Enfal Sûresi-9
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلَاءً حَسَنًا إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (17) ذَلِكُمْ وَأَنَّ اللَّهَ مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِرِينَ (18)
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ
(Fa LaM TaQTuLuHuM Va LaKinNa elLAHu QaTaLaHuM)
“Siz onları katletmediniz velâkin Allah onları katletti.”
Küfretmiş olan kimselerle karşılaştığınız zaman onlara sırtınızı çevirmeyin emrinden sonra “Fa” harfi ile savaşın mahiyetini anlatmaktadır.
Kâinatın felsefesi yapılırken birçok tartışmalı konu vardır.
Bunlardan biri, kâinat sonradan mı yaratıldı, yoksa hep var mıydı? Bütün peygamberler kâinatın sonradan yaratıldığını ve kıyametin olacağını iddia etmişlerdi. Yunan filozofları ise kâinatın yaratılmadığı, kadim olduğunu savundular, ebed ve ezel olduğunu savundular. İslâm kelamcıları bunu reddettiler. Bugün artık bütün müsbet ilim adamları tarafından ittifakla kabul edilen kâinatın 13,7 milyar yıl önce yaratıldığı ve ölüme gittiğidir.
İkinci tartışma konusu, kâinat parçacıklardan mı oluşur yoksa sürekli hamur gibi maddeden mi ibarettir? Yine Yunan filozofları bu meselede suret ve heyuladan oluştuğunu iddia etmişlerdir. Yirminci yüzyılda parça teorisi yani cüz’ün lâ yetecezzâ teorisi de ilmileşmiştir. Kâinat elektron veya pozitron denilen en küçük parçacıklardan oluşmaktadır. Bunlar çifttirler. İkisi birbirini çekerler. Birleşip ışık hızına çıktıkları zaman ışığın kuantumlarını oluştururlar. Birbirlerinden ayrıldıkları zaman hızları düşer ve madde parçacıkları olurlar. Bunlardan 1836’sı yani 918 çifti bir araya gelir ve bir pozitronu da aralarına alırlar, hidrojenin çekirdeğini oluştururlar. Hidrojen de suyun köküdür. Hidrojen yanar ve su olur. Bunların birleşmesinden de diğer atomlar oluşur.
Kâinat büyümektedir. Dört boyutlu uzayı oluşturmaktadır. Bu uzay da beş boyutlu uzay içindedir ve kâinatta sebep-sonuç ilişkileri vardır. Doğa kanunları içinde bu sebep-sonuç ilişkileri içinde sona doğru gitmekteyiz. Nasıl sular yukarıdan aşağıya doğru akar, kendiliğinden yukarı çıkmazsa, doğada da aşağıya doğru akış vardır. Kendiliğinden geri gitme yoktur. Bunun yanında doğada canlılar vardır. Bunlar doğanın aşağıya doğru akışından yararlanarak bazı maddeleri yukarı çıkarmaktadırlar. Bunları kendileri ancak doğa kanunları ile yapmaktadırlar. Derelerin üzerinde su çarkı koyarlar. Çark döner ve aşağıya akan suyu yukarıya çıkarıp oluğa döker. İşte çark şimdi iş yapmakta suyu yukarıya çıkarmaktadır. Ne var ki çark bunu yaparken aşağıya akan suyun enerjisini kullanmaktadır. Suyu yukarıya çıkaran çark değil yine doğa enerjisidir. Bununla beraber çark olmazsa su yukarı akmaz.
İşte, canlılar birer çark gibidir. Doğa enerjisinden faydalanarak suyu gerisin geriye akıtmaktadırlar. Zamana karşı gelmektedirler. Tekrar etmemiz gerekir ki akan suyun hızı kesiliyor. Onun hızından yararlanan canlılar bir kısım suyun hızını ters çevirmektedirler ama toplam hız değişmemektedir.
İşte bu âyetteki “siz katletmediniz” ve “sen atmadın” bunu ifade eder.
Biz anahtarı çevirdiğimiz zaman lamba yanar. Lambayı biz değil elektrik yakmıştır. O elektrik nerden gelmektedir? Keban’daki su santrali elektriği üretmektedir. Su santrali üretmemektedir. Akan su türbinden geçerken hızı kesilmekte ve o elektriğe dönüşmektedir. O halde bizim lambamızı yakan biz değil, santral değil, türbinden geçen ve hızı kesilen sudur.
O su bunu nereden almıştır?
Güneş’ten gelen ışık onu denizde buharlaştırmıştır. Gerçekte lambamızı yakan su da değil de Güneş ışığıdır. Onu doğuran da Güneş’teki hidrojendir. Yani sonunda Allah’ın ona verdiği atom enerjisidir, hidrojen enerjisidir.
İşte Kur’an burada bunu ifade etmektedir. Bunda artık ilim adamları arasında ihtilaf yoktur. İhtilaf sadece şu noktada vardır. Hidrojen birleşip helyum olurken ona bu birleşme esnasındaki gücü ilk yarattığı zaman mı verdi ve şimdi ona karışmıyor, yoksa bu anda her atoma bu özelliğini devamlı vermekte midir?
Bu sorunun pratikte hiçbir etkisi yoktur. Allah hidrojene ister şimdi vermekte olsun, ister baştan verip hidrojen şimdi kullansın, fark etmez, onu değiştirmemektedir.
Bu arada canlılar bunu bilinçsiz yapar. Topraktan aldığı maddeleri Güneş enerjisi ile birleştirip entropiyi küçültür, suyu yukarıya akıtır. Ama su çarkı gibi Keban’daki baraj gibi bitkinin bundan haberi yoktur. Oysa çarkı yapan, santralı inşa eden insanın haberi vardır. Zekâsını kullanarak bunları yapmaktadır. Bitki ve hayvanları da melekler inşa ettiler, onlar da bilinçli olarak bunları yaptılar.
Demek ki yeryüzündeki doğa olaylarının yanında suni olaylar da vardır. Bunlar yapılan özel makinelerle yapılmaktadır. Bunu yapan insan ve meleklerdir. Görünür âlemde insanlardır. Bunlar yapmamakta, Allah’ın bunların emrine verdiği imkânları bunlar kullanmaktadır. Bunlar anahtarı çevirerek lambayı yakmaktadır. Lambayı yakan Allah’tır. Sadece Allah insanın emrine girmekte, “yak” dersek yakmakta, “yakma” dersek yakmamaktadır. Başka bir deyimle Allah eşyanın gücünü insanın emrine tahsis etmektedir.
Eğer Allah o gücü şimdi o atomlara veriyorsa, demek ki Allah insanın duasını kabul ediyor demektir. Yok, baştan vermişse, o zaman da eşyayı ona tahsis etmiştir demektir.
