Enfal Sûresi-5(4)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللَّهُ إِحْدَى الطَّائِفَتَيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَ (7) لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ (8)
وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللَّهُ إِحْدَى الطَّائِفَتَيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ
(Va EiZ YaGıDuKuMulLAHu EiXDa elOAvEiFaTAYNı EanNaHAv LaKuM)
“Ve Allah size iki taifeden birini vaat etmişti. Biri sizindir.”
Bundan önceki âyette Bedir Savaşı’na çıkma konusu tartışılmıştır. “Kema Ehraceke” diyerek olaydan sonra âyetin geldiği ifade edilmektedir. “Ke” ile başladığına göre bir şeye benzetilmesi gerekmektedir. Benzetilen konu hazfedilmiştir. Yani âyetin nâzil olduğu zamanki olaydır. Kıyamete kadar cereyan edecek benzer olaylar Bedir’deki olaylara benzeyecektir. O konular görüşülürken Bedir hakkında inen âyet okunacak, şimdi olmakta olan, Bedir’de olmuş olanlar gibidir denilerek bu âyet tezekkür edilecektir.
“İz Kâlellahu Lirasulihi” cümlesi mahzuftur. Yani burada “İz”li bir cümle mahzuftur. Bunun mahzuf olmasını buradaki “Veİz” ile bilebiliyoruz. Buradaki “Ve” mahzuf olan “İz”li bir cümleye atfetmesi gerekir. Bundan sonra üç “İz” daha gelecek ve bunlar atfedilmeyecektir. Çünkü aynı zamanı anlatmaktadır. “Kema Ehrace”den sonra gelen “İz”in “Ve” ile gelmesi, daha önceki zamanla daha sonraki zaman arasında fark olmasıdır. Hâlbuki sonra anlatılan olaylar aynı hükümlere tâbi zamanlarda olmuştur.
Savaş hâli ile barış hâli farklıdır. Savaş ilan edildikten sonra artık hukuk düzeni sona erer, askeri düzen ortaya çıkar. Savaş düzeni ile askeri düzenin hükümleri farklıdır. Barış düzeninde istişare edilir. İstişare eden karar alır. Aldığı karar uygulansa bile mağdur olanlar hakemlere giderler ve kararı iptal ettirebilirler. Mağduriyetlerini giderirler.
Temel olarak dört fark vardır.
1- Hukuk düzeninde haklı olan kuvvetlidir. Devlet bunun için vardır. Haksızlığa uğrayan hakemlere gider ve haklı olduğunu ispatlar, devlet onun hakkını haksızlık yapandan alır.
Askeri düzende ise kuvvetli kim ise haklı odur. Hakem kararını dinlemeyene karşı savaşa girişilir. Sonunda yenen haklıdır. Karşı tarafa ne isterse uygular. Yaşatır veya öldürür, esir eder veya azat eder.
2- Hukuk düzeninde üste değil kurallara uyulur. Kişiler üstlerden emir alsalar bile sorumlu kendileridir. Üst onu yargılayamaz. Mağdur olanlar hakemlere giderler. Hakemin birini görevli, diğerini mağdur olan seçer. Hakemlerin aldığı karara göre görevlinin dayanışması zararı tazmin eder. Üstün bir sorumluluğu yoktur.
Oysa askeri düzende astlar üstlerin emrini yerine getirirler. Astlar üstlere karşı sorumludurlar. Emri yerine getirmeyene karşı üst her türlü müeyyideyi uygular. Kısas yapılmaz, diyet ödenir. Üstün emrini yerine getiren ast sorumlu olmaz. Tüm sorumluluk en üst kademeye aittir. Ordu komutanı kesin yetkilidir.
3- Hukuk düzeninde davranışlardan sorumluluk vardır. Kişi kurallara uymuşsa, sonuç ne olursa olsun kişi sorumlu olmaz. Davranışlarda kurallara uymadığı takdirde sonuçtan sorumlu olur. Hukuk düzeni kurallar düzenidir.
Oysa askerlikte sonuç önemlidir. Düşmanı yen de nasıl yenersen yen, sen yendiğin için haklısın. Davranışlar suç değildir. Zararlar tazmin edilecekse sen değil birlik tazmin eder. Mağlup olursan veya görevi yerine getiremezsen mazeret kabul edilmez, suçlusun. Ya ölecek ya da görevi yerine getireceksin. “Ya istiklâl ya ölüm” ifadesi budur.
4- Hukuk düzeninde sorumluluk şahsidir. Ortak sorumluluk yoktur. Anne oğuldan oğul annenin yaptıklarından sorumlu değildir. Kimsenin yaptıkları başkalarına yüklenemez. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te derneklerin kapatılması yoktur, derneğe mensup olma da suç değildir.
Askerlikte ise sorumluluk birliğe aittir. Başarı hepsinin başarısıdır, başarısızlık da hepsinin başarısızlığıdır. Başkan astını cezalandırabilir ama dışarıya karşı birlik sorumludur. Diyeti onlar öder. Kısas gerekiyorsa tüm birlik idam edilir. Hendek Savaşı’nda ihanet eden tüm İsrail erkekleri kısasa tabi tutulmuş yani öldürülmüştür.
Savaş kararı hukuk düzeninde alınır. Başkan karar verir. Hakemlere gidilebilir. Karar istişare ile alınır. İstişarede isteyen istediğini söyler. Karardan sonra karara uyulmadığı için zarar doğarsa tazmin edilir ama uymayan cezalandırılmaz. Çünkü hukuk düzeninde şahsi mesuliyet vardır. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder. Askeri düzende artık herkesin emre uyma zorunluluğu vardır. İşte buradaki “Ve” bu iki durumu ayırmaktadır.
Savaş kararı alındıktan sonra savaş düzeni içinde iki taifeden biri sizindir denmiştir. Böylece savaşın meşruiyeti bildirilmiştir. Artık hukuk düzeni bitmiştir, askeri düzen başlamıştır. Mekkelilerin Şam’dan gelen kervanını yağmalayabilirsiniz. Saldırıya geleceklerle savaşır def edebilirsiniz. Kur’an; yeter güce sahip değilseniz savaşmayacaksanız, size ne kadar zulmetseler de sabredeceksiniz, hicret edeceksiniz, oradan kaçacaksınız diyor. Dolayısıyla Mekke döneminde ve Medine’de iki yıl savaş izni yoktu.
İşte bu dönemde artık savaşa izin verilmiştir.
Evet, iki taifeden birini alabilirsiniz. Biri malların yüklü olduğu kervana sahip olup ganimet elde etmek, diğeri ise savaşa gelenleri esir alıp pazarlarda satmak.
“Sizin” demekle iki şeye izin veriyor, esir almak veya mallarını ganimet etmek.
