ile Hazreti Muhammed kastedilmiştir.
“Ellezî” demeyip “Mâ” denmiş olmasının sebebi; o gün ne gelmişse, âyet, melek, fırtına ve vahiy hep birden söz konusudur. Bedir’de yaşayanlar bunları yaşayarak gördüler. Kedilerinden üç misli orduyu nasıl yendiklerini yaşadılar.
Bununla beraber “Muhammed’in” denmeyip de “abdinâ” denmiş olması, olayın sadece Hazreti Muhammed’e ait olmayıp ondan sonra gelenlere de şamil olmasından olabilir.
Necmettin Erbakan’ın Gümüş Motor çalışmasından başlayarak başbakanlığa varan yolunun Allah’ın yardımı ile olduğuna inanıyorsanız anlamı da verilebilir. O da O’nun abdidir. “Abdi” denmesine dikkat etmemiz gerekir. Kimse O’nun kayyumu değildir, O’nun abdidir. “Resul” kelimesini bile burada zikretmemektedir.
Allah’a inanmak O’nun varlığına inanmak değildir, yeryüzünde ne oluyorsa hepsinin Onun takdiri ile olduğuna inanmak demektir. Geçmişte ne olmuşsa hepsini Allah yapmıştır. O’nun izni olmadan hiçbir şey olmamıştır ve olamaz.
Bizim tartışacağımız konular geçmiş değildir, gelecektir. Ne yapmalıyız, onu tartışacağız. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı insanlığa nasıl anlatacağız, kendimiz nasıl öğreneceğiz; asıl tartışacağımız mesele budur. Bundan dolayı “BiMâ” denmemiş de “Mâ” denmiş. Allah’a inanmak demek O’nun hükümranlığı ile birlikte inanmak demektir.
يَوْمَ الْفُرْقَانِ
(YaVMa eLFuRQAvNı)
“Furkan yevminde.”
“Furkan” demek ayrılma, seçilme demektir.
Bulanık bir su düşünün, eğer onu bir gece bırakırsanız tortular dibe çöker. İşte bu furkandır. Karışıklığın ortadan kalkması anlamında furkandır. Tevrat bir furkandır. Kur’an bir furkandır. Çünkü bunlar hüküm kitaplarıdır. Bedir günü bir furkandır. O gün iman edenlerle etmeyenler birbirlerinden ayrıldılar. Mekkeliler Medinelilerle bir olup Mekke’deki kardeşleri ile savaştılar. İşte iman budur. Hak için her şeyi verebilmedir. Bununla beraber “yevm” dönem demektir. Hazreti Peygamber’in tüm hayatı bir yevm içindedir. Orada 23 senede ne nâzil olmuşsa, başından ne geçmişse hepsi buradaki “Mâ”nın içindedir.
O dönemin en büyük özelliği insanlığın rüşte ermesi ve artık vahiy ile değil de ilimle kendi kendisini yönetmeye başlaması demektir. “Furkan” demek içtihat ve icma hükümlerinin gelmesi demektir. Bu sebeple artık bilme zamanıdır. Bugün yeni uygarlığın doğma zamanıdır. Yeni kitap inmemektedir, yeni kitap gelmeyecektir. O halde bizim müçtehit olarak yetişmemiz gerekmektedir. Bizim şartlarımız müçtehit olmaya yetmiyorsa müçtehitlerin yetişmesi için imkân hazırlamalıyız. Bu müçtehitler bir işletmeyi kurarak orada hem denemeler yapacak, hem çalışacak, hem de ilim yapacaktır.
Bu nasıl olacaktır?
İnşaallah Yenibosna uygulamaları bunu gösterecektir.
Gelmeden çok alâmetler belirmiştir.
يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ
(YaVMa elTaQay eLCaMGAvNı)
“İki cem’in iltika ettiği gün”
Bu ikinci yevm birinci yevmin bedeli olabilir.
Bu takdirde iki ordunun birleştiği günü aynı zamanda hakkın bâtıldan ayrıldığı gün olarak anlayabiliriz. Birleşme ile ayrılma bir arada olur. Kimyada A ile B’nin beraber olduğu bir kaba C maddesini dökerseniz, bunlar arasında uygunluk varsa, C mesela A ile birleşir ve B A’dan ayrılır. O halde birleşme ve ayrılma aynı zamanda olur.
Bedir günü ne olmuştur?
Mekke muhacirleri Mekkelilerden ayrılmışlardır.
Mekke muhacirleri Medine Ensarı ile birleşmişlerdir.
Gerçi bu daha önce olmuştur ama bunun ciddiyeti Bedir’de ortaya çıkmıştır. Ölümün olmadığı yerde ciddiyet yoktur. Bu sebeple idamın olmadığı bir yerde devlet yoktur.
Bugün de durum aynıdır. Kuvveti üstün tutan maksimum kâr amaçlı bir ekonomi düzeni vardır. “Adil Düzen”de ise üretimi maksimize eden insan amaçlı düzen vardır. Baştan Millî Görüş etrafında toplanıp “Adil Düzen”i savunanlar şimdi onlarla bir olup kârı maksimize etmekle meşguldürler. Demek ki furkan da iltıka da olmamıştır.
