ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1566 Okunma
70 VE 71.AYETLER

Enfal Sûresi-33

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

**

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِمَنْ فِي أَيْدِيكُمْ مِنَ الْأَسْرَى إِنْ يَعْلَمِ اللَّهُ فِي قُلُوبِكُمْ خَيْرًا يُؤْتِكُمْ خَيْرًا مِمَّا أُخِذَ مِنْكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (70) وَإِنْ يُرِيدُوا خِيَانَتَكَ فَقَدْ خَانُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ فَأَمْكَنَ مِنْهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (71)

        

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِمَنْ فِي أَيْدِيكُمْ مِنَ الْأَسْرَى إِنْ يَعْلَمِ اللَّهُ فِي قُلُوبِكُمْ خَيْرًا يُؤْتِكُمْ خَيْرًا مِمَّا أُخِذَ مِنْكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (70)

(YAv EayYuHa elnNaBiyYu QuL LiMaN FIy EaYDIyKuM MiNa EaLEaSRAy EiN YaGLaMi elLAHu FIy QuLUvBiKUM PaYRan YuETiKuM PaYRan MiNn MAv EuPiÜa MiNKuM Va YaĞFiR LaKuM Ve elLAHu ĞaFUvRun RaXIyMun)

“Ey nebi, esirlerden yedlerinizde olanlara kavl et. Allah sizin kalbinizde olan hayrı ilmedecek olursa sizden ahz olunandan daha hayrı olanı ita edecektir ve sizi mağfiret edecektir. Allah rahim olan gafurdur.”  

Ganimetleri helal olarak yiyiniz emrinden sonra esirler için ayrı hüküm getirmiştir. Esirler yenilemeyeceğine göre onlar için başka kurallar konmuştur. Onları helalinden tayyib olarak istihdam ediniz denmesi daha uygun geleceği beklenirken; Kur’an “esirlere söyle” diyerek, esaretin gayesi onlardan yararlanma değildir, kölelik onların emeğinden yararlanmak amacıyla teşri edilmemiştir, demektedir.

Savaş bitmiştir ama savaşa girilmiş olması sebebiyle savaşanlar ve savaşan ülke pek çok zarar etmiştir. Bunların karşılanması gerekir. Bir de kişilerin kolay kolay savaşı göze almamaları gerekir. Sonucu ağır olmalıdır, caydırıcı olmalıdır. Bu sebeple esaret müessesesi konmuştur. Esir olanlar daha büyük imkânlara ulaşacaklardır, galip olan devletlerin eğitimine gireceklerdir. Bir de kendi ülkeleri ile ileride irtibat kurup iki ülke arasında uygarlaşmada katkıda bulunacaklardır.

Her şeyden önce, esaret kölelik değildir.

Savaş sonunda elde edilen esirlerden harp suçlusu olanlar askeri muhakeme usulü ile yargılanıp katledilebilirler. Savaş suçlusu olduğu sabit olmayanlara uygulanacak en büyük ceza köleleştirmedir. Bu her savaşın sonunda böyle olmaz. Önce karşılıksız serbest bırakılır. Bu onların galip devlete ısınmalarını ve onları sevmelerini sağlar. İki taraf için de bu uygulama yararlı olur. Duruma göre kendilerinden fidye alınır ve serbest bırakılır. Böylece zararlar telafi edilmiş olur. Kendi toprakları kendilerine bırakılır ve kendilerinden haraç alınır. Böylece savaşmanın acısını tatmış olurlar. Kendilerinden ayrıca cizye alınarak onların güvenlikleri sağlanır. Savaşmak zorunda kalmadıkları için daha kârlı işler yaparlar. Bunun tarihî örnekleri pek çoktur.

Bugün yeryüzünde bütün ekonomik gücü İsrail Oğulları ellerinde tutuyorlar.

Neden?

Çünkü onların devleti yoktu, askerlik yapmıyor, savaşmıyorlardı. Zamanlarını hep kazançları için harcadılar. Ellerinden başka iş gelmediği için ticaret yapıyorlardı. Böylece tüm dünyada seyahat ediyor ve insanların uygarlaşması için aracı oluyorlardı. Esaret onlara dünyaya yayılma imkânını sağlamış, onları bugün hâkim ırk yapmıştır.

İkinci olay olarak da Anadolu’ya gelen Türkler yerli halkı esir etmişlerdi ama onların topraklarına dokunmadılar. Onlar güven içine girdiler. Askere de gitmedikleri için işlerinde başarılı oldular. Ayrıca Müslümanlar onların mallarını satın aldılar. Anadolu’dan tehcir onları gittikleri yerde büyük servet sahibi yaptı.

Almanlar ve Japonlar II. Dünya Savaşı’nda yenildiler ama bugün ekonomik güç olarak dünyaya meydan okuyorlar. O halde esaret çoğu zaman kendilerine hayırlı olmaktadır.

Burada “Ey nebi, söyle” diyerek, yöneticiye görev vermektedir. Onlarda hayır görülürse onlara hayır yapılacaktır. Esirler topluluğunun ezilmeleri olmayacaktır. Kendilerine diğer vatandaşlara verilen imkânlar sağlanacaktır.

Canlılarda döllenme vardır. Bakterilerde erkek ve dişi bakteriler görülmezler. Ama iki bakteri yan yana gelip aralarında köprü kurarlar ve birbirlerine bazı maddeleri aktarırlar, böylece canlı yeniden gençleşir.

Canlılar DNA denen canlılık molekülü ile çoğalırlar ve yaşarlar. Dört çeşit DNA molekülü vardır. Bunlar ikişer ikişer eşleşir. Normal bitki ve hayvan hücrelerinde bu merdiven benzeri çift zincirde dizilmiştir. Buna “kromozom” denmektedir. DNA’lardan oluşmuş genler vardır. Bunlar canlıların bilgilerini gelecek nesillere taşırlar.

Genlerin Kur’an’daki adı “Hame”dir, kromozomların Kur’an’daki adı “Salsal”dır. Canlılar yaşarken bu genler yani hameler bozulmaktadır. İşte, eşleşmeler ve birleşmeler bu eksikliği gidermektedir. Bu sayede sağlam parçaları birleştirip sakat anne babadan sağlam yavru meydana gelebilmektedir. Kromozomlar parça değiştirerek sağlamlaşırlar.

İşte, muhaceret Kur’an’da bu sebeple emredilmiştir. Bozulan ve dejenere olan toplulukları düzeltmek mümkün değildir. Bozulan topluluğu terk edeceksiniz yani kendiniz ayrılıp kendi ocağınızı ve bucağınızı kuracaksınız. Oraya değişik kişiler gelecek, yeni düzen ve yeni sistem öyle kurulacaktır.

Hücreler de böyle yapar. Yaşlanmış ve bozulmuş hücre yerine bölünmeler meydana gelir. Sakat parçalar elenir. Sağlam hücreler çoğalır. Canlıların ölümü de buna dayanmakta, evrim bu sayede mümkün olmaktadır.