Bizim için durum değişmemektedir. Biz onu tartışmıyoruz. Sadece yapılanları biz değil İlâhi güç yapmaktadır. O’nun enerjisini harcıyoruz. O vermese, bizde anahtarı çevirecek güç bile yoktur. Böyle olduğunda kimsenin itirazı olmaz.
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ
(Fa LaM TaQTuLuHuM)
“Siz onları katletmediniz.”
Savaşta cephe vuruşması vardır. Kişi kişiyle karşılaşmaz, grup grupla karşılaşır ve karşı cepheyi yenmeye çalışır. Kişilerin sayısı 20’den az olursa çatışma kişisel olur. Oysa kişilerin sayısı çok olursa artık ikili karşılaşma yoktur, grup karşı grupla çatışır.
“Falam Taktulhum” (Sen onları öldürmedin) denmemiş de “Falam Taktulûhum” (Siz onları öldürmediniz) denmiştir. Burada galip ve mağlup olan kişiler değildir, doğrudan gruptur, birliktir. Hareketler kolektiftir. Bilinçsiz olarak birlikte hareket ederler. Beyinlerinde ortak bir komuta doğar. Orada kişiler değil, birlik hareketi vardır. Katlolunanları kişiler ayrı ayrı katletmişlerdir. Grup grubu katletmiştir.
Savaş budur.
Oysa iç güvenlikte katil ve maktul bellidir. Belli kişi belli kimseyi katletmiştir. Katilin de maktulün de hukuku vardır. Diğerlerini ilzam etmez.
Buradaki “Hum” zamiri “Lekıtumullezîne keferu”daki “Ellezîne keferu”ya racidir. Bedir’de katlolunanları Allah katletmiştir.
Tarihî akış vardır. İbni Haldun ve Marks bunu iddia ediyorlar. Kişiler ancak sosyal kanunlara uyarak hareket ederler. Dolayısıyla tarihi kişiler oluşturmaz, tarih kişileri ortaya çıkarır. Bu âyet bunu teyit etmektedir. Ne var ki bundan sonraki âyette bu görüşe karşı görüş serdetmektedir. Gerçek bu iki görüşün sentezidir.
وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ
(Va LaKinNa elLAHu QaTaLaHuM)
“Velâkin Allah onları katletti.”
“Siz katletmediniz velâkin Allah katletti.”
“Va” atıf harfidir.
“Siz katletmediniz” derken mukatele etmediniz anlamında değildir. Siz kıtal ettiniz, öldürmek istediniz ama siz öldürmediniz, biz katlettik, biz öldürdük anlamı çıkmaz.
Demek ki “Velâkin”deki “Ve” harfi kendisinden önceki ifadeyi tamamen nefyetmez, Sadece tağyir eder. “O öyle olmadı şöyle oldu” dersiniz. “Ben yalan söylemedim, yanlış söylemiş oldum” demiş olursunuz.
“La” “Le” anlamındadır ve tekit lamıdır. “La Uksimuda” olduğu gibi manâ taşımaktadır. Doğru söylemek zor iştir. Yalan söylemedeki “me” harfleri birinde olumlu birinde olumsuzdur. Böyle zıt manâ taşıyan kelimeler her dilde vardır. “Benim buna gücüm yeter / Bu işin yapılması güçtür” dediğimiz zaman da “güç” kelimesini zıt manâlarda kullanırız.
“Kinne” “KeEnne” manâsındadır. Aslında “Enne” de “Keenne”den dönüşmüştür. “K” harfi kelimelerin başında dillerde “E”ye dönüşmektedir. “El” kelimesi “Kol” kelimesinden dönüşmüştür. İngilizcedeki “All” (Hepsi) de “Küllü”den dönüşmedir.
Buradaki “Allah” âlemlerin rabbi olan, yeri göğü var eden Allah’tır. Onları O katletti.
Bunun iki manâsı vardır.
Biri; O’nun size verdiği Güneş’te üretilen hidrojenin helyuma dönüşmesinden oluşan enerjidir. Siz bu enerjiyi kullandınız da onları öldürebildiniz.
Başka manâsı da; Bedir’de onların mağlup olmalarını Allah takdir etti. Sizi onlara galip getirmeyi murad etti, böylece onları katlettiniz. Bedir’deki yardımlara işaret etmiş olur.
Allah doğa kanunları ile bize güç vermektedir, onları kullanma imkânını bize bahşetmektedir. Burada kâfir-mü’min ayırımı yoktur. Bu kanunları ve bu gücü herkes eşit şartlar içinde kullanmaktadır. Ayrıca Allah hakkı bâtıla galip getirecek şekilde kanunlar düzenlemiştir. Hakkı tutanlar galip gelirler.
Burada Hakk’ı tutanlar değil Hakkın kendisi galiptir.
1960’larda başladığımız laikçilerle savaşımızda biz galip geldik. Biz galip gelmedik, Hak galip geldi. Biz karşı tarafta olsaydık Hak yine galip gelecekti. Burası çok önemlidir. “Adil Düzen” galip gelecektir. Biz “Adil Düzen”in yanında yer alalım almayalım, “Adil Düzen” galip gelecektir. Takdir-i İlâhi böyledir yahut şimdi öyle takdir etmektedir.
1960’larda biz Hak düzen için faaliyete geçtiğimiz zaman bize karşı çıkanlar bizim yanlışlığımızı söylemiyorlardı. ‘Onlar çok güçlüler, siz iktidar olamazsınız, onun için onlarla işbirliği yapanlar iktidar olsun!’ dediler. Demokrat Parti’yi bunun için tuttular. Sonra Adalet Partisi bunun için çıktı. DYP ve ANAP hep bu amaçla çıktı. AK Parti’dekiler de ‘Başarı için onlarla işbirliği yapmamız gerekir!’ dediler. Sonunda onların hepsi tarih oldu. Saadet Partisi de bunun için “Adil Düzen”den uzak durmaktadır.
Akevler de “Adil Düzen”e karşı çıksa bile sonunda “Adil Düzen” insanlığa hâkim olacaktır. Çünkü takdir-i İlâhi Hakk’ın galibiyetidir. “Hak Düzen” zaman zaman yaşlanır ve bozulur ama yok olmaz, daha ileri “Hak Düzen” ortaya çıkar. “Adil Düzen bundan önceki Hak uygarlığından daha ileri düzendir. Nitekim tarihte Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa ve birinci Kur’an uygarlıkları gelmiş, bunların hepsi daha ileri uygarlık olmuşlardır. III. bin yıldaki ikinci Kur’an uygarlığı da daha ileri uygarlık olacaktır.
وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى
(Va MAv RaMaYTa EiÜ RaMayTa Va LAvKinNa elLAvHa RaMAy)
“Ve remy ettiğinde sen remy etmedin velâkin Allah remy etti.”