Hakemler kararı ile savaşılabilir ülke hâline gelen ülkenin işgali meşrudur. Burayı işgal edecekler bu yaptıklarına karşılık ücreti istihkak ederler. Bu ücret de o ülkenin yağmalanması ve halkının esir edilmesidir. Savaşı kim kazanırsa esirler de ganimet de onlarındır. Yurt dışında yapılan savaşta elde edilen ganimet ve esirlerin beşte birleri devlete aittir. Vergidir. Kalan beşte dört sermaye koyanlar ile savaşanlar arasında eşit olarak bölüşülür.
وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللَّهُ
(Va EiZ YaGıDuKuMulLAHu)
“Allah size vaat ediyordu.”
“Va’id” yağmur bulutu demektir. Yağmur yağmadan önce bulutlar kararmakta, yağmur yağacağını haber vermektedir.
“Va’d etmek” yapacağı bir iyiliği bildirmek, söz vermektir.
Yapacağı bir kötülüğü bildirmeye ise “Va’id” denir.
“Allah size vaat ediyordu.” Burada fiili muzari getirilmiştir. “İz” ile geldiği için maziyi ifade eder. Muzari mazideki hâli gösterir. Yani siz o güne gidersiniz, o güne göre mazi, hâl ve istikbal sigalarını kullanırsınız.
Demek ki bu âyet Bedir Savaşı bittikten sonra nâzil olmuştur. Kıyamete kadar insanlara örnek bir olaydır. Örnek olay olarak bundan başka böyle bir olay olmayacaktır. Hükümlerde asıl olan aslın tek olmasıdır.
Allah nasıl vaat etti?
Cebrail geldi ve Hazreti Muhammed’e bildirdi, o da sahabelere tebliğ etti. İşte bu sadece o devire mahsus bir mucizedir. Sonra verilen haber gerçek olmuştur.
Demek ki Hazreti Muhammed’in Kur’an’ın dışında da halkını inandırması için mucizeleri vardır. Ne var ki o mucizeler bize mucize değildir. Bizim için İslâm devleti mucizedir. Kur’an olmadan önce Arapların bir devleti yoktu. On sene içinde Kur’an Arap devletini oluşturdu, yüz sene içinde Müslümanların devletini süper güç yaptı. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılarla o devlet İslâm uygarlığına dönüştü. İşte bu mucizedir.
Kur’an Bedir’i bize anlatarak, Kur’an’ın kendisini halka nasıl kabul ettirdiğini hikâye etmektedir. Diğer peygamberlerin kıssalarını da anlatmaktadır. Bunların tarihî teyidi bugün dört büyük dinin var olması ve uygarlıkları bunların oluşturmasıdır.
Burada vaat eden ve Kur’an’ı indiren Allah’tır, semavat ve arzın rabbi olan Allah’tır.
إِحْدَى الطَّائِفَتَيْنِ
(EiXDa eLoOAvEiFaTAYNı)
“İki taifeden biri.”
Burada iki taife marifedir. Mekke’den çıkan büyük bir ticaret kervanı Medine’den geçmiş ve Suriye’ye gitmişti. Bunu haber alan Medineliler dönüşte yollarının kesilmesi ve mallarının ellerinden alınmasını kararlaştırdılar. Bu kararı kervanın başında bulunan Ebu Süfyan haber alır, Medine’den değil de deniz kenarından yol almayı tercih eder. Durumu Ebu Cehil’e ulakla ulaştırmıştır.
Develer son derece yavaş seyrederler, ağır yük taşırlar. Atlar ise süratle giderler ama ağır yük taşıyamazlar. Ulak gece gündüz aktara aktara yol alır, bu şekilde bir günde on günlük mesafe kat edilebilir.
Ebu Süfyan bu haberi daha önce belki yola çıkmadan önce Mekke’ye ulaştırmıştır. Ebu Cehil de ordusunu kurarak Medine’ye hareket etmiştir. İşte burada harfi tarifle işaret edilen iki taife bunlardır. Biri silahlı Ebu Cehil taifesi, diğeri ise servet yüklü Ebu Süfyan taifesi. Bu iki taifeden birinin Medinelilere ait olacağını Allah bildirmiştir.
أَنَّهَا لَكُمْ
(EanNaHAv LaKuM)
“O sizindir.”
Buradaki “O” zamiri “İhda”ya gitmektedir. Biri sizindir, ikisi değil denmiştir. Eğer Ebu Süfyan Medine’den dönecek olursa o Medinelilerin olacaktır. Medine’den dönmez de sahil yolundan giderse artık o değil, Mekkelilerin ordusu gelecek ve o sizin olacaktır. İkisi birden olmayacaktır.
Medineliler Mekkelileri yağmalasalar zengin olacaklar. Savunma güçleri artacak. Oysa Mekkelilerin nesi var nesi yoksa bu sefere yatırmışlardır. Birden büyük yoksulluğa düşecekler, Medinelilerin üzerine gelemeyeceklerdir. Dolayısıyla onlarla savaşıp esir alma mümkün olamayacaktır. Müslümanların da Mekke’ye gidip savaşmalarına izin verilmiyordu. O zaman savunma değil de saldırma savaşı olacaktır. Bu ise haram kılınmıştır.
Deniz kenarından gittiği takdirde Müslümanların oraya gidip yağmalamaları meşru değildi. Medine topraklarından geçtikleri için yağmalanmasına izin verilmiştir. Hicretten sonra Medineliler çok büyük sıkıntıya geçmişlerdir. Eskiden Mekke tüccarları Medine’ye uğrar, onların mallarını alır, Suriye’den aldıkları malları onlara satarlardı. Böylece Medineliler de zenginleşir, Mekkeliler de. Hicretten sonra bu kervan Medine’ye uğrayamadı. Medineliler sıkıntıya girdiler. Medine’nin dibinden geçiyor ama onlara mal satmıyorlardı. Medineliler de bunların Medine civarından geçmelerine izin vermeme kararı aldılar. Deniz kenarından giden kervanı yağmalama hakları yoktu.
Ama Allah haber veriyor, Mekkeliler ordu kuracaklar, gelecekler ve Medine’yi yağmalayacaklardı. Kervan büyük servetle dönmüştü. Medinelileri yenmek çok kolay olacaktı. Medinelilerin bir avantajı vardı, o da savaşı kendi topraklarında veriyorlar, savunma durumunda idiler. Bununla beraber Medinelilerin hepsi mü’min olmamıştı. Muhacirlerle Ensar arasında da ne kadar birlik oluştuğu bilinmiyordu. Bu bakımdan da zafiyetleri vardı. Bu zafiyet daha önce savaşma kararı alınırken görülmüştü.
وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ
(Va TaVadDUvNa EanNa ĞaYRa ZAvTı elŞaVKaTı TaKUvNu LaKUM)
“Ve siz şevketsiz olanın sizin olmasını meveddet ediyordunuz.”