İşte, esirlik de böyle bir müessesedir. Başka topluluklardaki üstünlükleri bu topluluğa taşırlar ve topluluğun gelişmesine sebep olurlar. Dünyada ilk uygarlık Mezopotamya’da doğmuştur. Sümerler Fırat ve Dicle vadilerini işgal etmiş ve oranın halkını esir almışlardı. Galip halk yerli halktan öğrendikleri ile yeni uygarlık kurdular. Savaş olmasaydı, esaret olmasaydı, bugün biz hâlâ göçebe hayatını sürdürecek ve mağaralarda yaşıyor olacaktık.

Bugünkü Amerika da böyle oluştu. Bugünkü uygarlık Haçlı Seferleri ile doğdu. Biz İstanbul’u almasaydık Avrupa uygarlığı doğmazdı.

Yeryüzünde ne varsa, ne oluyorsa, hepsi insanlığın gelişmesi içindir. Bazı gelişmeler kişilerin ve toplulukların aleyhine olabilir ama insanlık için mutlaka yararlıdır.

Biz bu dünyaya yaşamak için gelmedik, eğitimimizi alarak imtihanı kazanırsak cennete gidebileceğiz ve orada yaşayacak hâle geleceğiz. İnsan için anne karnı neyse, bizim için de dünya odur. İmtihanı geçemezsek, eğitimimizi tamamlayamazsak o zaman cehennem denen yerde daha ağır bir eğitime tâbi tutulacağız demektir.

Erken ölmemiz veya esir olmamız bizim bu eğitimi yarım bırakmamız anlamında değildir. Eğitim özel derslerle orada da tamamlanabilir. Demek ki yeryüzü ve insanlık bir okuldur. Uygun şartlar altında ölmek kısa zamanda okulu geçmek demek olacaktır. Buradaki eğitim beden eğitimi değil kalb eğitimidir, ruh eğitimidir. Ruh da bir varlıktır, onun da değişmesi ve gelişmesi vardır.

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ

(YAv EayYuHa elnNaBiyYu)

“Ey nebi”

Savaşın olabilmesi için iki taraf olmalıdır. O halde “ey nebi” diye hitap edilen kimse insanlığın başkanı değildir. Yani insanlık tek İslâm devleti olarak düzenlenseydi, o zaman yeryüzünün bir başkanı olacaktı. İnsanlık tek orduya sahip olacaktı. 

Kur’an’ın baştan sonuna kadar anlattıkları böyle bir tek devlet anlayışı yerine devletler anlayışıdır. Kavim kelimesi bunu ifade eder. “Kavm” gövdedir. “Mukavim” kelimesi bundan iştikak etmiştir. Tüm insanlığa hitap ederken “ey nâs” diye hitap eder. Birçok hükümler tüm insanlık için teşri edilmiştir. Yeryüzünde güveni sağlayanlar mü’minlerdir. Bunlar da ayrı ayrı devletlerdir. Kavimler devletlerdir. Kavmin üzerinde şa’blar yani dallar vardır.

Kuvveti üstün tutan yönetimlerin başında Birleşmiş Milletler vardır. Onlar insanlığa hâkimdirler. Devletler onun emrindedirler. Devletler içinde şa’blar vardır, iller vardır. Onlar da onun altındadırlar. Onun altında kabileler/bucaklar vardır. Kabilelerin altında aşiretler/ocaklar vardır. Aşiretler içinde en altta da aşiret reisi erkekler vardır. Onların başkanlığında onlardan oluşmuş aile kadınları ve çocuklar vardır. İşte Roma devlet anlayışı budur. Aileye pater hâkimdir. Aile halkı paterin izni olmadan mahkemeye bile gidemez. Köleler ise insan bile sayılmazlar. Yani Roma’da bir kimsenin karısını, kız kardeşini, annesini yaralasan, hattâ öldürsen, pater davacı olmazsa, onun hakkını kendisi veya bir başkası arayamaz. Ama pater mahkemeye giderse kadın da çocuk da insan kabul edilerek fail cezalandırılır veya hakkını kişi almış olur. Yani paterin köle adına dava açma yetkisi vardır. Nasıl şimdi anne-baba küçük çocuk için dava açabiliyorsa, Roma’da da aile fertleri için pater dava edilebilir. Köleler için dava bile edilemez. Bir adamın devesini çalsan veya öldürsen ne ceza verilirse, Roma’da da köle böyle idi, personum (kişi) kabul edilmez res (eşya) kabul edilirdi.

Şimdi İslâmiyet’in insanlık anlayışını göz önüne alalım.

Tüm haklara sahip insandır. Âdem’in 46 kromozomunu ve onun genlerini taşıyan herkes hattâ doğmamış olanlar bile insandır, eşit kişiliğe sahiptir. Kendisi haklarını koruyamıyorsa, anne-babası onları korumuyor veya koruyamıyorsa, derece derece yakınları onun haklarını kullanır ve mahkemeye giderler. Mesela bir baba çocuğun haklarını korumuyorsa dedesi, amcası, diğer en yakınları; anne korumuyorsa anneannesi, teyzesi; bunlar yoksa veya bunlar da bu işi yapmıyorlarsa komşuları mahkemeye çocuğu temsilen başvurur ve hukukunu sağlarlar. Öldürülürse kısas tatbik edilir. Aile insanların yaşamasını sağlayan bir müessesedir. Fertlere hizmet için vardır.

Ocaklar ailelerin üstünde değil ailelerin altında onlara hizmet etmek ve onları taşımak için vardır. Bucaklar da ocakların üstünde değil onların altında onlara hizmet etmek ve onları yaşatmaktadır. Bucaklar da şa’bların üstündedir, dallar gibi kişilere hizmet vermektedir. Onun altında gövde vardır, dallara ikmâl yapar. Gövdeler de topraktaki köklere tutunmuştur, o da insanlıktır.

Dalların üstünde yapraklar vardır. Rical yani çalışan erkekler yaprakları temsil etmektedirler. İşleri çiçeklere ve meyvelere yani kadınlara hizmet etmektir, onları desteklemektir. Kadınların görevi de çocuk yetiştirmektir. Bu sebepledir ki kadınlar askere gitmezler, kadınlar diyetlerin ödenmesine katılmazlar. Siyasi hakları yoktur. Esirler ailenin fertleri hâline gelirler ve hanımlar ile çocuklar gibi hizmet edilen kimseler olurlar.

İslâm devlet anlayışı bilinmediği zaman İslâmî hükümler yadırganır. Bir ağaç düşünün ki kökleri yukarıda, yaprakları ve çiçekleri aşağıda toprakta sürünüyor. İşte o ağaçtaki düzen elbette kökü toprakta çiçekleri tepede olan ağaçtaki düzenden farklıdır.

Şimdi insanlık vardır, Birleşmiş Milletler vardır ama bu teşkilat devletlere hükmetmek ve onları yönetmek için değil, onlara yardımcı olmak, onları desteklemek için vardır. Devletler bağımsız olup kendi işlerini kendi istedikleri düzende yaparlar. Devlet içinde iller de böyledir, devletin üstündedirler. Temsilciler göndererek devletin kanunlarını iller yaparlar ama temsilcilerin yaptıkları kanunlar illeri bağlamaz. Merkez bucaklarda devlet kanunları geçerlidir. İller ise kendi kanunlarını kendileri yaparlar. O halde iller devlete hükmediyor ama devlet illere hükmedemiyor.