Daha önce “Siz katletmediniz velâkin Allah katletti” demişti. “Katlettiğiniz zaman” dememiştir. Burada “İzRemeyte”yi ziyade yapmıştır. Çünkü katl kollektif bir olaya dayanmamakta idi. Sistemli hareket sonunda onlar ölmüşlerdi. Ölüm katletmeye girişmeden sonra olmuştu. Katlolunmaları sonuçtur. Remy ise katletmelerine sebeptir. Katl remyin sonucudur. Bu sebepledir ki “İz” ile getirmiştir. “Ve İz Rameyte Mâ Rameyte” denmemiştir. Dolayısıyla “İz” bir yere matuf değildir. Oysa daha önce “Ve İz” cümlenin başına getirilmişti. “Ve İz Yaidukümüllahu” deki “İz”e matuf idi.
Daha önce katletme konusunda cem sigası ile “siz katletmediniz” dendiği halde burada “remy ettiğinde” deyip müfret getirilmektedir. Biz insanı tarif ederken “birlikte çalışıp ayrı ayrı tüketen varlıktır” diyoruz. Bu âyet bunu çok açık şekilde ifade etmektedir, birlikte çalışmayı anlatmaktadır. Herkes ayrı ayrı atar ama sonunda düşman maktul olur. Her iki durumun da aynı olduğu ifade edilmektedir. Güneş’teki hidrojen enerjisi ile bizi güçlendirmekte, ayrıca aynı enerji ile çevremizdeki olayları oluşturmaktadır. Yağmuru o yağdırmaktadır. Ondan dolayı melekler yağdırmadı Allah yağdırdı denmektedir.
Ama biz ferdî hareketler yaparız ve öyle yaparız ki sonunda toplu olay olur. Bize bu hareketi öğreten, veren ve yaptıran da O’dur. Hiçbir olayı kişi kendi isteğiyle yapmaz. Tarihteki tüm olaylar takdir-i ilâhidir. Uygarlıklar doğu-batı uygarlıklarıdır. Doğarlar, gelişirler, yaşlanırlar ve tarih olurlar. Bunlar birbirleri ile çatışır ve yarışırlar.
O halde sermayenin dünyayı sömürmesi takdir-i ilâhidir.
Diktatörlerin dünyayı dinsizleştirmesi takdir-i ilâhidir.
Şimdi “Adil Düzen”in gelmesi de takdir-i ilâhidir.
Biz bir şey yapmıyoruz. Biz yapmaya niyetleniyoruz, asıl yapan Allah’tır. Enerji veren O’dur. Ondan sonra da Hakkı galip getiren de O’dur. Biz ise bu işleri yapmakla görevliyiz. Yaparsak mükâfat alırız, yapmazsak cezalandırılırız. Buradaki önemli husus bizim yetişmemizdir.
Yani Allah bir kader çizmiş, insanlığı yaratmış, hak ve bâtılı ortaya koymuş…
Allah bunları niye yaptı?
Bizi ve melekleri yetiştirmek için yapmaktadır, onları bizim için yapmaktadır.
Çünkü…
Biz olmazsak o tarih ne işe yarayacak?
Ürettiğimiz buğdayı yiyen olmazsa o buğday ne işe yarayacak?
Peki, biz ve melekler ne işe yaramaktayız?
Allah demek halik demektir. Halik olmak için mahlûkun olması gerekir. O halde biz de Allah’ın bir cüz’üyüz yani Allah’ın hâlik olması için gerekli olan şeyiz. İşte bu sebeple Allah “Benim ruhumdan üfledim” diyor. Allah’ın kendisi tecezzi etmez ama insan, ruh, melek ve cinler ondan tecezzi eder. Yani biz O’ndan kopmuşuz ama O’nda bir eksilme meydana gelmemiştir. Bunu matematikte kolay tarif edebiliriz.
Sonsuz + 100000 = Sonsuz.
Sonsuz - 100000 = Sonsuz.
Sonsuza istediğiniz kadar sayı artırırsanız yine sonsuz olur, istediğiniz kadar sayı çıkarırsanız yine sonsuz kalır. Bununla beraber sayı olmadan sonsuz olmaz. Mahlûk olmadan halik olmaz. Mahlûk halikten çıkar ama halikte bir artma ve eksilme olmaz.
وَمَا رَمَيْتَ
(Va MAy RaMayTa)
“Ve remy ettiğinde.”
“Remy” “katl”e atfedilmiştir. “Remy” başkadır “katl” başkadır. “Remy” illeti işlemedir.
Siz tetiği çektiğinizde mermi hareket eder. Ya eder ya etmez. Hareket ettikten sonra hedefe ya ulaşır ya ulaşmaz. Hedefe ulaşınca kişiyi ya yaralar ya yaralamaz. Yaralarsa bile ya öldürür ya öldürmez. Yani illetin maniâları vardır. Dolayısıyla illeti işleyen fiili işlemiş olmaz. Bu sebepledir ki önce remy etme ve ona “Fe” ile atfederek katletme olması daha makul görünürse de bunların ifade edilmesi için önce katl gelmiş sigası değiştirilmiş “Ve” harfi ile atfedilmiştir.
“Katl” kılıçla öldürmedir.
“Remy” ise kurşunla veya okla öldürmedir.
Savaşta kılıçla öldürme meşru olduğu gibi remy etme de meşrudur. Bu âyetten istidlâl ederek ateşli silahların kullanılması meşru sayılmıştır. Çünkü remy mutlak olarak ifade edilmiştir. O halde bütün mermiler meşrudur.
Bunun dışında kimyasal silahlar veya biyolojik silahlar da meşru mudur?
Bu husus burada ifade edilmemiştir. Başka âyetlerde onlar için hükümler aranmalıdır.
Katlde çoğul kullanıldığı için savaşta hedef gözetilmez.
Remyde zaten karşı tarafta kim olduğunu bilmeden atıyorsun.
Burada “Velâkin Hüve Rema” dememiştir. “Allah” lafzı iade edilmiştir. Allah onları katlederken tarihin ilâhıdır, kaderin ilâhıdır. Onların katledilmelerini kendi ilâhi düzenine götürmek için katletmiştir. Oysa kişi remy ederken kişinin ilâhıdır, onu cennete götürmek için yetiştiren ilâhtır.
Burada şu husus ortaya konmaktadır:
- Fert topluluk için midir, yoksa topluluk fert için midir?
Kapitalistler topluluk fert içindir demektedirler.
Sosyalistler ise fert topluluk içindir demektedirler.
Biz bunu şöyle izah ediyoruz. Fabrikaya gidip çalışan insanlar kendi çıkarları için çalışmaktadırlar. Fabrika sahibi de kendi çıkarı için çalıştırmaktadır. İş birdir ama gayeler farklıdır. Çıkar paralelliği bunları sağlamıştır. İşçiler ile işveren arasında sağlanan denge fabrikanın çalışmasını sağlar. Dengenin bir tarafa yönelik olarak bozulması ise işletmeyi durdurur ve ne işveren kalır ne de işçi kalır.