Medinelilerin kervanı yağmalamaları onları maddi sıkıntılardan kurtaracaktı. İki senedir çektikleri sıkıntıları giderilecekti. Sonra savaşı ya kazanır ya kaybederlerdi. Oysa yağmalama çok daha kolay ve basit olacaktı.
Evet, geçici çıkar böyle idi.
Bunun Medinelilere fazla kazandıracağı bir şey yoktu. Yağmalama söz konusu olunca, inanan inanmayan Medineliler katılacaktı. Birden büyümüş olacaklardı. Sonra da düşman saldırısı olduğu zaman onların çoğu düşmanla birleşirlerdi. Oysa savaş söz konusu olunca gerçek mü’minler ortaya çıkacak ve kaç kişi oldukları belirlenecekti. Ayrıca yağmalama Arabistan’da Medineliler için iyi bir durum yaratmayacaktı. Arap kentlerinin yağmalanması için Mekkeliler etrafında toplanabilirlerdi. Oysa savaşı kazandıkları zaman Medineliler süper gücü yenmiş ve artık süper güç adayı olacaklardı. Çünkü Arabistan’da Mekke ile Medine iki süper güç idi. Ama Medine tarımla uğraştığı için Arabistan’la doğrudan ilişkisi yoktu. Mekke ise ticaretle geçiniyordu ve tüm Arabistan’ın ekonomik merkezi idi. Herkes putlarını oraya getirmiş ve Kâbe’ye koymuş, putlara ait ziyaretlerini hac mevsimlerinde yapmakta idiler. Böylece Mekke’de panayır kuruluyordu. Bu bakımdan Medine Mekke ile yarışacak durumda değildi. Savaşı kazanması hâlinde ise asıl gücün Medine’de olduğunu anlayacak ve Araplar İslâmiyet’le daha çok meşgul olacaktı. Bu sebeple Allah Medinelilere silahlı olanı nasip etmiştir.
Burada bir hususa dikkat etmemiz gerekir. Allah iki taifeden birini vaat etti diyerek hangisinin olduğunu belirtmedi. Ebu Süfyan’ın kararına bıraktı. Hukuki bakımdan bu tercih verildi. Yani size izin verilen savunmadır, saldırma değildir. Savunma da ancak sizin kendi topraklarınızda olabilir. Sizden izinsiz sizin topraklarınıza girenlere karşı savunma hakkı doğar ama sizin olmayan topraklarda savaşma hakkınız yoktur. İşte bu sebeple iki vaadi birden zikretti ama diğer taraftan Ebu Süfyan’a ilham ederek deniz yolunu tercih ettirdi. Ebu Cehil’i de saldırıya cesaretlendirdi. Sonunda Bedir’de bunlar karşı karşıya geleceklerdir.
Siz şevketsiz olanı talep ediyordunuz. Yani onlar Resul’den Allah bize izin versin de bu kervanı yağmalayalım diyordunuz. Allah doğrudan izin vermedi. Şartlı izin verdi. Ebu Süfyan gelirse onu yağmalayacaksınız ama gelmezse o zaman Ebu Cehil’le savaşacaksınız.
Allah ihsan sıfatı ile herkese rahmet etmektedir, istediğine istediğini vermektedir, rahim sıfatı ile çalışanlara çalışmalarının ecrini vermektedir.
Medinelilerin ileride Arabistan’ı yönetmeleri için şimdi Bedir’de silahlı güçle çatışmaları gerekmektedir. Allah böylece Bedir’i insanlık için dönüm noktası yapacaktır.
Bu âyet bize Bedir’i anlatmaktadır.
Hazreti İbrahim’in ateşte yanmaması, Hazreti Musa’nın sopayı yılan yapması, Hazreti İsa’nın ölüleri diriltmesi nasıl onlara has ise Bedir zaferi de Hazreti Muhammed’e hastır, onun mucizesidir. Mucizeler bir daha tekerrür etmez. Dolayısıyla bizim savaşlarda artık komutanımız kesin vaatlerde bulunmaz. Biz de bir gün Bedir savaşını yapmak zorunda kalabiliriz. Yenilirsek biz mü’min değiliz demektir, yenersek mü’miniz ve görevliyiz demektir. Biz şartların namüsait olmasına bakmayarak cihada girişeceğiz; yenilirsek demek ki yanlış yoldayız, yenersek doğru yoldayız.
Biz cihada 1960’lı yıllarda başladık. Pek çok namüsait günler yaşadık ama yenilmedik. Akevler hâlâ güçlenmiş olarak duruyor. Fethullah Gülen dünyaya İslâm dinini yaydı. Erbakan “Adil Düzen”i anlattı. AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu. Holdingler saldırılara rağmen yine de yaşıyorlar. Demek ki 1960’larda başladığımız hamle doğru hamle idi ve biz bu işi yapmakla görevli idik. “Adil Düzen” gelmemiştir. Şimdi de “Adil Düzen”in işletmelerle gelmesi cihadını yapıyoruz. Görevli isek başaracağız, değilsek başaramayacağız ama biz amel ettiğimiz için ecrimizi alacağız.
وَتَوَدُّونَ
(Va TaVadDUvNa)
“Ve meveddet ediyordunuz.”
Cümle fiil cümlesidir. “Yeidukümüllah”a matuftur. Hâl cümlesi değildir. Yani Allah önce vaat etmiş, sonra siz meveddet etmiş değilsiniz, siz meveddet ediyordunuz, Allah da size vaat ediyordu. Meveddetle vaid içi içe sürekli devam etmiştir. Yani üzerinde uzun zaman durulmuştur. Olay hemen oluşmamıştır.
Bu hususun Allah’la müzakeresi kervanın Şam’a geçmesinden itibaren başlamış, savaşa izin çıktığında en yüksek seviyeye ulaşmış, Bedir Savaşı’nda son bulmuştur.
“Vadi” bir ırmağın veya derenin içinde bulunduğu sahadır. “Vedd” bu yakalardan biridir. Dayanışma ve meyletme anlamlarına gelir. Birbirine yaklaşma anlamına da gelir.
Siz ise şevketsiz olana doğru meylediyordunuz demek olur.
“Meveddet” insanın içinde doğan sürekli arzudur, onun olmasını ister.
İnsanlar arasında meveddet devamlı birbirlerini istemeleridir. Nasıl çocuk anası nereye giderse o da oraya koşarsa, insanlar arasında da böyle meveddet vardır. Uzak kaldıkları zaman sıkıntı hissederler, bir arada oldukları zaman huzur duyarlar. Meveddet gerçekleşmediği zaman hissedilen arzu hasrettir. İnsanların servete ve kazanca karşı meveddetleri vardır. Bu sebepledir ki geçimlerini temin etmiş olsalar bile daha çok kazanmak isterler, sürekli kazanma peşinde olurlar.
Allah burada insanın fıtrî hâlini anlatmaktadır.
أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ
(EanNa ĞaYRa ZAvTı elŞaVKaTı)
“Şevketlinin gayrisi”
“Şevket” dikendir. “Şevk” ise dikenlik demektir. Dikenli bir bitkinin de adıdır. Bitki bunları kendisini korumak için üretir. Bunların yapraklarını ancak ağızları o dikenlere karşı korunmuş hayvanlar yiyebilirler. Bunların mideleri onların tohumlarını eritmez şekilde var edilmiştir. Böylece onları yiyen hayvan onların tohumunu çevreye yaymış olur.
Buradaki şevkten maksat savaşa karşı hazırlanmış kimselerdir. Silahlı ve zırhlı demektir.
Savaş iki şekilde kazanılır.
Ya sizin gücünüz düşmandan üstün olur, kazanmayı hak edersiniz. Yarışta bu meşrudur. Bu doğal seleksiyonu ortaya çıkarır, sosyal evrim ve uygarlaşmayı sağlar.
Savaşın ikinci kazanma usulü ise düşmanın zayıflaması ve güçsüzleşmesi ile kazanılan savaştır. Bu istenmeyen bir zaferdir. Bu gidişle evrim olmaz, gerileme olur.
Bundan dolayıdır ki güçlenip karşı tarafı geçmek veya yenmek en büyük ibadettir. Karşı tarafı zayıflatıp kazanmak ise hasettir ve gerilemedir. Ama insan karşı tarafın zayıflamasını ister. Bununla beraber savaşın meşruluğu karşı tarafın zayıflayıp adaleti sağlayamaması ve işini yapamaması halleri ile ilgilidir.
تَكُونُ لَكُمْ
(TaKUvNu LaKuM)
“Sizin olsun.”
Allah iki taifeden birini vadetmişti. Onlar ise silahsız olanı tercih etmektedirler. Onun olmasını istiyorlardı. Hasretle bekliyorlardı.
وَيُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ
(Va YuRiDu elLAHau Ean YuXıqQa elXaqQa Bi KaLiMAvTiHIy)
“Ve Allah ise kelimatı ile hakkı ıhkak etmek irade ediyordu.”
Bedir Savaşı nedir?
Bedir Savaşı insanlığın ergenlik çağına erdiği bir çağın ilk alâmetidir.
Daha önce peygamberler gelir, kendi mucizelerini gösterir ve halkı peygamber olduklarına inandırırlardı. Sonra da halk peygamberlerin getirdikleri şeriata inanır ve ona göre amel ederdi. Bugünkü Yahudilik ve büyük dinler böyle doğdu.
Peygamberler hukukta yeni düzen getirirler, insanlık bu düzenle yeni teknolojiye ulaşır, hukuk yetmez olurdu. Allah yeni kitap ve yeni peygamber getirir, ileri uygarlığı tesis ederdi.
Hazreti Muhammed de bunu yapmaktadır. Ne var ki öyle bir kitap getirmiştir ki artık yeni kitaba ihtiyaç olmayacak, yeni uygarlıkları o devrin âlimleri Kur’an’ı yorumlayarak yeni düzeni getireceklerdir. Dolayısıyla peygamberler düzeni değil kitap düzeni dünyaya hâkim olacaktır. Yani artık kişi yönetimi tamamen ortadan kalkıyor, yerine kural yönetimi geliyordu. Kur’an yönetimi kişi yönetimi değil kural yönetimidir. İcma ve içtihatlar ile yeni hukuk düzeni gelecek, o hukuk insanlığı asrın ilerisinde bir asra götürecektir.
Allah ise hakkı kelimeleri ile ıhkak etmeyi murat ediyordu diyor.
Bedir ise Kur’an’ın artık yeni düzen kurmaya başladığı tarihtir. Allah Bedir Savaşı’nı kazananlara Medine Devleti’ni kurduracak, o devlet dört halife zamanında imparatorluk olacak, sonra 1400 sene dünyaya hükmedecektir. Kelimeler hükmedecektir. Hükümdarların fermanları değil, müçtehitlerin içtihat ve icmaları hükmedecektir. Oysa insanlık o zamana kadar hep hükümdarların fermanları ile yönetiliyordu. Hattâ Müslümanlar da yaşlılık döneminde şeyhülislamlar, müftüler, fetvalar icat ettiler. Oysa Kur’an; senden fetva istiyorlar, Allah fetva veriyor diyerek kişilerin fetvalarının son bulduğuna işaret etmektedir.
İnsanlık da bir canlıdır. Doğmuştur, çocukluk devresini geçirerek buluğa erişmiştir. Buluğ dönemi Kur’an’ın indiği ikinci bin yıldır. O bin yıl yine peygamber bin yılı olacaktır. Sünnetle yönetilmiştir. Ondan sonra gelen üçüncü bin yıl ise doğrudan Kur’an bin yılı olacaktır. Yani hakkın kişilerle değil de kelimelerle ıhkak edildiği ilk bin yıl olacaktır.
İşte bizim çalışmamız budur. Hakkın Allah’ın kelimatı ile ıhkakı çalışmasıdır.
“Kelimat” Allah’a izafe edilmiştir. Marifedir. Sistemle oluşmuş çok kelime anlaşılır. Bu kelimat Kur’an’dır.
Burada aynı zamanda Kur’an’ın “kelimeler” değil de “kelimat” olduğu ifade edilmiştir. Arapçada iki şekilde çoğul vardır. Kurallı çoğullar ve kuralsız çoğullar. Kurallı çoğullar çoklukların kurallarla birbirine bağlandıkları anlamındadır. Erkek çoğullar şeriat kuralları ile birbirine bağlanırlar, dişi kurallı çoğullar ise sistemi ifade ederler.
Demek ki Kur’an bir bütündür. Bir yapının birer organıdır, her yapısı ve cümlesi yerli yerindedir. Biri değişse veya eksilse sistem bozulur.
وَيُرِيدُ اللَّهُ
(Va YuRiDu elLAHu)
“Ve Allah irade ediyor.”
“Allah irade etti” demiyor da “Allah irade ediyor” diyor.
Bunun anlamı iradesi Bedir’de bitmedi demektir. Bedir sürüp gidecek iradenin bir safhasıdır. Bundan sonra Uhud kazanılacak, Hendek kazanılacak, Mekke fethedilecek. Irak ve Suriye alınacak, Kuzey Afrika fethedilecek, İran’daki Sasani devleti yıkılacak. Sonra Talas’ta Çinlilere karşı zafer kazanılacak, sonra Malazgirt’te Bizanslılara karşı zafer kazanılacak. Bedir’deki İlâhi irade sürüp gidecektir.
İşte şimdi de III. bin yılın başında “Adil Düzen”in dünyaya yayılmasını irade ediyor. Kur’an’a hizmet edenlere Allah Bedir’de olduğu gibi yardım ediyor ve yardım edecektir.