Buradaki “Nebi” harfi tarifle gelmiştir. Devlet başkanıdır. İnsanlık teşkilatından destek alır, emir almaz. İllere destek verir, emredemez bir başkandır. Nebidir.

Esirler savaş esirleri oldukları için devlet başkanlarının emrindedir. İnsanlık başkanı müdahale edemediği gibi iller de savaşamadıkları için esirleri olamaz.

قُلْ لِمَنْ فِي أَيْدِيكُمْ

(QuL LiMaN FIy EaYDIyKuM)

“Yedinizde olanlara söyle.”

Burada emir başkana verilmiştir hem de “ey nebi” diye hitap edilerek verilmiştir yani diğer mü’minlerin yetkisi dışındadır.

Savaş bitince savaş tasfiye edilir. Savaşın tasfiyesi cephe komutanına aittir. Köleleştirilen kimseler dışında bırakılan fedaen (fidye alınarak) veya emnen (karşılıksız) veya ehli cizye olarak bırakılan esirlerin hükümleri ne olacaktır? Savaş bittikten sonra artık savaşla ilgili emirlerin bölgedeki ordu komutanlarının hiçbir yetkileri ve görevleri kalmaz. Bu takdirde bunlar devlet başkanının yönetimine geçerler. İşte bundan sonra bunlar köleleştirilemez. Bunların hukukunu düzenlemek devlet başkanına ait olur. Onun için “söyle” emri ona verilmiştir. Emreden kimse yetkilidir. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu hususlara işaret etmişizdir. Burada âyetler teyit ediyor. Yeni bir şey öğrendik. O da şudur. Savaştan sonra esirlerin durumları devlet başkanına emanet edilmiştir.

“Yedinizde bulunan esirlere söyle” denmektedir. “Eydîke” denmeyip “Eydîküm” yani yedinizde olanlara söyle denmekle, demek ki bu hükümler bölüşmede savaşçılara düşen esirler için de geçerlidir. Başkanın görevi onların hukukunu korumadır. Onlara imkân sağlamaktır. Yoksa köleler başkanın olmayacaktır. Başkanın imamlığında olan cemaate ait olacaktır. Bakınız, Türkçede “başkan” diyoruz. Oysa Kur’an’da “başkan” denmiyor, “imam” deniyor. İmam yapar, halk ona uyar. İmamın yüzü kıbleye doğrudur. Halk ona kendi istekleri ile tâbi olur. Burada “fiyküm” demeyip “fi eydiyküm/yedinizde” denmiş olması, bu köleler serbest bırakılan olabilir, cizye alınan olabilir. Dolayısıyla bizden olmamışlardır. Bizden olmaları için azat edilmeleri gerekir.

مِنَ الْأَسْرَى

(MiNa EaLEaSRAy)

“Esradan / esirlerden.”

Bundan önceki âyetlerde nebinin savaş dışı esrası olamayacağını ifade etmiştir.

“Esrâ” kelimesi burada marife gelmiştir. Orada zikredilen esra kastedilmiştir yani devlet başkanının elinde bulunan esradır.

Burada önemli bir kural ortaya çıkmaktadır. Devlet başkanına ait olan mallar halkın elinde olur. Yararlanma mülkiyeti başkana, işletme mülkiyeti ise halka ait olur. Yoksa başkan kendisi ücretli kişiler tutarak onların emrinde olmaz.

“Min” kelimesi teb’iz içindir. Yani kişilere verilen esirlerin hükmü değil de onun dışında kalanların hükmüdür. Bunlar da yine halkın yedinde olacaklardır.

Bu ifadeyi iyi anlamamız için altın para üzerinde bir misal verelim. Bugün devlet hazinelerine altın koymakta, hapsetmekte ve ona karşılık altın lira çıkarmaktadır. Piyasada altın yerine altın lira dolaşmaktadır. Daha doğrusu 1970’li yıllardan önce durum böyleydi.

Bu İslâmî değildir. İslâmiyet’te altın lira çıkarmak meşrudur, onun karşılığında altın veya başka mal bulunacaktır. Peki, bu altınlar nerde olacaktır? Bugün olduğu gibi devlet hazinesine mi konacaktır? İşte bu âyet bu duruma hayır diyor. Bu altınlar halkta olacaktır diyor. “Eydiyküm” kelimesi bunu ifade ediyor.

Devlet altın liraları basacak ve kuyumculara faizsiz kredi olarak verecektir. Kuyumcular altın getirene bu altın lirayı vereceklerdir. Böylece halkın eline altın lira geçecek, kuyumcularda da altınlar toplanacaktır. Kuyumcu bu altınlarını değerlendirebilir, bilezik yapabilir ama onu elinden çıkardığı zaman onun altın değeri kadar altın lirayı almak durumundadır.

Görülüyor ki halkta da altın lira vardır. Onunla alışveriş yapmaktadır. Karşılığı altın kuyumcularda durmaktadır. İstediği zaman herhangi bir kuyumcuya gidip altınını alabilir. Altınlar da kuyumcularda durmaktadır. Müşterilere altın lira karşılığı satabilir. O halde ne oldu? Kuyumculardaki altınların sahibi devlettir. Ona karşılık halkın elinde altın senetler vardır ama altınları koruyan ve kullanan halktır, kuyumcudur.

İşte esirlerin durumu da budur. Onlar halka emanet edilmiştir. Halk onlardan yararlanabilir. Yararlanamıyorsa devlet onlara ücretlerini verir ama esirler koğuşu olmaz. Esirler vatandaşların himayesine verilir.

Bakınız, bunu da bugün öğrenmiş oluyoruz.

Kur’an “eydiyküm” kelimesi ile bunları öğretti.

إِنْ يَعْلَمِ اللَّهُ

(EiN YaGLaMi elLAHu)

“Allah bilirse.”

Allah bilmiyor da gelecekte mi öğrenecektir? Bunun böyle olamayacağını herkes kabul etmektedir. O halde bir ifade yanlışlığı mı vardır? Kur’an ile meşgul olanlar böyle bir şeyin olmadığını da bilirler. O halde bunun manâsı nedir?

Tefsirciler bu hususta zorlanmışlardır.

Oysa bizim benimsediğimiz usul ile bunların izahı son derece kolaydır. Buradaki “Allah” kelimesi topluluğu ifade eder. Yani topluluk ileride onlarda hayır görürse demektir.

Peki, topluluk bir kimsede hayır olduğunu nasıl görecektir?