Bununla beraber işçi ile işveren arasında denge çatışması vardır.
İşçi fazla ücret istemektedir.
İşveren ise az ücret verme durumundadır.
Topluluk bir taraftan her kişi ile ayrı ayrı meşgul olur, onun hakkını korur, işverene ezdirmez; diğer taraftan da işverenin yanında olup onun iflasını önler.
İşte…
Kişilerin yanında başka ilâhtır.
İşverenin yanında başka ilâhtır.
Allah her insanı korumaktadır ama düzeni de topluluğu da korumaktadır.
Aklımızla düşünürsek İstanbul’da yüzlerce kişinin her gün açlıktan ölmesi gerekir ama tek kişi bile açlıktan ölmemektedir.
إِذْ رَمَيْتَ
(EÜ RaMaYTa)
“Sen remy ettiğinde”
Burada hem “İz” hem de mazi sigası getirilmiştir. Geçmişin geçmişte hikâyesidir. Yani attıktan sonra onun atmadığı söylenmektedir. Çünkü Allah’ın verdiği güçle atmıştır. Güneş’in ürettiği hidrojen enerjisi ile atmıştır. O’nun verdiği bedenle o işi yapmıştır.
Son derece açık olan bu olayı bilmeyen insan bugün yoktur ama hâlâ o inat edip Tanrı var mıdır yok mudur diye tartışmaktadır, hâlâ kendisini bir şey zannetmektedir, hâlâ bu kadar nimetlere şükretmemektedir.
Bugünkü müsbet ilim olmasaydı, insan, ben maddeyi var ediyorum, ben enerjiyi var ediyorum diyebilir, kendisine bir pay çıkarabilirdi. Oysa şimdi insan biliyor ki anahtarı bile kendisi çevirmemektedir, ona Allah tarafından verilen enerji ile bunu yapmaktadır.
وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى
(Va LAvKinNa elLAHa RaMAy)
“Velâkin Allah remy etti.”
Kişinin yanında bulunan ve onu koruyan, ona doğru yolu gösteren ilâh remy etti.
Birincisindeki ilâh kadir olan ilâhtır yani planlayıcı ilâhtır.
Burada ise mürit ilâhtır. Allah remy etmesini meşiet etmiş, o da o meşietle atmıştı.
Bu aynı zamanda insandaki iradeyi de anlatmaktadır. Allah meşiet eder. Sonra insan da meşiet eder. Allah’ın meşieti sonsuzdur. İnsanın meşieti cüzidir. İlâhî meşietten beşeri meşiet ortaya çıkar. Beşeri meşiet ilâhî meşietten ayrıdır ama ilâhî meşieti değiştirmez. Sonsuz kavramına nasıl aklımız ermiyorsa, bunlara da o sebeple aklımız ermemektedir.
وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلَاءً حَسَنًا
(VaLi YuBLiYa eLMuEMiNIyNa MiNHu BaLAEan XaSaNan)
“Ve mü’minleri hasen bela ile ibla etmesi için”
“Li” burada harftir, cümleye atfedilmiştir. Bundan önce cümlelerin başında mukadder bir “Li” vardır demektir. İzah ettiğimiz gibi iki gaye güdülmüştür. İlâhi düzenin korunması ve kişinin de ezilmemesi hedef alınmış, olaylar bunun için oluşturulmuştur. Mahzuf bir “Li”li cümle takdir edilebilir. Hakkın tahakkuku için böyle yaptı denebilir. Bu cümle oraya mahzuf olabilir. Yani “Liyuhıkku’l-hakka ve yubtila’l-bâtıl”a atfedilmiş olabilir.
Evet, kâinat yaratılmış, canlılar oluşturulmuş ve sonunda insan yeryüzüne halife kılınmıştır. Bunlar dünya düzeni içinde yer almışlardır. Müslimler de dünya düzeni içinde iyilerin yanında yer almışlar, dolayısıyla âhirette de yüce makamlara ermişlerdir.
Müslimler düzene uymakla yükümlüdürler ama düzeni korumakla yükümlü değildirler. Düzeni korumak geçmişte İsrail oğullarına verilen görevdi. Tevrat onlara gönderilmiş, onlar da dünyaya düzeni öğretmişlerdir. Bugünkü araştırmalar göstermektedir ki uygarlık Mezopotamya’da doğdu ve oradan çevreye yayıldı. Önce Ortadoğu ülkeleri uygarlaştı. Sonra uygarlık Hint vadisine sıçradı. Zamanla Akdeniz’e ve Çin’e kadar yayıldı. Tevrat’ın inişi Hazreti İbrahim’le başlar. Hazreti Musa’ya genişletilerek öğretilmiştir. Bugün dört büyük din vardır. Uygarlığı bunlar geliştirmişlerdir. Dördü de İbrahimî dindendir.
Eski uygarlıklar kavmi uygarlıklardı, kendi ülkelerinde geçerli idiler. Peygamberlere gelen vahiy ile gelişmiş uygarlıklardı.
Bedir’le durum değişmektedir. Bundan sonra uygarlığı oluşturacak ve uygarlığı koruyacak görevli kılınan kimseler olmayacaktı. Herkes kendisini görevli yapacaktı. İsteyen müslim kalacak, isteyen mü’min olacaktı. Mü’minler uygarlığı oluşturacak ve koruyacaktı.
İşte, yönetme görevi ve yetkisini kendilerine alan kimseler mü’minlerdi.
Mekke’de Kur’an nâzil olmuş, insanlar Hak düzene çağrılmıştı. Kabul edenler olmuş ve ağır baskılara uğramışlardı. Mekke’den hicret edip Medinelilerle birleşmişlerdi. Böylece ilk gönüllü ordu oluşmuştu. İşte bunların denenmesi ve başarılı olmaları hâlinde bu görev kendilerinde kalacaktı. İşte Bedir ve bundan sonraki savaşların manâsı budur. Yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak insanlar savaşacaklar ve galip gelenler yönetme hakkını elde edeceklerdir. Hak düzeni kabul edenler galip geleceklerdir.
Tarihte savaşlar olmuş, savaşları hep Hakkı kabul edenler kazanmışlardır. Avrupa’da Hıristiyanlıkla savaşa girişilmiş ama sonunda Hıristiyanlık galip gelmiştir. Romalılar Cermenlere yenilmişlerdir ama Cermenler sonunda Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Cengiz Müslümanları yenmiştir ama sonra İslâmiyet’i kabul etmişlerdir.