Demek ki iman etmek demek kardeşin de olsa, baban da olsa, onlardan ayrılıp hakkın yanına katılma demektir. Hakkın yanında demek şeriat ahkâmını ve fıkhı bilmek demektir. Ganimet burada bir örnektir. Bütün hareketimizi şeriata göre ayarlamak için cehd etmedikçe biz mü’min olmuş olmayız.
Mevcut düzende kârı maksimize eden düzenden ayrılıp üretimi maksimize eden düzene geçmedikçe iman etmiş olmayız. Şahsımı size örnek olarak verebilirim. İzmir’de iş hayatına başladığım zaman bir iş yaptım, zarar ettim. İkinci iş yaptım, zarar ettim. Üçüncü iş yaptım, zarar ettim. Tek başıma bu işi yapamayacağımı anladım. Mü’minlerle bir olup Akevler’i kurdum ve ondan sonra hep huzur içinde yaşadım. O kooperatif hâlâ durmakta, şimdi “Müçtehit Yetişme Merkezi”ne katkılarda bulunmaktadır.
Siz de artık hazırlık yapınız, mevcut kârı maksimize eden düzenden üretimi maksimize eden düzene geçecek işletmeler kurunuz, işletmelerinizi oraya geçiriniz.
Bu sözlerim bugün size hayal gelebilir ama yakında akın akın işletmeler Adil Düzen işletmesine geçmek zorunda kalacaklardır. Sömürü sermayesinin etkisiyle bugünkü iktidar işletmeleri batıran kanunlar çıkartıyorsa bilin ki bu durum Allah’ın size ihtarıdır; ya batacaksınız ya da Adil Düzen işletmelerine geçeceksiniz demektir.
وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (41)
(Va elLAvHU GaLAy KulLi ŞaYEin QaDIyRun)
“Ve Allah her şeye kadirdir.”
Bundan önceki “Allah” kelimesinin âlemlerin rabbi olan Allah olduğunu belirtmiştik. Buradaki “Allah” da O’nun halifesi topluluk olmalıdır. “Her şeye” dendiği zaman topluluk olamaz çünkü hiçbir topluluk her şeye kadir değildir. Haber nekre geldiği için de buradaki Allah kadir-i mutlak Allah değildir. “El-kadir” denmeli idi. Çünkü O’ndan başka her şeye kadir kimse yoktur. Bu durumda yeni bir manâ vermek durumundayız.
Allah’ın iki türlü ahkâmı vardır. Biri asla değişmeyen sünnetullahtır. Allah onu kendisi de değiştirmemektedir. Diğeri ise topluluklara bildirdiği şeriatıdır. Burada Allah insanları mecbur etmemektedir. İsterseniz uyun, dünyada saadete erin, âhirette de cennete gidin; isterseniz uymayın, dünyada ve âhirette cehennem azabını tadın diyor. Bunu ifade etmesi için “her şeye” ifadesi yanında haberi nekre getirmektedir. Her şeye dendiği zaman O’nun şeriatının mutlak kudrete sahip olduğunu ifade eder. Nekre olması da toplulukların onu uygulayıp uygulamamakta serbest olduğunu ifade eder.
“Adil Düzen”i anlattığınız zaman insanlar asla kulak vermemektedirler. Bunların hayal olduğunu ve olamayacağını sanmaktadırlar. Oysa Allah’ın şeriatı her şeyi yapma gücündedir. Biz onları uyguladığımızda başarıya ulaşmamız kesindir. Eğer iman ediyorsak bunu kabul etmek zorundayız.
Demek ki mü’min olmanın şartı yalnız Allah’ı kabul edip namaz kılmak ve oruç tutmak değildir; O’nun şeriatına O’nun düzenine de inanmak ve ona göre amel etmek gerekir.
Evet, biz bugün Yenibosna’da uygulamaya geçmiş değiliz. Dr. cari sistemdeki hastanesini bırakmamıştır. Eczacı hâlâ o sistemde çalışıyor. Diğeri öğretmenliğe devam ediyor. Bu buradakilerin imansızlıklarından değil, şimdilik “i’lemû” emrini yerine getiremediklerindendir. Daha içtihatlarını tamamlayamadılar. Ne yapacaklarını şimdilik bilmiyorlar. Bu sebeple Mekke dönemini yaşıyorlar. Bu sebepledir ki Adil Düzen İşletmesine geçemiyorlar. Bunu bildikleri için yoğun işleri yanında her gece toplanıp “Adil Düzen” için araştırma yapmaktadırlar. Anayasaya Kur’an’dan deliller buluyorlar. Muhasebe çalışmalarını yapıyorlar. Bakkal ve portmanto üretimi işletmelerinin hazırlıkları içindedirler.
Ben inanıyorum ki yarın çalışmalarını tamamladıkları zaman üretimi maksimize eden Adil Düzen İşletmelerine geçecekler ve cari sistemi terk edeceklerdir. Yalnız İstanbul Yenibosna değil; İzmir başta olmak üzere, Ankara, Bursa, Mardin … gibi Türkiye’nin her yerinde Adil Düzen Çalışmaları başlamıştır. Allah’ın nusreti ve fetih yakındır.