Kur’an’ı asrımızın müsbet ilimleri ile yeniden yorumlamayı cemaat olarak Bediüzzaman başlatmıştır. Kur’an’ı müsbet ilimlerle yorumlayarak uygulaması Akevler’de yapılmaya başlanmıştır. Teorisini Akevler hazırladı, duyurulmasını Millî Görüş yaptı. Bugün bu iki kuruluş da muzaffer durumdadırlar.
“Adil Düzen”in ilmî çalışması şimdi yapılmaktadır.
Gelecekte de Allah’ın iradesi tecelli edecektir.
أَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ
(Ean YuXıqQu elXaqQa)
“Hakkı ıhkak etmeyi”
“Hukka” kovadır. Ölçülü olarak yemekleri bölüştürmedir yahut kepçedir. Onunla tenceredeki yemeği eşit şekilde dağıtırsınız.
“Ihkak etme” demek kepçeyi doldurmak demektir. Hak kepçeye dolan miktardır.
Bir proje yaparsınız. Nerelerde neyin bulunması gerektiğini o projede gösterirsiniz. Sonra da o projeyi uygularsınız, yapı çıkar, makine çıkar karşınıza. Bu ıhkaktır.
Allah kâinatı yaratmıştır, yeryüzüne kendisine insanı halife yapmıştır, insan kendi içtihat ve icmaları ile yeryüzünü yönetecektir.
İşte, insanlık bu seviyeye Bedir Savaşı’nda ulaşmıştır.
Hazreti Peygamber de artık vahiy ile hareket etmeyecek, bundan sonra içtihatlar yaparak amel edecektir. İçtihatta hata ederse Cebrail gelecek onu düzeltecektir. Sünnet bizim için delildir. İçtihat yaptığı için o da hata yapmakta idi. Eğer bu hata Kur’an’ın yorumu ile ilgili ise Allah düzeltiyordu. Kur’an’ın yorumu ile değil de o günkü şartlarla ilgili ise gelecekte düzeltmeyeceği gibi, hayatında da düzeltmiyordu. Erkek hurma vardır, dişi hurma vardır. Araplar erkek hurmaların dallarını keser dişi hurmanın üstüne asarlardı. Resul bunu abes görmüş ve yapmayın demiş, Sahabeler de onun dediğini dinlemişler ve yapmamışlar ama o sene hurmalar verimsiz olmuştur. Bunun üzerine Hazreti Peygamber “dünyanızı siz daha iyi bilirsiniz” demiştir. Yine Hazreti Muhammed kıbleye karşı oturmayın şarka veya garba dönün demiştir. Bu söz Medine için doğru idi ama Kufe için doğru değildi. Demek Allah ancak Kur’an’ı yorumlarken yaptığı hata varsa onu vahiy ile düzeltirdi. Diğer hatalı içtihatların hatalı kalması da sünnet olmuştur.
Evet, insanın yeryüzünü Allah’ın halifesi olarak yönetmeye başladığı gün Bedir’dir. Gerçi hilafet Hazreti Âdem ile başlamıştı ama Hazreti Âdem ve sonra gelen peygamberler sürekli olarak meleklerin desteği ile işler yapıyorlardı. Bedir’den sonra melek sadece Kur’an’ı getirmede onunla beraber olacak, ondan sonra artık kelimelerle yönetilecekti.
بِكَلِمَاتِهِ
(Bi KaLiMAvTiHIy)
“Kelimeleri ile.”
“Kelime” bir parçayı keserek koparma demektir. Kendisi kopup ayrılırsa kelimedir. Kesilmek demektir. Başkası ayırırsa “kelam” olur, “kalem” ile de akrabalığı vardır. Her ikisi budama anlamında kullanılır.
“Kelime” sonra dilde kullanılır. Her kelime kural koyan söz bitiren demektir. Türkçede “söz kesme” tabiri vardır. Kelime demek plan demek, karar demektir.
Hazreti İsa kelime olmuştur, çünkü onun sözleri gerçekleşmiştir.
Demek ki Kur’an kâinatın bir haritasıdır. Duran değil, geçmişi ve geleceği ile oluşları içine alan canlı haritadır. Biz insanlar oralarda dolaştıkça kâinatta dolaşmış gibi oluruz. Kâinatta geçmişe gidemiyoruz, geleceğe gidemiyoruz ama Kur’an’daki kelimatta kâinatı dolaştığımız gibi geçmişe de gidebiliyoruz. Nitekim şimdi Bedir’de yani geçmişteyiz. Geleceğe gidebiliyoruz, sizinle “Adil Düzen”deki yüz dairelik siteleri gezebiliyoruz.
İşte Kur’an böyle bir kitaptır, insanlığı geçmişi ve geleceği ile kuşatmıştır.
Oysa toplanan meclis ancak günü yaşayabiliyor. Müsbet ilimler yalnız değişmez kanunları ortaya koyuyor. Kur’an’sız bir düzen bunun için oluşturulamaz. Allah dünyanın düzenini kendi kelimatı ile düzenleyeceğini irade etmiş ve bu işe Bedir’de başlamıştır.
وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَ
(Va YaQOaGa DAvBiRa eLKAvFiRIyNa)
“Ve kâfirlerin dabirini kat’ etsin diye.”
Hakkı ihkak etsin ve kâfirlerin dabirini kat’ etsin.
İlâhi kanun vardır. Peygamberler gelir, kitap getirir, yeni hukuk düzenini kurarlar. Düzen doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Yerine yeni peygamber gelir, yeni uygarlık kurulur. Düzen bin senede bir böyle yenilenir.
Kur’an’dan sonra yeni peygamber gelmeyecek, Arapça ve matematik bilen müçtehit âlimler Kur’an’ı yorumlayacak ve yeni düzeni getireceklerdir. Böylece hak ıhkak edecektir. Bin senede bir uygarlık yaşlanacaktır. Yaşlandığı zaman yaşlının gitmesi ve yerine yenisinin gelmesi gerekir. Götürme işi canlılarda mikroplara verilmiştir. Bu mikroplar hastalıkla yaşlı bedenleri ortadan kaldırırlar, bu arada kendileri de yok olurlar.
Toplulukların mikropları kâfirlerdir. Bunlar da yaşlanmış işe yaramaz uygarlıkları ortadan kaldırırlar, kendileri de yok olurlar. Sonra başka kâfirler ortaya çıkar. Oysa uygarlık hep aynı şekilde sürüp gider. Hazreti Nuh’un kâfirleri, Hazreti İbrahim’in kâfirleri, Hazreti Musa’nın kâfirleri, Hazreti İsa’nın kâfirleri, Hazreti Muhammed’in kâfirleri hep farklı olmuşlardır. Onların kökleri kesilmiştir. Hiçbir kâfir diğer kâfirin devamı olmamıştır.
Bizim kâfirlerimiz de çağımızın sermayesi ve onun iki çenesidir, Kur’an’a göre Ebu Leheb’in iki koludur, kapitalizm ve sosyalizm.