Yirminci yüzyılda inananların mağlup olduğu sanılmıştı. Dünya dinsizleşecekti. Ama bugün yine dindarlar galip duruma gelmişlerdir. Bir asırlık üstünlükleri yaşlanmış İslâm uygarlığını ortadan kaldırmak, cenazesini kılmak içindi. Şimdi eskimiş dini ayinler ortadan kalkmakta, yerine Kur’an’dan istidlâl edilen yeni düzen gelmektedir.
“Adil Düzen” budur.
Kur’an müsbet ilme göre tafsil edilecek ve ona göre yeni düzen kurulacaktır.
Bunun için müçtehitlere gerek vardır. Şimdi İstanbul’da müçtehitler okulunu kurma teşebbüsümüz vardır. Bunlar beş on sene içinde yetişecekler ve 2033’e kadar “Adil Düzen”i dünyaya duyuracaklardır; örnek yönetim oluşturarak duyuracaklardır.
Önce yüz dairelik örnek apartmanlar yapılacak...
Sonra Adil Düzen bucakları oluşacak…
İl merkez bucakları oluşturulacak...
Ülke merkez bucakları oluşturulacak…
Sonunda İstanbul’da ve Mekke’de insanlık merkez bucakları oluşacaktır. Bu belki Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi 300 sene sonra tamamlanmış olacaktır ama bundan sonraki 20 yıl içinde hiç olmazsa il çapında “Adil Düzen” örneği verilmiş olacaktır.
Bedir Savaşı ilk defa kurulmuş gönüllü orduların başlangıcıdır.
Bugünkü Türkiye’de herkes zorla askere alınmaktadır. Bu yanlıştır. Askere gönüllüler gidecektir. 15 yaşına gelen kimse “müslim” veya “mü’min” olduğunu beyan edecektir. Yahut dışarıdan göç eden kimse “müslim” veya “mü’min” olduğunu beyan edecektir.
Müslimler “bedel” verecektir.
Müminler “asker” olacaklar, siyasi güç yani yönetim bunların olacaktır.
“Yasama, yürütme ve yargılama” Müslimlerin de yetkisindedir ama “yönetme” yani “yargı kararlarını silah zoru ile infaz etme görevi” yalnız mü’minlerin olacak ve yalnız bunlar yetkili olacaklardır. Bunlar silah taşıyacak ve güvenliği bunlar sağlayacaklardır.
Bedir’de ve diğer savaşlarda mü’minler imtihan olmuşlardır, hasen bir imtihanla imtihan olmuşlardır. Savaşa katılmışlar ve galip gelmişlerdir. Ölenler ölmüştür, şehit olmuştur, cennette en yüksek derecelere ulaşmışlardır. Gazileri ise sonra Medine’ye hâkim olmuş ve Mekke de dahil olmak üzere tüm Arabistan onları tanımaya başlamıştır.
Bizim İstiklâl Savaşımız da budur. Savaşı kazandık. Türklerin Osmanlı İmparatorluğu döneminde olan güvenleri yeniden yerine geldi. Ne var ki inkılâplarla bu güven küllenmiştir. Şimdi yeniden hem Müslümanlar arasında hem de Hıristiyanlar arasında Osmanlılara olan güven Türkiye için yeniden canlanmaktadır.
“Adil Düzen”le bu güven sağlanacaktır.
Biz o ülkeleri işgal etmeyeceğiz, o ülkelere hükmetmeyeceğiz ama “Adil Düzen”i onlara öğreteceğiz. Aralarında adaletle hükmedeceğiz. Yani hakemlik yapacağız. Onlar bizi hakem seçecekler, biz de adaletle hükmedeceğiz.
Amerika’nın emrinde Suriye’de güçlü olanın yanında olma yerine, biz “Adil Düzen”i Suriyelilere anlatacağız. Kabul ederlerse kurtulacaklardır. Kabul etmezlerse helâk olacaklardır. Biz “Adil Düzen Çalışanları” Bedir savaşçıları gibiyiz. Türk yöneticilerine anlatmakla yükümlüyüz. Anlatılanları dinlerlerse kurtulurlar. Dinlemezlerse, onlar tarih olur, yerlerine dinleyenler gelir. Dinleyip dinlememeleri onlara aittir, Allah’a aittir. Bizim işimiz söylemek, tebliğ etmektir.
وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ
(Va Li YuBLiYa eLMuEMiNIyNa)
“Ve mü’minleri ibla etsin diye.”
Sınav iki şekilde yapılır. Ona sorular tevcih edersiniz. Biliyorsa cevap verir ve sınıfını geçer. İkinci imtihanda ise gayeniz onu yetiştirmektir. İmtihan edersiniz, eksikliklerini gösterirsiniz, eğitirsiniz. Sonra yeniden imtihan edersiniz, öğrettiğiniz için sınıfını geçer.
“Bela” “bileme” ile aynı köktendir. Bıçağı keskin hâle getirirseniz bilenmiş olur. Bununla beraber zamanla bıçağın körelmesi de bilemedir. Elbisenin yıpranması belvdir. Yıpranmayan mülke Kur’an “mülkün lâ yebla” demektedir. İmtihan etme anlamında “bela” kelimesi üç şekilde getirilmektedir. Sülasi olarak onlara bela etmektir. Onlara ibla etmek ve onları ibtila etmek. Bela etmek onlara belalar vermek anlamındadır. İmtihandan çok onları zor duruma düşürmedir. İbtila ile ibla imtihan anlamındadır.
Bedir’de ibla olarak, Uhud’da ise ibtila olarak zikredilmektedir. İbla da daha çok yetiştirme anlamında ibladır. İbtila ise yetişmiş olup olmadığını tesbit anlamında ibtiladır. Rüşt yaşında olanlar ibtila olurlar. İblada yetişmediği bilinmektedir, ibtilada bilinmemektedir. Her ikisinde yetişmesi için yapılır. İmtihan ise tesbit için yapılır. Bu insanı belalara uğratıp oradaki başarı ile daha yüksek başarılara ulaşmasını sağlamak gerekir. Medine’de 1000 kişiyle, sonra Uhut’ta daha çok kişiyle, Hendek’te daha çok kişiyle savaşmışlardır. Bedir’deki savaşı Hendek’te verselerdi mü’minler yetişmemiş olur, mağlup olurlardı. Onun için Allah önce küçük savaşlara uğratmış, sonra büyükleri ile karşılaştırmıştır. Bu ibladır.
مِنْهُ
(MiNHu)
“Ondan”
Hendek’te mü’minler burada imtihan olundular diyor. Kendisinden demiyor. “İbla” değil “ibtila” kelimesini getiriyor. Burada kendisine izafe etmesinin sebebi genel kural dışında özel muameledir. Tarihin kaderini tesbit edecek yerde bizzat Allah tarafından yetiştirilmek için imtihan olurlar. Onlara nuru Allah verir. Çünkü önemli görevdedirler.