Bunun için şu yollar vardır?

a) Kişiler içtihat yapar ve herkes kendi içtihadı ile hareket eder. Böylece topluluk bu hareketleri ile bilmiş olur. Kişi bir iş yapmak ister. İşte bir ortak arar. Devlete ait olan esir ile anlaşarak ortaklık kurar. Böylece esirler zamanla hayra ulaşırlar. Ortaklık kuran kimse burada topluluk adına hareket etmektedir.

b) Topluluk bir işte ittifak ederse bu da topluluğun hayrıdır. Örnek olarak eğer bütün esirler böylece iş güç sahibi olmuş ve ortak olmuşlarsa bu da topluluğun bilmesidir. Birincisi ile ikincisi arasında ortaklık kuranlar ortaklıklarını bozabilirler, kişi tekrar serbest kalabilir. Vatandaş olamamış olur. Eski statüsünü korur. Oysa eğer tüm esirler böylece iş sahibi olmuşlarsa artık sözleşmeyi bozsalar bile onlar vatandaş olmuşlardır. Eski statülere tekrar dönmezler.

c) Esir hakemlere giderek kendisine hayır olduğunu ispatlarsa bu da topluluğun kararıdır.

d) Taraflar ortak vekil seçer, onun kararına baştan rıza gösterirlerse artık ondan rücu edemezler. Başkanların kararı böyledir.

İşte, Allah’ın bilmesi demek, bu karar şekillerinden birisi ile sabit olması demektir. Hükmü kesin olduğu için Allah’ın bilmesi şeklinde ifade edilmiştir.

فِي قُلُوبِكُمْ

(FIy QLUvBiKUM)

“Kalblerinizde.”

Kalb” merkez demektir.

Garaj ve istasyon birer kalptir. Pompa bir kalptir. Jeneratör bir kalptir.

İnsanda iki ana kalb vardır.

Biri göğüste bulunan kan merkezi olan kalptir.

Diğeri de başta bulunan haberleşmenin merkezi olan kalptir. Buradaki kalb insan beynindeki alandır.

Çoğul çoğula izafe edilmiştir. Herkesin kalbi kendisine aittir. Yani kimin kalbinde hayır olursa onda hayır olacaktır.

“Sizde hayır” denmemekte, “kalblerinizde hayır” denmektedir. Buradaki hayır maddî beceriklilik, maddî kabiliyet değildir. Buradaki hayır topluluğa teslimiyettir.

Yerlerini yurtlarını kaybedenler bir daha memleketlerine dönmemektedir. Gittikleri yerlerde daha iyi imkânlar bulup oraya alışınca orada kalmaktadır. Memleketlerine döndüklerinde de kendi yerlerinin işgal edildiğini göreceklerdir.

Nitekim Medine’ye göç eden Mekkeliler fetihten sonra Mekke’ye dönmemişlerdir. Avrupa’ya giden göçmenlerin çok azı yurda dönmektedir. Kazandıkları paralarla ülkeye gelip iş kurmak için çalışıyorlar ama çoğu zaman başaramıyorlar.

İşte, kalbde hayırdan maksat, artık buranın vatandaşı olma hususunda onlarda bir çaba doğarsa, buranın insanı olarak hayatlarını ayarlamaya çalışırlarsa demektir.

Hayır demek iyilik demektir. İyilik mal ile olur. Bir de emek ile olur.

Demek ki savaş sonunda esirleri köleleştirip savaşanlara köle olarak, abd olarak veririz. İstersek onları çeşitli yollarla hür olarak bırakırız. Hür bırakılanlar da ülkemizde kalıp vatandaş olabilir, kendilerine iş bulabilirler.

Bugün köylerimiz boşalmıştır. Tarımı bilenler olursa, boş olan topraklarımızı canlandırırlar. Hem kendilerine yararlı hâle gelirler hem de ülkemiz açlıktan kurtulur.

Bugün Çin dâhil Asya ülkelerinde aylık ücret 100 dolar civarındadır. Bunların ülkemizde çalışmalarına izin versek, gelseler ve köylerimizde üretim yapsalar, ayda bin dolar kazanabilirler. Böylece onlar için de iyi olur bizim için de. İlk senelerde kira almayız. Boş olan topraklarımızda çalışırlar. Sonra onlara imkânlar sağlayarak iş eri duruma getiririz.

Camili’de (Borçka/Artvin) kuracağımız bir kooperatif ile bunu yaptırmaya çalışacağız. Oranın çok verimli topraklarını inşaallah ülkemize yararlı hâle getireceğiz. Ayrıca Gürcistan’dan gelecek emeği değerlendireceğiz. Onlar çalışarak orasını canlandıracaklardır. Kimse İstanbul’dan Camili’ye gitmez. Sonra tarla sahipleri onların ürünlerini İstanbul’da değerlendirecekler, kiralarını da çıkaracaklardır.

“Yüz Dairelik Lojmanlı İşyeri Apartmanları”nda işçi olarak çalışmaya başlayacak, isterlerse Türk vatandaşı olabileceklerdir.

Evet, onlar esir değildir. Bu hükmü onlara kıyas yoluyla teşmil ediyoruz.

Kulûbiküm” kelimesinin anlattığı manâ; bir kimse eğer bir topluluğa mensupsa, o topluluğun hayrını istiyorsa, maddî katkısı olmasa da o oranın ferdidir, bütün haklara eşit olarak sahip olur anlamındadır.

خَيْرًا

(PaYRan)

“Hayır”

Hayır” kelimesi burada nekre olarak getirilmiştir. Bilinen bir hayır değildir. Kişi kendisi istediği hayrı seçecek ve orada iş yapmaya başlayacaktır. O kadar üretim yapacaktır ki bu hayır kendisini geçindirmelidir. Kendisinin ürettiğini çevre benimseyecek, onu ya çalıştıracak ya da ücretini verecektir. Yani burada Allah’ın bilmesi bu demektir. Vatandaş bu demektir. Kendi özgür iradesi ile kuracak ve yaşayacak halde olacaktır.

Ülkemizde öyle bir düzen getirmeliyiz ki, orada çalışmak isteyen iş bulamadım diye bir sorunla karşılaşmamalıdır. “Adil Düzen Anayasası”nda; ülkede “Çalışma Kooperatifleri” kurulur, “Toprak Parası” kredi olarak verilir şeklinde getirdiğimiz bir sistem vardır. İllerde “Hizmet Kooperatifleri”, bucaklarda “İşletme Kooperatifleri”, insanlıkta “Kredileşme Kooperatifi” kurulur diyoruz. Ülkede ise “Çalışma Kooperatifleri” kuruluru en başta dedik.

İşte bu âyet bizim bu kabulümüzü teyit etmektedir. Çünkü burada hayrı görecek topluluk devlettir.

Yabancıların ülkemize gelip yerleşebilmeleri için ülkemizde üretime katkıda bulunmaları gerekir. Devletimiz bütün vatandaşlara iş bulmak zorunda olduğu gibi vatanı olmayan esirlere veya mültecilere de iş imkânları hazırlamalıdır. Mesela, Suriyeli mülteciler hemen “Yüz Dairelik Lojmanlı İşyeri Apartmanları”nda yerleştirilmelidir.

يُؤْتِكُمْ خَيْرًا

(YuETiKuM PaYRan)

“Size hayır verecektir.”

“Hayır” kelimesi burada da nekredir. O halde yukarıdaki hayırdan farklıdır. Oradaki hayır kalbde istenen hayırdı. Burada kendilerine sağlanan imkân maddî hayırdır. Yukarıda “kalblerinizde” diyerek hayrı takyid etmişti. Burada ise mutlak getirdi. Hanefilerin “mutlak itlâk iledir” ile hükmedilir kuralı burada açıkça ifade edilmektedir.