İşte, Bedir’de Mekkeliler henüz varlıklarını sürdürmektedirler ama Bedir mağlubiyeti Mekke fethi ile bitmiştir ve artık onlardan bir bakiye kalmamıştır.
Bugünkü sosyalizm ve kapitalizmden de gelecekte bir bakiye kalmayacaktır. Hel terahum minbakiyeye katılacaklardır.
Fizikte bir kanun vardır. Etki ve tepki kanunu geçerlidir. Siz bir şeyi çekersiniz, sürtünme kuvvetleri ona mâni olur. İlk bakışta sürtünme kuvvetleri zararlı gibi görünse de biz sürtünme kuvvetleri ile yaşıyoruz. Sürtünme kuvveti olmasaydı ayaklarımız kayar ve yaş alanda yürüyemezdik.
Şeytana ve kâfirlere ihtiyaç vardır. Onlar olmazsa sürtünme olmaz, direnme olmaz, biz bir iş yapamayız. Ama sürtünme çok fazla olursa biz artık yürüyemez oluruz.
Uygarlığın yaşlanması sonucu onu yok etmekle görevli kuvvetler kâfirler o uygarlığı mezara koyarlar ve yeni uygarlığın doğmasına imkân hazırlarlar. Yeni uygarlığın doğması için onların yok olmaları gerekir, dabirleri kat’ edilecektir. Bu sebepledir ki her peygamberin karşısına kâfirler çıkmış ama her zaman onlar mağlup olmuşlardır. Sonra yeni uygarlık yaşlandığı zaman da yeni kâfirler ortaya çıkacaktır. Onlar sosyalist veya kapitalist olmayacaklardır. “Adil Düzen” onları bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömecektir. O zaman nasıl bir kâfirler zümresinin ortaya çıkacağını bilmemiz mümkün değildir. Nitekim putperestlik o günkü anlamında hiçbir zaman yeniden ortaya çıkmayacaktır. Diktatörlere tapılacak, karşılıksız paraya tapılacaktır. Bugün böyledir. Bin sene sonra ne olacağını bilmiyoruz. Bir şey biliyoruz, bin sene sonra bizim oluşturduğumuz uygarlık yaşlanacak, çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyecek ve onun yerine yeni “Adil Düzen” ortaya çıkacaktır. Yaşlanmış düzenimizi yıkmak için de o gün yeni kâfirler ortaya çıkacaktır. Kader genel gidişi gösterir. Uygulama ise o günkü safhasında farklı olur.
لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ (8)
(Li YuXıqQu elXaqQa Va YuBOıLe eLBAvOıla Va LaV KaRiHe eLMuCriMUvNa)
“Mücrimler kerih görselerde hakkı ihkak etmek ve batılı ibtal etmek için”
Hakkın iki manâsı vardır.
Biri bâtılın karşısında kullanılan haktır.
Diğeri ise kişilerin borç ve alacaklarını ifade eden haktır.
Lehe hak, aleyhe hak.
Önceki âyette ifade edilen lehe haklardır. Yani hukuk düzenini oluşturan haklardır.
Kur’an nazil olmuş ve insanlar arasındaki hukuku düzenlemiştir. Kur’an bir tür kanundur. Hükümler kitabıdır. Fıkıh bunun üzerinde kurulur.
Şöyle izah edelim. Bir yerde bir köprü yapılmıştır. Birileri malzeme temin etmiş, diğerleri ise emeklerini koymuşlardır. Malzemelerin fiyatları var, ona göre malzeme temin edenler bölüşürler. İşçilerin de ücretleri var, aralarında bölüşürler. Ama ücret ile fiyatı ölçen bir birim yoktur. Sosyalistler fiyatların da ücretle ölçülmesini isterler, kapitalistler ise ücretlerin de fiyatla ölçülmesini isterler. Oysa ücret ile fiyat birbirinin tersidir. Ücret bir saatte üretilen malın miktarı ile ölçülmektedir. Fiyat ise bir gün insanı yaşatan miktarla ölçülmektedir. Birinde zaman payda, diğerinde zaman paydadadır.
Başka bir misal verelim. Bir yerde konakladık. Kuyudan su çekiyoruz. Başlangıçta kuyunun suyu yukarıdadır, kolay çekilmektedir. Suya çok ihtiyaç vardır. Kolay elde edilmektedir. Fazla işe yaramaktadır. Sonraları kuyunun suyu derinleştiği için daha fazla zorlukla çekilmektedir. Zorunlu ihtiyaçların giderilmesi için gereken su çekildiği için sonraki sular daha az yararlıdır. O halde elde edilen su ve kullanılan su aynıdır ama sonra insanlara düşen paylar farklıdır. Buradaki hakların bölüşülmesi doğa kanunları ile tesbit edilemez. Ancak şeriat hükümleri ile belirlenebilir. Yaşamada dört safha vardır. Üretirsiniz, depolarsınız, bölüşürsünüz, tüketirsiniz. Diğer üç safhada fizikî olaylar vardır. Doğa kanunları içinde çözebilirsiniz. Ama bölüşme yani herkese hakkını verme ise birtakım kurallar ile olur ki buna “şeriat” denmektedir. Kurallı düzende kuralları ortaya koyma Kur’an’ın işidir. Burada kurallar konuyor. Ama sadece kurallar yeterli değildir. O kuralların uygulanması da gerekir. Kurallara uyulup uyulmadığını tesbit eden hakemlerdir. Hakem kararlarını uygulamaya zorlayan da yönetimdir. Yani Kur’an hakem kararlarını uygulayan bir ordu oluşturmaktadır.
Bunun çekirdeği Bedir’de atılmıştır.
Bedir Savaşı paralı askerlerin savaşı değildir, Bedir Savaşı ganimet elde etme savaşı değildir, Bedir Savaşı kölelerin savaşı değildir.
Bedir Savaşı inananların hakkı tesbit etme savaşıdır.
İşte, birinci hak, hakemlerin ortaya koyduğu hukuktur. Sadece kararda tahakkuk etmiştir. Burada ise hakemlere ait kararların infazıdır. Bu sebepledir ki ıhkak kelimeleri iade edilmiştir ama “ve” harfi getirilmemiştir. Birincisine bedel yapılmıştır. Aynı hakkın önce hakemler nezdinde tesbit edilmesi, sonra hakem kararlarına uymayanların yola getirilmesi gerekmektedir.
Bedir Savaşı ile insanlığa yeni düzen kurulmaktadır.
Bundan önce her topluluk kendi güvenini kendisi kuruyordu.
Şimdi ise yeni düzen gelecektir.
Önce insanlık on kadar aile tarafından aşiretler olarak örgütlenecek, bunlarla birlikte yaşamak isteyenler olacaktır. Herkes ocağında memnun olarak oturacak, ocağından memnun olmazsa başka ocaklara gidebilecektir. Hukuk onun tüm haklarını koruyacaktır.