“Adil Düzen”i getirecek müçtehitler de böyle imtihan olunacaklardır. Biz bir ekol kuracağız. Çalışarak okuyacaklar. Burada Matematik, Arapça, Fıkıh ve Muhasebe öğrenecekler. İnsanlar ikiye ayrılacak, kimileri amelde ileri gidecekler, kimileri ilimde ileri gidecekler. Bunları biz imtihan ederek tesbit edeceğiz. İlimde ileri gidenler müçtehit olacaklardır. İlimde de kimileri ilim yapacaklar, mevcut olan içtihatları uygulayacaklar, kimileri ise yeni içtihatlar yapacaklar, mevcut olanları değiştirecekler. Âlim olacaklar aynı zamanda rasih olacaklardır. Rasih olmayanlar müçtehit olamazlar. Bunu da biz imtihan edip tesbit edeceğiz. Müçtehit olmak için âmil, âlim ve ulü’l-elbab olmak yetmez, ayrıca ulü’l-azm olmak gerekir, ilmi için cihad eden biri olmak gerekir.
İşte, kişi gerçekten müçtehit midir değil midir, azim sahibi midir değil midir? Bunu biz tesbit edemeyiz. Buna ancak kişi kendisi karar verir. Bunu Allah imtihan eder. Bedir gibi savaşlara sokar. Orada azim gösterirse imtihanı kazanmış olur.
İşte “MinHu” buradadır.
Necmettin Erbakan’daki azim arkadaşlarında görülmüyor. Hemen mevcut düzene teslim olmuşlardır. “Adil Düzen”i ağızlarına bile alamıyorlar.
İşte, Allah bunları doğrudan imtihan etmiş ve başaramamışlardır.
بَلَاءً حَسَنًا
(BaLAEan XaSaNan)
“Hasen bela ile”
Evet, Bedir savaşçıları hasen bela ile ibla edilmişlerdir, savaşma eğitimi almışlardır, daha büyük savaşlara hazırlanmışlardır, şehit vermişler ama kendileri de devlet aşamasına gelmişlerdir. Esirlere yaptıkları muamele ile dünyaya örnek olmuşlar, yetmemiş insanların onlara ısınmasını sağlamışlardır.
AK Parti şimdi genel af çıkarmalıdır. Bu suretle hem zalim olmaktan kurtulur hem de herkesin gönlünü fetheder. Zulme devam ederse, af yetkisini kullanmazsa, biraz sonra karşı taraf güçlenir ve karşı atağa geçer. Sermaye zaten şimdi bunu ona hazırlıyor. O zaman da belaen seyyieye uğrar.
İf’al bâbına sülasi masdar mefulü mutlak olarak getirilmiştir. Bunlar yapılmaktadır. Çünkü sülasi masdarlar köklerin değişik manâlarını ifade etmesi içindir. Mesela “belevtu” dediğiniz zaman bir ben yıpranmadım anlamı çıkar, “belven” gelir yahut ben imtihan ettim anlamı vardır, o zaman “belaen” gelir. Hangisinden if’al b’abını yapıyorsan onun sülasi masdarını kullanırsın. Burada da bu yapılmıştır. “Hasen” kelimesi onun zarfı olmuş olur. Masdarın sıfatlarına zarf diyoruz. Temyiz de diyebiliriz. Bunlar terimlerdir. En uygun olanı seçip hep onu kullanmalıyız.
Hasen olması sonunda yetişmeye ve öğrenmeye sebep olması dolayısıyladır.
Mü’minler burada kurallı erkek çoğul olarak gelmiştir. Bütün iman edenler için hasen olmamıştır. Kimileri şehit olmuştur. Kimileri dul kalmış, kimileri yetim kalmıştır.
Mü’min cemaatine hasen olmuştur. Demek ki bir topluluk için iyi olan topluluktaki herkes için iyi olmayabilir. Bir topluluk için kötü olan genel için kötü olmayabilir. Bu sebepledir ki savaş sonunda elde edilen ganimetten yetimlere ve yaşlılara pay ayrılmıştır. Onlardan mağdur olup dünyada kalanların mağduriyetleri böyle giderilmiştir. Ölenler için de Allah cennette yüksek makamlar hazırlamıştır.
إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
(EinNA elLAHa SaMIyGun GaLİyMun)
“Allah semidir alimdir.”
Kur’an’da olaylar anlatıldıktan sonra Allah böyledir böyledir diye ifade edilir. Allah iki sıfatla zikredilir. “Semidir basirdir”, “Semidir alimdir, hakimdir” denir. Başına bazen “Enne” getirilir bazen getirilmez. Bazen “Ve” ile gelir bazen “Ve” ile gelmez. Kur’an’da bu şekilde geçen ifadeler tasnif edilerek bunlara birer hüküm yüklemek gerekmektedir. Mutlak kural getirmek gerekir.
“Semiun Alimun” Kur’an’da 32 defa geçmektedir. 15’i marifedir, 15’i nekredir. Diğer ikisinden biri “Kânellahu” olarak, biri de “Le Semiun Alimun” olarak geçmektedir. İnnehu, İnneke, Vehuve, Vellahu Huve marife olarak, İnnellahe, Vellahu, Feinne, Enne, İnnehu ve İnne olarak geçmektedirler.
“Semi’” önce, “Alim” sonra geçmektedir.
İlim sahibi olmak için önce basir olmak gerekir yani araştırmaların tesbit edilmesi gerekir. Ne var ki bu tesbit ilimde hiçbir manâ ifade etmez, çünkü bunlar seninle yani tesbit edenle beraber ölüp gider. Ölmezse bile siz ondan yararlanamazsınız. Film seyredersiniz ama onun üzerindeki çalışma eğer dille ifade edilmemişse bir anlamı yoktur. Dille ifade edeceksiniz. İşte ondan sonra ilim hâline getirir ve onu başkasına aktarabilirsiniz. Kendiniz de saklayabilir ve kullanabilirsiniz. İşte Allah, olayları kendileri yapmaktadır ama onları gözetleyerek ifade hâline biz getirmekteyiz.
Allah bütün söylediklerimizi, hattâ beyinde düşündüklerimizi duymaktadır. Ondan sonra da onun ne manâ taşıdığını, ne söylediğimizi, ne kastettiğimizi bilmektedir. Duamızı işitmekte ve duanın karşılığında ne yapmamız gerektiğini bilmektedir. Yani Allah kâinatı takip etmektedir. Her şey O’nun gözü önünde ve denetimindedir. O’nun bilgisi ve izni dışında bir şey olmamaktadır. Bizim söylediklerimizden de tamamen haberdardır.