Topluluk üretim araçlarını sağlamalıdır.

Mallar ikiye ayrılmaktadır.

Biri tüketim mallarıdır. Bunlar ailelerde tüketilir ve insan üretilir.

Diğeri ise üretim için kullanılan mallardır. Bunlara hayır denmektedir. Yani insanların çalışabilmeleri için gerekli yerler, araçlar, ham madde ve enerji hayırdır.

Devlet esirlere bu imkânı sağlamalıdır. Eğer onlar bu ülkenin hayrına iş yapmak istiyorlarsa, o takdirde önce iş eğitimi almalı, beyinleri iş yapacak hâle gelmelidir. Bu takdirde devlet de onlara iş yapmaları için imkân sağlamalıdır.

Esirler için hak olan bu iş bulma imkânı vatandaşlar için evleviyetle hak olur. Bizim “Müçtehit Yetişme Merkezimiz” insanlara bunun eğitimini verecektir. Bunlar kendileri iş yapacak ve işverenliği öğreneceklerdir. Sonra onlar işte bunlara iş vereceklerdir.

Bizim “Yüz Dairelik Lojmanlı İşyeri Apartmanlarımız” iki çeşit olacaktır.

Birileri araştırmacılardan oluşacaktır. Burada eğitim verilecek ve insanlar usta yapılacaktır. İşvereni ile çalışanı ile eğitim göreceklerdir.

Diğerlerinde ise eğitilmiş kişiler normal üretim yapacaklardır.

İşte bu eğitilmiş kişilerden başarılı olanlar kendilerinde hayır bulunan kimselerdir.

Devlet bilecek ve devlet verecektir.

مِمَّا أُخِذَ مِنْكُمْ

(MiNn MAv EuPiÜa MiNKuM)

“Sizden alınanlardan”

Ne alınmıştır?

Toprakları alınmıştır. Tüm varlıkları alınmıştır. Özgürlükleri alınmıştır.

Savaşın sonucu böyle olmuştur.

İslâm savaşı ile küfür savaşı arasındaki fark budur. İslâm’da öldürmek için değil öldürmeleri önlemek için savaşılır. Onlar öldürmek için savaşırlar. Bu sebeple savaşta ancak çatışırken öldürme vardır. Çatışmadan sonra veya esir olanlar yani teslim olanlar asla öldürülemez. Savaş suçu dediğimiz olay vardır. Mesela biz kimyasal silah kullanmadığımız halde o kullanmışsa savaş suçlusudur. Kullanan ve bunun emrini veren kişi suçludur, cezalandırılabilir. Yahut atom bombasını biz atmadığımız halde o atarsa, atan kişi suçludur, mahkeme kararı ile mahkûm edilebilir. O önce atmış olsa bile, eğer biz de o silahla mukabele etmişsek, artık onu savaş suçlusu sayamayız.

Savaştan sonra da yeni düzenin oluşması, insanlığın daha gelişmiş ve daha müreffeh bir dünyaya ulaşmasını sağlamak için İslâm savaşı vardır.

وَيَغْفِرْ لَكُمْ

(Va YaĞFiR LaKuM)

“Ve size mağfiret eder.”

Savaş çıkardıkları için verdikleri zararların hesabını sormaz, savaş edenlerin hesabını sormaz. Galip geldikten sonra esirlere nasıl davranacaklarını bize talim eden Kur’an’a kulak vermeyenler, Ergenekon, Balyoz, 12 Eylül ve 28 Şubat davaları ile suçsuz insanları hapse dolduruyorlar. Onlar tarihte suç işlemiş olabilir, bize zarar vermiş olabilir ama şimdi biz bugüne geldik, biz iktidardayız. Eğer onların bugün dahi aynı düşünceleri varsa, o takdirde onları eğitime tâbi tutmamız gerekir. Ama artık o yaptıklarından pişman olmuş, yeni düzenimizi benimsemiş ve yeni düzene uygun iş yapmak istiyorlarsa, bizim onlara burada yer vermemiz ve imkânlar sağlamamız gerekmektedir. Eski yaptıklarının hesabını soramayız.

Mağfiret etmek” demek zararları kapatmak demektir.

Diyelim ki PKK’lılar silah bıraktılar ve teslim oldular, biz de onlara ülkemizde tam yaşama imkânını sağladık; ölenler ne olacak, onların yetimleri ne olacak?

Topluluk dayanışma ortaklığı içinde onların mağduriyetlerini giderecektir.

İşte mağfiret budur.

Orgeneral Çevik Bir Millî Görüşçülere zulmetmişse, Çevik Bir mağfiret edilecek, ama Millî Görüşçülerin gördükleri zararlar da tazmin edilecektir. Eksik kalan milletvekilliği maaşlarını devlet şimdi kendilerine veya vârislerine ödeyecektir. Haksız yere hapishanede kalmışlarsa, hapishanede kaldıkları günlerin tazminatını devlet dayanışma içinde ödeyecektir.

وَاللَّهُ

(Ve elLAHu)

“Ve Allah”

Allah” lafzı burada iade edilmiştir. Mağfiret eden Allah ile gafur olan Allah aynı kimsedir. Yani topluluktur. Aynı kimse olduğunu mağfiret kelimesinden öğreniyoruz.

Gafur ve rahim kelimeleri de nekre gelmiştir. Böyle yapmak Allah’ın halifesi olmak topluluğun vasfı olduğunu belirlemek için izhar edilir.

“Adil ol, sen devlet başkanısın, devlet başkanı adil olur” dersek, “devlet başkanı” sözünü iade etmemiz gerekir. Burada da iade bu anlama gelir.

غَفُورٌ

(ĞaFUvRun)

“Gafurdur”

Demek ki Allah’ın halifesi olan topluluğun görevi mağfiret etmedir yani eski hesapları sormamaktır.

Devletin gözü geçmişe değil geleceğe doğru olur, ilerisi için ne hayır varsa onu yapar.

رَحِيمٌ

(RaXIyMun)

“Rahimdir.”

Yani herkese iş verir.

“Besmele”nin manâsını anlatırken “rahman”ı herkese karşılıksız iyilik eder anlamında, “rahim”i ise çalıştırarak iyilik eder anlamında olduğunu açıklamıştık. Burada da hayır verir demek, iş yapma imkânını sağlar demektir.

Bu sûre devletten bahseden sûredir. Âyetlerinin sonunda Allah’ın yani devletin vasıflarını saymaktadır: Azizdir, hakimdir. İndinde azim ecr vardır. Azim fadl sahibidir. Makirlerin hayırlısıdır. Yarattıklarına basirdir, ni’mel mevladır. Her şeye kadirdir, sadırdakileri bilir. Sabredenlerle beraberdir. Azizdir, hakimdir, ıkabı şiddetlidir, azabı şiddetlidir. Semidir, alimdir, hainleri sevmez, semi’ O’dur, alim O’dur. Sabredenlerle beraberdir. Azizdir hakimdir, gafurdur rahimdir, alimdir hakimdir... Şeklinde âyetler sonlanmaktadır. Bunların çoğu nekredir. Olmayanlarda da devlete ait hükümler vardır.