Sonra birlikte çalışanlar aralarında serbest sözleşme ile kendi hukuklarını oluşturacaklardır. Niza hâlinde hakemlere gidecek, hakem kararlarına herkes kendi isteğiyle uyacaktır.
Sonra yüze yakın bucağın birleşmesi ile birlik oluşacak, hakem kararlarına uymayanlara karşı buradaki emniyet güçleri ile hakem kararları uygulanacaktır.
Sonra yüze yakın il devlet olacak ve bucaklar da ülkelerini dış saldırılara karşı koruyacaklardır. Hakem kararlarına uymayan devletlerin orduları bir olup uymayanlarla savaşacaklardır.
Bedir’de, işte bu amaçla yani insanlığın barışını sağlamak amacıyla oluşan gönüllüler ordusu ilk savaşını veriyordu. Bu savaş kazanılırsa İslâm düzeni yani barış düzeni gelecekti. Kazanılmazsa, barış düzeni başka bahara kalacaktı.
Bedir’deki bu ordunun önemini kavramak için şunu anlayalım; aradan 1400 sene geçtiği halde daha hakkı ıhkak eden askeri güç oluşamamıştır. Güçlü devletlerin güçlerini kurmaları için kurulan Güvenlik Konseyi’nin barışı ne kadar koruduğunu bugünkü terör olayları açıkça göstermektedir.
Askeri güç iki tanedir.
Bunlardan biri, güçlülerin, kendilerini finanse edenlerin güçlerini koruyan askerler vardır. Kuvvetliyi kuvvetli kılan askerler vardır. Bunlara asker demek yanlıştır. Bunlar eşkıyadır, teröristtir.
Bir de Bedir’deki askerler gibi hakkı ıhkak eden askerler vardır. Asıl askerler bunlardır. Hakem kararlarına uyan güçler ordudur. Hakem kararlarının yürürlüğe konması ile görevlidirler. Bunlar korudukları yerlerin oradaki hakem kararlarını yerine getirenlerdir ve oradaki üretimden pay alırlar. Bu zekâttır, bu vergidir. Kur’an bunu beşte bir olarak tesbit etmiştir. Onda bire, yirmide bire, kırkta bire kadar düşebilir. Değişik sektörlerden değişik vergi nispetleri alınır.
İslâmiyet’te devletin bundan fazla vergi alması caiz değildir.
İşte, böyle yapmayıp, göstermelik meclisler oluşturup, onların güya ekseriyet parmağı ile vergi kanunları çıkaran devlet, İslâmiyet’te barış devleti değildir.
Kur’an’ı yorumlarken hep böyle sorularla karşılaşacaksınız.
Burada;
“LiYuhıkka’l-Hakka” sözünü neden iade etmiştir?
“Ve Yubtilu’l-Bâtıla” diyebilirdi.
Bizim oluşturduğumuz “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”na dayanak olarak Kur’an’ı yorumladığımız zaman her soruya cevap verebilmekteyiz.
İlk Müslümanlar önce hadisleri uyguladılar.
Sonra içtihat yaptılar.
Usul ilmi yani yorumlama ilmi sonra doğdu.
Dolayısıyla Kur’an âyetlerini fıkha göre yorumlayamadılar. Sünnete göre tesbit ettiler. Ama onların ortaya koydukları usul ile biz Kur’an’ı yorumluyoruz.
Önce icmalara tamamen uymaktadır. İhtilaflı olanlar içinde Kur’an’a kurallar içinde uyanlar vardır. Biz onları tercih ediyoruz.
Örnek olarak çorap üzerine meshi alalım. Üç mezhep çorap üzerine mesh olamayacağını istidlâl etmiştir. Çarık içine giyilen çorabın tozdan, topraktan, çamurdan uzak kalması mümkün değildir. Dolayısıyla kişi çıkarmalı ve temizlemelidir. Ahmet bin Hanbel ise eğer çorap sıkı ise çorap üzerine mesh edilmesi caizdir demiştir. Bu hususta hiç birinin dayandığı bir hadis veya âyet yoktur. Sadece istihsan etmektedirler. Biz ise Kur’an’daki “ile-l kabeyn” âyetinin mutlak olması nedeniyle çorap üzerine dışarıda ayakkabı ile geziliyorsa caizdir diyoruz. Aslında burada ihtilaf yoktur. Sadece eve girdiğinde ayakkabı çıkarılıyor. Acaba giyinme sona erdi mi yoksa çorap devam ettiğine göre giyinme de devam ediyor mu? Biz burada kıyas yapıyoruz. Tıraş olanın abdesti bozulmadığına ve yeniden yıkanılması gerekmediğine göre ayakkabı çıkaranın da abdesti dolayısıyla meshi bozulmaz diyoruz.
Görülüyor ki müçtehitlerin içtihatları içinde doğru olanlar Kur’an’ın hükümlerine uygundur. Bu da Kur’an’ın bir mucizesidir. Fukahanın ortaya koydukları usulün Kur’ânî olduğunu gösterir.
لِيُحِقَّ الْحَقَّ
(Li YuXıqQa elXaqQa)
“Hakkı ıhkak etmesi için”
Buradaki “Li”ye müfessirler taalluk edecek fiil bulamadıkları için mahzuf ile taalluk ettiler. Biz ise bizim verdiğimiz manâ kabul edilince müteallakının liyaktaa olduğuna kaniyiz.
Önce hakemlik müessesi oluşacak ve kimin haklı kimin haksız olduğu hakemler tarafından bilinecektir. Savaş dahi ancak hakem kararları ile başlayabilir. Saldırı olursa hakem kararlarına göre olmaz ama sonra karşı taraf hakemlere gider ve haklı ise tazminat alır.
Orada hakkın ihkakı ile kâfirlerin arkasının kesilmesi birbirine atfedilmişti. Yani ikisi ayrı idi. Burada ise kâfirlerin arkasının kesilmesi hakkın ihkakına bağlanmıştır.
Hakem kararı alınırken askeri güç kullanılamaz. Askeri güç başka, hakem kararları başkadır. Askeri güç hakem kararlarının icrası için kullanıldığı için buradaki ihkakı hak kâfirlerin ortadan kaldırılması için amaç yapılmıştır.
Bizim “Adil Düzen Anayasası”nın dayandığı temel ilke bu âyette açıkça ifade edilmiştir. Silahlı güç hakem kararlarının infazı için vardır, o amaçla mevcuttur. İlkinde hakemlerin hakları ortaya konmaktadır. Burada ise hakemlerin ortaya koyduğu hakların yerine getirilmesi anlatılmaktadır.
وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ
(Va YuBOıLu eLBAvOıLa)
“Ve bâtılı iptal etmesi için.”