“Semi’” ve “Alim” aralarında atıf yapılmadan getirilmiştir. “Söz” ile “ilim” birbirinden ayrılmaz bütündür. Sözler olmadan tasnif olmaz, tasnif olmayınca da ilim olmaz. Anadolu’nun havadan fotoğraflarını çekerseniz bu ilim olmaz. Yerlere isimler koyarsanız bu bilim için hazır olur. Hudutları çizerseniz o zaman ilim olur yani tasnif edilmiş olur. Allah külliyi ve cüziyi bilir. Biz cüziyi biliriz külliyi bilemeyiz.
“Semiun Alimun” kelimesinin 32 defa geçmesi, bunlardan ikisinin başka kalıplarla gelmesi, 30’un yarı yarıya marife nekre gelmesi tesadüf olabilir mi?
İşte, Kur’an bunun için Allah sözüdür. Bilgilerin bazısı Allah’a mahsustur, biz bilemeyiz. Bazısını biz halifesi olan topluluk bilebilir.
İşte, yarısı bunun için marife yarısı ise nekre gelmiştir.
Nekrede başkaları da bilir demek olur.
Burada nekre gelmiştir.
Allah’ın yanında topluluğun da işitmesi ve bilmesi gerekmektedir.
Biz anayasada şunu öneriyoruz. Savaş başladığı zaman orada olanlar tesbit edilsin. Savaşa katılanlar tüm varlıklarını sermaye olarak koysunlar. Kendileri de savaşa katıldıkları için tüm halk ve oradaki askerler de canlarını koysunlar. Savaşın ilanı ile ortak mülkiyet kalksın. Savaş bittikten sonra elde kalanlar ganimet olmuş olur. Bu paylaşılsın; yarısı savunan kişilerin olsun, yarısı da sermaye koyanların olsun diyoruz.
Bu âyetten bunu nasıl istidlâl ediyoruz?
Önce zaferin kazanılması hasen bela olarak ifade edilmiştir. Öyleyse kazanılan ve kaybedilen hasen olmalıdır. “Semiun Alim”in nekre getirilmesi halifesi olan topluluğun bu arada mağdur olanların mağduriyetlerinin giderilmeleri demektir.
Burada bizim içtihatlarımıza uygun oymayan durum şudur. Malları ganimet yapmıştır. Bedir ve Uhud çatışması sınır çatışması kabul edilerek tevil edilebilir. Hendek çatışması ise tam savaştır. Uygulanması gerekir. Ne var ki Hendek Savaşı’nda kamulaştırma yapılmamıştır. Sonunda ihanet edenlerin malları kamulaştırılmıştır. O günkü savaş bir sınır çatışması olarak kabul edilebilirdi. Çünkü hattı savaş vardı. Bugün ise sathı savaşı da aşmış, hacmi savaş başlamıştır. Hazreti Peygamber’in uygulamasından çok Kur’an’ın ifadesini esas almalıyız. Kur’an burada nekre olarak “Semiun Alimun” getirmektedir. Ayrıca hasen beladan bahsetmektedir. İşte bizim sünnetten ayrılmamız böyle yerlerde olmaktadır. Çağın Müslümanlarının böyle dertleri yoktur. Onlar Kur’an’ı namaz ve oruç ayinlerine indirgedikleri için onlara göre her şey helaldir.
Şimdi kural olarak bir yerde nekre olarak “Allah semidir alimdir” deniyorsa, orada topluluğa bir görev verilmektedir demektir. Topluluk doğan mağduriyetleri gidermelidir demektir. Bu kural bir varsayım kuralıdır. Tüm Kur’an taranarak bu manânın verilip verilemeyeceği kontrol edilmelidir.
ذَلِكُمْ وَأَنَّ اللَّهَ مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِرِينَ (18)
(ÜAvLıKuM Va EanNa elLAHa MUvHiNu KaYDi eLKAvFiRIyNa)
“İşte böyle, ve Allah kâfirlerin keydini ihane edendir.”
Buradaki muhatap olanlar ey iman edenlerdir, kıyamete kadar tüm mü’minlerdir.
Bedir Savaşı ile başlayan İslâm devleti devam etmektedir. Kıyamete kadar devam edecektir. Yaşlanıp çökse bile yine zaferler kazanacak ve yeniden ortaya çıkacaktır. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar bunun için Bedir, Uhut ve Hendek’tir. İstanbul’un irtidadı bunun için fetihtir. Burada işaret edilen ise Bedir’de olanlardır, orada kazanılan zaferdir. Ondan sonra kazanılacak olan zaferleri de içine alır. Mü’minlerin tarafını anlatmıştır. Kâfirlerin keydini ise ihan eder demektedir.
“Keyd” insanların avları yakalamak için kurdukları tuzaktır.
“Mekr” ise sinek kapan bitkilerin sinekleri kapmak için kurdukları tuzaktır Kayalar üzerinde tutunan bitkiler vardır. Köklerinden azotlu besinler almamaktadırlar. Bitkiler doğrudan azot üretmezler. Azotlu besinler bakteriler tarafından üretilir. Baklagillerin köklerinde bu bakteriler vardır. Sonunda bizim bedenimizdeki azotlu besinler buradan gelir. Ne var ki bir defa azot nitrata dönüştükçe sonra geriye dönmemektedir. Dolayısıyla zamanla toprakta yeter miktarda azotlu tozlar oluşabilmektedir. Bazı bitkiler bunu topraktan almazlar. Besin temin etmek için yapraklarında tuzak vardır. Böcekler oturduğu zaman kapanırlar ve onu sindirerek kendilerine besin yaparlar. İşte bunun adı “mekr”dir.
Kur’an’da “keyd” de “mekr” de geçmektedir.
Keyd, olay cereyan ederken alınan tedbirdir, karşı koymadır.
Mekr ise olay başlamadan önce alınan tedbirdir, uzun zamanı kaplar.
Batılılar keyde “taktik” diyorlar, mekre ise “strateji” diyorlar.
“Vehn” ise gevşeklik anlamındadır. En gevşek ev örümcek evidir denmektedir. İkinci manâsı ise sıkıntıdır. Annenin haml ve vaz’ı vehn olarak ifade edilmektedir. Bununla beraber doğum olaylarında vehn vardır. Düşmanın keydini vehn etmek demek, kapanın zamanından evvel kapanması demektir. Kapanı sık yaparsanız av bastığı halde kapanmaz, çok gevşek tutarsanız av geçmeden başka sebeplerle kapanır.
Savaşın kaybedilmesinin başlıca sebeplerinden biri de zamanından evvel hazırlık yapmadan savaşa girişme, sıkıntıya dayanamama, zamanı bekleyememedir.