وَإِنْ يُرِيدُوا خِيَانَتَكَ فَقَدْ خَانُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ فَأَمْكَنَ مِنْهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (71)

(Va EiN YuRIyDUv PiYANaTaKa PiYAvNaTaKa FaQaD PaNUv ElLAHa MiN QaBLu FaEaMKaNa MiNHuM Va ElLAHu GaLIyMun XaKIyMun)

Sen esirlere böyle söyle ve böyle yap emrinden sonra mukadder soruya cevap verilecektir; ya sana ihanet ederlerse?

Evet, 12 Eylülcüleri, 28 Şubatçıları, Ergenekoncuları, Balyozcuları biz affedecek olursak, PKK’lıları esir ettikten sonra affedecek olursak, sonra ihanet etmezler mi? Bilhassa seni iktidardan indirip kendileri geçmezler mi?

Onlara imkânlar sağlıyoruz. Varlık sahibi yapacağız. Sonra da bizi sömürsünler!

Nitekim Yahudilerden Sabataistlere biz böyle imkânlar sağladık. Onları sürüldükten sonra kurtardık. Onlara ülkemizde imkânlar verdik. Onlar da bir taraftan Yahudi oldukları için o grubun sempatisini kazandılar, diğer taraftan sözde Müslüman olsalar da Müslümanlar tarafından hoş karşılandılar. Böylece zengin oldular. İktidar onların eline geçti. Sonra otel odalarında hükümetleri düşürme çabasına girdiler.

Allah bu mukadder soruya bu âyette cevap vermektedir. İhanet etmeleri mümkündür. Çünkü zaten geçmişte ihanet ettikleri için savaş çıktı. Ama sonunda ne oldu? Mağlup oldular. Yerlerini yurtlarını kaybettiler. İhanet ederlerse yine benzeri olur.

Anadolu 1071’de fethe başlanmıştır. 1900’lara kadar sadece halk değil yöneticiler arasında savaşlar olmuştur. Tekfurlar bile savaşmamışlardır. 1920’lere gelindiğinde Türkiye nüfusunun yarısı hâlâ Hıristiyan idi, Rum ve Ermeni idi. Son asırlarda ihanet ettiler. Cezalarını İstiklâl Savaşı ile gördüler. Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldılar. Bugün ülkenin Müslüman nüfusu % 99’lara varıyor. Kim zarar etti? Onlar zarar etti.

Şimdi ne yapacağız?

Onlara mağfiret edeceğiz. Onlara merhamet edeceğiz. Ülkemizin tam vatandaşları gibi muamele göreceklerdir.

Onlar ihanet ediyorlar. Kıbrıs Rum tarafına yardım ediyorlar. İsrail’i destekliyorlar. Öyleyse tedbir alalım. Onların ülkede olanlarına imkân sağlamayalım. Çünkü aralarında hainler vardır. İşte bu mantık yanlıştır.

Biz şimdi kimin hain olduğunu kimin olmadığını bilmiyoruz. Hıyanetlerini görmedikçe de farklı muamele yapamayız. Nitekim Türkiye bu tarihî asaletini her zaman korumuştur, ülkede kalanlara farklı muamele yapmamıştır. Bugün Türkiye ekonomisinin yüzde seksenine onlar hâkimdir. Batılılar onlara kredi vermekte, ülkedeki işleri de onlar yapmaktadır. Buna karşı tedbir mi alalım? Onların elinden bu imkânlar gitsin mi?

İşte bu âyet bize bu soruların cevabını vermektedir.

İslâmiyet’te potansiyel suçlu yoktur. Suç işlemedikçe, niyeti ne olursa olsun, biz onu cezalandırmayız. Adam öldürmeye kast etse bile onun cezası yoktur. Kısas ancak fiil işlendikten sonra uygulanır. Hattâ silah atsa, adam yaralansa ama ölmese, ona yaralama cezası verilir, öldürme cezası verilemez.

Kurşun mikrofona çarptı, parmak yaralandı. Cezası parmak yaralama cezasıdır. Oysa ateş eden öldürmek için ateş etti.

Özal’ın yaralanması olayında yapılacak fazla bir şey yoktu ama hâlâ aydınlanmayan bir şey var. Özal’a o kurşunu kim attı, kim attırdı? Özal’ı kim zehirledi? Devletin asıl aydınlatması gerekenler bunlardır; o ise askerleri hapsetmekle uğraşıyor!

Âyetin sonu “alimun hakimun” olarak bitmektedir. Yani Allah olayları bilecek. Soruşturma tam yapılacak. Kim geçmişte ne yaptıysa onlar tesbit edilecektir.

28 Şubat’ın faili kimdir? Genelkurmay başkanı mı? Demirel mi?

O cezalandırılacak. 28 Şubat müdahalesi dışarıda hazırlandı. Demirel ve Karadayı bu saldırıyı bu suretle atlatma imkânını buldular. Takdirlerini kullandılar. Kötü niyetleri yoktu. Bu ortaya çıkacak ve ceza verilmeyecek. Yaptıklarını devlet başkanı ve genelkurmay başkanı olarak yaptıklarına göre tazminatı devlet kapatır.

Bunun için insanları cezaevlerine doldurmak gülünçtür, komiktir. Gelecekte nasıl oyunlar oynandığını tarih ortaya koyacaktır. AK Parti’nin bir suçu vardır, o da bizim söylediklerimize kulak vermemesidir. Genel af çıkarıp bütün bu oyunlara bir anda son vermesi gerekir. Diğerleri ise AK Parti’nin iktidarında değildir.

Dikkat edilirse burada devlete değil de sana hıyanetten bahsetmektedir. Burada İslâm devletinin yönetiminde iktidarın iktidarını değil devletini düşünmesi gerekir. İktidarımı kaybetmeyeyim diye düşündüğü andan itibaren o meşruiyetini kaybeder. İktidarını yani kendisini değil halkını düşünmesi gerekir. O devlet için ne gerekiyorsa onu yapar. Kendi içtihadı için ne gerekiyorsa onu yapar. İktidarda olduğu müddetçe devleti için ne gerekiyorsa onu yapar. İktidarı elinden gittiği zaman artık onun görevi kalmaz.

Hazreti Ali’nin hatası bu idi. O iktidarını korumakla uğraştı. Evet, bunu devleti için yaptı ama bu yanlıştı. Devletin korunması için yapılması gerekenleri yapacaktı. İslâm devletleri oluşacaktı. Mısır’da ayrı, Şam’da ayrı, Irak’ta ayrı, Hicaz’da ayrı, Yemen’de ayrı devletler oluşmalı idi. Başkanları Kureyş’ten değil kendilerinden olmalı idi. Kendisi Hicaz devletinin başında bu devletler arasında denge unsuru olmalı idi. Bu arada kendi başkanlığı gidebilirdi. Çocukları da verasete dönüştürdükleri hilafete sahip çıkmaya başladılar. Onlar Medine’ye gidip oturmalı, iç ihtilaflara karışmamalı idiler.

وَإِنْ يُرِيدُوا خِيَانَتَكَ

(Va EiN YuRIyDUv PiYANaTaKa)

“Sana hıyanet etmeyi murad ederlerse.”