Burada “Li” harfi iade edilmeden bâtılın iptali zikredilmektedir. Ancak “Ve” harfi ile atfedilmektedir. Hakkın ihkakı başkadır, bâtılın iptali başkadır. Ancak her ikisi birden olmalıdır. Bâtıl bâtıl olarak kaldığı müddetçe hak ıhkak etmiş olmaz. Hak ıhkak etmedikçe de bâtıl iptal olamaz.
Burada İslâm devletinin bazı bâtılları yasaklama yetkisinin olduğunu da ifade eder. Devletler, iller ve bucaklar kendi kanunlarını kendileri yaparlar. İstedikleri hükümleri koyarlar ama bâtılı hak yapamazlar, bâtılı iptal etmek zorundadırlar. Bâtılı hak yapan bucaklar bizim ülkenin bucağı olamaz. Hakemlerin kararı ile o bucak tasfiye olunur. Yine bâtılı hak yapan iller de bizim ilimiz olamaz, hakemler kararı ile o il tasfiye olunur. Bâtılı hak yapan ülkelere hakemler kararı ile savaş meşru olur.
Neyin hak neyin bâtıl olduğu icma ile sabit olur. Hakemler icmalara aykırı hüküm veremezler. O takdirde hakemler aleyhine hakemlere gidilir ve kararları iptal edilir. Mağdur olanların mağduriyetleri hakemler kararı ile giderilir.
İcma ile sabit bâtıllar nelerdir?
Bize göre;
1- Zina icma ile sabit bâtıldır.
2- Faiz icma ile sabit bâtıldır.
3- Cinayet yani insanı haksız yere öldürme icma ile sabit bir bâtıldır.
4- Terör de icma ile sabit bâtıldır.
Bir yerde zalim yönetim varsa orasını terk eder gider, sonra hakem kararı ile cepheden savaşabilirsiniz. Bunun dışında devlete isyan etmek icma ile sabit bâtıldır. Bu sebepledir ki Beşşar Esed’in haksızlığına karar veremeyiz. Halkını ona karşı kışkırtamayız. Hakemler kararı ile savaş meşru hâle gelirse o zaman savaşabiliriz.
Sermaye fitnesi bugün saçma saçma bâtıl hükümler ortaya koymaktadır.
1- Eğitim amaçlı köleliğin kaldırılması.
2- Kısas amaçlı öldürmelerin kaldırılmış olması.
3- Faizin serbest bırakılması.
4- Zinanın serbest bırakılması.
İşte, Bedir’de bu tür bâtıllar iptal edilmiştir.
O gün başlayan savaş kıyamete kadar sürecektir.
“Adil Düzen” geldiği zaman;
1- Zina yasak olacak, çok evlilik olacak, kocasız kadın bırakılmayacak.
2- Faiz yasaklanacak, faizsiz kredileşme müessesesi getirilecektir. Serbest rekabet olacak, tekel önlenecektir.
3- Kısas hükümleri yeniden uygulanmaya başlanacak.
4- Terörü destekleyen ülkelere karşı savaş meşru olacak.
Bu sebepledir ki tekel sermayenin canına okunacak. Tekelin desteklediği hakemler kararı ile ortaya çıkarsa kısas yapılacak.
وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ (8)
(Va LaV KaRiHa eLMuCriMUvNa)
“Ve mücrimler kerih görseler de.”
“Cürame” hurma döküntüsü demektir. Hurma toplarken işe yaramayan hurma döküntüsüdür.
Buğdaydan veya hurmadan kopup dökülen döküntü veya ağaç kesildikten ve dalları koparıldıktan sonra kalan kütük veya insanın bedeni demektir.
“Darb” insanın bedeninde iz bırakmayan ama eziyet veren etkidir.
“Cürüm” ise insanı parçalayan veya öldüren müessir fiildir. Bugün buna cinayet denmektedir.
Sermaye bugün insanlığa büyük bir fren yapmaktadır. İdamları kaldırmıştır, hapishaneleri lüks otele çevirmiştir. Öldüren öldürülmeyecek! Hapishanelerde eziyet verilmeyecek! Peki, hapishane ne işe yarayacak? Kendi tetikçileri orada güven altında olacaktır. Karşılıksız ürettiği doları verecek ve istediği kimseyi öldürtecek, sonra onu lüks otelde ağırlayıp güvenliğini sağlayacaktır. İdam yasağını getirerek orada kimsenin ona dokunmasına izin vermeyecektir. Güvenlik ise on, yirmi, otuz, kırk sene süren mahkeme kararları ile elbette sağlanamaz. Sermaye teröristlerle güveni sağlayacaktır! Elinde bulundurduğu basın yoluyla gerekli ihtarları yapacak, dinlemeyenleri ise tetikçilere havale edecektir. İşte yirminci yüzyılın güvenliği böyle sağlanmaktadır. Sermayenin bilgisayarlarla tesbit ettiği olaylarda istediği karar otel odalarında kapalı yerlerde alınacaktır.
İşte, Bedir’le başlayan cihat bu canilerin cinayetlerine son verecektir.
Bâtıl iptal edilecektir.
Hapishaneler kalkacak, kısas gelecek, diyet gelecek.
İdamlar katledilenin ailesince af olmazsa acımadan uygulanacak.
Bedir Savaşı’nda başlayan cihat “Adil Düzen”le III. bin yılda da sürecektir.
III. bin yıl kâfirlerinin de dabiri kat’ edilecektir.
Kur’an Allah’ın sözü ise bu böyledir. Bunun böyle olduğu yakın zamanda görülecektir. Kur’an’ın İlâhi söz olduğu bir daha belgelenecektir.
Şimdi içinizde şöyle diyenler olmaktadır.
Evet, Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kabul ediyoruz ama bu sizin anlattıklarınız Kur’an mı? Onu siz öyle anlıyorsunuz ve öyle yorumluyorsunuz.
Buna iki noktaya işaret ederek cevap vereceğiz.
1- Bugünkü faizci, zinacı, fitneci, sömürücü düzeni sona erdiren bir ilacın Kur’an’da olması gerekir. Biz bunun “Adil Düzen” olduğunu söylüyoruz. Bize göre Kur’an’dan deliller gösteriyoruz. Siz de aynı şekilde İslâm düzenini ortaya koyun ve size göre Kur’an’dan deliller getirin. Sizinki daha iyi ise ona uyalım. ‘Biz yapamıyoruz ama siz de yapmayın, yetkiniz yok’ diyorsanız; kusura bakmayın ama o zaman size ‘güle güle’ deriz.
2- Hatalarımız olacaktır. Allah olaylarla ihtar ederek düzelttirir. Sonunda başarıya ulaşırız. Biz Akevler olarak birinci adımı başarı ile attık. Desteklediklerimiz anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular. Desteklediklerimiz tüm yeryüzünde okullar kurdular. Bundan sonra da muvaffak olursak demek ki biz Kur’an’ı doğru yorumluyoruz demektir.