Kâfirler hep bunu yaparlar. Birinci Cihan Savaşı’nı kazandıklarında acele edip katliama girişmeseydiler, aksine önceleri iyilik yapıp zamanla alıştırsalardı, sonra yavaş yavaş imhaya çalışsalardı başarılı olurlardı. Onlar öyle yapmadılar. Birden Müslümanları yok etmeye başladılar. Müslümanlar savunmaya geçtiler ve bu şekilde savaş kazanılmıştır.
Sovyetler de öyle yaptılar; sosyalizmi getireceklerine aile düşmanlığı yaptılar, din düşmanlığı yaptılar, ekonomide sosyalizmi de getirmediler.
İşte Allah kâfirlerin işlerine böyle ihaneler yapar.
28 Şubat’tan sonra Avrupalılar Türk ordusunu zayıflatmayı hedeflediler, ordu Başbakanlığa bağlı iken Millî Savunma Bakanı’na bağlayacaklardı, Genelkurmayı Konya’ya taşıyacaklardı. Bunu algılayan ordu cephe değiştirdi, Millî Görüşçü oldu ve bu hareketteki ikinci kadroyu anayasa ekseriyeti ile iktidar etti. Oysa orduya dokunmasaydı, 28 Şubat hükümetleri devam eder, Türkiye ekonomik bakımdan çökerdi.
Bugün de aynı aceleyi Ergenekon, Balyoz ve 28 Şubat davaları ile yapmaktadır. Bu durum bizim onların bu keydlerine tedbir almamızı sağlayacaktır. Türk ordusunun daha da güçleneceği ve Türk ordusunun bir daha müdahale mecburiyetinde kalmayacağı tedbirlerin alınmasını sağlayacaktır.
“Vehn” gevşekliğin yanında sıkıntıyı da içermesi, sıkıntıya dayanamayıp işi aceleye almak anlamını vermemize imkân sağlar. Acele yapıldığı için de sonuç alınamaz. Sabırlı olan kazanır.
ذَلِكُمْ
(ÜAvLıKuM)
“İşte böyle”
Sağlık, beden hücreleri ile mikroplar arasındaki savaştan ibarettir. Beden hücreleri doğar, bölünür, değişir, gelişir ve iş yapar hâle gelirler. Belli dönem sonra yaşlanır ve ölürler. Yerlerine yenileri gelir. Bu sayede canlılarda evrim olmakta ve yayılmaktadır. Yeni hayat şartlarına uyum sağlanmaktadır.
Hastalığın gayesi yaşlı ve sakat olanları ortadan kaldırıp yerine genç sağlam hücreleri getirmektir. Savaşın gayesi de budur. Ömrünü doldurmuş ve artık modası geçmiş bir yapıyı yenileri ile daha gelişmiş şekliyle getirmektir.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılmalı idi. Bu kötü düzen olduğu için değil, zamanını doldurduğu için böyle olmuştur. Batı’nın kuvvet düzeni de böyledir. Sömürü sermayesi kötü olduğu için değil, artık modası geçtiği için ömrünü doldurmuş, çekilip gitmesi gerekir.
İki cephe sürüp gitmektedir. Burada işaret edilen Hak düzeni, Hak cephesidir. Bunun karşısında olanlar da “Ve” harfi ile atfedilerek anlatılmaktadır.
وَأَنَّ اللَّهَ
(Va EanNa elLAHa)
“Ve Allah”
“Ve” harfi ile atfetmesi İki takım arasında kıyamete kadar savaşın var olmasındandır. Bâtıl çoktur. Her devirde yenileri ortaya çıkacaktır. Onlar birbirlerinin devamı değildirler. Oysa Hak tektir. Kıyamete kadar devamlı olarak evrimleşecektir ama aynı kalacaktır.
Biz müçtehitlerin fıkıhlarını değiştirmiyoruz. Onların usulleri ile onların delillerini kullanarak günümüzün sorunlarını çözüyoruz. Geliştiriyoruz, değiştirmiyoruz.
Kâfirler ise her seferinde yeni metotla ortaya çıkmaktadırlar. Çağımızın kâfirleri ateizmle ortaya çıkmışlardır. Tanrı olarak da karşılıksız dolarları ikame etmişlerdir. Bu şirk ne Mezopotamya şirkine, ne Mısır şirkine, ne de Yunan şirkine benzemektedir.
Biz onun yerine karşılığı olan parayı ikame edeceğiz. Malları senetlerle, senetleri buğday, demir ve toprak paraları ile gümüşle değerlendireceğiz. Bunları da altın para ile değiştireceğiz. Altın parayı da altınla değiştireceğiz. Yani altın ve gümüş yeni biçimiyle ortaya çıkacaktır.
Başlangıçta altın ve gümüş külçe hâlinde para idi. Sonra sikke hâline geldi. Şimdi altının senedi altın yerine geçecektir ama kuyumcularda bire bir değiştirilecektir.
Bugünkü karşılıksız parayı sermaye 20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya koymuştur.
AK Parti hâlâ sermayenin galip geleceğine inanmaktadır. Suriye’ye cephe alması bundandır. Oysa sermaye yenilecek, keydi vehn edilecektir.
مُوهِنُ
(MUvHiNu)
“İhane edendir.”
“İhane etmek” demek karşı tarafın sabrını tüketmek, sıkıntıya sokmak demektir.
Tamamen psikolojik bir olaydır. İnsanda acelecilik vardır. Trafik tıkandığı zaman sıkıntı içinde zamanın geçer, araba arıza yaptığı zaman da aynı durum ortaya çıkar. Oysa evde otururken hiçbir sıkıntı duymazsın. Eğer bir ağrın varsa, erken akşam olmasını, erken sabah olmasını istersin. İnsandaki bu hissin doğrulması if’al bâbı ile ihanedir.
Kâfirlerin sabrını daima tüketmekte ve bu sebeple onları mağlup etmektedir.
كَيْدِ الْكَافِرِينَ (18)
(KaYDa eLKAvFiRIyNa)
“Kâfirlerin keydini”
Kâfirleri gevşetmeden çok keydlerini gevşetmektedir.
Yaptıkları erken ortaya çıkar, erken deşifre olurlar.
Irak’ı işgal ettiler.
Ne için?
Orada kimyasal silah vardı! Orada biyolojik silah vardı! Orada atom vardı!
Sonunda işgal ettiler ve deşifre oldular.
Şimdi Suriye’de artık bu keydleri geçersiz olmaktadır.
Libya alınır alınmaz, Fransa ve İngiltere hemen koşuştular, halk rağbet göstermedi.
“Kâfirler” burada kurallı erkek çoğulla getirilmiştir. Burada küfredenler marifedir. Ama küfretmeleri marife değildir. Yani ne çeşit keyd olursa olsun içermektedir: Buradaki harfi tarif de ahd için değil cins içindir. Yani bizim zamanımızdaki kâfirlerin de keydini ihane etmektedir.