“Sana hıyanet ederlerse” demiyor, “sana hıyanet etmeyi murad ederlerse” deniyor. Hıyanet edemezler, hıyaneti murad edebilirler. Hıyanetleri elbette cezalandırılacaktır ama hıyanetleri irade safhasında kalır da fiiliyata geçmezse demek ki dokunulmayacaktır.

“Yedinizdeki esirler” dediği halde burada “sana hıyanetten” bahsedilmiştir. Bu da gösteriyor ki her toplulukta bir iktidar kavgası vardır. İslâmiyet buna asla cevaz vermez, İslâmiyet’te yerinden yönetim vardır.

Ocak bucak içinde, bucak il içinde, il ülke içinde, ülke de insanlık içinde bağımsızdır. Merkez taşraya karışmaz, aksine merkez taşranın temsilcileri tarafından yönetilir. Bir yerde iseniz ocak ve bucak başkanlarına tâbisiniz, taşra bucaklarında yaşıyorsanız o ocak veya bucak başkanına kayıtsız şartsız sadakatle teslim olacaksınız. Zekâtın adı bu sebeple sadakattir. Sadık olamayacaksanız o bucağı terk edeceksiniz. Bizde “ekseriyet yönetimi” yoktur, bizde “hicret demokrasisi” vardır. Başkanın etrafında kenetlenmiş olacağız.

فَقَدْ خَانُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ

(FaQaD PaNUv ElLAHa MiN QaBLu)

“Daha evvel Allah’a ihanet etmişlerdir.”

Yani devlete ihanet etmişler, insanlığa ihanet etmişler, hakem kararlarına uymamışlardır. Hakem kararlarına uymamak demek insanlığa ihanettir, âlemlerin rabbine ihanettir. Savaş öyle çıkmıştır. Öylece siz onları esir aldınız. Ona rağmen size verilen emir onlara hayırlı şeyler vaat etmeniz, fiillerini hayırda görürseniz siz onların eski yaptıklarını affedin, yeni imkânlar hazırlayınız emri verilmektedir.

Askerlerimiz daha evvel demokrasiye karşı mı çıktılar? Onları eski yaptıklarından dolayı affedeceğiz. Onlara demokrasi içinde her türlü faaliyetlerinde imkân vereceğiz. Ayrıcalıklı hükümler uygulamayacağız. Kim uyguluyor. Bugün yanlış uygulamada birlik vardır. Doğru uygulamada doğru tek olduğu için insanlar birleşir. Ama yanlış uygulamada yanlış tek olmadığı için birleşemezler. Eğer aynı hatayı herkes yapıyorsa bunu onlara yaptıran kimseler vardır demektir.

Olay şudur. Türkiye’de olanlara Amerikan sömürü sermayesi karar vermiş ve tezgâhlamıştır. Türkiye’ye bu hareketleri empoze etmektedir. Ne ile? Basın yoluyla. Basına karşı bir hâkimin, bir savcının gücü yetmediği için kimse karşı çıkamıyor, herkes Amerikan sermayesinin talimatına göre hareket ediyor demektir.

Demek ki hâkimleri ve savcıları da suçlayamayız.

Basındaki yazarlar bol bol maaş almakta, kendi hayatlarını ona göre düzenlemektedirler. Onların da tek başlarına bunlarla savaşmaları mümkün değildir. Sermayenin talimatı doğrultusunda yazmak zorundadırlar.

O halde askerleri hapishaneye göndertmek demek sermayenin ekmeğine yağ sürmek demektir. Bu duruma şimdilik düzen değiştirmedikçe mâni olmak mümkün değildir. Yapılacak iş genel af çıkarmaktır. Bu suretle bu davalar durur.

İşte burada sana ihanet ederlerse denmemiştir. İhaneti devlete yapmış bulunmaktadırlar.

İn’den sonra gelen maziler de gelecek zamanı ifade eder. “Kad” kelimesi gelirse geçmişe döner. Onun için burada “Fekad” ile cevap getirilmiştir. “Kad” kelimesi yakın zamanı da içerir. Yani bu anda zaten o ihanetin içindesiniz anlamı çıkar. Buna rağmen eğer teslim olmuşlarsa, sizin iktidarınızı kabul ediyorlarsa sizde hayır olursa onlar size daha fazlasını verir denmektedir.

فَأَمْكَنَ مِنْهُمْ

(FaEaMKaNa MiNHuM)

“Onlardan imkân etti.”

“Kevn” tepe demektir. “Mekven” yer anlamına gelir. İsmi mekânın sülasileşmesi ile mekân kök olmuştur. “Mikn” çekirge veya kertenkelenin yumurtasına denir, yumurtladığı yere de “mekân” denir.

“İmkân” kelimesi Kur’an’da yerleştirme, mekân temin etme anlamlarında getirilir. Bir yerde “biz onlara dinlerini temkin ettik” diyerek bizim Türkçede kullandığımız imkân manâsı ile de getirmektedir.

İf’al bâbı lazımı müteaddi yapar. “Min” ile gelince oradan o işi başlatıp uzaklaşma demektir. “Emkene Lehum” demek onlar için imkân yaptık demek olur. “Emkene Minhum” ise onlardan o imkânı almak anlamına gelir. “Fe Emkeneha Minhum” demektir. Yani hıyanet edemediler yahut ettiler ama sonra onların elinden bunu aldık anlamına gelir.

AK Parti kapatılıyordu. Hattâ mahkeme kapattı. İktidara çok yakın kişilerden öğrendiğimize göre askeri baskı sonunda kapatma kararı para cezasına çevrildi. İşte, Allah hıyanetlikleri onlardan imkân etmiştir. Asıl muhakeme edilecekler AK Parti’yi kapatmak isteyen kimselerdir. Biri eşkıyalıkla kapatacaktı ama görev suçlusu olmayacaktı. Oysa AK Parti’yi kapatırken görev suçlusu olacaklardı. Gerekçeleri okuduğunuz zaman nereye gittikleri açıkça bellidir.

Tekel sermaye sahipleri 1897’de Basel’de (İsviçre) aldıkları kararla İslâmiyet’i soykırımına uğratacak, Kur’an’ı unutturacaklardı ama bunu başaramadılar. Dünyayı dinsizleştireceklerdi ama bunu başaramadılar. 1997’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Sevr’in gereği parçalanacaktı ama olmadı. Irak’a girdiklerinde orasını beş-altı devlete çevireceklerdi ama olmadı. Demek ki Allah onlardan imkânları almakta, bu imkânları Müslümanlar sağlamaktadır. Tarihî akış sağlanmıştır. O halde şeriat ne söylüyorsa onu yapacağız, geri kalanı bize ait değildir, kalanı O’na aittir. O isterse bizi iktidarda bırakır, isterse alır. Ondan sonrasından biz sorumlu değiliz.

Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarda idi. Sermaye onu iktidar etmiş ve ona dinsizlik yapma görevini vermişti. 1920’den itibaren inkılâplara başlanmış ve 1950’de tamamlanmıştı. Türkiye onların istediği devlet olmuştu. Hıristiyanlar mübadelelerle Anadolu’dan uzaklaştırılmıştı. Türkiye dinsizleştirilmişti. Yeter derecede fakirleşmiş ve yoksulluk içine düşmüştü. Şimdi onlara göre yapılacak iş CHP’yi indirip yerine DP’yi getirme zamanı gelmişti. DP iktidarına borç para verdiler, Anadolu’nun yolları yapıldı, barajları yapıldı. Artık Türkiye’ye gelip yerleşmek için her şey tamamlandı.

Bu arada beklenmedik bir şey oldu; Türkiye tarım döneminden sanayi dönemine geçti. Bu gelişmeden hükümeti suçlu buldular ve başbakanı astılar. Sonra S. Demirel geldi, devam etti… N. Erbakan geldi, devam etti... T. Özal geldi, devam etti... T. Çiller geldi, devam etti... R. T. Erdoğan geldi, devam ediyor... Türkiye kalkındı, sanayileşti, bu arada dinini de kaybetmedi. K. Evren geldi; Kur’an Kurslarını resmileştirip meşrulaştırdı, İmam-Hatip okullarını lise yaptı, Yüksek İslâm enstitülerini fakülte yaptı, din derslerinin okutulmasını anayasaya koydu, kendisi İSEDAK’ın kurucu başkanı oldu, T. Özal’ı başbakan ve cumhurbaşkanı yaptı, getirdiği anayasa sayesinde T. Özal on seneye yakın iktidarda kaldı.

Necmettin Erbakan başbakan oldu... AK Parti on-onbir senedir iktidardadır... Necmettin Erbakan D-8’leri kurdu... Allah bütün imkânlarını onların ellerinden aldı...

Biz bunu silahla temin etmedik. Tam tersine bize karşı silah kullananlar bizim dediklerimizi yapmışlardır. Hak böyledir. Hak taraftarları iktidarlarını kaybederler ama iktidarda olanlar da onların emrine girerler.

Orta Asya Türkleri savaşta galip geldiler ama Müslüman oldular. Cermenler galip geldiler ama Hıristiyan oldular. Moğollar galip geldiler ama Müslüman oldular. İşte bu sebepledir ki mü’minler kendilerinin değil de Hakkın iktidar olmasını isterler.

İktidara ihanet etseler bile iktidar olunca orada oturmanın ancak Hakkı kabul etmekle olacağını görünce Hakka gelirler. Askerler 1960’da, 1971’de, 1980’de ve 28 Şubat’ta bizi iktidardan indirdiler ama bizim dediklerimizi yaptılar.

Başbakan Necmettin Erbakan’ı iktidardan indirdiler, sonra onun diğer takımına anayasa ekseriyetini kendileri verdiler.

Adil Düzen Çalışanları asla iktidar olmayı istememelidirler.

Onların görevleri şudur:

1- Çalışıp “Adil Düzen”in ne olduğunu ortaya koymak.

2- Uygulama yaparak adaletini fiilen göstermek.

3- Ona sahip çıkanları desteklemek.

4- İlmî çalışmalarını sürdürüp III. Binyılın Fıkhını ortaya koymak. İktidar olmaya asla heveslenmemelidirler.

وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (71)

(Va ElLAHu GaLIyMun XaKIyMun)

“Ve Allah alimdir hakimdir.”

Kelimeler burada nekre gelmiştir. O halde devlet alim olacaktır. Yani olanları ve niyetleri de öğrenmelidirler. Bunu nasıl yaparlar?

Önce bir muhasebe işletmesi kurulur, herkesin yaptıkları kendi beyanları ile muhasebede kaydedilir. Bu bilmedir, her şeyi bilmedir. Bu arada gizlenen ve muhasebeye geçirilmeyen şeyler olur. Devlet muhasebe dışında kalanları nazarı itibara almaz, o davalara bakmaz yahut delil kabul olunmaz. Bakara Sûresi’ndeki “bu Allah’ın indinde eksattır” yani bundan daha kıstı yoktur şehadeti için akvadır. Yani hakemler ve soruşturmacılar buna dayanmalıdırlar. Ve reybe düşmemeniz için ednadır. Çünkü insan hafızası daima hata yapar.

Muhasebe insanın kendi beyanına dayanır. Kendisi beyan edemezse velisi beyan eder. Muhasebe açıktır. İsteyen istediği kimselerin muhasebesine bakarak ona göre amel eder.

Devletin alim olmasının ikinci yolu ise açık istihbarattır. Bu açıklık başkasına değil kişinin kendisine açıktır. Herkes istihbarat kurumuna başkaları hakkında haber verir. Bu görevdir. Ama başkası hakkında edindiği bilgiyi yayamaz, istihbarat dışındakilere bildiremez. İstihbarat alır, bunu kendisi hakkında haber verilene gönderir. Haber verenin de haber alanın da gizli dosyalarına konur. Haber verilen cevap verir. O da her ikisinin dosyasına konur. İhbar eden bildirilmez, sadece haber bildirilir.

İşte bu iki yoldan devlet her şeyin alimi olur.

Hakimi de olur.

Davacı varsa, soruşturmaya gider. Soruşturmacılar görgü tanıklarını dinlerler, iki tarafın görüşlerini alırlar, iddia ve savunmaları değerlendirirler. Soruşturma dosyası da gizlidir. Mahkemede sadece sonuçları beyan ederler. Böylece hüküm verilir.

Allah’ın gafur olması demek, suçluların cezalanması demek değildir. Tüm geçmiş soruşturulsun, sonuçlar ortaya konsun, suçlular cezalansın ama suçun sübutu şarttır. Şüphe cezaları düşürür. İçtihat hataları cezayı kaldırır.

28 Şubat’ı S. Demirel uyguladı, suçlu odur. Ne var ki devlet başkanı idi, kurumlar arası anlaşmazlıkları o uzlaştıracaktır. ABD’nin baskısı vardı. Kendi şahsi kini veya iktidar hırsı için değil, maslahat gereği öyle yapmıştır. Bundan dolayı suçlanamaz. Suçlansa bile cezalandırılamaz. Devlet başkanı idi. Gazete makaleleri ile muhakeme edilemez. Hakemlik sistemini getiririz. O zaman onlar soruşturup ceza verebilirler. Güvence altında olmayan hâkim ve savcılarla sivil hukuk ilkeleri içinde muhakeme edilmesi meşru değildir.

Ceza hukuku var, özel hukuk var. İdare hukuku var, askeri hukuk var. Bunların muhakeme usulleri farklıdır. Biri diğerinin usulü ile muhakeme edilemez.

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2107 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1625 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1341 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1897 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2119 Okunma
6-11.AYET
1630 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2241 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1856 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1654 Okunma
10-19.AYET
1392 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1468 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1595 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2443 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1486 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1650 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1366 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1307 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1594 Okunma
19-41.AYET
2214 Okunma
20-42.AYET
1737 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2796 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2161 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1600 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1437 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2134 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1472 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1395 Okunma
28-60.AYET
1665 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1685 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3619 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2034 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1724 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1566 Okunma
34-72.AYET
1993 Okunma
35-73.AYET
1472 Okunma
36-74.AYET
1472 Okunma
37-75.AYET
1545 Okunma

© 2024 - Akevler